XIX. Yüzyılın ikinci yarışında birliğini sağlayan İtalya, sömürgeci bir politika izlemek için hazırlıklara başladı. İtalya'nın ilgilendiği bölgeler Osmanlı Devleti'nin egemenliğinde bulunuyordu. İtalya, dışa dönük emeller beslerken, öncelikle Akdeniz çevresini düşünmek zorundaydı[1]. Sömürgeci diğer devletlerin yanında zayıf olan İtalya'nın güçlü bir donanmaya sahip olmaması da, Akdeniz bölgesini İtalya için ilk plana çıkarıyordu. Yeni İtalya; Roma'nın, papaların, Venedik ve Cenova'nın hepsinin birden varisi olduğunu ilan ediyordu ve istekleri bu imparatorlukları oluşturan sahaya yayılıyordu[2]. Bunlara ilaveten, Avrupa'daki gelişmeleri yakından takip eden İtalya, Almanya ve Avusturya-Macaristan ile I882'de imzaladığı Üçlü ittifak'ın 1887'deki ilk yenilemesinde, "Osmanlı Devleti'nin Anadolu kıyıları ile adalarından" söz etmiştir. İtalya böylece. Doğu Akdeniz ile diğer sömürge bölgelerinde Bismarck'ın desteğini sağlamak istemiştir. Bunun arkasından, I887'de İngiltere ile yaptığı bir anlaşma ile de, "Ege'de statükonun bozulması halinde" İngiltere'nin desteğini elde etmiştir[3].
Bu prensiplerle hareket eden İtalya Trablusgarb'a yerleşmeyi başardı. İtalya'nın İstanbul'a yeni elçi olarak gönderdiği Camillo Garroni'nin amacı, İtalya'nın Doğu Akdeniz'deki politik ve ekonomik menfaatlerini kollamaktı[4]. "Doğu'ya yönelmiş emperyalist bir devlet adamı"[5] olan Dışişleri Bakam San Giuliano, İtalya'nın Akdeniz siyasetini tespit ettiği bir "Temel Pogram" hazırladı. San Giuliano bu programdan başka. Başbakan Giovanni Giolitti'ye 22 Ocak I913'te sunduğu bir memorandumda, ülkesinin Osmanlı Devleti'ne karşı izleyeceği yeni politikanın temellerini tespit etti. Dışişleri Bakam'na gore, "Türkiye gelecekte gireceği muhtemel bir krizde Avrupa'daki topraklarını kaybedecektir. İtalya'nın menfaati statünün korunmasındadır. şayet Osmanlı Devleti'nin tasfiyesi ve paylaşılması gündeme gelirse İtalya da söz sahibi olmalıdır"[6].
Bu temel politika doğrultusunda başta Antalya olmak üzere Güneybatı Anadolu yoğun İtalyan faaliyetlerine sahne olmuştur. Balkan Savaşının Osmanlı Devleti tarafından kaybedilmesi de İtalya'nın bu bölgede daha rahat hareket etmesine imkan hazırlamıştır[7]. İtalyan işgalindeki Oniki Ada'ya yakın olmasının yanısıra: zengin taşkömürü ve linyit yataklarına sahip olması, coğrafi konumu, tükenmez zenginlikleri, tarıma müsait ve verimli toprakları, iklimi, göz kamaştırıcı pamuk tarlaları ve bitkileri, bereketli su kaynaklan, çeşitli ağaçlarla dolu ormanları, hayvanları ve İtalyan işgücünün gönderilebileceği yer olarak Anadolu, bu ülke için iştah kabartıcı zenginliklere sahipti[8]. Bu zenginliklere ilaveten Anadolu'yu İtalya için öne çıkaran nedenlerden birisi de, bölgenin geçmişte Roma imparatorluğunun hâkimiyetinde bulunmuş olmasıdır. Anadolu'da kullanılan bazı denizcilik terimlerini dahi tarihi bir delil olarak gören İtalyanlar[9], "Anadolu'ya hakim olursa, atalarının yanma yeniden dönmüş" olacaklardı[10].
