Bir Bulgar periodiğinde, Narodna Kulture ( = Halk Kültürü) nin 19 Temmuz 1963 tarihli sayısında, bugün Bulgaristan-Türkiye sınırında bulunan meşhur Cisr-i Mustafa Paşa’nın yıktırılmasının düşünüldüğü haber veriliyor ve bu münasebetle kaleme aldığı makalesinde mimar R. Radzeff, bu eski sanat eseri ve tarih yadigârının muhakkak surette kurtarılması gerektiğini kuvvetli bir ifade ile açıklamak lüzumunu hissediyordu[1]. Bu yazının yayınlanışından bu yana, köprünün encamı hakkında ne gibi bir karara varıldığını bilmiyoruz. Tarih bakımından değeri inkâr kabul etmiyecek derecede büyük olan bu güzel mimarî eserin, önemine dikkati çekmek üzere elimizdeki dar imkânlar ile bu yazıyı hazırlamağı faydalı gördük[2]. Köprü hakkında yerinde yapılmış incelemeler olmaksızın bu çalışmamızın eksik kalacağını bilmekle beraber, toplıyabildiğimiz bu notların köprünün tarihçesini ve sanat değerini ortaya koyabileceğini umuyoruz.
I
KÖPRÜNÜN YIKTIRILMASI TASARISI
“Yüzyıllarca dayandıktan sonra...” başlığı altında yayınlanan yazısında Radzeff şunları yazmaktadır :
“1960'da, Meriç'in mecrasının Svilengrad civarında tashihi incelendiği sırada “ Mustafa Paşa köprüsü ” adlı köprünün akıbeti ile kamu oyumuz kaygulanmıştı. Bazı uzmanlar, —Tarım Bakanlığı ve yerli makamlar tarafından desteklenerek,— köprünün yıktırılması ve yerine, buzları ve nehrin taşkınlıklarını tutmıyan, aynı zamanda da Belgrad-Istanbul yolunda trafiği kolaylaştıracak başka bir köprünün yapılması fikrini savunuyorlardı. Eğitim ve Kültür Bakanlığı ile Bulgar ilimler Akademisi ve kamu oyu bu teklifi daha o zaman reddetmişlerdi. Gerçekten, eski köprüyü muhafaza etmek suretiyle nehrin tashihinin mümkün olduğu anlaşılmıştır. Şimdi de Sular İdaresi, Mustafa Paşa köprüsünün evvelce red edilmiş olan yıktırılması fikrine bir daha dönmekte ve bu da tekrar endişeler uyandırmaktadır.
Svilengrad yakınındaki Mustafa Paşa köprüsü, mimari tertibi ve yalnız Balkan yarımadasına inhisar etmiyen tarihi önemi ile bir kültür anıtıdır. Memlekette bu kadar hayranlığı üzerine çeken başka bir Ortaçağ anıtı yoktur[3]. Köprü 299 metre uzunluğu ile Meriç’in ağır akan sularını aşmaktadır. Hafifçe meyilli sırtı, kesme taş ile kaplıdır. Sivri kemerli yirmi göze sahip olup, bu gözlerden ortada bulunan dört tanesi, diğerlerinden bariz şekilde büyüktür. Gözlerden diğerleri iki uca doğru tedricen daha alçaktır. Ortada taştan bir paye, bir kitabeyi taşımaktadır.
Mimariye hâkim olan düşünce apaçıktır. Ortaçağ dehası ve Balkan yarımadası ile komşu ülkelerin imkânları hesaba katılınca başka bir plân düşünmenin imkânsızlığı açıkça görülür. Bütün köprü masif taş blokları ile inşa edilmiştir. Bu taşlar çevrede bulunan bir ocaktan çıkarılmış olamaz, çünki civarda bu cins malzeme verebilecek bir ocak yoktur. A. S. Razboynikoff'a göre taşlar, Yunanistan'da Karabağ köyü yakınında bulunan bir ocaktan çıkarılmıştır. Mimari tertip mükemmeldir ; ona hiçbir şey ilâve edilemez, hiçbir şey de ondan çıkarılamaz, bu da yapıcı üstadların elinden çıkan klâsik eserlerin vasfıdır.
Yazıtın, S. Dimitrof ve B. Nedkof tarafından yapılan en son analizi, köprünün yapıldığı yılı ortaya koymuştur : Bu, Hicrî takvime göre 935'dir ki, 15.9.1528 ile 4.9.1529 tarihleri arasına düşmektedir. Akla sığmıyacak kadar kısa bir inşaat müddeti ve bugünün insanlarının tam değerlendirebilecekleri bir başarı.
Köprünün ünü Balkan sınırlarını aşmıştır. Kanunî Süleyman nezdinde Venedik elçisinin sekreteri Benedetto Ramberti, 1534'de bu köprüden geçtikten sonra şöyle yazmıştır : '‘Meriç üzerinde Mustafa Paşa köprüsünden geçtik, köprü pek güzel ve geniş, yirmi kemeri var, baştanbaşa mermerdendir. Ortada altın yaldızlı bir taş, köprünün yapıldığı devri, mimarını, yapıcısını ve yapılan masrafları mavi renkte türkçe harfli bir yazı ile bildirmektedir".
Radzeff, bu köprüden bahseden Evliya Çelebi ile diğer yazarların (K. Jirecek, Razboynikoff, P. Delidareff vs.) adlarını verdikten sonra, iki cümle ile bu eseri yaptıran Mustafa Paşa’nın şahsiyeti üzerinde durmakta ve, Mimar Sinan’ın eseri olduğu yolundaki hipotezin esassız olduğunu da belirterek, bunun mahallî imkânlar ve insan gücü ile meydana gelmiş bir kollektif eser olduğunu belirtmektedir. Yazar, kısa makalesini şu cümleler ile bitirmektedir :
Yüzyıllar boyunca Meriç'in suları durmadan eski Mustafa Paşa köprüsünün kemerlerinden, geçmekte hayat gece-gündüz işlemektedir. Köprü ise tam ve sağlam olarak durmaktadır. Sanki, bugün öneminin yüz misli daha büyük olduğunu, varlığının her gün daha derin bir anlam kazandığını anlar gibidir. Fakat onun alın-yazısını ellerinde bulunduranlar bunun bilincine acaba sahip midirler?
