Malazgirt Savaşı hakkında şimdiye kadar yüzlerce çalışma yapıldığı halde, hâlâ aydınlatılmayı bekleyen birçok husus vardır[1] . Konu hakkındaki geniş literatür gözden geçirildiğinde meydan muharebesinin hangi tarihte[2] ve tam olarak nerede[3] gerçekleştiği, muharebeye katılan ordu mevcutlarının ne kadar olduğu[4] gibi temel konuların bile tam olarak tespit edilemediği görülmektedir.
Malazgirt Savaşı hakkında en ciddi ve yoğun çalışmalar, muharebenin 900. yıl dönümüne denk gelen 1971 yılında yapılmıştır. Bu araştırmalar içerisinde dönemin Arapça ve Farsça belli başlı kaynaklarının neşri ve tercümesini ihtiva eden Faruk Sümer ve Ali Sevim’in birlikte hazırladıkları eser oldukça kıymetlidir. Bu yayın âdeta bundan sonra yapılan bütün çalışmaların çekirdeğini oluşturmuştur. Fakat bu eserde de belirtildiği üzere, savaşı bütün safhaları ile ortaya koyabilmek ve kesin sonuçlara ulaşabilmek için çağdaş Bizans, Ermeni ve diğer kaynak gruplarındaki bilgilerin savaşın her iki tarafı da dikkate alınarak birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Sümer ve Sevim de özellikle Bizans tarihi uzmanlarının, İmparatorluk tarihinde bir kırılma anı olarak görülen bu konuyu ihmal ettiklerini ifade etmektedirler[5] .
1934’teki Claude Cahen’in meşhur makalesi[6] dışında, 1971 yılından sonra -aşağıda en önemlilerinin isimlerini zikredeceğimiz- Bizantinistler bu konuda çok önemli eserler verdiler. Muhtemelen Türkçe yayınlanmış olmasının da etkisiyle Cahen’in makalesi Türkiye’de sıkça kullanılmasına rağmen, Bizans uzmanlarının yeni çalışmaları yeterince dikkat çekmedi[7] . Yapılan çalışmaların büyük kısmı daha çok Feridun Dirimtekin[8] , Mükrimin Halil Yinanç, Osman Turan, İbrahim Kafesoğlu, Faruk Sümer ve Ali Sevim’in eserlerinin çizgisinde devam etmektedir. Bizans kaynakları ise son zamanlarda Bilge Umar tarafından yapılan çeviriler vasıtasıyla kullanılmaktadır. Fakat bu kaynakların tercümesinde ciddi problemlerin olduğu dikkate alınmalı ve Bizans tarih yazıcılığının kendi mantığı da göz önünde bulundurulmalıdır[9] .
Malazgirt Savaşı hakkında yapılan çalışmaların çokluğunun aksine, bu savaşın her safhasında birinci derecede rol oynayan IV. Romanos Diogenes hakkındaki çalışmalar son derece yetersizdir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla ülkemizde IV. Romanos Diogenes hakkında, Pavlos Karolidis (çeviri), Semavi Eyice ve Ömer Faruk Uyanık’a ait üç müstakil çalışma yayımlanmıştır[10]. Karolidis’in çalışması oldukça özet mahiyette olup İslam’ın ortaya çıkmasından başlayarak IV. Romanos’un ölümüne kadar Bizans ile İslam devletleri arasında yaşanan daha çok askerî mücadeleleri ele almaktadır. Semavi Eyice’nin, kendi ifadesiyle …ne Bizans İmparatoru IV. Romanos’un tam bir biyografisi, ne de Malazgirt Savaşı’nın askerlik bakımından incelemesi... olan eseri ise sadece Malazgirt Savaşı’nı kaybeden IV. Romanos Diogenes’i genel olarak tanıtmakta ve olayın karşı taraftan, yani Bizans’tan, görünüşünü özetlemektedir[11]. Batı literatüründe Malazgirt Savaşı çok geniş bir yer tutarken[12] IV. Romanos Diogenes hakkında yapılmış bir monografi çalışması dahi yoktur. Bu durum Malazgirt Savaşı hakkında yapılacak değerlendirmeler açısından büyük bir eksikliktir.
Geçmişte büyük başarılara imza atmış olan Bizans ordusunun Malazgirt’te neden ve nasıl böylesine büyük ve beklenmedik bir yenilgiye uğradığı hususu bugüne kadar tam olarak aydınlatılamamıştır[13]. Jean-Claude Cheynet, Bizans’ın Malazgirt’te aldığı yenilgiyi, Türklere karşı yürütülen askerî seferin başarısızlığı ile değil imparatorluk içindeki siyasî ve sosyal mücadelelerin ortaya çıkardığı kriz ile izah etmiştir. Bu iddiasını da Bizans ordusunun kayıpları konusunda bazı tahminlerde bulunarak kanıtlamaya çalışmıştır[14]. John Haldon, askerî tarih bakış açısıyla XI. yüzyılın büyük kısmında -hatta Malazgirt Savaşı’nda bile- Bizans İmparatorluğu ordusunun hâlâ oldukça etkin, uyumlu ve disiplinli olduğunu; imparatorun başarılı bir komutan olarak savaş stratejilerini ve taktiklerini çok iyi bildiğini iddia etmiştir. Haldon, 1025-1071 yılları arasındaki Bizans İmparatorluğu’nun askerî başarılarını ele aldığı bu makalesinde, bu dönemin 650-720 ve 720-800 yıllarından daha başarılı, 900-950 yılları ile benzer ama 950-1025 döneminden daha başarısız olduğunu belirtmiştir. Bu varsayımdan yola çıkarak 1025-1071 döneminde yapılan askerî seferleri genel anlamda başarılı bulmakta ve Malazgirt Savaşı’nın kaybedilmesinin faturasını “hainlere” kesmektedir[15].