Anadolu'da nüfuz bölgesi elde etmede kararlı olan İtalya, 1913 baharında Antalya'da bir konsolosluk açarak, bölgeye yönelik projeler hazırladı[11]1913 ve I914'te, bir arkeoloji heyeti bolgede incelemeler yaptı[12] . "Banka; Doğu'da ekonomik yayılmanın öncüsüdür"[13] zihniyetiyle hareket eden İtalyanlar, İzmir ve Kudüs'de Banco di Roma'nın şubelerini açtılar[14] , İtalyanlar, bütün bu girişimlerden sonra, Osmanlı Devleti'nden 10 Ekim I913'te, araya savaşın girmesi sebebiyle uygulayamadıkları bir demiryolu yapını imtiyazı almayı başardılar[15].
Osmanlı Devleti'ne karşı sistemli bir politika takip eden İtalya, I. Dünya Savaşının başlamasından hemen sonra tarafsızlığını ilan etti[16]. (2 Ağustos 1914) tarafsızlığını ilan ettikten 3 ay sonra sağ ve sol kesimlerden İtalya'nın savaşa girmesi için baskılar yapılmaya başlandı[17]. Milliyetçilere göre de, Adriyatik'teki İtalyan üstünlüğünün devam ettirilmesi için savaşa Avusturya'nın karışında girilmeliydi [18]. 1915 yılına gelindiğinde İtalya'nın savaşa hangi tarafta gireceği netleşmeye başladı. Bu arada, İngiliz ve Fransız donanmalarının Çanakkale Boğazı'nı zorlamaları İtalya'da endişe yarattı[19]. Roma Hükümeti, Osmanlı Devleti'nin Çanakkale seferi ile yıkılıp hemen paylaşılacağı düşüncesindeydi. o nedenle, savaşa girmediği takdirde İtalya'nın pay alamayacağı endişesindeydi[20]. Ayni donemde İngilizler de İtalya'nın savaşa kendi yanlarında girmesi İçin çabalıyorlardı[21].
İtalya İçin savaşa hangi blokta gireceğinden çok, savaş sonunda neler elde edeceği ve isteklerini hangi taraf kabul ettireceği daha önemliydi. İtalya ile İtilâf Devletleri arasında 26 Nisan I915'te gizli Londra Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla İtalya, bir ay İçinde savaşa İtilâf Devletleri yanında katılmayı kabul etti. Londra Antlaşması'nın 9. maddesi İtalya'nın Osmanlı topraklarındaki menfaatleri hakkındaydı[22].
Londra Antlaşması ile Avusturya'ya karşı da istediklerini elde eden İtalya, 23 Mayıs I915'te bu ülkeye, 21 Ağustosta da Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti[23]. İngiltere ve Fransa, Ortadoğu bölgesini, 26 Nisan 1916 tarihli gizli Sykes-Picot Antlaşması ile paylaştılar, iki ülke arasındaki görüşmelerden şüphelenen İtalya, İngiltere'nin; “Müttefikler arasında olup biteni öğrenmek istiyorsa, Almanya'ya karşı da savaşa girmesi gerektiği" yolundaki önerisi üzerine bu devlete 28 Ağustos I916'da savaş ilan etti.
Almanya'ya karşı da savaşa giren İtalya, Anadolu'da daha geniş bir bölgenin kendisine verilmesi hakkındaki iki notayı 19 ve 20 Ekim I916'da İngiltere, Fransa ve Rusya'ya verdi. Müttefikleri 29 Ocak 1917'den itibaren İtalya'nın yeni taleplerini görüşmeye başladılar. Uzun görüşmelerden sonra bir memorandum imzalandı. (8 Ağustos 1917) Stjean de Maurienne görüşmelerinin esas alındığı bu memoranduma göre: Rus hükümetinin de onaylaması şartıyla İtalya'ya İzmir vaat edildiği gibi, İzmir'in kuzeyi, Afyon'un güneyi, Kızılırmak'tı güney kavsi ve yakınları, buradan Mersin'in batısından Akdeniz'e uzanan bir hatun İçinde kalan Güneybatı Anadolu da İtalya'ya taahhüt edildi[24]. Savaşın sonunda İtalya da galip bir devlet olmasına rağmen büyük zarara uğramıştı. Bunların telafisi ancak dış politikada kazanılacak ba- şanlarla mümkündü.