II
KÖPRÜNÜN BÂNİSİ MUSTAFA PAŞA
Meriç üzerindeki bu köprüyü yaptıran Mustafa Paşa’nın kim olduğu tesbit etmek ilk bakışta biraz güç olacak gibi görünmektedir. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nde, Koca Lala Mustafa Paşa adını vermekte, Radzeff de bu eserin banisinin I. Selim’in vezirlerinden Boşnak Mustafa Paşa olduğunu yazmaktadır[4]. Çevresindeki kasabaya dahi kendi adını Cisr-i Mustafa Paşa (=Mustafa Paşa köprüsü) şeklinde veren bu köprünün kurucusunun 16. yüzyılda Osmanlı imparatorluğunda büyük eserler meydana getiren ve Çoban lâkabı ile de tanınan Mustafa Paşa olduğu çeşitli vesika ve kaynakların yardımı ile hiçbir şüpheye meydan vermiyecek surette anlaşılmaktadır[5]. Köprünün üzerinde, mihrap köşkündeki arapça kitabesinden bu eserin H. 935’de yâni 1528/29 yılında I. Selim’in oğlu Süleyman (1520-1566) zamanında Mustafa Paşa tarafından yaptırıldığını öğreniyoruz. 1553’de İstanbul’a gelen Alman, Hans Dernschwam (1494-1568), köprünün inşasından yirmîbeş yıl sonra 18 Ağustos 1553’de üzerinden geçmiş ve bu eserin bir Mustafa Paşa tarafından yapıldığını yazmıştır[6]. Aynı seyyah, 1555’de İstanbul’dan Amasya’ya gitmek üzere yola çıktığında, 11 mart günü, Gebze’ye vardıklarını kaydettikten sonra şunları bildirir :
“Alda zw Geuise ein schone meczith und karwasalia, hot ein bascha, Polak Mustaffa genant, gepawt, welcher auch die bruken ober die Moricze nahent bey Trinapol gepawt hot.“ ( = Edirne yakınında Meriç üzerindeki köprüyü de yaptırtmış olan ve Polak Mustafa denilen bir Paşa, Gebze'deki güzel mescid (yani cami) ve kervansarayın da kurucusudur”[7].
Fakat bu hususdaki kaynağımız yalnız bu Batılı seyyaha inhisar etmemekte, Tapu defterlerinden de bu köprü ve banisi ile ilgili bazı bilgiler elde edilebilmektedir. Gâzi veya Çoban Mustafa Paşa denilen bâninin, Çirmen’de Karaağaç köyü ile Aladağı mezreası mülkü idi. 370 sayılı Tapu defterinde H. 935’de Sultanzade Sultan Hanım Hatun mülkü ile birlikte tahrir edilmiştir[8]. Mustafa Paşa bizzat veya veresesi Çirmen’deki bu mülkünü, az sonra evkafına tahsis ederek, Karaağaç köyü mahsulünü Meriç üzerinde, Cisr-i Mustafa Paşa adı ile anılan köprüsünün tamirine ayırmıştır. Köprünün devamlı olarak bakımını sağlamak kaygusu ile bu köyün mahsulünün tahsis kılındığını bildiren bir vesika noksan bir halde zamanımıza kadar gelmişti. Başbakanlık Arşivi’ndeki vesikalar arasında No. 178’de bulunan bn vesika maalesef yırtılmış bir parçadan ibarettir[9]:
(Baş kısmı eksik)... Merhum Mustafa... mülk... neslen bade neslen ... sair... emval meşru'alarına ne veçhile mutasarrıf ise müşarünileyh dahi ol veçhile mutasarrıf ola, dilerse sata ve dilerse bağışlaya ve isterse vakf eyliye deyü mülk-nâme-i hümâyûn sadaka olunmağın vech-i meşrûh üzre Defter-i hakaniye sebt olundu deyü Defter-i atik-i hakanide mukayyed olmağın Defter-i cedide dahi kayd olundu deyü Defter-i atikde mukayyed olmağın halâ Defter-i cedide dahi kayd olundu.
an evkaf
an evkaf Çirmen der livâ-i mezbûr :
Merhum Mustafa Paşa
Karye-i Kara-ağaç'da merhûm-ı müşârün ileyhin Meriç üstünde olan... Çirmen cisri meremmatına karye-i merkum mahsulünden virmeler deyü Defter-i atikde mestur olmağın Defter-i cedide kayd olundu.