Biz ise çalışmamızın odak noktasını oluşturan bu meseleyi farklı bir yol izleyerek 1 Ocak 1068’de imparator olan IV. Romanos Diogenes’in daha önceki hayatını takip etmek suretiyle açıklamaya çalışacağız. Bunun için de “XI. Yüzyıl Bunalımı”[16] adıyla anılan ve sonunda IV. Romanos’a tahtın yolunu açan süreci kısaca aktarmamız gerekmektedir. Bu süreç esasen İmparator II. Basileios’un (976-1025) 15 Aralık 1025’te ölümüyle başlamıştır[17]. Onun ölümüyle orta Bizans döneminin zirvesi olarak kabul edilen istikrar devri sona ermiş, ülke sonu gelmez taht kavgalarına teslim olmuştur. IV. Romanos Diogenes’in imparator olduğu 1068 yılına kadar geçen 43 yıl içerisinde Bizans tahtına on farklı imparator/imparatoriçe geçmiştir[18].
VIII. Konstantinos’un ölümünün ardından Zoe[19], Theodora[20] ve Eudokia gibi kadınların İmparatorluk yönetiminde etkin olmaya başlaması bunalımı iyice derinleştirmiş, merkez bürokrasisindeki sivil-asker çekişmesi ise krizi daha da alevlendirmiştir. İmparatorluk dış tehditlere açık hale geldiği XI. yüzyıl boyunca; doğuda Ermeniler ve Selçuklu Türkleriyle, batıda Bulgarlar, Normanlar ve Papalıkla, kuzeyde Ruslar, Peçenekler, Kumanlar ve Uzlar ile mücadele etmek zorunda kalmıştır[21]. Yüzyılın ilk yarısında Bulgaristan ve Ermenistan’ı ilhak eden Bizans ordusu, ikinci yarısından itibaren diğer rakiplerini durdurmakta başarısız olmuştur. Özellikle Selçuklu akınları İmparatorluk açısından son derece tahripkâr olmuştur. Bu dönemin pasif ve beceriksiz yöneticileri[22] büyük askerî seferlere girişmek yerine diplomasiye öncelik verip imparatorluğun sınırlarını müttefik arayışına girerek güven altına almaya çalışmışlardır[23].
Romanos Diogenes için dönüm noktası hiç şüphesiz X. Konstantinos Dukas’ın (1059-1067) ölümüdür. X. Konstantinos ölmeden önce eşi İmparatoriçe Eudokia’dan kendisinden sonra bir daha evlenmeyeceğine dair ettiği yemini içeren bir belge almış ve bunun muhafazası için Patrik İoannes Ksiphilinos’u görevlendirmiştir. Ayrıca soylulardan, halefinin kendi çocukları arasından seçileceğine dair söz alarak hanedanlığını garanti altına almak istemiştir[24]. Bu sözlerinin tutulmasının temini için, İmparatoriçe Eudokia, X. Konstantinos’un erkek kardeşi Sezar İoannes Dukas, İmparatorluk Sarayı’nda oldukça etkin olan Patrik İoannes Ksiphilinos ile birlikte görev alacaktı. Aslen Trabzonlu olan Patrik çok iyi bir eğitim almış, oldukça akıllı ve devlet işlerinde parlak bir kariyere sahipti. Dolayısıyla İmparator X. Konstantinos’a göre, İmparatoriçe Eudokia bu ekiple İmparatorluğu çok iyi bir şekilde yönetebilirdi[25]. Ancak 21 Mayıs 1067’de öldüğünde çocukları çok küçük olduğundan yerine İmparatoriçe Eudokia naibe olarak geçmiştir[26].
İmparatoriçe Eudokia tahta çıktığında İtalya’da Normanlar, Balkanlar’da Peçenekler ve Uzlar, Doğu’da Selçuklu Türkleri imparatorluk üzerindeki baskılarını iyice artırmışlardı. Doğu’ya saldıran Türkler (Attaleiates’in tabiriyle Hunlar[27]) Mezopotamya’da görünmüşlerdi. Malatya yöresinde[28] ordugâh kurup Bizans birliklerini beklemişlerdi. Kızılırmak boyunca ilerleyerek Kayseri’ye akın etmişlerdi[29]. Doğu sınırındaki tehdidin büyüklüğü açıkça ortadaydı[30]. Saray çevresinde birçok kimse İmparatoriçe Eudokia’nın bu sıkışık durumda imparatorluğu tek başına yönetemeyeceğini, yeminini bozup evlenmek zorunda kalacağını düşünüyordu[31]. Özellikle Selçukluların her yıl Malatya, Kapadokya ve Kilikya üzerine düzenledikleri akınlar, Bizans’ı ciddi manada tedirgin etmekteydi. İmparatoriçenin tek başına bu sorunlarla baş etmesi oldukça güçtü. Dolayısıyla İmparatoriçe Eudokia’nın oğullarıyla birlikte elinde tuttuğu iktidarını sağlamlaştırmak, muhaliflerinden önce davranmak ve inisiyatifi ele almak zorundaydı. Bu düşünce senatörler arasında çok sayıda taraftar bulmaktaydı. Ancak Patriğin elindeki belge önemli bir engel teşkil ediyordu. İmparatoriçe Eudokia, yeğeni ile evleneceği vaadinde bulunarak Patrik İoannes Ksiphilinos’un desteğini sağlamış ve onun elindeki yemin belgesini ele geçirmiştir[32]. Böylece evlilik için önünde herhangi bir engel kalmamıştır.
