Giriş
Osmanlı toplumu genel hatlarıyla, padişah adına yetki kullanabilen askerîler ile vergi ödemekle yükümlü reâyâ zümrelerinden oluşmuştu. Askerî sınıf ise seyfiye, ilmiyye ve kalemiyye zümrelerine ayrılmıştı. Seyfiye, askerî ve idarî alanda; kalemiyye, bürokratik örgütte, ilmiyye ise kazâ, tedris, iftâ ve dinî hizmetlerde istihdam edilen insan gücünü oluşturmakta idi. Askerîlerin vergi muafiyetine sahip olmaları onlara büyük bir ayrıcalık kazandırmış, reâyâdan bir kimse “askerîler” arasına katılmak istediğinde en erişilebilir yol olarak ilmiyye zümresi görülmüştü. Reâyâ medrese eğitimi alma koşuluyla ilmiyye zümresine girebilirdi. İlmiyye silkine girişi kontrol ve denetimi altında bulunduran ilmiyye bürokrasisinin önemli bir unsuru ise mülâzemet sistemi idi. Bu makale, esas olarak XVI.-XVIII. yüzyıllarda mülâzemet sistemi üzerinde şeyhülislâmlığın değişen rolünü açıklamayı hedeflemektedir.
İ.Hakkı Uzunçarşılı’nın Osmanlı Devleti'nin İlmiyye Teşkilatı adlı eseri, Osmanlı ilmiyye teşkilatı ve bürokrasisi konusunda yazılmış en kapsamlı çalışma olma özelliğini hâlâ taşımaktadır[1] . Eser anlatılarının yanında, aynı zamanda bir belge hazinesi konumundadır. İlmiyye teşkilatına ilişkin kanunnâmeler, arşiv kayıtları ve ana kaynaklarda bulunan ilgili bölümler eserin içerisine serpiştirilmiştir. Ancak kimi zaman tekrarlara gidilmiş, konular sistematik biçimde anlatılmamış ve araştırma konularıyla ilgili kayıtlar kitabın farklı bölümlerine dağılmıştır. Bu çalışmada mülâzemet sistemi ise genel özellikleriyle tanıtılmıştır. Uzunçarşılı’dan sonra ilmiyye zümresi ve teşkilatıyla ilgili daha dar kapsamlı çalışmalar yapılmıştır. Mülâzemet sistemi ve kadıaskerlik ile ilgili Halil İnalcık’ın “Kazasker Defterine Göre Kadılık” makalesi önem arz eder. İnalcık, bu çalışmasında ilmiyye zümresi ve mülâzemet sistemi üzerinde durmuş, kadıasker ruznâmçelerinin önemine değinmiş ve seçtiği bir defter üzerinden veri değerlendirmesi yapmıştır[2] . İlmiyye teşkilatı ve bürokrasisiyle ilgili Mehmet İpşirli’nin de iki makalesi bulunmaktadır. Doçentlik takdim tezi olarak hazırlanan ve daha sonra “Osmanlı Devleti’nde Kazaskerlik” adıyla makale olarak yayımlanan çalışmasında İpşirli, kadıaskerlik kurumunu incelemiş, mülâzemet sitemini ve işleyişini de ele almıştır[3] . İpşirli, “Osmanlı İlmiyye Teşkilatında Mülâzemet Sisteminin Önemi ve Rumeli Kadıaskeri Mehmed Efendi Zamanına Ait Mülâzemet Kayıtları” adlı makalesinde ise bir mülâzım ruznâmçesinin tanıtımını yapmış ve mülâzım veren ulemâyı ve hareketini listelemiştir[4] . Osmanlı Yargı Sistemi ve Kazaskerlik adıyla Mustafa Şentop tarafından kaleme alınan doktora tezinde kadıaskerlik müessesesinin genel bir tasviri yapıldıktan sonra bu müessesenin Osmanlı yargı sistemi içerisindeki konumu üzerinde durulmuştur[5] . Kadıaskerlik ile ilgili yapılan bu çalışmaların yanı sıra şeyhülislâmların biyografileri, şeyhülislâmlık müessesesinin kuruluşu, gelişimi, şeyhülislâmlığın ilmiyyenin reisi konumuna ulaşması ve XIX. yüzyılda Bâb-ı Meşîhat’ın oluşturulması hakkında günümüze değin pek çok araştırma yapılmıştır. Şeyhülislâm biyografileriyle ilgili Ahmed Refik’in[6] ve Abdülkadir Altunsu’nun[7] Osmanlı Şeyhülislâmları adlı çalışmaları mevcuttur. Şeyhülislâmlık kurumunun doğuşu ve gelişimi konusunda Repp’in The Müfti of Istanbul A Study in the Development of The Ottoman Learned Hierarch adlı eserini öncelikle belirtmek gerekiyor. Repp, eserinde Osmanlı ilmiyye hiyerarşisini, şeyhülislâmlığın XV. ve XVI. yüzyıllarda geçirdiği değişimi ve şeyhülislâmlığın devlet içerisindeki mevkinin yükselişini izah ediyor[8] . Murat Akgündüz’ün Osmanlı Devleti’nde Şeyhülislâmlık adlı tezinde de[9 ], kurumun XIX. yüzyıl başlarına kadarki serüveninden, devrine damgasını vurmuş önemli şeyhülislâmlardan ve kurumun devlet ve ilmiyye bürokrasisi içerisindeki yerinden bahsedilir. Esra Yakut’un Şeyhülislâmlık Yenileşme Döneminde Devlet ve Din[10], Ahmet Cihan’ın Reform Çağında Osmanlı İlmiyye Sınıfı[11] ve İlhami Yurdakul’un Osmanlı İlmiyye Merkez Teşkilatı’nda Reform (1826-1876)[12] adlı çalışmaları ise şeyhülislâmlığın modernleşme dönemindeki geçirdiği süreçleri açıklayan çalışmalardır. Yukarıda zikredilen çalışmalarda, Osmanlı ilmiyye bürokrasisi içerisinde şeyhülislâmın rolü üzerine değerlendirmeler yapılmıştır. Özellikle Yurdakul’un çalışması modernleşme döneminde ilmiyye teşkilatının ve bürokrasisinin geçirdiği değişimi anlamamız açısından önemlidir. Ancak bu çalışmalarda, araştırma konumuzu oluşturan ve Osmanlı ilmiyye bürokrasisinin önemli uygulamalarından biri olan mülâzemet sistemi üzerindeki şeyhülislâmın yetki alanı ve rolü incelenmemiştir. Bu sebeple araştırmamızda, mülâzım ruznâmçelerindeki verileri de değerlendirerek, XVI.-XVIII. yüzyıllarda mülâzemet sistemini ve sistem üzerindeki şeyhülislâmlığın rolünü tartışacağız.