I- Mondros Mütarekesinden Sonra İtalya'nın Türkiye Politikası ve İşgalleri: Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918'de imzaladığı Mondoros Mütarekesi ile büyük umutlarla girdiği I. Dünya Savaşı'ndan mağlup ayrıldı. Mütareke'nin imzalanmasından hemen sonra İtalya ve müttefikleri Osmanlı Devleti hakkında daha önce vermiş oldukları kararları uygulamak için harekete geçtiler. İngiliz Yarbay Murphy, İtilâf ordusunun öncüsü olarak 7 Kasım 1918'de İstanbul'a gelirken, İtalyan torpidoları yanlarında iki nakliye gemisi olduğu halde tersaneye asker çıkararak yönetime el koydular[25]. Bundan kısa bir süre sonra, 13 Kasım'da İstanbul'a gelen İtilâf donanmasından karaya çıkan kuvvetlerden 470'i İtalyan askeriydi[26].
Bilindiği gibi İtilâf Devletleri, Mütareke'den sonra İstanbul'daki işlerini "Yüksek Komiserler" vasıtasıyla yürütmüşlerdir. İngiltere bu göreve, Mütareke'yi İtilâf Devletleri adına imzalamış olan Amiral Calthorpe'u, Fransa Amiral Amet'yi ve İtalya da Kont Carlo Sforza'yı getirdiler. İtalyan temsilci Sforza, 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelerek görevine başladı[27].
İtilâf donanmasının İstanbul'a gelmesinden sonra; İtilâf Devletleri'nin başkenti taksimlerinde İtalyan bölgesi, Çengelköy'den Kandilli'ye kadardı. Kuleli Askerî Lisesi'ni karargâh yaptılar[28].
Mütareke sonrası İtalya'nın Türkiye politikasının mimarlarından ve bu politikanın uygulanmasına en az Roma'dakiler kadar etkili olan, İtalya'nın İstanbul’daki yüksek komiseri Kont Sforza Osmanlı Devleti'nin tablosunu şöyle tasvir etmiştir. "Gerçek şuydu: Türkiye hiç de ölü değildi. Asıl Türkiye sadece geçici olarak batmıştı ve ipe çok fazla asılacak olursak elimizden kurtulacaktı. İstanbul'un sahipleri olarak kalabilirdik, lâkin harikulade boş bir evin sahipleri olurduk. Türkiye'nin faal kuvvetleri Anadolu içlerine, yani ulaşamayacağımız yerlere çekilip sonra bizi karşılarına alabilirlerdi. Bu durumu ilk andan itibaren Roma'daki hükümetime ve Paris'teki Dörtler Meclisi’ne ilettim. Ancak ve ancak bize her türlü menfaati getirecek ama Türkiye'nin parçalanıp bölüşülmesine yönelik hiç bir düşünceyi kapsamayan erken ve şerefli bir barış için çalışarak ülkeme hizmet edebileceğimi açıkça ifade ettim.
Savaş sırasında tasarlanan ve Paris'te görüşülmekte olan Türkiye'yi nüfuz bölgelerine ayırma planlarını biliyordum. Bu nedenle görüşümün hemen tasvip edilip benimsenmesini beklemedim. Dâvâm ve siyasetim Signor Orlando ve Baron Sonnio'nun sessiz fakat sâdık desteğini aldı. Öngörümün hatalı olduğu ortaya çıküğı takdirde reddedileceğimi söylediler, ben de buna memnuniyetle razı oldum[29].
"Türklere, sömürgeci olarak değil, bir dost olarak geldiğimi göstermeyi arzu ediyordum"[30]diyen Sforza, İtalya'nın Türkiye'ye karşı izlemesi gereken politikanın ana hatlarını da şu şekilde tespit etmiştir: "İtalya, Türkiye'nin bütününe endüstirisi için bir pazar olarak bakmalıdır. Bu yüzden bir çatışmaya karşı çıkmalıdır. Bunun için de Türkiye ile, her iki taraf için de tatminkâr sayılacak bir barış yapmayı kabul ve arzu etmenin gerekli olduğuna ve Türklerin hoşnutluğunu kazanmanın bizim için elde edilmesi mümkün olan tüm menfaatlerin en güveniliri olacağına inanıyordum"[31].