İmparatoriçe Eudokia evlilik için başka adayları da değerlendirmeye almış, ancak gerek parlak askerî kariyeri gerekse de o sırada Konstantinopolis’te bulunması nedeniyle Romanos Diogenes’te karar kılmıştır[33]. Romanos Diogenes aslen Kapadokyalı olup[34] devrin kaynaklarının ifadesiyle kahramanlığı ile tanınmış asil ve şerefli bir soydan gelmekteydi. X. ve XI. yüzyıllarda bu aileden pek çok meşhur asker çıkmıştı. Babası Konstantinos Diogenes[35], İmparator III. Romanos’un kız kardeşinin kızıyla evlenmiştir[36]. Dolayısıyla Romanos Diogenes’in adını dedesinin kardeşi İmparator III. Romanos’tan aldığı tahmin edilmektedir. Psellos, Konstantinos Diogenes’in III. Romanos’a karşı bir isyana kalkıştığını ve yakalanınca intihar ettiğini kaydetmektedir[37]. Konstantinos Diogenes’in intihar mı ettiği yoksa suçlu bulunduktan sonra keşiş mi olduğu hususu tartışmalıdır. Her iki durumda da başarılı bir askerî kariyerden sonra gözden düştüğü kesindir. İmparator Romanos Argiros zamanında (1028-1034) ihtilal yapmakla suçlanan babası tutuklandıktan sonra ölmesi sebebiyle Diogenes’in kötü bir çocukluk dönemi geçirdiği tahmin edilebilir. Babası Konstantinos’un 1031 yılına tarihlendirebileceğimiz isyan teşebbüsünün ardından X. Konstantinos (1059-1067) zamanına kadar geçen sürede Romanos Diogenes’in nerede olduğu ve neler yaptığı konusunda bilgilerimiz oldukça sınırlıdır.
Romanos Diogenes’in İmparatorluk öncesi kariyeri hakkındaki ilk bilgi Attaleiates’te yer almaktadır. Attaleiates, Romanos’un Tuna bölgesindeki şehirlerin yöneticisi olduğunu ve bu dönemde Sarmatlara karşı mücadele ettiğini bildirmektedir. Bu mücadeleler hayli çetin geçmiş olmalıdır. Öyle ki Romanos canını ancak Nikephoros Botaneiates’in yardımıyla kurtarabilmiştir[38]. Ancak Attaleiates’in aynı paragrafta Romanos’un canını tehlikeye attığı için Sarmatların saygısını kazandığı ve ihtilal hazırlığı içinde olduğu sonraki süreçte onların desteğini beklediği yönündeki kaydı Romanos’un askerî açıdan düşmanlarını bile etkileyebilecek nitelikte olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Attaleiates’in anlatısında iki konu belirsizdir: Romanos hangi dönemde söz konusu görevi icra etmiştir ve Attaleiates’in genellikle Macarlara yönelik bir atıf olarak kullandığı Sarmatlar ile kastedilen kimlerdir? Attaleiates’in Romanos’un canını Nikephoros’un yardımıyla kurtarabildiği yönündeki kaydı onun 1053 yılında Bizans ile Peçenekler arasında gerçekleşen son savaşta Nikephoros’un Bizans kuvvetlerini kurtarması ile ilgili uzun anlatısını[39] akla getirmektedir. Dolayısıyla burada sözü edilen düşmanlar Peçenekler olabilir[40]. Alexandru Madgearu da bu iki olay arasında benzerlik görmekte ve Romanos’un Katephanos olduğuna dair yer bildirmeyen mühürler[41] ile bağlantı kurarak kariyerinin erken dönemleri ile ilgili önemli bir iddia ileri sürmektedir. Ona göre Romanos 1053 yılında Dristra katephanosu olarak görev yapmıştır[42]. Bununla birlikte Romanos hakkındaki bu bilgi kabul edilirse onun sonraki süreçte neden âtıl kaldığı ve uzun süre kaynaklarda adının anılmadığı konusu yeni bir belirsizlik olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun muhtemel sebebi Psellos’un da ifade ettiği üzere, babasının isyan girişimi yüzünden uzun süre ihanet şüphesi ile takip edilmesi olabilir[43].
Skylitzes’in Zeyli’ne göre, Romanos Diogenes, X. Konstantinos tarafından Serdike Strategosluğuna/Duksluğuna atanmıştır. Buna karşın Romanos, protovestiarios unvanını (πρωτοβεστıάριος, imparatorun gardırobundan sorumlu görevli) talep etmiştir. Konstantinos ise böyle bir unvana layık görülmesi için öncelikle bazı başarılar kazanması gerektiği cevabını vermiştir. Bu cevap üzerine Romanos görev yeri olan Serdike’ye gitmiş ve bölgede yağma yapan Peçeneklere karşı büyük bir zafer kazanmıştır[44]. Çok sayıda Peçenek askerini öldürmüş ve hayatta kalan esirleri, öldürdüklerinin kelleleri ile birlikte başkente göndermiştir. Bunun ardından Konstantinos cesaretinin ve başarılarının bir karşılığı olarak ona istediği unvanı bahşetmiştir[45].
Attaleiates’in Türkçe tercümesindeki açıklama dipnotunda Bilge Umar kaynak belirtmeksizin, Romanos Diogenes’in Balkanlarda bulunduğu süre içinde Bulgaristan’ın son bağımsız kralı Ivan Vladislav’ın torunu Samouel Alousianos’un kız kardeşiyle evlilik yaptığını söylemiştir[46]. Lakin bu evliliğin ne zaman yapıldığını ve bu kızın ismini bilmiyoruz. Romanos’un 1068 yılında İmparatoriçe Eudokia ile evlendiği kesin olduğuna göre, büyük ihtimalle ilk eşi bu tarihten önce ölmüş ya da müstakbel imparatordan ayrılmak zorunda bırakılmıştır[47].