Rumeli Kadıaskerliği İdaresinde Mülâzemet Sistemi
Mülâzemet kelime olarak, lüzûm masdarından gelip bir yere ya da bir kişiye sıkı sıkıya bağlanma, bir işle devamlı meşgul olma anlamlarına gelmektedir[13]. Kavram olarak ilmiyye tarîkinde iki ayrı süreci ifade etmek için kullanılmıştır. Birincisi, mansıbda bulunan ulemânın müddet-i örfiyyesinin sona ermesinden sonra geçirdiği infisâl (ma‘zûliyet) süreci için kullanılmıştır. İkincisi ise, bizim araştırma konumuzu oluşturan ve ilmiyye silkine giriş için katedilmesi gereken bir süreç olarak karşımıza çıkan mülâzemettir.
Osmanlı Devleti’nin merkezileşmesi ve istihdam edilecek personelin sayıca artması sonucu, XVI. yüzyılın başlarında teşekkül eden mülâzemet sistemi ile Osmanlı yönetimi, mevcut kadroları etkin kullandırmak ve bu kadrolarda kendisinin yetki tanıdığı ulemâdan olur alan kişileri istihdam etmek suretiyle, silki hem zihniyet açısından hem de sayısal açıdan kontrol altında bulundurmak istemiştir. Mülâzemet sisteminin teşekkülüne değin medrese mezunu bir dânişmend genellikle beklemeksizin bir mansıb elde edebilmekteydi. Bu süreçten sonra, bir tâlibin, ilmiyye zümresine katılabilmek için merâtib içerisindeki medreselerde sırayla okunması gereken kitapları geçmesi yeterli görülmedi. Her bir aday eğitim hayatını kendisine mülâzemet yetkisi verilmiş yüksek dereceli müderrisin ya da mevâlînin yanında sonlandırmalıydı. Bazı dânişmendler müderrislerin muîdi olurlar ve hocaları bu medreseden hareket ettiklerinde bir diğer ifadeyle hocaları ma‘zûliyet sürecine girdiklerinde ya da bir başka göreve atandıklarında mülâzım olmak için hocaları tarafından Rumeli Kadıaskerliği’ne teklif edilirlerdi. Bazıları ise, kendilerine silk yolunu açabilecek bir mollanın hizmetine girerek mülâzım olmayı beklerlerdi.
Müderrisler ve mollalar, dânişmendlerine ne vesileyle mülâzım tayin edildiklerini açıklayan bir tezkire verirler ve dânişmendler de bunları Rumeli Kadıaskerliği’ne sunarlardı. Kadıaskerlik de hocaları tarafından mülâzım olması istenen kişileri padişaha arz eder ve arz onaylanıp, suret mülâzım ruznâmçesine kaydedildiğinde mülâzemet süreci başlamış olurdu. Mülâzım kaydedilme tarihiyle bir mansıba atanıncaya kadar geçirilen süreye “zaman-ı mülâzemet” ya da “müddet-i mülâzemet” adı verilmekteydi[14]. Kadıaskerliğe mülâzemet eden mülâzımlar “zümre-i mülâzimîn” olarak adlandırılmaktaydılar[15]. Mülâzımlar geçirdikleri bu mülâzemet sürecinden sonra bir mansıba atanarak kariyerlerine başlarlardı.
Mülâzemet sisteminin uygulanmaya başlamasıyla birlikte bir takım problemlerle karşılaşılmış ve bu problemleri çözmek için düzenlemeler de yapılmıştır. Atâî’nin, Ebussuud Efendi’nin biyografisinde verdiği bilgiler bize bu konuda ışık tutmaktadır. 944-952 (1537-1545) yılları arasında Rumeli Kadıaskerliği yapan Ebussuud Efendi dönemine gelinceye kadar mülâzemet kaydına itina gösterilmediği için yolunu bulan herkes bir şekilde tarîke girebilmiş, bu sebeple mülâzımlar için bu dönemde müstakil bir ruznâme tutulmaya başlanmıştır. Bunlara ilaveten ulemânın payesine göre verebilecekleri mülâzım sayıları belirlenmiş ve ilme yeteneği olanlar için de yedi senede bir “nevbet” uygulaması yürürlüğe girmiştir. Yüksek dereceli ulemâ artık istediği oranda ve biçimde mülâzım veremeyecek, devletin kendisine tahsis ettiği kadro oranında dânişmendlerini silke katabilecekti. Ulemâ’ya verilen bu kadroların dışında her yedi senede bir de “nevbet” ilan edilip silk önünde olabilecek yığılmalar giderilecekti[16]. Ayrıca, mülâzımlar için atama kayıtlarının yer aldığı ruznamçelerden ayrı olarak müstakil ruznâmçe tutulma uygulamasının başlamasıyla, silke girişin kontrol mekanizması arttırılmaya çalışılmıştır. Silke girişle ilgili bir problem oluştuğunda ya da bir kimsenin mülâzımlık yolunu izleyerek silke girip girmediğinin kontrolü bu defterlere bakılarak yapılmış, defterde kaydı olmayanın silk üyesi olmadığına hükmedilmiştir[17]. Literatürde sadece ruznâmçe olarak geçen ancak bizim mülâzım ruznâmçeleri olarak adlandırdığımız bu defterler, sistem hakkında önemli bilgiler sunmasının ötesinde ilmiyye silkinin adeta kütüğünü oluşturmuştur.