Köprünün, 1528/29 tarihlerinde, Kanunî Sultan Süleyman zamanında, vezir Çoban lâkabı ile de tanınan Gâzi Mustafa Paşa tarafından yaptırıldığı ve gerek inşa gerek bakım masraflarını karşılamak üzere de Karaağaç köyü mahsulünün tahsis edilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Prof. Tayyib Gökbilgin tarafından arşiv vesika ve kayıtlarından çıkarıldığına göre Kara-ağaç köyü önce Davud Paşa azadlısı Yunus adında bir şahsa Çirmen sancak beyi Husrev Bey tarafından 350 akçeye mukataaya verilmiş, Yunus öldüğünde, Sultan II. Bayazıd (1486- 1512) damadı İskender’e tevcih etmiş, fakat sonra mukataa kaldırıldığından, Kara-ağaç Sultan I. Selim tarafından Hazinedarbaşı Mehmed Ağa’ya temlik edilmişse de, bunun da öldürülmesi üzerine hass-ı humâyun için zaptedilen bu yer, sonradan Kanunî Süleyman tarafından Mustafa Paşa’ya temlik olunmuştur. O da burayı, yukarıda işaret edildiği gibi, Meriç üzerindeki köprüsüne vakf etmiştir ki, bu vakıf H. 935’e doğru veya az önce cereyan etmiş olmalıdır. Sultan damadı olan, Mustafa Paşa’nın eşi Sultan-zade Hanım Hatun’un (hakikî adı tesbite muhtaçtır), beraberce sahip oldukları Rumeli’de daha başka yerler olduğunu T. Gökbilgin’den öğrenmekteyiz. II. Bayazıd ve Kanunî Süleyman tarafından temlik edilen bu yerler bilhassa Üsküp civarındaki köylerdir. Mustafa Paşa’nın Gebze’deki muhteşem menzil külliyesinden, Meriç üzerindeki köprüsünden başka Üsküp’de de evkafı olduğu T. Gökbilgin tarafından bildirilmektedir. Üsküp’deki H. 898 ( = 1492/93) tarihli Mustafa Paşa camiinin, Çoban Mustafa Paşa ile bir ilgisi olamıyacağı da bu arada göz önünde tutulması lâzım gelen bir hususdur[10]. Zaten iki eserin aynı baniye ait olmadıkları her ikisinin de (Gebze ve Üsküp) yanlarında birer bani türbesinin bulunuşu ile anlaşılmaktadır. İstanbul’da bir semte adını veren ve bir Bizans kilisesinden çevrilen Koca Mustafa Paşa camii (Şeyh Sünbül Sinan dergâhı) nin de bu iki Mustafa Paşa ile bir münasebeti yoktur. Bu eserin kurucusu olan Mustafa Paşa da H. 918 ( == 1512) de idam edilerek Bursa’da gömülmüştür. Onbeşinci yüzyıl sonları ile onaltıncı yüzyıl başlarındaki Mustafa Paşa’ların ekseriyetle biribirlerine karıştırıldıkları ve bunun sarih surette ayırdedilmelerinin elzem olduğunu evvelce işaret etmiştik[11]. Her üçü de hemen hemen aynı devrin insanları olan bu Mustafa Paşa’lardan Koca lâkabı ile tanınan Mustafa Paşa, İstanbul’da eski Andreas manastırını zâviyeye çevirmiş ve Bursa’da idam olunarak orada gömülmüştür. Üsküp’de Gemalmaz veya Kuzgunsuz lâkabı ile ayırd edilen diğer Mustafa Paşa ise oradaki camiini 1492/93’de yapmış, ve H. 925 (= 1519) da ölerek eserinin yanındaki kubbeli büyük türbeye gömülmüştür. Nihayet üçüncü Mustafa Paşa ki Çoban lâkabı ile bilinir, birçok vakıf yapıların ve tesislerin kurucusudur ve yukarıda da işaret olunduğu gibi 1529’da ölerek Gebze’deki külliyesinin yanındaki türbeye gömülmüştür[12].
Büyük bir yapıcı olan Çoban veya Gâzi Mustafa Paşa, Rodos seferine katılmış[13], orada 24 Zilhicce 928’de Mısır valiliğine tâyin edilmiş ve 928-929 yılları ( = 1522/23) arasında altı ay kadar bu makamı işgal etmiştir. Mustafa Paşa’nın Gebze’de yaptırttığı külliyesinin bâzı malzeme ve mefruşatını orada toplıyarak veya yaptırarak Gebze’ye getirttiği bilinir. Mimar Sinan’nın eserleri listesinde bu külliyenin de adına rastlanması halli güç bir problem teşkil etmekle beraber[14], Meriç üzerindeki köprünün bu sanatkârın eseri olması ihtimali nisbeten daha kolay izah edilebilir. Bu hususdaki düşüncelerimizi aşağıda ayrıca açıklamağı uygun görüyoruz. Mustafa Paşa’nın bu iki önemli tesisinden başka yapıları da olduğu anlaşılmaktadır. Eskişehir’in değerli eserlerinden olan Kurşunlu cami, Çoban Mustafa Paşa’nın vakfı olarak bilinir[15]. Ayrıca, İstanbul’da Boğaziçinde Rumelhisarı’nda Hamam mescidi yanında bir de taş mektebi olduğu Hadikatü'l-cevâmi'den öğrenilmektedir[16].
Osmanlı İmparatorluğunun yükseliş devri ileri gelenlerinin çoğu gibi Mustafa Paşa’da memleketin birçok yerlerinde hayır binaları bırakmıştır. Evvelce Muallim M. Cevdet tarafından yayınlanması tasarlanan, sonra öylece kalan ve kısa bir özeti Osman Ergin tarafından yayınlanan[16a] Gebze külliyesi vakfiyesinden anlaşıldığına göre Mustafa Paşa’nın, Gebze’de Cami, medrese, kervansaray, aşhane, tabhane ve türbe ile kütüphane’den ibaret büyük külliyesinden başka, Eskişehir’de büyük bir camii, Rumelihisarı’nda, Seyyitgazi’de, Eskişehir’de birer sıbyan mektebi, Silistre ve Pravadi’de hamamları ve hayır binalarının bakımını sağlamak üzere, Filibe, Ahıska, Selanik, Pravadi, Gebze ve, Edirnede Yenişehir’de akarları vardı. Ayrıca Edirne’de, Eski cami’in sağ tarafında, Bedesten’in önünde iki kapılı han adı ile tanınan büyük bir han ile gene o civarda Tahmis hamamı denilen bir hamamı daha vardı. Biri kuzeye diğeri güneye açılır iki kapısı olduğundan bu adla tanınan han harap olmuş ve 1935/40 yılları arasından tamamen ortadan kaldırılarak yeri düz bir saha haline getirilmiştir. Hamam da tamamen yok edilmiştir. Ancak bazı yıkıntıları son yıllarda görülüyordu. Hanın bir kapısı üzerinde olan ve Mustafa Paşa’nın bütün diğer hayratındaki kitabeler gibi arapça olan kitabesi bu sırada parçalanmış ve bu hâli ile müzeye kaldırılmıştır. O. Nuri Peremeci bu kitabenin ebçedinin H. 931 (=1524/25) tarihini verdiğini bildirir[16b]. Çoban lâkabı ile anılan Mustafa Paşa’nın İmparatorluğun muhtelif yerlerinde yaptırdığı eserlerin hepsini tesbit ederek bir monoğrafya hazırlamak muhakkak ki cazip bir konudur. Üzerlerindeki kitabelere göre, yaptırttığı eserleri şimdiki halde şöyle kronolojik bir sıraya koymak kabildir:
Eskişehir’de Kurşunlu cami : H. 921 (1515)
Gebze’de, Menzil külliyesi : H. 930 (1523)
Edirne’de, İki kapılı han : H. 931 (1524/25)
Meriç üzerinde köprü : H. 935 (1528/29)
Belki vesikalar, vakfiyeler, ve yerinde yapılacak uzun araştırmalar ile, diğer eserlerinin de tarihlerini meydana çıkararak bu listeyi tamamlamak mümkün olacaktır. Fakat şu muhakkak ki, son eseri Meriç üzerindeki köprüsü olmuş ve büyük bir ihtimal ile bunun tamamlandığını göremeden ölmüştür. Zaten bu hususu destekliyen, aşağıda görüleceği gibi, bir delile de sahip bulunuyoruz.