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, İmparatorluk X. Konstantinos’un öldüğü sırada her devirden fazla, kuvvetli bir asker imparatora ihtiyaç duyuyordu. Romanos Diogenes de tıpkı babası gibi, X. Konstantinos’un ölümü üzerine devletin içine girdiği belirsizlikten faydalanarak tahtı ele geçirmek için teşebbüste bulunmuştur[48]. X. Konstantinos’un 1067 Mayıs ayında ölümünün ardından kısa süre içerisinde etrafına asker toplayarak darbe teşebbüsünde bulunması Romanos’un Balkan halkları arasında saygın bir konumda olduğunu ve teşkilatçı bir yanının bulunduğunu göstermektedir. Darbe planlarını X. Konstantinos’un sağlığında yapmış olabileceğini ve imparatorun ölümünün onun işine yaradığını da göz ardı etmemek gerekmektedir.
Jean Claude Cheynet, Romanos’un Balkanlardan bir araya getirdiği birliklerin yanı sıra Kapadokya bölgesinde bulunan Ermenilerin desteğini de almayı arzuladığını ifade eder[49]. Romanos’un, Kapadokyalı olması münasebetiyle, bu bölgede önemli bir nüfuzu olduğu açıktır. Romanos Diogenes’in, hanedanı ele geçirmek için girişeceği müdahalede Ermenilerin desteğine mutlak anlamda ihtiyacı vardı. Böylece Balkanlarda kazandığı başarılarla elde ettiği prestij ve soyunun dayandığı Kapadokya’nın desteği ile imparator olmayı ümit etmiştir.
Romanos planlarını uygulamaya geçmeden iktidar hevesi başkentteki idarecilerin kulağına gitmiş ve daha başlamadan engellenmiştir. Tutuklanarak Konstantinopolis’e götürülmüş ve orada yapılan mahkemede suçlu bulunarak sürgüne gönderilmesine hükmedilmiştir[50]. İmparatoriçe Eudokia’nın evlenerek İmparatorluğu bu karanlık devreden çıkartmaya niyet etmesi işte tam da bu döneme denk gelmektedir. II. Basileios’un ölümünden sonra başa geçen yeteneksiz imparator ve imparatoriçelerin iç savaşlar, isyanlar, entrikalar ve dış tehditler karşısında çaresiz kalması imparatorluğun en iyi generallerinden biri olan ve Balkanlardaki başarılarıyla saray çevresinde haklı bir ün kazanan Romanos Diogenes’e (tıpkı III. yüzyıldaki yönetim krizinden sonra eyaletlerde yetişmiş asker kökenlilerin iş başına geçmesi gibi) iktidar kapılarını aralamıştır. İmparatoriçe Eudokia, affederek başkente getirttiği Romanos Diogenes ile 1 Ocak 1068’de evlenmiş ve onu iktidara getirmiştir[51]. İmparatoriçe Eudokia yaptığı bu evlilik yoluyla bir yandan imparatorluğa yönelik dış tehditlere karşı güçlü bir kurtarıcı bulmak, diğer yandan eski imparatorun kardeşi olan Sezar İoannes Dukas’ın tahtı ele geçirme çabalarına engel olmak istemişti[52]. Buna karşılık IV. Romanos Diogenes de çok arzu ettiği, hatta yukarıda belirtildiği üzere, uğrunda ölümü göze alarak komplo girişiminde bulunduğu imparatorluk makamını zahmetsizce ele geçirmeyi başarmıştı.
Yeni imparatordan çok şey bekleniyordu: Bizans’ın karşı karşıya kaldığı tehlikeleri ortadan kaldıracak, çok kötü yönetilen devleti düzene sokacak, çökmüş durumda bulunan Romalıların “talihini ayağa kaldıracaktı”[53]. O da omuzlarına yüklenen bu ağır sorumluluk karşısında rüştünü ispatlamak, sivil saray hiziplerinin askerî kesime ve şahsına yönelik kuşkularını gidermek, eski imparatorun kardeşi Sezar İoannes Dukas’ı[54] yanına alarak yerini sağlamlaştırmak kaygısına düşmüş bulunuyordu. İçinde bulunduğu bu durum onu, kendinden önceki imparatordan farklı olarak, askeri politikaları önceleyen bir yönetim anlayışı benimsemeye zorluyordu.
IV. Romanos hedeflerine ulaşmak için kendisini ispatlamalıydı. Bunun yolu da Selçuklulara karşı kazanılacak nihaî zaferden geçiyordu. Ancak dönemin kaynaklarının görüş birliği içerisinde bildirdiğine göre IV. Romanos iktidarı ele aldığında İmparatorluk ordusunun hali perişandı. Askerlerin ücretleri uzun süredir ödenmiyordu. Öyle ki Attaleiates kısa süre önce Türklere karşı sevk edilmek üzere toplanan bir ordu için ödenen yetersiz ücretin komutanlar tarafından önceki borçlara sayıldığını ve askerlerin evlerine dağıldığını kaydetmektedir. Bir başka vesile ile askerlerin savaş atı, zırh, yay ve ok[55] gibi temel bir teçhizattan bile mahrum olduklarını ifade etmektedir. Elbette ki bu durum İmparatorluk ordusunun moralini bozmakta ve düşmanlar karşısında etkisiz kalmalarına sebep olmaktadır. Özellikle Malatya ve Kayseri’ye kadar ulaşan Selçuklu akınları doğu sınırındaki birliklerin iyice hırpalanmasına yol açmıştır[56]. Bu süreçte ordunun hedef birliğinden yoksun olduğu ve çoğu zaman kişisel hırsların öne çıktığı görülmektedir[57]. Döneme tanıklık eden İoannes Zonaras ordunun içler acısı durumunu şöyle özetlemektedir [58]:
“Anadolu’yu tahrip eden Barbarlar, Rum egemenliği altındaki ülkeyi viraneye çevirmeye ara vermiyorlardı ve ona her gün daha fazla zarar vermekte idiler. Çünkü söylemiş bulunduğum üzere, askerler azalmıştı ve İmparatorun [X. Konstantinos Dukas] tamahkârlığı yüzünden çile çekmekteydiler. Ve hâlâ orduda kalmış birileri var idiyse de bunlar dahi düşmanla çarpışmaya girmeye istekli değillerdi, çünkü zorunlu olan yiyecek istihkakından yoksun bulunuyorlardı.”