Mülâzemet sistemi içerisinde adaylar farklı kadrolar vasıtasıyla silke girebiliyorlardı. Müderrislerin yardımcıları muîdler, iâdeden olarak da adlandırılan muîdlikten; Rumeli ve Anadolu Kadıaskerliği’nin tezkirecilik hizmetinde bulunan dânişmendler tezkirecilikten; şeyhülislâmın fetvâ emâneti hizmetindekiler fetvâ eminliğinden; hocaları önemli bir görevle müşerref olanlar teşrîfen; mevâlîzâdeler, meşâyihzâdeler ve önemli hizmetlerde bulunmak suretiyle müstakil olarak arz edilmeye hak kazananlar müstakillen silke girmekteydiler. Bunların dışında imparatorluk bürokrasisinin diğer birimlerinde görevli olup ulemâdan ders okuyanlara da silk açıktı. Bir âlim vefat ettiğinde ise öğrencileri bir mümeyyiz aracılığıyla tahrir olunur, kimileri silke girerler, kimileri silke girmek için nevbeti beklerler[18], kimileri de diğer ulemâya tevzî edilip onlar vasıtasıyla mülâzım olmaya çalışırlardı. Bu işlem sonucu silke girebilenlere de mevtâdan mülâzım adı verilirdi. Bu rutin mülâzemet uygulamasının dışında muayyen aralıklarla ilim yolunda kabiliyetli kişilerin mülâzım alınması için nevbet uygulanmaktaydı. Bir zafer kazanılması, padişahın tahta geçmesi, sûr-ı humâyûn gibi vesilelerle nevbet ilan edilebilmekteydi. Böyle zamanlarda nevbet, ulemâ zümresini memnun etmenin önemli bir yolu olarak görülmekteydi. Ebussuud Efendi’nin Rumeli Kadıaskerliği döneminde her yedi yılda bir nevbet olması kanunlaşmıştı[19]. Ancak bu süreye çoğunlukla riayet edilmemiş, daha kısa sürelerle nevbet ilan edildiği de görülmüştür. Bu dönemlerde şeyhülislâmlar da mülâzım vermekteydiler. 26 Zilkâde 954 (1548) tarihinde ilan edilen nevbette halen görevli olan müftü Ebussuud Efendi, mütekaid müftüler Abdülkadir Efendi ve Fenarizâde Muhyiddin Efendi’den onar; Rumeli Kadıaskeri Bostan Muslihiddin Efendi, Anadolu Kadıaskeri Muhaşşi Sinan Çelebi Efendi ve kadıasker mütekâidlerinden yedişer; İstanbul ve Edirne kadılarından ve bazı sahn müderrislerinden üçer; şehzâde hocalarından, Bağdat ve Haleb kadısından ve Muradiye müderrisinden ikişer; kimi müderrislerden ve Bursa kadısından birer mülâzım alınmıştı[20]. 973 (1565/1566) yılında nevbetin ilan edilmesinde, Ebussuud Efendi’nin “İrşâdü’l-akli’s-selîm ilâ mezâye’l-Kur’âni’lazîm” adlı tefsirini padişaha arz etmesi önemli bir etken olmuştu. Bu eser sebebiyle şeyhülislâmın mevâcibine yüz akçe zam yapılmış, tüm talebeleri mülâzım alınmış, taltif için kadıaskerlerden de onar talebe alınması kanun olmuştu[21]. 1003/1595 yılında Sultan III. Mehmed’in cülûsu sebebiyle de nevbet ilan edilmiş[22], bu nevbette, şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efendi’nin otuz, Hoca Efendilerin yirmi, kadıaskerler, mütekâid mevâlî, taht kadıları ve yüksek medrese müderrislerinin eskiden verdikleri sayıda mülâzım vermeleri ferman olunmuştu[23]. Nevbet dönemlerinde şeyhülislâmlardan alınan mülâzım sayılarına baktığımızda zaman içerisinde yükselme meydana geldiği tespit edilmiştir.
Yukarıda ana hatları ve işleyişi açıklanan mülâzemet sistemi, XVI. yüzyılın başlarında ihdâs edilmiş ve Rumeli Kadıaskeri’nin denetimi altına verilmişti. Bu süreçte Rumeli Kadıaskeri’ne verilen bu yetki o dönemdeki bürokratik yapının bir sonucudur. Her ne kadar Fatih Kanunnâmesi’nde ulemânın reisi olarak şeyhülislâm gösterilmişse[24] de XVI. yüzyılın son çeyreğine kadar bürokratik açıdan ulemânın reisleri Divân-ı Humâyûn’un üyeleri olan Rumeli ve Anadolu Kadıaskerleri’dir.
Rumeli Kadıaskeri yetki alanı içerisindeki Rumeli cânibinin müderris, kadı ve müftülerinin atamalarını yapmakta ve bu atamalar padişaha arz edildikten sonra ruznâmçe defterlerine kayıt edilmekteydi. Bunların dışında mülâzımların sisteme girişleri de Rumeli Kadıaskeri’nin yetki alanında idi. Gelibolulu Mustafa Âlî, Rumeli Kadıaskeri’nin mülâzemet sistemi üzerindeki yetkisi konusuna, ilmiyye tarîkini anlatırken değinmiştir. Ona göre, “bir dânişmend mülâzım olup Rumili Kadıaskeri’nin defterine lâhık …” olduğunda mülâzım zümresinin üyesi olmaktaydı[25]. XVII. yüzyıl müverrihlerinden Hezarfen Hüseyin Efendi de eserinde mülâzım yazmanın Rumeli kadıaskerlerinin vazifesi olduğunu belirtmiştir[26]. XVIII. yüzyıl başlarında kaleme alınan Nimetî Efendi Kanunnâme’sinde “zabt-ı defter-i mülâzemet ana mahsus” [27] ifadesiyle Rumeli kadıaskerlerinin bu görevine işaret edilmiştir.
Mülâzemete dair müderrislerden, kadılardan, diğer örf görevlilerinden gelen evrak Rumeli Kadıaskerliği’ne gelir ve uygun görülenler padişaha arz edilirlerdi. Mülâzımlığı kabul görenler de kadıaskerlik dairesinde mülâzım ruznâmçesine kayıt edilirlerdi. Mülâzım kayıtlarının her birinin sonunda “…mülâzım olunmak ricâsına pâye-i serîr-i âlem masîre arz olundukta kaydolundu”[28] biçiminde arz sistemini formüle eden bir ibare yer almaktaydı. 1008 Rebiü’l-âhirinde (Ekim-Kasım 1599) silke giren Mevlana Ahmed bin Hüseyin “Mevlânâ-yı mezbûr medâris-i semânın birinde müderris olan fahrü’lmüderrisîn Abdülme’mun Efendi’nin medrese-i mezbûrede berât-ı pâdişâhî ile muîdi olup Darü’l -İslâm Bağdat kazâsı inâyet buyuruldukta kanûn üzere mülâzım olunması pâye-i serîr-i alâya arz olunub” kabul edildikten sonra mülâzım ruznâmçesine kaydedilmişti[29].
Mülâzım yazma görevinin ve buna ilişkin yetkilerin, Rumeli Kadıaskeri’ne verilmiş olması dolayısıyla XVII. yüzyılın sonlarına değin bu hususta şeyhülislâmın rolünün sınırlı idi. Bu rolü açıklamak için Zilkade 1007- Ramazan 1009 (1599-1601) tarihleri arasında Rumeli Kadıaskeri olan Hocazâde Mehmed Efendi’nin mülâzım ruznâmçesi[30] tahlil edilmiştir. Defterin kapsadığı süreler içerisinde, 12 Rebiü’l-evvel 1008’e (2 Ekim 1599) kadar Hoca Sadeddin Efendi, onun vefatı üzerine de Sunullah Efendi şeyhülislâmlık görevini yürütmüştür[31]. Bu defter verilerine göre yirmi iki aylık sürede 244 kişi mülâzım kaydedilmiş ve bunlardan sadece 11’i, % 4.5 oranla şeyhülislâm kadrolarından silke girmişlerdir. Şeyhülislâmlar fetvâların hazırlanmasından sorumlu birim olan fetvâ emanetinde[32] çalışıp mülâzemet eden dânişmendlerinden her altı ayda bir mülâzım verme hakkına sahipti. Ayrıca Sultan Bayezid medresesi müderrisliğini de yürütmeleri dolayısıyla buradaki mûidlerini de silke katarlardı. Bu dânişmendlerden biri, sabık şeyhülislâmlardan olup vefat eden Bostanzâde Mehmed Efendi’nin talebesi Abdülcemil bin Eşşeyh Mehmed’dir. Hocası vefat ettiğinde mümeyyiz tahririnde bulunamadığı için müstakillen arz olunmuştur[33]. Abdullah bin Mehmed Hoca Sadeddin Efendi’nin, Mehmed bin Murad ve Mehmed bin Elhac Mehmed ise Sunullah Efendi’nin fetvâ eminliğinden mülâzım olmuşlardır. Sunullah Efendi’nin yedi öğrencisi de hocalarının Rumeli Kadıaskerliği’nden şeyhülislâmlığa atanması dolayısıyla teşrîfen silke girmişlerdi[34]. Teşrîfen verilen mülâzımlara baktığımızda ulemâ, kadıaskerliğe hareket durumunda dört, şeyhülislâm olduklarında ise yedi dânişmendlerini silke katmaktaydılar[35].