III
KÖPRÜ VE MİMAR SİNAN
Radzeff, yukarıda tercümesini verdiğimiz yazısında “Köprünün ünlü Türk mimarı Sinan'ın eseri olduğuna dair şimdiye kadar öne sürülen tahminler temelsiz ve ispat edilememiş olarak kalmıştır” demektedir. Halbuki Meriç üzerindeki köprünün büyük Türk yapı ustası Mimar Koca Sinan’ın bir eseri olduğu hemen hemen açık bir şekilde tesbit olunabilmektedir. Sinan’ın yapmış veya yapılmasına nezaret etmiş olduğu eserlerin listesi olan Tezkiretü'l-Ebniye'de sekizinci bölümde Bina olunan cisirlerin esası ve adadını beyan ederken, üçüncü olarak Mustafa Paşa köprüsü, Meriç suyu üstünde denilmektedir[17]. Sinan’ın bu köprü çevresindeki faaliyeti sadece onun inşasına inhisar etmemiş, gene Tezkiretü'l-Ebniye’den öğrendiğimize göre, Sinan, Edirne’de Meriç suyu üzerinde Mustafa köprüsü başında Haseki (?) Sultan camiini de yapmıştır[18]. Böylece imparatorluğun bir ana caddesi üzerinde bir akarsu üzerinden geçişi sağlıyan bir teknik yapı ortaya koymakla kalmamış, onun yakın çevresini de imar etmiştir. Çoban Mustafa Paşa’nın diğer önemli eseri olan Gebze manzumesi de gene memleketin ana yolu üstünde bir menzil külliyesidir. Rumeli’de nasıl Cisr-i Mustafa Paşa çevresindeki yapıları ile bir iskân yerinin parlamasını sağlamış ise, Anadolu tarafında İstanbul’a 45 km. uzaktaki Gebze’de de yaptırdığı büyük menzil külliyesi de Gebze kasabasının gelişmesinde büyük bir rol oynamıştır. Evliya Çelebi, H. 1063 ( = 1653) de Sofya’dan İstanbul’a gelirken ziyaret ettiği Cisr-i Mustafa Paşa kasabası hakkında etraflı bilgi verir, ve bu yerdeki binaların Sinan’ın eseri olduklarına da temas eder.
Yedi yüz evli ve yedi mihraplı bir kasaba olduğunu belirttikten sonra Evliya Çelebi, Cisr başındaki camiin, selâtin camii gibi bir cami-i rûşen olduğunu yazdıktan sonra, Karahisarî Hasan Çelebi hattı ile yazılan tarihini vermekte, bu camiin imareti, mekteb-i sıbyanı, han ve hamamı, çarşı ve pazarının Koca Mimar Sinan binası olduğunu da sözlerine eklemektedir. Evliya Çelebi, Meriç nehri üzerindeki oniki gözlü cesr-i âzım Koca Lala Mustafa Paşa'nın hayratıdır, diyar-ı Rum'da memduh-u âlem olan köprülerin biri de budur dedikten sonra kitabesinin dört mısraını verir[19]. Evliya Çelebi bunun arkasından bu köprünün yapılması sırasında cereyan eden bir olayı anlatmakta ve bunun üzerine menkûp olan Mustafa Paşa’nın Gebze’deki manzumenin de kurucusu olduğuna işaret etmektedir[20].
Mimar Sinan’ın bu köprü ile ilgisi sadece yapılmasına inhisar etmemiş, az sonraları başka bir münasebetle de bu eser ile yeniden meşgul olmuştur.
Evvelce Ahmed Refik tarafından arşiv vesikaları arasında bulunarak yayınlanan H. 981 ( = 1573) tarihli bir yazıda Mustafa Paşa köprüsü başında kurulan bir değirmenin köprüye zarar verdiği yolundaki bir ihbar üzerine, Edirne kadısı ve Mimarbaşı (ki o sırada Mimar Sinan idi) nın derhal bu değirmeni yıktırtmaları ve köprüde meydana gelen zararın tesbit edilerek derhal tamirinin yapılması bildirilmektedir[21]. [Mühimme defteri, 22; hüküm 407]:
Edirne kadısına ve Mimarbaşına hüküm ki :
Bundan akdem Edirne kurbinde vaki olan Mustafa Paşa köprüsünün önünde bina olunan değirmenin köprüye zararı olduğu ilâm olunmağla hedmolunması emrim olup hâlâ Umur Bey evkafı mütevellisi gelüp mezkûr değirmen henüz hedmolunmamıştır dahi sed bina etmişlerdir köprüye zararı vardır deyu bildirmeğin zikrolunan değirmen bilkülliye hedmolundu ve değirmen sebebiyle köprüye olan zarar ne mikdar nesne ile tamir olunacak mufassal arz eylemen emr idüp buyurdum ki varıcak bizzat üzerine varub camii şerife su gelmek ifün vaz' olunan dolaba mütearrız olmıyub değirmeni bilkülliye emrim üzre hedmeyleyüb emrime mugayir kimesne[ye] teallül itdirmiyesin dahi zikrolunan değirmen ihdas olunmağla köprüye ne mikdar zarar olmuşdur ve ne kadar nesne ile tamir olunmağa mümkündür sıhhat üzre tahmin itdürüp arz eyliyesin.