Görüldüğü üzere imparatorluğun doğu sınırı büyük bir tehditle karşı karşıya bulunuyordu[59]. X. Konstantinos Dukas’ın cimriliği[60] ve sivil bürokrasinin etkisiyle orduyu ihmal etmesi, Anadolu’yu Selçuklu akınlarına açık hale getirmişti[61]. Psellos’a inanacak olursak I. İsaakios Komnenos (1057-1059) gibi imparatorlar bile daimî orduların ve sürekli savaşların uzun vadede devlet için çok masraflı olması gerçeğini kabul etmiş ve imparatorluk içinde sürekli bir ordu istihdam etmektense vasal ve komşu hükümdarların birliklerini kullanabileceği etkin bir dış politika yürütmüştü[62].
Dolayısıyla IV. Romanos ilk iş olarak ordunun eksiklerini gidermeli ve savaş kabiliyetini artırmalıydı. İki aylık bir hazırlıktan sonra başta Kapadokya olmak üzere, ülkenin çeşitli bölgelerinden asker toplamış, Peçenek ve Rus paralı askerlerinin de dâhil olduğu bir ordu oluşturmuştur[63]. Bizzat ordunun başına geçmiş ve 1068- 1070 yılları arasında Anadolu’ya ve Suriye bölgesine yaptığı seferlerde küçük çaplı bazı başarılar elde etmiştir[64]. Bu başarılar İmparatorluk ordusunun[65] ve Romanos Diogenes’in[66] özgüvenini yerine getirmiştir.
Çağdaş Bizans kaynaklarının, tahtını imparatoriçelere borçlu olan İmparatorlar hakkında ısrarla kaydettikleri bir olgu vardır; bu imparatorlar iktidarı tam olarak ellerine geçirene kadar uyumlu ve itaatkâr davranmış, kendilerinden emin oldukları an başı buyruk hareket etmeye başlamışlardır. Psellos, Attaleiates, Zonaras ve Skylitzes’in İmparatoriçe Zoe ile evlenen III. Romanos, IV. Mikhail ve Zoe’nin evlatlığı V. Mikhail ile ilgili kayıtları bu minvaldedir. Benzer ifadeler IV. Romanos için de söz konusudur. İmparatorluk öncesi hayatında babasının isyanı nedeniyle takibata maruz kalan ve nihayetinde kendisi de ölümü göze alarak isyan eden IV. Romanos’un “Hainlikten İmparatorluğa” geçişte yaşadığı talihsizlikler onun muhakeme yeteneğini sarsmış ve davranışlarını etkilemiş görünmektedir. İmparatorluk sarayındaki gelişmeler hakkındaki en önemli kaynağımız olan Psellos bu konuda önemli bilgiler sunmaktadır: IV. Romanos kazandığı başarılardan cesaret alarak İmparatoriçeyi küçümsemeye, ona adeta bir savaş esiri gibi davranmaya başlamış, iktidarına ortak kabul etmemiş, devlet erkânını hakir görerek yapılan nasihatleri göz ardı etmiştir. Şüphe ile herkesi iktidarına yönelik bir tehdit olarak görmeye başlamıştır. Kendisinden şüphelendiği Psellos’u 1069 yılındaki seferine katılmaya zorlamış, Sezar İoannes Dukas’ı ise idam ettirmeye kalkışmış, sonrasında vazgeçerek ona ve oğullarına sadakat yemini ettirmekle yetinmiştir[67].
IV. Romanos’tan pek hazzetmeyen ve hatta isyanı sonrasında affedilmek yerine idam edilmesi gerektiğini ileri süren Psellos’un[68] ifadelerine elbette ki şüphe ile yaklaşmak gerekmektedir. Ancak sonraki döneme ait pek çok kaynakta da benzer ifadeler mevcuttur. Bizans tarih yazarlarının tipik davranışları üzerine yapılan çalışmalardan anlaşıldığına göre A) Müellif, anlatmış olduğu olaylardan ne kadar uzaksa eseri o kadar tarafsız ve dolayısıyla güvenilir olabilir. B) Eski kaynakların tekrarı intihal işareti olarak değil eserin doğruluğunun ve güvenilirliğinin bir kanıtı olarak ele alınmalıdır[69]. Dolayısıyla Psellos’un IV. Romanos hakkındaki kayıtlarının kendinden sonra gelen yazarlar tarafından onaylanması önemli bir işaret olacaktır.