Hocazâde Mehmed Efendi’nin mülâzım ruznâmçesini incelediğimizde XVI. yüzyılın sonlarında şeyhülislâmların doğrudan silke bir müdahalelerinin bulunduğu noktasında bir veriye ulaşılamamıştır. Şeyhülislâmlar da kadıaskerler ve diğer ulemâ gibi kanunlarla belirlenmiş oranda ve yollarla silke mülâzım vermişlerdir. Ancak nevbet dönemlerinde verdikleri dânişmend sayılarını gittikçe artırdıkları tespit edilmiştir. XVII. yüzyılda tutulan mülâzım ruznâmçelerine göre de şeyhülislâmlar, mülâzemet sistemi içerisindeki bu konumlarını sürdürmüşler[36] ve fetva emânetinde olduğu gibi her altı ayda bir mûidlerini de mülâzım vermişlerdir[37]. Bu durum XVII. yüzyılın sonlarından itibaren değişmeye başlamıştır[38].
Şeyhülislâmlığın İlmiyye Bürokrasisindeki Yükselişi ve Yetki Genişlemesi
Şeyhülislâmlık makamı Zenbilli Ali Cemâlî Efendi’den (908-932/1503- 1526) itibaren önem kazanmaya başlamış ve ondan sonra gelen İbn Kemal (932-940/1526-1533), Sadullah Sadi (940-944/1533-1538) ve Ebussuud Efendi (952-982, 1545-1574) dönemlerinde de bu süreç artan bir ivmeyle devam etmiştir[39]. Zenbilli Ali Cemali Efendi’nin fetvâ vazifesini üstlenmesinden sonra uhdesine Bayezid medresesi müderrisliği ve vakıflara nezaret etme yetkisinin verilmesiyle Meşîhat makamının önemi daha da artmıştır. Yine bu dönemde yasaklanan ipek ticareti yüzünden katledilmek istenen 400 kişiyi kurtaran Zenbilli’ye padişah tarafından Rumeli ve Anadolu Kadıaskerlikleri birleştirilerek tevcih edilmek istenmiş, ancak bu teklif Zenbilli tarafından kabul edilmemiştir[40]. Zenbilli’nin bu teklifi kabul etmemesi Sultan Selim tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Hırzü’l-Mülûk yazarı bunu şöyle anlatır “ …Mevlânâ’nın mansıb ve câha teveccühü olmadığın görüp, kemâl mertebe hazz idüp, derûn-ı dilden mahabbet eyleyüp, ulûfesine terakkî idüp ve beş yüz dâne sikke-i hasene ihsân buyurmuşlardır” der ve şeyhülislâma düşen görevin dine ve devlete faydalı olan hususları padişaha bildirmesi ve zulmün ortadan kaldırmasına yardımcı olması olduğunu söyler[41]. Zenbilli’den sonra şeyhülislâm olan İbn Kemal döneminde yaşanan Molla Kabız hadisesinde kadıaskerlerin yetersiz kalması, Kabız’ın fikirlerini ilmi delillerle İbn Kemal’in çürütmesi, şeyhülislâmlığın devlet teşkilatı içerisindeki mevkiini yükseltmiştir. Osmanlı şeyhülislâmları içerisinde en uzun süre şeyhülislâmlık yapan Ebussuud Efendi dönemi şeyhülislâmlık makamı için önemli bir evre olarak kabul edilmelidir. Rumeli Kadıaskerliği görevinden sonra bu makama hareket etmesi, şeyhülislâmlığı mevki olarak kadıaskerlik kurumunun üstüne yerleştirmiş ve bu süreçten sonra Rumeli kadıaskerliği şeyhülislâmlık makamına atanabilmek için bir merhale haline dönüşmüştür. Ebussuud Efendi kanunnâmelerin hazırlanmasında ve İslam Hukuku’na dair verdiği fetvâlarla önemli hizmetlerde bulunmuştu[42]. Bu hizmetleri neticesinde şeyhülislâmlık makamının öneminin artmasıyla 982/1574 yılında ilmiyye bürokrasisi açısından önemli bir değişiklik yaşanmıştır. Bu döneme kadar kadıaskerlerin vezîriazama bildirmeleri ve vezîriazamın arzı ile gerçekleşen mevleviyet kadılıklarının atamaları bu tarihten sonra şeyhülislâmların protokolde kadıaskerlerin önüne geçmeleri sonucu şeyhülislâmların inhâsı ve vezîriazamların arzlarına bırakılmıştı. Ayrıca şeyhülislâmlar müftülerin ve kırk akçeden yukarı müderrislerin tayinleri için telhis hazırlama görevini de üstlenmişlerdi[43]. Ebussuud Efendi başlangıçta bu görevin kendisine verilmesini istememiş, vezîriazam İbrahim Paşa’ya bir tezkere yazarak fetvâ görevinin bütün vaktini aldığını bu sebeple yeni bir sorumluluk yüklenmek istemediğini belirtmiştir. Ancak daha sonraki uygulamadan bu isteğin dikkate alınmadığı anlaşılmıştır[44]. Böylece, ilmiyye bürokrasinin reisleri ve Divân-ı Humâyûn’un üyeleri olan sadreyn efendilerin itibarı azalmaya başlamış ve ilmiyye bürokrasinin de başına şeyhülislâm geçmiştir.