Umur Bey mütevellisi Hasan'a verildi, fi 9 rebiülâhir 981 ( — 1573).
Gerek Gebze’deki manzume, gerek Meriç üzerindeki köprü Sinan’ın eserleri listesinde yer almaktadır. Ancak burada bir problem ortaya çıkmaktadır. Sinan’ın Mimarbaşılık makamına geçmesi 1539 tarihi olarak kabul edilir ve ilk önemli eserinin İstanbul’da Haseki Hürrem Sultan camii olduğu ötedenberi yerleşmiş bir kanaat halinde kabul edilir. Halbuki bu durum karşısında gerek Gebze, gerek Meriç’deki eserler bu tarihden çok önceleri yapılmış olmaktadır. Evliya Çelebi, Gebze manzumesinin Sinan’ın Başkalfası Hüsam Kalfa idaresinde yapıldığını bildirir. Sinan’ın eserlerini kronoloji bakımından bir revizyona tabi tutarak, onun Hassa mimarlığından önce de eserler verip vermediğini, vermiş ise hangi eserleri meydana getirdiğini açık olarak ortaya koymak lâzımdır. Zira, Tezkire bütün karanlık noktalarına rağmen bu hususda daha iyisi veya doğrusu ele geçinceye kadar elimizde tek ve inanmamız gereken bir rehberdir. E. Egli’nin de ifade ettiği gibi, bu listede adı olmıyan herhangi bir eser müspet bir vesika ile desteklenmedikçe Sinan’a izafe olunamıyacağı gibi, daha sanatkârın sağlığında defalarca istinsah olunan bir listede önemlice bir eserin unutulmuş olabileceğine de ihtimal verilemez[22].
Acemioğlan olarak devşirilerek, yeniçeri, atlı-sekban nihayet haseki olan Sinan’ın, 1539’da resmen Hassa mimarı tâyin edilmeden önce yaptığı eserleri sarih olarak ayırd edebilmiş değiliz. Fakat bu sanatkârın ancak Başmimar olduktan sonra birdenbire mimarlığa başlamadığı da muhakkaktır. Katıldığı seferlerde ordu içinde bir istihkâm subayı gibi çalıştığını hayatı hakkındaki kısa notlardan çıkarıyoruz. Sinan 1522’de Rodos seferinde hiç değilse 30-32 yaşlarında idi. Mohaç (1526), Viyana (1529), İran (1534) ve Boğdan (1538) seferleri sırasında Sinan, deha ve kabiliyetini belli edebilmiştir. Bu aralarda askerlik hizmeti dışındaki binalarda da faaliyet gösterip göstermediğini bilmiyoruz. Fakat doğrudan doğruya askerî hizmet için lüzumlu tesisleri kurmaktaki ustalığı ile dikkati çektiği malûmdur. Prut suyu üzerinde Haseki Sinan’ın onüç gün içinde kurduğu köprünün Kanunî Sultan Süleyman tarafından ne kadar beğenildiği her tarih kitabına geçmiş bir olaydır. Sinan bu sefer dönüşü, İstanbul’da Başmimar olmuştur.
Gebze külliyesinde Mimar Sinan’ın payının ne derecede olduğu bir problem olarak kalmaktadır. Halbuki Meriç üzerindeki köprünün Mimar Sinan’ın eseri olması ihtimali çok daha kuvvetli bir durum arzetmektedir. Sinan’ın eserleri listesinde sarih olarak adı görülen bu köprü bir defa bu surette onun eseri olarak kabul edilebileceği gibi, bu sanatkârın Hassa mimarlığından önce bilhassa köprü inşasında kendisini gösterdiği düşünülecek olursa daha da sağlam bir şekilde onun eseri olarak kabul edilebilir. Kaldı ki, Sinan’ın eserleri hakkındaki listede de adı sarih olarak yazılıdır. Aşağıda etraflı surette üzerinde durulacak olan ve son parçası Evliya Çelebi tarafından da verilen tarih manzumesi, köprünün H. 935 ( = 1529) dan bâninin ölümünden sonra tamamlandığını ve tarih kasidesinin bâninin gene ölümünden sonra tertiplendiğini göstermektedir. Paşa’dan merhum olarak bahsedilmesi, hattâ ahrete göçüş ile köprüden geçiş arasında bir benzetiş yapılması, Mustafa Paşa köprüsünün 1529’dan sonra ve manzum tarihi yazan şair Gazâlî’nin İstanbul’dan ayrılma tarihi olan 1531’den önce bitmiş olduğunu ispat etmektedir. Kanaatimizce, Meriç üzerindeki Mustafa Paşa köprüsü, Mimar Sinan’ın gençlik devresinin ilk ve âbidevî eserlerinden biridir ve bu bakımdan çok büyük ve özel bir değere sahipdir.