İoannes Zonaras[70], IV. Romanos’un tabiatı dolayısıyla gururlu ve boyun eğmez ruhta olduğunu, kısa bir süre için kendi kendine baskı yaparak imparatoriçenin isteklerine itaat ettiğini ve erk dizginlerini mutlak olarak kendi eline almak istediğini kaydetmektedir. XIII. yüzyıl kaynaklarından Kyzikos Piskoposu Theodoros Skutariotes de benzer şekilde IV. Romanos’u zalim, sefil, herkese şiddetli ve kibirli, sadece senatoya değil aynı zamanda kendi karısına da nefret dolu görünen biri olarak tanımlamaktadır[71]. Keşiş Georgios’un Vekayinamesine[72] zeyl yapan müellif ise IV. Romanos’un etrafındakileri küçümseyen ve kibirli biri olduğunu, ancak İmparator olduktan sonra çok daha kibirli hâle geldiğini kaydetmekte ve düşüncesi dengesizdi ve neredeyse herkesin ona karşı komplo kurduğunu düşünerek kendi halkı veya yabancı olsun herkesten şüpheleniyordu, bu nedenle çok can sıkıcı ve sertti ve sadece kendi idarecilerine değil, eşine ve üvey oğullarına da yabancılaştı diyerek kendinden önce yazılanları onaylamaktadır[73]. XII. yüzyıl tarihçilerinden Konstantinos Manasses’in çizdiği abartılı IV. Romanos portresi de çok farklı değildir. Manasses küstah, gururlu, kibirli, bencil ve otoriter biri olarak tanımladığı IV. Romanos hakkında şunları kaydetmektedir: Daha sonra erguvanî elbisesi nedeniyle son derece kibirli oldu ve Roma imparatoru olduğu için de zalimleşti. Dahası, dengesiz bir zihne ve değişken bir tavıra sahip oldu. Sanki komplocularmış ve sanki kendisini yakından takip ediyorlarmışcasına, kendisine yakın olan ya da olmayan herkese karşı şüphe ve güvensizlik içerisindeydi. Yalnızca kendi otoritesi altındakilere değil, karısına ve Doukas’ın çocuklarına karşı da ezici ve sert görünüyordu[74].
Görüldüğü üzere, IV. Romanos tahta çıktıktan kısa süre sonra kendini tehdit altında hissetmeye başlamış, hemen herkesten şüphelenerek verilen tavsiyeleri dinlemez olmuş, düşünceleri dengesizleşmiş ve birbiriyle çelişen kararlar almaya başlamıştır[75]. Bütün bunların sonucunda iktidarını pekiştirmenin bir yolu olarak kendini Selçuklulara karşı kesin ve hızlı bir zafer kazanmak zorunda hissetmiştir. Bunu sağlamak için de geleneksel askerî stratejilere aykırı kararlar almıştır. Hâlbuki Roma dönemi askerî taktik kitapları geleneğinin bir temsilcisi olan Mavrikios askerî el kitabında Bizans’ın savaş taktikleri hakkında sağlam veriler sunmakta, başarılı komutanlar tarafından belirlenen doğru ve isabetli stratejik hamlelerin savaşların kazanılmasında asker sayısından ve onların göstereceği kahramanlık ile fedakârlıktan daha önemli olduğuna dikkat çekmektedir[76]:
“Savaşlar, meslekten olmayan bazı kimselerin sandığı gibi, askerlerin çokluğuyla, gözü karalıkla veya doğrudan saldırmakla değil, Tanrı’nın inayeti, strateji ve beceriyle kazanılır. Strateji, fiili çatışmaya bile girmeden hedefe ulaşma fikriyle, düşmanı dize getirmek için yer ve zamandan yararlanır, sürprizlere ve çeşitli hilelere başvurur. Strateji hayatta kalmak için elzemdir, zeki ve yürekli generallere has bir özelliktir.”
IV. Romanos’un bu ruh hali gerek 1068-1069 yıllarındaki seferlerinde gerekse de 1071 yılındaki Malazgirt Savaşı’nda yaptığı stratejik hatalarda göze çarpmaktadır. 1068 yılındaki sefer için orduyu güçlendirmek isteyen İmparator yeterince hazırlık yapmamış[77] ve acele ile harekete geçmiştir. Bu sebeple savaş tecrübesi olmayan gençleri de orduya dâhil etmiştir[78]. Hâlbuki Bilge (VI.) Leo’nun da bildirdiği üzere, tecrübesiz askerler, ani ve beklenmedik çarpışmalar karşısında tamamen cahil ve kör olurlar ve savaşın zorluklarına katlanmadan çabucak kaçarlar[79].
1068 yılındaki seferinde Selçukluların Niksar’a saldırdığı haberini alan IV. Romanos sekiz günlük bir takibin ardından düşmanı yakalamış, ancak bu süreçte orduyu yorduğu için görüş mesafesindeki Türk birliklerine saldıramamıştır[80]. Hâlbuki Kekaumenos’un da bildirdiği üzere, böyle bir durumda düşmana fazla yaklaşmadan ordugâhın kurulması ve askerlerin dinlendirildikten sonra savaşılması gereklidir[81]. Bu olayın ardından güneye yönelerek Maraş’ta orduyu ikiye bölmüş ve savaş gücü yüksek olan birlikleri kendinden ayırmıştır. Attaleiates’in de vurguladığı üzere, bu hamlesiyle kendisini büyük bir tehlikeye atmıştır[82].
IV. Romanos 1069 yılında Selçuklulara karşı düzenlediği ikinci seferde de yine önemli stratejik hatalar yapmıştır. Türk birliklerinin Kayseri civarında bulunduğunu öğrenen IV. Romanos hemen harekete geçmiş ve bir noktada ordugâh kurmuştur. Ancak Attaleiates’in aktardığına göre, IV. Romanos etrafı tepelerle çevrili bir ovada ordugâh kurmuş ve bu tepeler çok geçmeden Türkler tarafından ele geçirilince imparatorluk ordusu büyük bir tehlike altına girmiştir[83]. Böyle bir durumda geleneksel strateji orduyu savunmasız bir durumda bırakmamak olmalıdır[84]. Ordugâhın nerelerde ve nasıl kurulması ile ilgili verdiği nasihatlerde Kekaumenos Eğer [çok sayıda] askeriniz varsa ordugâhınızı geniş ve göze çarpan bir yerde kurun, ancak küçük bir birliğe sahipseniz düşmanların sizi gözetlememesi ve aniden etrafınızı sarıp sizi mağlup etmemesi için gözlerden uzak, güvenli yerleri kullanın… Arazi elverdiği ölçüde ordunun güvenliğini sağlamaya çalışın, uzak-yakın fark etmeksizin sadece saldırı beklenen yerlere değil, beklenmeyen yerlere de nöbetçiler yerleştirin diyerek, o taraftan saldırı beklemiyordum bahanesinin bedelinin ölüm olduğunu kaydetmektedir[85].