Bu konuyla ilgili olarak atamalardaki vezîriazam rolü de eleştiri konusu olmuştur. Anonim bir eser olan ancak III. Murad dönemine tarihlendirilmiş Hırzü’l-Mülûk’de bu konuda “ ..Fî’l-vâkı‘ insâf mıdır ki kâdı-asker olan kimesneler ehl-i ilm mansıblarını tevcîh itmekte vezîre mürâca‘at idüp anunla müşâvere ideler” der ve vüzerâ ve ümerâ şefaatiyle mansıb elde edenlere eleştiri getirir[45]. Bu süreçten sonra zaman zaman vezîriazamların atamalara müdahaleleri görülmüştür. I. Ahmed döneminde vezîriazam Nasuh Paşa müderris atamalarını düzenlemiş padişah tarafından neden şeyhülislâmın işine karıştığı sorulunca “…bu husus benim vazîfemdir, selefte vüzerâ göre gelmiş idi” diye cevap vermiş ve Ebussuud Efendi’nin daha önce yazmış olduğu “fetvâ iştigâli vaktimizi isti‘âb ederken, bu bârı dâhi üzerimize tahmîl bize cevrdir” yazısını göstermiş ve bu hususta padişahı ikna etmiştir.[46]
Bu süreçle birlikte devlet yönetiminde ve ilmiyye bürokrasisinde şeyhülislâmlık makamının yükselişi XVII. yüzyıl boyunca da devam etmiş, şeyhülislâmların yetki alanları kadıaskerlerin aleyhine genişlemiştir. 1653 tarihli bir hatt-ı humâyûnla kadıaskerler mülâzemet ve mansıbların imtihanla verilmesi konusunda “Siz ki da‘îmiz müftî efendisiz…kadıaskerlere bildirip muhkem tenbîh edesiz ki sonra nedâmetin çekerler ve menâsıbı imtihân ile vereler” ifadeleriyle şeyhülislâm aracılığıyla uyarılmışlardı[47]. Yüksek dereceli müderris ve mevâlînin atamalarının yanı sıra Hâriç Medreselerinde istihdam olunmak isteyen adayların rüûs imtihanlarını da şeyhülislâmlar yapmaktaydı[48]. XVII. yüzyılın son çeyreğinde şeyhülislâmlar bu görevlerini de kadıaskerlerin aleyhine olacak şekilde genişletmişlerdir. 1 Cemaziyel-âhir 1100 (23 Mart 1689) tarihinde Anadolu Kadıaskerine gönderilen bir hatt-ı humâyûnla yirmi, yirmi beş ve otuz akçe medreselere kadıaskerler tarafından doğrudan, 40’lı medreseler için bekleyen mülâzımların ise şeyhülislâm huzurunda imtihan edildikten sonra atanabilecekleri, şeyhülislâmın izni ve işâreti olmadıkça kimseye 40 akçe medrese verilmemesi istenmiştir[49]. XVIII. yüzyıl başlarında 15 Şaban 1115 (24 Aralık 1703) tarihli bir diğer hatt-ı humâyûn ise şeyhülislâmın[50] isteği üzerine kaleme alınmıştır. Şeyhülislâm kadıların yaptıkları zulm ve taaddîden dolayı reâyânın şikayetçi olduğunu bildirmiş ve bu şekilde şikayet üzere mansıbı elinden alınıp azledilen kadıların bir daha mansıba atanmamaları ve mansıba atanacakların imtihan edildikten sonra atanmaları hususunda, padişahtan kadıaskerlerin uyarılmasını istemiştir[51]. Bu hatt-ı humâyûnlar bize, şeyhülislâmlık makamının kadıaskerler üzerindeki otoritesini ve şeyhülislâmların mümkün mertebe kadıaskerlerin yetki alanını daraltma isteklerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Şeyhülislâmlık İdaresinde Mülâzemet Sistemi
XVIII. yüzyılın başlarına gelindiğinde şeyhülislâmlık kurumu Rumeli Kadıaskerliği kontrolü altındaki mülâzemet sisteminin de baş aktörü haline gelmiştir[52]. Bu süreç yaşanırken, kuruluşundan itibaren mülâzemet sistemi devamlı surette yeni düzenlemeler yapılmak suretiyle nizama bağlanmaya çalışılmıştır. Silke girmek isteyen kişilerin sayısının mevcut kadrolardan çok olması dolayısıyla silke girişte ve bir göreve atanmada yığılmalar meydana gelmekte ve bu durum sistemi suistimale açık hale getirmekteydi. XVII. yüzyıldaki gelenekçi yorumcular mülâzemet sistemine değinmişler ve eleştiriler getirmişlerdir. Koçi Bey bu hususta, 1003 (1594-1595) tarihinden sonra kanûn-ı kadîmin bozulduğunu ifade etmiş ve “…Amma cümlenin mebde’i mülâzemettir: Şöyle ki mevâlî-i mülâzemeti satmayalar ve her birisi mülâzemeti erbâb-ı istihkâka vereler. Tarîk-i ilm zamân-ı kalîlde muntazam olur, ehl nâ ehle galip olur. Ve mülâzemetler dahi çok verilir oldu, arpalıklar, vazifeler teşrîf-i hâdis oldu. Birine arpalık yâhud vazîfe olsa teşrîfden nice mülâzım yazarlar. Ve her maddede mülâzemet kânûndan ziyâde olunur oldu. Bu asırda diyâneti ve emâneti olmayan nice kazasker gûne gûne mülâzemetler yazub rûznamçe-i humâyûnu doldurdular.” [53] demiştir. Koçi Bey’in yansıttığı bu durum üzere sistemi düzeltmek için bazı girişimler de yapılmıştır. XVIII. yüzyılın başlarında sadrazam Damad Ali Paşa bu girişimcilerden biridir ve sistemi ıslah etmeye çalışmıştır[54]. Bu ıslah çalışmasını anlatan Raşid Tarihi’nden o dönemde uygulanan mülâzemet sisteminin özellikleri ve yapısı hakkında da bilgi edinebilmekteyiz. Raşid Tarihi’nde bu hususta çıkarılan hatt-ı humâyûnlara yer verilmiştir. Sadârete gönderilen bu hatt-ı humâyûnlarda sistemin düzeltilmesi hususunda sadâret yetkilendirilmiş ve bu yapılırken de şeyhülislâmla birlikte hareket edilmesi istenmiştir. Burada ilmiyye tarîkinde ehil olanla olmayanın ayrımı yapılmadığı ve sebepsiz yere mülâzemet verildiği belirtildikten sonra bundan sonra bu uygulamalardan vazgeçilmesi istenmiş ve mülâzemetin “medâris ve mevleviyyette hareket vukunda” olması bir de bir müstehak kişiye mülâzemet verileceği zaman şeyhülislâmın işareti üzerine arz olunması istenmiştir[55]. Bu düzenlemeden sonra ikinci bir hatt-ı humâyûnla şeyhülislâmlıktan mülâzemet sisteminin nasıl uygulandığı sorulmuş ve Şeyhülislâm Mirza Efendi mevcut uygulamayı açıklamıştır. Buna göre ulemâdan padişah çocuklarının doğumunda ve yeni göreve atandıklarda teşrîf namıyla mülâzım alınmakta idi. Şeyhülislâmlardan on altı, Rumeli kadıaskerlerinden sekiz, Anadolu Kadıaskerinden ve nakîbüleşrâftan altı, Mekke ve Kudüs kadılarından beşer, hekimbaşı ve sultan imamından dört dânişmend alınırdı. Bunların dışında, “müstakillen” olarak adlandırılan mülâzımlık yolu, şeyhülislâmın müstahak bulduğu ehliyetli ve yetenekli kişilerin silke katılma vasıtası idi. Ayrıca şeyhülislâmların Sultan Bayezid medresesi müderrisi olmaları dolayısıyla da her altı ayda birer muîdi ve muzafı silke girmekteydi. Kadıaskerler de her altı ayda bir tezkirecilik hizmetinden mülâzım vermekteydiler. Müderrisler de bulundukları medreselerinde müddetlerini tamamladıklarında mûsıla-ı sahn’dan sahna, sahn’dan ibtidâ-ı altmışlı’ya ve mûsıla-ı süleymâniye’den süleymâniye’ye ve süleymâniye’den hareketlerinde birer dânişmendlerini silke katarlardı. Eğer bir müderris mevleviyete atanmış ise dört dânişmendini mülâzım verebilirdi[56].