Sforza İstanbul'da bulunduğu zaman zarfında 3 yönlü bir politika izlemiştir. Birincisi; Osmanlı hükümetlerine yönelik resmî politika, İkincisi; Müttefikleriyle ilişkiler, Üçüncüsü de, nüfuzlu Türk aydınlarıyla şahsî dostluklardır. İtalya da galip bir devlet olmasına rağmen, Osmanlı hükümetleri üzerindeki baskısı ve ağırlığı İngiltere ve Fransa ile kıyaslanamayacak kadar azdı. İngiliz ve Fransızların propaganda için gazete çıkardıkları İstanbul'da[32]burada yaşayan en kalabalık Batılı topluluğa sahip olan İtalya'nın[33] temsilcisi olarak Sforza, kurduğu dostluklarla ülkesinin etkinliğini artırmak istemiş ve bunda da kısmen başarılı olmuştur. Türk subayları ile de iyi ilişkiler kurmaya dikkat eden Sforza[34], İstanbul'da Mustafa Kemal Paşa ile de görüşmüştür[35].
I. Dünya Savaşı bittikten sonra barış konferansının Paris'te toplanmasına karar verildi. Barış görüşmeleri bir yerde İtilâf Devletleri'ne yapılan vaatlerin meşrulaştırması anlamına geldiğinden, menfaat çatışmaları beraberinde rekabet getirdi. Kendilerine Anadolu'da vaat edilen yerlerin verilmeyeceğinden endişe eden İtalyanlar müttefiklerine karşı da kuşkuluydular. Gerçekten de İngiltere, Yunanistan'ı, İtalya'yı Akdeniz'de kendisine rakip olarak gördüğü İçin destekledi[36], Venizelos'un, konferansa 30 Aralık 1918'de sunduğu bir muhtırada, Anadolu'da daha önce İtalya'ya vaat edilmiş bölgeleri talep etmesi ve Adriyatik konusunda da Amerika'nın İtalyan isteklerine karşı çıkması Türkiye politikasında önemli değişikliklere yol açmıştır. Türkiye politikasını, müttefiklerinden büyük oranda bağımsız hale getiren İtalya, Türklere daha fazla yaklaşmış ve menfaatlerini korumak için yalnız başına hareket etmiştir. Konferansta Adriyatik ve Anadolu hakkında umduğunu bulamayan İtalya, Anadolu'da işgallere zemin hazırlamak mahiyetinde faaliyetlerde bulunmuştur. Bu çalışmalarla İtalya'nın hedefi; bölgeyi ve insanlarını tanıyarak tepkilerini ölçmek ve kendisini onlara alıştırmak, hak iddia ettiği topraklardaki faaliyetleriyle müttefiklerine varlığını kabul ettirmek ve nihayet gelecekteki işgallerine zemin hazırlamaktır. İzmir. Marmaris, Fethiye, Bodrum ve Antalya gibi daha sonra İşgal edecekleri bölgede mütarekeden hemen sonra faaliyete geçmiş olan İtalyanlar Antalya'yı 28 Mart I919'da "güvenlik ve halkın talebi" gerekçeleriyle İşgal ettiler[37].
Antalya'nın işgalinde müttefiklerinin tepkisine aldırmayan İtalya, Anadolu'da yeniden harekete geçerek Konya'ya asker gönderdi. Haydarpaşa'dan trenle hareket eden ve Albay Giuseppe di Bisogno'nun komuta ettiği 500 kişilik ve makinalı tüfeklerle donatılmış olan bu birlik 24/25 Nisan 1919 gecesi Konya'ya vardı. 24 ve 26 Nisan'da gönderilen yeni kuvvetlerle bu birliğin mevcudu 15OO'e çıkartıldı[38]. Barış Konferansı'nda İzmir'in Yunanlılar tarafından işgaline izin verilmesinden sonra İtalyanlar, Menteçe sahillerini 11 Mayıs 1919 günü erken saatlerden itibaren İşgal etmeye başladılar. İtalyanların: Ege İşgal Kuvvetleri Komutam General Elia yonetiminde[39] İşgal ettikleri ilk Menteşe sahili Fethiye'dir[40]. Aynı gün Bodrum da, Fethiye gibi İşgal edilmeye başlandı. Coatit torpidosundan karaya çıkan 60 İtalyan askeri Bodrum'u İşgal etti[41] Marmaris de Fethiye ve Bodrum gibi 11 Mayıs 1919 günü İşgal edildi [42].