Yaptığı bu stratejik hatalara rağmen IV. Romanos 1068-1069 yıllarındaki seferlerinde mağlup olmamış ve hatta kısmî bir başarı sağlamıştır. Bundan cesaret alarak sivil aristokrasinin büyük tereddütlerine rağmen, doğuda büyük bir sefere çıkmaya karar vermiştir. Harekâtın askeri amacı Ahlat’ı ve Malazgirt’i ele geçirip Van Gölü yöresini ana üssü haline getirerek VII. yüzyılda Herakleios’un (610-641) Sasaniler’e karşı yaptığı gibi Fırat’ın güneyinden Selçuklu Sultanlığının kalbine inmekti. Siyasi hedef ise Selçuklu tehdidini ortadan kaldırıp Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı yerler de dâhil olmak üzere doğu sınırını güvenlik altına almak, kazanacağı zaferden alacağı güçle içerideki muhalifleri tasfiye edip Dukas Hanedanı yerine Diogenes Hanedanını kurmaktı[86]. Asker kökenli bir imparator olarak Malazgirt’te Bizans ordusuna komuta eden IV. Romanos Diogenes’in Bizans savaş sanatının asırlık deneyimlere dayanan birikimini özümsemiş olduğuna kuşku yoktur[87]. Buna karşın neticeleri itibariyle hem kendisi hem de İmparatorluk için ölüm-kalım mücadelesine dönüşen Malazgirt Savaşı’nda çok büyük stratejik hatalar yapmıştır.
İmparator Malazgirt’te yaşanan hezimete giden yolda yaptığı hatalar ile askerlerin maneviyatını kırmıştır. İlk olarak güzergâh boyunca pek çok kez kendini ordugâhtan soyutlamış ve kendisi için hazırlanmış köşklerde ikamet etmiştir. Bu gibi tutumların seferin her türlü zorluğuna katlanan askerleri olumsuz etkilediği kesindir. Hatta IV. Romanos’un kendini ordunun geri kalanından ayrılıp köşkte kaldığı bir gün kaldığı yer yanmış ve bu durum askerler tarafından seferin akıbeti için kötü bir işaret olarak algılanmıştır[88]. Tabii ki bu kehanetler savaşın kaybedilmesinden sonra yazan Attaleiates’e aittir. IV. Romanos’un güzergâh seçimi de son derece hatalıdır. Bir yıl önce Manuel Komnenos komutasındaki bir imparatorluk ordusu Sivas yakınlarında Selçuklu birlikleri tarafından mağlup edilmişti[89]. IV. Romanos Malazgirt’e giden yolda Sivas’tan sonra önünde bulunan iki alternatif yoldan Bizans askerlerinin cesetlerinin hâlâ gözle görünür olduğu bu savaş meydanından geçeni tercih etmiştir. Bu durum askerlerin maneviyatını ve savaşma azmini kırmıştır[90]. IV. Romanos savaş öncesinde bir Türk’ün yük hayvanını çalan askeri de ölçüsüz bir biçimde cezalandırmış ve bu askerin burnunun kesilmesine hükmetmiştir[91].
IV. Romanos’un en büyük hatalarından biri Theodosiopolis’te [Erzurum] iken ordusunun Frank paralı askerlerin de bulunduğu savaş gücü yüksek olan kısmını Ioseph Tarkhaneiotes’in komutasında Ahlat’a göndermesidir. Tarkhaneiotes seçkin askerleri alarak Ahlat’a gitmiş ve savaş öncesinde IV. Romanos tarafından kendisine gönderilen yardım talebini görmezden gelerek[92] yaşanan hezimette büyük bir rol oynamıştır[93]. Psellos onun bu hatasını “askerî bilgi bakımından cahil” olmasına bağlamaktadır[94]. Ancak İmparatorun bu hatası ordusunun kalabalıklığına ve kendisine çok fazla güvenmesinin yanı sıra kibrinden de kaynaklanmaktadır. IV. Romanos’un Malazgirt’te 1069 yılındaki seferde yaptığı hatayı tekrarlayarak aldığı yanlış istihbarat neticesinde ordugâhı uygun olmayan bir noktada kurduğu anlaşılmaktadır. Bu bilgi Attaleiates tarafından dolaylı olarak Sultan Alp Arslan tarafından gönderilen elçilerle gerçekleştirilen müzakerelerde dile getirilmektedir. İmparator elçilerin kabulü ile ilgili geleneksel stratejiye[95] aykırı biçimde gelen temsilcilere kibar davranmamış, kibir ile Sultanın ordugâh kurduğu alandan çekilmesini ve kendisinin o alanda ordugâh kurmasını barış için ön şart olarak sunmuştur. Elçiler ordugâhtan ayrıldıktan kısa süre sonra ise barış teklifini bir zayıflık işareti olarak gören danışmanlarının tesiriyle hücum emri vermiştir[96].
Böylece Bizans İmparatorluğu’nun tarihinde özel bir kırılma noktası olan Malazgirt Savaşı başlamıştır. IV. Romanos çatışma esnasında bozgunun boyutunu artıran çok önemli stratejik hatalar yapmıştır. Onun savaştaki ilk hatası savaşa bizzat dâhil olmasıdır. Psellos bu davranışın “kahramanlık” olarak değerlendirilebileceğini, ancak strateji kuralları dikkate alındığında, IV. Romanos’un savaş hattından uzak durması, ordunun bütün harekâtını kontrol etmesi ve emri altındaki kumandanlara lüzumlu emirleri vermesi gerektiğini belirtmektedir[97]. Ancak İmparator böyle yapmamış ve bu hatası onun düşmana esir düşmesine sebep olmuştur.