Şeyhülislâm Mirza Efendi’nin bu açıklaması üzerine alınan mülâzım sayısının çok olduğu görülmüş ve ulemânın kontenjanına sınırlandırılma getirilmiştir. Buna göre göreve atanmaları durumunda şeyhülislâmlar üç, kadıaskerler iki mülâzım verecekti. Sultan Bayezid Medresesi’nden yılda dört mülâzım alınacaktı. Kadıaskerlerin müddetleri süresince tezkirecilikten sadece bir dânişmendleri silke girecekti. Bunların dışında da yukarıda hareketleri açıklanan müderrisler mansıbda hareket ettiklerinde mevleviyete bile çıkmış olsalar sadece bir mülâzım vereceklerdi. Mülâzım sayısına getirilen bu sınırlama uygulanabilseydi belki de görev bekleyen mülâzımlar için rahatlatıcı olacaktı. Ancak medreselerde müderrislerin tedrisindeki dânişmendlerin çokluğu ve bu uygulama yapılırsa onların mağdur olacakları, şeyhülislâmın isteği üzerine arz edilmiş ve şeyhülislâm bu isteğini kabul ettirebilmek için Edirne ve Bursa’daki medreselerden mülâzemet yetkisinin kaldırılabileceğini bildirmiş ve bu önerisi kabul görmüştü[57].
Yukarıda açıklandığı üzere XVIII. yüzyılda şeyhülislâmın mülâzemet sistemi üzerinde de etkin bir gücünün ve denetiminin bulunduğu, padişahın ve sadâretin de bu hususta şeyhülislâmı muhatap aldıkları tespit edilmiştir. Bu tespit mülâzım ruznâmçelerinin incelenmesiyle de doğrulanmaktadır. 18 Zilhicce 1113/16 Mayıs 1702 tarihinde Rumeli Kadıaskeri olan Dede Efendi’nin defterindeki mülâzımların pek çoğu şeyhülislâm Esseyyid Feyzullah Efendi’nin işareti üzerine silke girmişlerdir[58]. Şimdi şeyhülislâmlığın bu rolünü açıklayabilmek için Rumeli Kadıaskeri Mehmed Hâdi Efendi döneminde tutulmuş 1176-1177 (1762-1763) tarihli mülâzım ruznâmçesini tahlil edelim[59].
Mülâzım ruznâmçeleri her bir kadıasker için ayrı ayrı tutulmaları sebebiyle bu defterlerdeki kayıtlar, Rumeli Kadıaskeri’nin göreve atanmasıyla başlar ve kadıaskerin görev bitimine kadar olan kayıtları içerirdi. Mehmed Hâdi Efendi’nin mülâzım ruznâmçesi de bu usulle tutulmuştur. Mehmed Hâdi Efendi, 4 Rebiü’l-âhir 1176 (23 Ekim 1762) tarihinde Rumeli Kadıaskerliği’ne atanmış ve dört dânişmendini teşrîfen mülâzım vermişti[60]. Mevâlî’nin görev sürelerinin bir yıl olması dolayısıyla Mehmed Hâdi Efendi görevini 1177 Rebiü’l-âhiri’ne (Ekim-Kasım 1763) kadar sürdürmüş olmalıdır. Mehmed Hâdi Efendi’yle ilgili biyografik kaynaklarda da bir bilgiye ulaşılamaması ve defterde mülâzım kayıtları verilirken tarihlemeye dikkat edilmemiş olması sebebiyle defterin sonlanma tarihi kesin olarak tespit edilememiştir. Cahid Baltacı kadıasker ruznâmçelerinin tanıtımını yaptığı ve kataloğunu sunduğu makalesinde Mehmed Hâdi Efendi’nin defterini de zikretmiştir. Buradaki defter kayıtlarından Mehmed Hâdi Efendi’nin Mevlana Ahmed Hayreddin Efendi yerine Rumeli Kadıaskeri olduğunu ve kendisinden sonra da bu göreve ileriki yıllarda şeyhülislâm olacak olan Mirzâzâde Mehmed Sa’id Efendi’nin atandığını söyleyebiliriz[61]. Defterimizin kapsadığı zaman diliminde, sabık şeyhülislâm Dürrizâde Mehmed Efendi’nin oğlu Dürrizâde Mustafa Efendi şeyhülislâmdır. Dürrizâde, 5 Şevval 1175 (29 Nisan 1762) tarihinde Tirevi Ebubekir Efendi’nin azli üzerine ikinci kez şeyhülislâm olmuş ve 24 Zilkade 1180 (23 Nisan 1767 ) tarihine kadar bu görevini sürdürmüştür[62].