Menteşe sahillerini İşgal eden İtalyanlar güneye yönelerek, İzmir'in İşgalinden önce, hem kendi İşgal sahalarını genişletmek hem de İzmir 'e çıkacak Yunan kuvvetlerinin kendi bölgelerine doğru genişlemesini önlemek amacıyla 14 Mayıs günü Kuşadası ve Selçuk istasyonunu İşgal ettiler[43]. İzmir'in Yunanlılar tarafından İşgali, Dışişleri Bakam Sonnino'nun ifadesiyle, "İtalya hükümetini bazı girişimlerde bulunmaya sevk etti[44]. Sonnino'nun kastettiği "girişim"in İşgal olduğu çok geçmeden görüldü. 16 Mayıs'ta iki İtalyan subayının idaresinde ve 262 kişiden oluşan bir birlik Afyon'a giderek istasyonu denetim altına alırken, bir subay komutasındaki 50 asker de Akşehir istasyo- nuna yerleşti[45], İtalyanlar, Afyon ve Akşehir'i kontrolleri altına aldıkları gün, Milas'ın iskelesi olan Güllük'e de 16 Mayıs'ta asker çıkardılar[46].
Kuşadası'nı İşgal ettikten sonra Söke'ye yönelen İtalyan komutanı Alessandro Ciano'nun keşfi gezisinin ardından[47] Söke de 17 Mayıs'ta, 3 subay ve 200 askerden oluşan birlik tarafından İşgal edildi[48]. İtalyanlar 5 Haziran günü, bir tuğgeneralin idaresinde ve 4 makinalı tüfek ile 200 kişilik piyade kuvvetiyle Ahiköy (Yatağan) ve Çine'yi işgal ettiler[49]. Antalya'yı işgal ettikten sonra İtalyan komutan A. Ciano ve temsilci Agostini Ferrante'nin 8 Nisan'da Burdur'a giderek mutasarrıfa Fransızca bir kâğıt imzalatmak istemiş fakat kabul etmemişti. Bu, daha o zaman İtalyanların Burdur hakkındaki niyetlerini gösteriyordu. Önceliği Menteşe sahillerine vererek işgalleriyle Yunanlıların kendi bölgelerine doğru genişlemesini önledikten sonra tekrar Burdur ve İsparta'ya yöneldiler. Haziranın ortalarında Antalya'ya yapılan yeni çıkarmadan sonra İtalyan birlikleri Burdur istikametine ilerlemeye başladılar. 28 Haziran'da Burdur'u da herhangi bir direnişle karşılaşmadan işgal ettiler[50]. İtalyanların güneybatı Anadolu'daki işgallerinde son durak Muğla'dır. Nihayet 23 Temmuz 1919'da Muğla da İtalyanlar tarafından işgal edildi. İşgal askerî ve mülkî makamlar tarafından protesto edildi[51].