IV
KÖPRÜNÜN KİTABESİ
Evliya Çelebi, Mustafa Paşa köprüsünden bahsederken biraz kaçamaklı bir ifade kullanarak tarihi olarak türkçe iki beyti nakleder. Aşağıda, yazımızın beşinci bölümünde görüleceği gibi bu iki beyit daha uzun bir tarih kasidesinin sadece bir parçasıdır. Bir Şuara tezkiresi’nde ve oradan alınmak suretiyle daha başka yerlerde karşımıza çıkan bu kasidenin yazıldığından itibaren beğenildiği ve bu yüzden de tekrarlandığı anlaşılmaktadır. Aslı herhalde çok daha uzun olan bu kasidenin incelenmesini beşinci bölüme bırakarak başka bir noktaya işaret etmek isteriz. Evliya Çelebi’nin ifadesi, köprünün kitabesinin bu kaside ile aynı olduğu zehabını uyandırmaktadır. Bu hususda şüphemiz olduğundan, yazımızı hazırlayıp Belleten'e teslim ettikten sonra, yerindeki kitabenin bir kopya veya fotoğrafını elde etmeğe uğraştık. Bu arada bu kitabe hakkında bir Bulgar yayını olup olmadığını araştırmağa çabaladık. Bütün bu uğraşmalarımız bir netice vermedi. Fakat büyük bir talih eseri olarak, 1964 yılı Eylül ayında Bulgaristan’dan geçmemiz ve bu arada da köprüyü bizzat görmemiz mümkün oldu. Bu sırada çekmiş olduğumuz kitabe fotoğrafını, İstanbul Üniversitesi Şarkiyat kürsüsü mensupları büyük bir dikkatle okuyup, transkripsiyonunu yaptılar ve ayrıca bugünkü dile de çevirdiler. Mermer üzerine çok güzel bir istifle fakat muhakkak ki oldukça girift ve güç okunur bir hatla işlenen bu arapça kitabenin metni şu şekilde çözülmüştür:
Bu metnin transkripsiyonu ise şu şekilde yapılmıştır:
Hazâ cisrun anşa’ahu fî ahlâfi a’zami ’s-salâtîn as-Sultân Sulay- mân Hân b. as-Sultân Salim Hân dama bihi ’l-amnu va’l-amân va zabarahumâ Mustafâ Bâşâ vaflakahu ’ilâhu li-mâ yaşâ’u iz abka Ί- mabni ’I-hasanâtu ’s-sanîya aşbaha târlhuhâ hasanatan abadîya.
Mustafa Paşa köprüsünün kitabesini bugünkü dile şöyle çevirmek mümkündür :
Bu köprüyü, büyük Sultanların halefi Sultan Selim Han'ın oğlu Sultan Süleyman Han (zamanında) —emniyet ve emân, sayesinde devam etsin— Mustafa Paşa —Allah onu dilediğine muvaffak etsin— yaptırdı ve onu sağlamlaştırdı. En devamlı yapı yüksek iyilikler olduğundan, tarihi ….. "ebedî iyilik” oldu.
Kitabenin sonundaki hasanatan abadiya ibaresi ebçed hesabına göre H. 935 (=1528/29) tutmaktadır. Böylece kitabe Mustafa Paşa’nın ve ölümü hakkında bilinenlere tamamen uymaktadır. Bu kitabenin Evliya Çelebi’nin verdiği beyitler ile hiçbir ilgisi olmadığı çok açıktır. Seyahatname'deki beyitler kitabîdir ve Evliya Çelebi bunları, diğer geç devir yazarlarının hepsi gibi Hasan Çelebi tezkiresi'nden kitabına aktarmıştır.
Çoban veya Lala Mustafa Paşa’nın tarihli dört büyük eserinin, Gebze küllîyesi, Eskişehir camii, Edirne’deki kervansarayı ve Meriç üzerindeki köprüsünde kitabeler arapça olarak yazılmıştır. Fakat köprü kitabesi dil ve manâ bakımından dikkate değer olduğu kadar, hat sanatı bakımından da dikkat çekicidir. Kitabe o kadar ustalıklı ve ahenkli bir istife sahiptir ki, daha ilk bakışta bunun büyük bir hattatın elinden çıkmış olduğu anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi, Cisr-i Mustafa Paşa kasabasından bahsederken, buradaki Haseki Sultan camii kitabesinin Karahisarî-zâde Hasan Çelebi hattı ile olduğuna işaret eder. Köprünün de kitabesinin H. 963 (=1555/56) de ölen Hattat Ahmet Karahisarî veya Süleymaniye camiinin yazılarını yazan, kölesi sonra manevî oğlu ve talebesi Karahisarî Hasan Çelebi (öl. H. 1002—1593/94) tarafından tertiplenmiş olması ihtimal dışı sayılamaz. Sanatkârı hakkında daha kesin bir şey söyleyecek durumda olmamakla beraber, köprü kitabesinin o devrin hat sanatının birinci derecede güzel örneklerinden birisi olduğunu belirtebiliriz.
Bu iki hattatın ölüm tarihleri göz önünde tutulacak olursa köprü kitabesinin Ahmet Karahisarî tarafından yazılmış olması belki daha akla yatkın görülebilir. Hasan Çelebi 1593/94 de öldüğüne göre, 1529 da yapılan bir eser üzerinde hattat olarak çalışması ihtimali biraz zayıf kalmakta ise de tamamen imkânsız da değildir. Zira Hasan Çelebi’nin 85 yaşlarında iken öldüğünü kabul edecek olsak, 1529 da yirmi yaşlarında kadar olması gerekir. Cisr-i Mustafa Paşa kasabasındaki Haseki Sultan camiinin kitabesi eğer hâlâ duruyorsa, bunun hat sanatı bakımından inceledikten sonra Hasan Çelebi elinden çıktığı bilinen İstanbul’da Süleymaniye camiinin bazı yazıları ile mukayese edilmek suretiyle belki bazı ipuçları elde etmek kabil olacaktır[22a].
V
KÖPRÜ İLE İLGİLİ TARİH KASİDESİ
Köprünün mihraplı kitabe köşkündeki yazının bir kopyasını, transkripsiyon ve bugünkü dilde karşılığını verirken Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde köprünün tarihi olarak iki beytin kaydedildiğine de yukarıda IV. bölümde işaret etmiştik. Pek umulmayacak bir yerde bu tarih kasidesinin daha uzun bir parçasının bulunması ve bu arada şâirinin de meydana çıkması oldukça sevinç vericidir. Ayrıca, bu kasideyi tertipliyen şâirin de o devrin çok tanınmış bir sanatkârı olması, Mustafa Paşa köprüsünü bu bakımdan da ilgi çekici yapmaktadır.