Toplam 50 sayfadan oluşan defterde 176 mülâzımın kaydı bulunmaktadır. Defterin tutulma usulü diğer defterlerden farklılık arz etmemektedir. Defterdeki kayıtlarda ilk satırda mülâzımın adı, baba adı, babası ilmiyyeden ise görevi ve memleketi belirtilmiştir. Bu kaydın altında mülâzemeti aldığı hocası ve hangi yolla mülâzım olduğunu açıklayan bir bölüm bulunmaktadır. Bu bölümün sonunda da şeyhülislâmın denetiminden ve olurundan geçtiğini belirten “bâ-işâret-i aliyye mülâzemete kabul şod” ifadesi yer almaktadır. XVI. yüzyıl mülâzım ruznâmçelerinde mülâzım kaydının sonunda geçen “… pâye-i serîr-i âlem-masıre arz olundukta kaydolundu”, “… pâye-i serîr-i alâya arz olundukta sadaka buyuruldu” [63] ifadelerinin değişime uğradığını tespit etmekteyiz. 1710 yılına ait bir diğer kayıtta da aynı usul uygulanmıştı. Mevlana Mehmed bin Abdullah, Şeyhülislâm Ebe-zâde Abdullah Efendi’nin şehzade Abdülmelik’in doğumu sebebiyle teşrîften verdiği mülâzımların on üçüncüsüydü ve “bâ-işâret-i hazret-i şeyhülislâm” üzere silke girmişti[64]. Bu diplomatik değişikliğin altında yatan neden bu süreçte ilmiyye bürokrasisine tam anlamıyla şeyhülislâmın egemen olmasıdır. Artık mülâzımlar da Rumeli Kadıaskeri’nin arzıyla değil, şeyhülislâmın işareti ve vezîriazamın arzıyla silke girebiliyorlardı. 1127/1714-1715 yılında sadaret kaymakamına gönderilen hatt-ı humâyûnda mülâzımların“ ….efendi dâ‘imizin[65] malûmu olup ve işâreti olduğu malûmun olduktan sonra rikâb-ı kâm-yâbıma arz” edilmesi istenmektedir[66]. Bu süreçde mülâzemet sistemi için Rumeli Kadıaskerliği bürokratik işlemlerin yürütüldüğü, kayıtlarının tutulduğu bir birim haline dönüşmüş, padişaha arz edilmeden önce ilmiyye bürokrasisindeki nihai karar organı şeyhülislâm olmuştur. 1128/1715-1716 yılında da ilmiyye silkine girerek kadılık yapmak isteyenler için kadıasker tarafından imtihan edildikten sonra şeyhülislâmın işaretinin alınması gerektiği belirtilmiştir[67]. Şeyhülislâm bu diplomatik yolu yetki alanı içerisindeki atamalar için de kullanıyordu. Vezîriazam şeyhülislâmın inhâsını padişaha arz ederek iradesini aldıktan sonra şeyhülislâmın takririnin üzerine “ Sahh. İşâretleri mucibince tevcîh olunmak buyuruldu” ifadesini koyarak inhânın kabulünü bildirir ve şeyhülislâm atama işlemini neticelendirirdi[68]. İpşirli, bu yazışma zincirini ilmiyye mensubunun arzuhali, şeyhülislâm işareti, sadrazamın telhisi, padişahın hatt-ı humâyûnu, sadrazamın buyruldusu, evrakın meşîhata muamele için iâdesi olmak üzere altı basamak olarak belirlemiştir[69].
Mehmet Hadi Efendi ruznâmçesi verilerine göre 176 kişi, müstakillen, iâdeden, teşrîfen ve tezkirecilik adlı mülâzım yolları vasıtasıyla silke girmişlerdir. Bu yollarla silke giren mülâzımların toplam mülâzım sayısına göre oranları şöyledir[70]:
Grafikte de görüleceği üzere silke girişte bulunan dört mülâzımlık yolu yukarıda Raşid Tarihi’nde anlatılan yollar ile uyum göstermektedir. Verilere göre % 44.8’lik oranla 79 kişi, müstakillen silke girmiştir. XVI. yüzyılda bu mülâzemet türü, hanedan ailesinden, devlet görevlilerden ya da toplumun önde gelen kişilerinin aracılığı ve şefaati ile ilmiyye silkine girmeyi ve daha çok ayrıcalıklı dânişmendlerin mülâzım olma yolunu ifade etmekteydi. Mevâlîzâdeler, meşâyihzâdeler, mevki sahibi hâmisi olan ya da ulemânın güvenini kazanan ve önemli hizmetlerde bulunan dânişmendler bu yolla mülâzım olmaktaydılar. XVIII. yüzyıl başlarında bu mülâzımlık yolu, şeyhülislâmların silke mülâzım verdikleri bir yol haline dönüşmüştü. Şeyhülislâm’dan silke girmek için istekte bulunan müstahak kişiler ve ulemâ çocukları bu yolla silke girmekteydiler. Bu kayıtlarda “…Mevlânâ-yı mezbûr erbâb-ı isti‘dâddan olmağla hâlâ şeyhülislâm inâyetlü Dürrîzâde Mustafa Efendi hazretlerinin işâret-i aliyyeleriyle müstakillen mülâzemete kabûl şod”[71] ifadesi yer almaktadır. Müstakillen giren 79 kişinin dışında dört dânişmend daha Dürrizâde Mustafa Efendi’den mülâzım olmuştur. Dürrizâde’nin Bayezid Medresesi’ndeki iki muîdi ve iki muzafı da silke girmişti[72]. Çünkü, şeyhülislâmlar her altı ayda bir muîd ve muzaflarını silke katmaktaydılar[73].
Silke girişte ikinci sırayı % 42.04’lük oranla iâdeden yolu alır. Bu yolla 74 kişi silke girmiştir. Bu süreçte medreseler İbtidâ-i Hâriç, Hareket-i Hâriç, İbtidâ-i Dâhil, Hareket-i Dâhil, Mûsıla-i Sahn, Sahn-ı Semân, İbtidâ-i Altmışlı, Hareket-i Altmışlı, Mûsıla-ı Süleymâniye, Süleymâniye, Hâmise-i Süleymâniye ve Dâru’l-hadîs-i Süleymâniye olmak üzere derecelenmişti[74]. Bu derecelenme içerisinde en alt seviyede, mûsıla-ı sahn’dan sahn’a hareket eden müderrislerin muîdleri mülâzım olabiliyorlardı. Daha alt seviyedeki muîdler silke giremiyorlardı. Mevlânâ Abdulhalîm bin Abdullah Mûsıla-ı Süleymâniye ile Kalenderhane Medresesi’nde müderris olan Mustafa Efendi’nin muîdi idi ve hocası bâ-hâmise-i Süleymâniye ile Ayasofya-ı Kebir medresesine hareket ettiğinde mülâzım olmuştu[75]. Mûsıla-ı sahn ile Edirne’de Çukacı Hacı medresesi müderrisi Esseyyid Ahmed Efendi’nin muîdi olan Mevlana Abdullah bin Abdullah ise hocasına görevli bulunduğu medresenin sahn itibar buyurularak tekrar tevcih edildiğinde silke girmişti[76].
Mülâzemet yolları içerisinde silke verdiği yirmi kişi ve % 11.36’lık oranıyla üçüncü sırayı teşrîfen yolu alır. Yüksek dereceli ulemâ, tarîkinde bir üst düzey göreve hareket ettiklerinde, terakki aldıklarında, sefere teşrîf ettiklerinde, cülûs olduğunda, padişahların çocukları olduğunda “teşrîf” namıyla mülâzım verebilmekteydiler. Mehmed Hâdi Efendi Rumeli Kadıaskeri[77], Feyzullah Nafiz Efendi Anadolu Kadıaskeri[78], Tarsusizâde El-Hac Mustafa Efendi Kudüs kadısı[79], El-Hac Ali Efendi Medine Kadısı[80], Mehmed Rıza Efendi Mekke kadısı olduğunda dörder mülâzım vermişlerdi. Teşrifen mülâzım verenler en üst düzey ulemâ idi.