II- İtalyan İşgalleri ve Osmanlı Devleti: İtalyan işgallerine karşı fiili bir direnişi kesinlikle benimsemeyen Osmanlı Hükümeti, işgallere karşı yazılı ve sözlü protestolar ve mitinglerle tepki gösterilmesini tavsiye etmiştir. Asıl dikkat çeken nokta, hükümetin işgallerin mahiyetini yanlış anlaması ve o şekilde göstermeye çalışmasıdır. Bunun tipik bir misalini Antalya'nın işgalinde göstermiştir. Dâhiliye Nezareti Antalya Mutasarrıflığına gönderdiği 31 Mart 1919 tarihli zeylde "Asker ihracanın işgal mahiyetini haiz olmayub inzibatın temininde hükûmet-i mahalliyeye muavenet maksadına müstenid olduğunu"[52] yazdı. Osmanlı Devleti, Menteşe sahillerinin işgalini de Antalya'nın işgalinde olduğu gibi kabullenmekten başka bir şey yapmamıştır. Aslında istediği halde işgalleri önleyememiştir. Dâhiliye Nâzın, işgali bildiren Aydın vilayetine 12 Mayıs'ta verdiği cevapta, "İtalyanların hareketinin evvelce haber alındığından Hâriciye Nezareti'nce teşebbüsât-ı siyasiyenin yapıldığını"[53] bildirdikten sonra, Menteşe Mutasarrıflığı'na "protestonun muvafık olduğunu"[54]ve "Hâriciyece icra edilecek teşebbüsât-ı siyasiye neticesinin bildirileceğini"[55] yazdı. 14 Mayıs tarihli şifreye 17 Mayıs'ta verilen cevapta nezaret, daha gerçekçi davranarak "İtalyanların vürudunun protesto edilmesinin ve onlara dostane mumamele etmenin caiz olmadığını"[56] bildirdi, işgalleri, İtalyanların niyetini önceden bildiği halde önleyemeyen Osmanlı Hükümeti, Menteşe Mutasarrıflığına 24 Mayrs'ta gönderdiği şifrede şunlar yazdı: "İtalyan İşgali de Yunan İşgali gibi hak-şikenane ve gasbane bir tecavüzdür. Fakat biz bu tecavüzlere karşı ancak siyaseten mukabele edebiliriz. Sizce vazife-yi hamiyet, siyaseten fazla çalışmak ve asla harb ve darbe ve hatta kuru münazaa ve münakaşaya girişmemektir. Mamafih, fırsat düştükçe ahalimize de bu istilaların fenalıklarım anlatınız ve bunların sulh konferansınca def'i İçin elden ne gelirse yapıldığını da söyleyiniz[57] Menteşe sahillerinin İşgali hakkında hükümetin başında da yer alan bir açıklamayla işgallerin geri aldırılması için İtalya Yüksek Komiserliği nezdinde girişimde bulunduğu duyu- ruldu[58].
İtalyan işgalleri 29 Haziran'da Meclisi Vükelâ toplantısında görüşüldü, "İtalyanların Konya vilayetinde küllî asker ve mühimmat şevkiyle mütemadiyyen ilerlemekte olmaları ve sefk-dima sebep vermekte oldukları ve ahali-i vilayetin pek ziyade teessür ve heyecan içinde bulunduğu" görüşüyle gündeme getirilen konunun görüşülmesinden sonra aşağıdaki karar alındı: "İtalyanların ekseriyet- azimesi Türk ve Müslüman olan vilayeti mezkuredeki hareket-i vakıası mütarekenâme ahkamına ve Wilson prensiplerine külliyeli muhalif olmakla beraber bu babda ne Paris Sulh Konferansi'nın bir karar mevcud ne de düvel-i mütelife tarafından bu yolda bir teblig-i musiye olmadığı cilietle minküî-il-vücûh şâyan-ı tecviz görülmeyeceği der-kâr bulunan sâ-lif-üz-zikr harekât-ı askeriyeden dolayı düvd-i mezkure mümessilleri nezdinde acilen protestoda bulunulması ve Paris'teki murahhaslarımıza da mâlumat verilmesi... [59]
III- İtalyan İşgal Siyaseti: Trablusgarb Savaşından sonraki çalışmalarla "hedef coğrafya" haline gelen, gizli anlaşmalarla "vaat edilmiş" topraklar olan Güneybatı Anadolu bölgesini Mütarekeden sonra İşgal eden İtalya, bölgeyi ve halkı kazanmaya yönelik bir politika izlemiştir. Bu politika, Türklerin dostluğunu kazanmak suretiyle bölgenin kolonileştirilmesini hedefliyordu. İtalya’nın Anadolu'daki İşgal bölgelerinden beklentisi ekonomik çıkar sağlamaktı[60]. İtalya bakımından bu amacın gerçekleşmesi Anadolu'da izleyeceği politikanın başarılı olmasına bağlıydı.