Manzum tarih kasidesinin nâzımı, Gazali mahlası ile tanınmakla beraber, daha fazla Deli Birâder lâkabı ile şöhret bulan Bursa’lı Mehmed Efendi (1466-1535)dir. önce Bursa’da Bayezid Paşa medresesine müderris olan, sonra Manisa’da II. Bayazıd’ın şahzadesi Korkud’un zevk-sefa arkadaşı olan Gazali, Şehzade Korkud’un ölümünden sonra Bursa’da Geyikli Baba zaviyesi şeyhliğini almış ve arkasından sırası ile Sivrihisar, Akşehir, Amasya’da medreselerde müderrislik yaptıktan sonra İstanbul’a yerleşmiştir. Beşiktaş’da bir mescid ile bir de zâviye kuran ve yanına havuzlu bir de hamam yaptıran Gazâlî bu yapıları kurdurabilmek için Sadrâzam İbrahim Paşa’nın yardımı sayesinde bu programı gerçekleştirmiş ve Sadrâzamın aracılığı ile, devrin ileri gelenlerinin şaire maddî yardımda bulunmaları da sağlanmıştır. 1525’e doğru tamamlandığı tahmin edilen bu binalardan hamam, eğlence âlemlerine sahne olmuş ve karşı hücumlar sonunda havuzu Sadrâzamın emri ile tahrib ettirilmiştir. H. 938 ( = 1531) de Gazâlî bu davranışdan müteessir olarak, Mekke’ye gitmiş, orada bir mescid yaptırtmış H. 941 ( = 1534) de vefat ederek orada gömülmüştür[23].
İstanbul camileri hakkında değerli bilgiler ile dolu olan Hadikatü'l-cevâmi de Beşiktaş’daki cami ve mescidlerden bahsedilirken yazar, Gazâlî mescidi başlığı altında şâirin buradaki vakfını da tanıtmaktadır[24]. Burada mescidin yukarıda işaret edildiği gibi, devrin ileri gelenlerinin maddî yardımları ile yapılabildiği söylenirken, Mustafa Paşa’nın da yaptırmakta olduğu köprü tarihi karşılığı bin akçe vâad ettiği, fakat vefatı üzerine, takdim ettiği tarih kasidesi için Paşanın zevcesi Sultan Hanımdan yüz altın ihsan aldığını bildirmektedir. Ve arkasından da bu kasidenin dört beytini kaydetmektedir: Böylece Hadika yazarının bunu, Şuara Tezkire’lerinden naklettiği açıkça belli olmaktadır. Bu manzum tarihde köprünün, Paşa’nın sağlığında bitmediği ve ancak onun vefatından sonra tamamlanabildiği, güzel bir buluş ile ifade edilmektedir[25]. Kasidenin aslının herhalde çok daha uzun olduğuna ihtimal verilebilir. Gazâlî mahlaslı Deli Birâder’in Divan'ı bulunsa belki bu hususda daha aydınlatıcı bir kanaate varılabilirdi. Gazâlî’nin karşılığında yüklü bir ihsan aldığı tarih kasidesinin köprünün üzerindeki kitabe ile aynı olmadığını tesbit etmiş bulunuyoruz. Köprünün yapılması ve banisi ile çok yakından ilgili bulunduğunu düşünerek Gazâlî’nin bu tarih manzumesini aynen buraya geçiriyoruz :
Bu tarih kasides' bu şekli ile Hadika ve ondan naklen Mirât gibi geç devirlere ât derlemelerde bu unduktan başka, eski bir şuara tezkiresi’nde de karşımıza çıkmaktadır. Nitekim aynı parça, Kınalızâde Hasan Çeleb (1546-1607) nin yazma Tezkiretü’ş-şuarâ’sında mevcuttur. Bu durum karşısında, başka bir delil bulununcaya kadar Hadika’nın bu hususdakî kaynağının bu tezkire olduğunu söyliyebiliriz. Yalnız şu var ki, bu kasidede tarih mısraının tutarı hesaplandıkta, Mustafa Paşa’nın ölümü ve köprünün yapılması tarihlerine çok uzak ve erken bir rakkam elde edilmektedir. Tamamen ihtisasımız dışında kaldığından, bu meselenin aydınlatılmasını, daha yetkili olanlara bırakmağı uygun görüyoruz. Sadece burada bir noktaya işaret etmeği lüzumlu bulmaktayız ki o da, son beyitte, her ikisi de aynı şekilde yazılan … kelimesini, birinci mısra da göçdü son mısrada ise geçdi şeklinde okumanın, şairin burada yapmak istediği kelime oyununu ifade bakımından belki daha uygun düşeceğidir. Tabiatıyla, bu hususda da kesin hükmü ancak eski Türk metinleri mütehassısları verebilirler.
VI
KÖPRÜNÜN SANAT TARİHİ BAKIMINDAN DEĞERİ
Henüz yapıldığı sırada 1534’de üzerinden geçen Ramberti’nin hayranlık duyduğu bu güzel eser İstanbul’u Avrupa’ya bağlıyan ana yol üzerinde olduğundan Batıdan gelen bütün seyyahlar tarafından görülmüş ve mükemmeliyeti belirtilmiştir. Daha 1553’de elçi Baron de Busbecq bu köprüyü “muhteşem” olarak tavsif eder[26]. C. Jireçek, Harmanlı’da aynı Mustafa Paşa’nın çok büyük bir hanı olduğunu yazdıktan sonra, köprü başında da başka bir hanı olduğunu yazar ve eski seyyahların bu köprü hakkında verdikleri değişik rakkam ve ölçüleri de özetler[27].