Silke verdiği üç kişiyle ve % 1,7’lik oranıyla son sırayı tezkirecilik almıştır. Kadıaskerler tezkirecilik hizmetinden her altı ayda bir mülâzım vermekteydiler. Bunlardan ikisini Anadolu Kadıaskeri Esseyyid Abdullah Efendi silke katmıştır. Ahmed bin Abdurrahman, Esseyyid Abdullah Efendi’nin görevinin ilk altı aylık süreci için[81], Hüseyin bin Ahmed ise ikinci altı aylık sürecinde mülâzım olmuştu[82]. Esseyyid Ali bin Esseyyid Mehmed ise “ …iş bu bin yüz yetmiş altı senesi şehr-i rebiü’l-âhirinin dördüncü gününden bu fakîre inâyet ve ihsân buyurulan sadâret-i rumelide sene-i merkûme şevvali’l-mükerreminin dördüncü gününe gelince altı ay müddet..” ile Mehmed Hâdi Efendi’ye yaptığı hizmeti sonucu mülâzım olmuştu[83].
Yukarıdaki verilere göre, XVIII. yüzyılın ortalarında silke giren dânişmendlerin tamamının kaydında şeyhülislâmın işareti bulunmaktadır. Mülâzemete dair bürokratik işlemleri her ne kadar Rumeli Kadıaskerliği devam ettirmiş olsa da tüm mülâzım kayıtları şeyhülislâmın denetiminden geçmekte ve şeyhülislâm inhasıyla sadârete oradan da padişaha arz edilmekteydi. Bu uygulamanın dışında silke giriş yolları içerisinde % 44.8’lik oranla birinci sırada yer alan müstakillen mülâzımlık yolunun şeyhülislâmın tekeli altında bulunan bir mülâzemet yolu olarak değerlendirmek abartı olmayacaktır. Silke girmeğe istidadı olanlar ile ulemâ çocukları bu yolla silke girmekte ve bu giriş yolunun anahtarı da şeyhülislâmın elinde bulunmaktaydı. Bu sebeple şeyhülislâmların dânişmendleri ve onların himayesi altında bulunan tâliblerin ilmiyye mesleğine girmeleri kolaylaşmıştı. XVI. yüzyılın sonlarında tutulmuş Hocazâde Mehmed Efendi ruznâmçesinde müstakillen silke girenler % 3.68 oranında idi[84]. XVIII. yüzyılda bu yolun oranı muazzam oranda artmış ve bu mülâzımlık yolu şeyhülislâmların hakimiyeti altına girmiştir. Müstakillen silke girenlerin oranındaki bu artış, XVIII. yüzyılda ilmiyye zümresinin içine kapanmasını açıklayıcı bir veri olarak da kullanılabilir. Muîdlik yapan ulemâ çocuklarının dışında kalanlar bu yolla silke girmekte ve silk kadrolarının önemli bir oranını oluşturmaktaydılar. Bu sebeple reâyâdan kimselerin çocuklarının silke girmesi güçleşmekte ve bu sistem böyle deveran ettiği için ulemâ zümresi içe kapanık bir zümre haline dönüşmüştü. Bu veriler, Zilfi’nin bahsettiği ulemâ aristokrasisini[85] ve Ortaylı’nın[86] ve Unan’ın[87] ulemânın kendi içine kapanık halka kapalı bir yapı oluşturduğu düşüncesini destekler niteliktedir.
Mülâzemet yolları irdelendiğinde XVI. yüzyılda şeyhülislâmın silke katmak istediği dânişmendleri için mülâzemet yolu olarak kullanılan “fetvâ eminliği” bu süreçte mülâzemet yolu olmaktan çıkmıştır. Mehmed Hâdi Efendi’nin mülâzım ruznâmçesinde bu yolla silke giren dânişmend olmamıştır. 1127/1714-1715 yılında padişahın hatt-ı humâyûnu ile Şeyhülislâm Mirza Efendi’den uygulamadaki mülâzemet sisteminin açıklanmasının istenmesi üzerine, Mirza Efendi’nin yaptığı açıklamada fetvâ eminliği yolunun bulunmamış olması, XVIII. yüzyılda bu mülâzemet yolunun uygulamadan kalktığını göstermektedir[88]. Bu kadronun kalkma sebebi, şeyhülislâmın silk üzerinde artan gücü ve yetkisi olabilir. Çünkü artık şeyhülislâmlar zaten istedikleri kişileri “müstakillen” yolu ile silke katmakta ve tüm mülâzım kayıtları onların denetiminden geçmekte idi. Dolayısıyla fetvâ eminliği yoluna gerek kalmamış olmalıdır. XVI. yüzyılın sonlarında şeyhülislâmın silke kattığı dânişmendlerin oranı % 4.5 iken, XVIII. yüzyıl ortalarında bu oran % 44.8’e yükselmişti. Bu muazzam artış oranı şeyhülislâmın ilmiyye bürokrasisinde ve mülâzemet sisteminde yükselen gücünü ve yetkisini açıklayıcı bir oran olsa gerektir.
Bu süreçte, mülâzım olabilmek için şeyhülislâmın imzasını taklit eden kişilerle de karşılaşılmıştır. 9 Receb 1115/18 Kasım 1703’te mülâzemet isteyen arzuhalinin kenarına şeyhülislâmın işaretini kendisi yazan ve Rumeli Kadıaskeri Dede Efendi’ye gönderen bir kişi sahtekârlığının anlaşılması üzerine otuz değnek ile cezalandırılmıştı. Aynı şekilde suç işleyen bir diğer kişi de 22 Ramazan 1189/16 Kasım 1775 tarihli bir sadrazam buyruldusu ile İstanbul’dan sürülmüş ve Bozcaada’da kalebentlik yapmaya mahkum edilmişti[89].
Sonuç
Osmanlı Devleti’nde şeyhülislâmlık kurumu, XVI. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren nüfuzunu artırmaya başlamış ve artan nüfuzuyla birlikte ilmiyye bürokrasisini de hakimiyeti altına almıştır. Ebussuud Efendi’ye, 1574 yılında mevleviyetlerin ve 40 akçeden yukarı müderrislerin atamalarının devredilmesiyle şeyhülislâmlar ilmiyye bürokrasisinin de reisi durumuna gelmişlerdir. Ancak bu süreçte, mülâzemet sistemi hâlâ Rumeli Kadıaskeri’nin yetki ve denetimi altındadır. XVIII. yüzyılın başlarından itibaren ise mülâzemet sisteminin kontrolü de şeyhülislâmın yetki alanı içerisine girmiştir. Her bir mülâzım onların “işâret-i aliyye” leriyle silke girebilmiştir. Bu süreçte uygulanan mülâzemet yollarında da değişim olmuş, XVI. yüzyılda ulemâ çocuklarının ve önemli hizmetlerde bulunan kişilerin mülâzımlık yolu olarak kullanılan müstakillen mülâzımlık yolu, XVIII. yüzyıldaki aynı tabandan beslenmekle birlikte şeyhülislâmların inisiyatifinde bir mülâzımlık yoluna dönüşmüş, bu yolla silke girenler mülâzımların yarıya yakınını oluşturmuş ve şeyhülislâmlar silke girişin anahtarı olmuşlardır.