IV. Romanos’un çatışma esnasındaki ikinci hatası ise kesin ve hızlı bir zafer hedefiyle çatışma boyunca Türklerin uyguladığı geleneksel sahte ricat taktiğinin farkına varmamasıdır. Hâlbuki Bizans askerî strateji kitapları Türklerin sahte ricat taktikleri ile ilgili uyarılar ile doludur. Maurikios Türklerden bahsederken şu uyarıları yapmaktadır:
“[Türkler] uzun erimli savaşları, pusuları, düşmanlarını kuşatmayı, yalandan geri çekilip ani dönüşleri, kama biçimli dizilişleri, yani dağınık gruplar halinde dizilmeyi tercih ederler… Savaş için harekete geçtiklerinde, yapmanız gereken ilk şey gözcülerinizi belirli aralıklarla yerleştirip tetikte bekletmektir. Plan ve hazırlıklarınızı savaşın aleyhinize sonuçlanabileceğini düşünerek yapın. Acil durumda kullanmak için iyi bir savunma mevzii belirleyin… Kanatlarda çok sayıda becerikli asker bulundurun. Hücum kıtaları düşman kovalarken taarruzun heyecanına kapılmamalı ve savunma birliklerinden üç ya da dört ok menzilinden fazla uzaklaşmamalıdır. Mümkünse savaş hattını oluşturmak için, düşman pusularını perdeleyerek görmemizi engelleyecek orman, bataklık ya da çukurların bulunmadığı açık bir arazi arayın… Eğer savaş lehimize sonuçlanırsa, düşmanı kovalamakta acele edip dikkatsizce davranmayın. Çünkü bu millet, diğerleri gibi, ilk savaşta hüsrana uğrayınca mücadeleyi bırakmaz.”
Bilge Leo da Türklerin uyguladığı taktiğe dair benzer bir uyarıda bulunmaktadır:
“Her şeyden önce, rakipleriniz tarafından planlanan pusulara dikkat etmelisiniz[98]. Düşmanın geri çekildiğini ve kaçtığını gördüğünüzde çok dikkatli olun. Onların peşinden koşmayın çünkü sizin için tuzaklar kurmuş olmaları muhtemeldir. Bilakis, zaferinizin kesinleştiğine dair kesin bilgiler alana kadar onları iyi bir düzende takip edin[99]. Tuzaklara uygun yerlere götüren takipler konusunda dikkatli olmalısınız. Düşmana daha etkili bir şekilde saldırabilmesi için doğru zamanda geri dönmek iyi bir generalin özel bir niteliğidir[100].”
Sonuç olarak, Malazgirt Savaşının mağlup imparatoru IV. Romanos Diogenes’in savaştaki kararlarının sıhhatini anlamanın yolu, onun imparator olmadan önceki hayatının gözden geçirilmesi ile mümkündür. Dolayısıyla bu makalede, Romanos’un Balkanlar’daki faaliyetlerine de temas ederek iki kanatlı Bizans kartalının batı kanadında yetişen bir strategosun imparator olma sürecini değerlendirmeye çalıştı. İmparator IV. Romanos Diogenes’i başa geçiren süreç, Anadolu’da Bizans’ı tehdit eden Selçuklu akınları kadar, Balkanlar’daki başarılarından kaynaklanmaktadır. Olağanüstü koşullarda imparatoriçe Eudokia ile evlenerek Bizans İmparatorluğunun başına geçen IV. Romanos Diogenes, XI. yüzyılın biriken askeri problemlerini çözmeye yönelik giriştiği seferlerden kısmi başarılar elde etmişse de 26 Ağustos 1071 tarihinde Selçuklu Sultanı Alp Arslan karşısında büyük bir hezimete uğramıştır. Balkanlarda ciddi başarılarla başlayan ve imparator olmasıyla zirveye çıkan askeri kariyeri Anadolu’nun doğusunda Malazgirt’te büyük bir felaketle bitmiştir. Bu yenilgi Bizans açısından birikmiş askeri problemlerin iyice gün yüzüne çıkmasına sebep olmuştur. Hezimetin bütün suçu IV. Romanos Diogenes’e yüklenerek problemlerin üstü kapatılmaya çalışılmıştır. Neticede İmparator kaçınılmaz olan mutlak yenilginin sorumlusu değil kurbanı olmuştur. İyi donanımlı, eğitimli bir ordunun her zaman savaşı kazanacağı kesin değildir. VI. Leo’nun Taktika’sında işaret ettiği ve askeri konularda yazılan tüm Bizans metinlerinde belirtildiği üzere, iyi komutan ile kötü komutan arasındaki fark, iyi komutanın değişen şartlara uygun bir taktik belirleyebilmesi ve beklenmedik durumlarla başa çıkabilmesidir. IV. Romanos’un Malazgirt yenilgisinin ardında yatan en önemli faktörlerden biri de iyi bir komutanın vermesi gereken tepkileri verememiş olmasıdır. Seferde bizzat bulunan Attaleiates, objektif olmaktan uzaktır. Kaynağımız; imparatorluğu sırasında çok yakından hizmet ettiği ve devrildikten sonra şanını yüceltmeye çalıştığı IV. Romanos için tutkulu bir müdafi olarak olayları kaydetmiş ve onun stratejisini aklamaya çalışmıştır. Attaleiates’in düşüncesi, Romanos’un ordusunu bölüp, büyük bölümünü Ahlat’a gönderme kararının bu koşullar altında makul olduğunu ve yaşanan felaketin Trakhaniotes’in korkaklığı yüzünden ona katılmaması nedeniyle meydana geldiği yönündedir. Bizans kaynaklarının “kader ve Tanrının takdiri” ile izah etmeye çalıştığı bu yenilginin ardında yatan sebepler daha da karmaşıktır.