Üç yüz metre kadar uzunlukda olan Mustafa Paşa köprüsü ortada dört büyük göze ve bunlardan itibaren iki uca doğru alçalan sekizer göze sahiptir. Böylece göz sayısı yirmiyi bulmaktadır. Gözlerin aralarında mahmuzlar bulunmaktadır. Eski bir fotoğrafından öğrendiğimize göre köprünün iki yanı düz korkuluk levhaları ile sınırlanmış, tam ortaya ise köprünün genel nisbetleri içinde biraz yüksek ve gösterişli intibaını bırakan bir kitabe köşkü yapılmıştır. Bunun üst kısmında mermer kitabe bulunmaktadır. Etraflıca inceleyemediğimizden köprünün mimarî özellikleri hakkında fazla bir şey söylememize imkân yoktur. Elimizdeki eski fotoğrafında[28] orta gözlerin üzerinde, köprünün genel siluetini bozan bir çöküntü veya kötü bir tamir izinden başka kayda değer hiçbir aksaklık görülmiyen, sâde, ahenkli ve temiz bir güzelliğin hâkim olduğu bir kullanış yapısıdır. Trakya’nın uzunluk bakımından başhbaşına bir şaheser olan Uzunköprü’sü[29] ile gene Sinan’ın Büyükçekmece ile Silivri’deki zarif, 32 gözlü köprüsünden sonra[30] başta gelen Mustafa Paşa köprüsü eski Türk mimarisinin profan yapı sanatında meydana getirdiği fayda yapılarının (Nutzbau) en değerlilerinden biridir. Adı, Türk tarihinin önemli şahıslarından birine bağlı olduktan başka bilhassa Sinan’ın ilk eserlerinden biri olması bakımından sanat tarihinde özel bir yere sahiptir. Sinan’ın daha sonraki daha gelişmiş, daha iddialı eserlerine, meselâ, köprü mimarisinde bir şaheser olan Alpullu’da Sinanlı köprüsüne nazaran belki biraz sert ve sâde görünüşlü olmakla beraber muhakkak ki bu dâhi sanatkârın ilk mimarî eserlerinden biri olması itibariyle emsalinden ayrılmaktadır. Ne yazık ki Türk sanatının bu çeşit eserleri hakkında toplu bir etüdden mahrum bulunuyoruz. Sinan’ın köprüleri ile ilgili doçentlik tezi ise yalnız bugünkü sınırlarımız içindeki bazı köprüleri incelemektedir[31]. Fakat daha nice güzel eser unutulup gitmiş[32] ve taş ocağı olarak kullanılarak kaybolmaktadır.
Mustafa Paşa köprüsünün İmparatorluğun yolları üzerinde emniyetle geçişi sağlıyan bir menzil eseri olduğu da ayrıca üzerinde durulmağa değer. Büyük seferlerin yol ruznâmeleri, bu çeşit köprülerin önemini ve bunların bazılarının ne gibi şartlar içinde yapıldıklarını anlatır. Gerek Sultan Süleyman’ın muhtelif Avrupa seferlerinde, gerek diğer seferlerde bu köprülerin adlarına, bunların yapılışlarına dair kayıtlara rastlanır. Büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa, Asya yakasındaki yolları üzerinde kurulan bu faydalı tesislerin, seferler sırasında ordunun geçmesine yararlı olduktan başka[33], her türlü mal nakillerinde, sağladıkları kolaylıklar inkâr kabul edilmez bir hakikattir. Büyük Osmanlı İmparatorluğu içinde büyük ticarî merkezlerin başka yerler ile bağlantıları bu çeşit tesisler ile kabil olmuştur. Gene aynı tesislerin bulundukları yerde, o çevredeki halkın ihtiyaçları da temin edilmiş, ücra kalması mukadder birçok yer, bu tesisler sayesinde dış âleme bağlanmıştır. Ne yazık ki Osmanlı İmparatorluğu yolları ve bunların üzerlerindeki, başta irili ufaklı köprüler olmak üzere, namazgâh, çeşme, kuyu, han-kervansaray, menzil külliyesi vs. gibi tesisler ile hiçbir incelenmesi yapılmamıştır. Halbuki Osmanlı devri Türk medeniyetini tanımak bakımından bilhassa üzerinde durulması gerekli bahislerden biri de budur[34]. İşte kanaatimizce, Meriç üzerindeki Mustafa Paşa köprüsünün medeniyet tarihi bakımından özel değerini de sağlayan budur. Mustafa Paşa köprüsü bir vakıf eser olarak, devrin bir davranışını aksettirmektedir. Fakat bu defa vakıf, herkesin ve çok geniş bir çevrenin faydalanabileceği bir tesis halinde ortaya konulmuş ve yüzyıllar boyunca, üzerinden her gelip geçenin kurucusunu anmasına vesile olmuştur. Mustafa Paşa köprüsü, Anadolu’yu Avrupa’ya bağlıyan esas yolun üzerinde sosyal bir tesis olarak yüzyıllarca medeniyet âlemine hizmet görmüştür[35]. Medenî bir münakale şebekesinin bir parçası olarak değerinin inkâr kabul etmediği bir hakikat olduğu gibi, kendisine has tarih ve sanat bakımından özel değeri de bu yazımızda ana çizgileri ile imkânlarımız çerçevesi içinde belirtilmiş bulunmaktadır.
***
Radzeff’in yazısı yayınlandığındanberi, Mustafa Paşa köprüsünün geleceği hakkında nasıl bir karara varıldığını öğrenmek kabil olmamıştır. Bu güzel ve faydalı eserlerin yalnız bugünkü sınırlarımız dışında kalanların değil, fakat sınırlarımız içinde olanların da, hep aynı bahaneler ile birtakım “ilgililer” tarafından nasıl merhametsizce tahrip edildiklerini görmekteyiz, veya duymaktayız. Yüzyıllarca insanlara, ve çevresindeki topraklara faydalı olmuş, bu saygıya lâyık yapıların, artık işe yaramadıkları bahanesi ile kaldırılmalarını istemek, en kısa anlamı ile tarihe karşı saygısızlıktır. Bugün artık fonksiyonunu kaybeden şehir surları, kaleler, eski mâbedler, gibi bu köprüler de görevleri bitmiş dahi olsa, artık medeniyet tarihinin malı olduklarından korunmalı ve zararlı olmamaları için de lüzumlu tedbirler vaktinde alınmalıdır.[36] Böyle bir davranış medenî her memleket için şart ve elzemdir. Bunu, yalnız komşularımızın sınırları içinde kalan eserlerimiz için değil, fakat kendi topraklarımızdaki çeşitli devirlere ait eserler için de israrla hatırlatmak isteriz.