Milli Mücadele döneminde İtalyan işgalleri gündeme geldiği zaman; o döneme ait kaynakların ve İtalyan İşgali altındaki bölgelerde yaşamış insanların buluştukları ortak nokta, "İtalyanların Türklere karşı çok iyi davrandıkları"dır. Bir anlamda gerçeğin ifadesi olan bu tespit, sistemli bir politikanın dile getirilmesidir. Osmanlı Devleti makamları arasındaki yazışmalarda, halkın sevgisini ve dostluğunu kazanmak anlamında "siyaset-i muslihane"[61], olarak nitelenen bu siyasetin mimari da, İstanbul’daki yüksek komiser Sforza'dır. Sforza, Antalya'yı İşgal eden birliklerine "halka karşı iyi davranmalarını ve baskı yapmamalarım" tavsiye etmiştir[62]. Bu tavsiyenin uygulanması İtalyan işgallerine karşı halktan ve mahalli yetkililerden direniş gösterilmemesi gibi bir sonucu doğurdu.
İtalyan işgallerine karşı mukavemet edilmemesi üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Yunan işgallerine karşı bölge İnsanının varını yoğunu ortaya koyarak direndiği bir gerçektir. Oysa halk İtalyan işgallerine karşı direnmek bir yana. Yunan İşgal tehlikesine karşı İtalya'yı bir kurtarıcı olarak görmüştür. Bu iki devletin İşgal politikaları, halka karşı tutumları ve Anadolu toprakları hakkında besledikleri niyetlerle yakından ilgilidir. Halkın İtalyan işgallerine karşı silaha sarmamasında Osmanlı Hükümetinin tavrı da etkili olmuştur. Ancak, Trablusgarb Savaşı gündeme geldiğinde, İtalya da sicili temiz olmayan ve Osmanlı topraklarında gözü olan bir devletti. Bu durum dikkate alındığında Türk aydınlarının İtalya'ya güveni yoktu[63]. Bununla birlikte bu savaştan hemen sonra Anadolu'nun geniş bir bölümünü gezen İtalyan yazar Giuseppe Bevione'nin belirttiğine göre, halkta İtalyanlara karşı bir düşmanlık hissi yoktu[64],. Bundan daha önemlisi İtalyanların halka karşı bu donemdeki tutumlarıydı. Aslında İtalya'nın halka karşı iyi davranması kendilerinin de yararınaydı. İtalyanlar İçin caydırıcı olacak bir Yunan örneği önlerinde duruyordu. Şayet İtalyanlar da. Yunanlılar gibi işgallerini kanlı bir şekilde yapmış olsalardı, Türklerin onlara karşı da silaha sarılması kesindi. Nitekim İtalya bunu Trablusgarb'da yapmış ve karşılığını da görmüştü ve ders de almıştı. İşgal döneminde Söke'de bir konuşma yapan İtalyan birliklerinin komutam Yüzbaşı Luca şunları söylemiştir: "Bir memleket kalben fethedilmelidir. Biz, Trablusgarb Savaşında bunun tersini yapmakla büyük bir hata yaptık ve bunun acısını hâlâ çekiyoruz"[65]؛, İtalyanlar. "Dostane ilişkiler" ve "Temiz Eller Politikası"[66] sayesinde Türklerin "evlerinin" kendilerine açılacağını ve böylece ekonomik etkinlik kuracaklarını[67]’ düşünerek, kendilerini Türklere karşı bir "şule-i ümid[68] olarak sunmak istediler. Halka iyi davrandılar [69], işgalleri altında bulunan bölgede güvenliği sağladılar[70]. İşgal bölgelerinin Kuvâ-yı Milliye birlikleri tarafından kullanılmasına göz yumdular. Böylece, işgalcilerle İşgal edilenler arasında bir "sempati"' oluştu[71] Bu sempatinin oluşmasında en etkili faktör, İtalyanların her fırsatta işgallerinin "geçici" olduğunu söylemeleridir[72]. Bu, doğru olmamakla birlikte Türklerin tepkisini önlemiştir. Halkın tepkisini çekebilecek hareketlerden ısrarla kaçman İtalyanlar, halkın manevi değerlerine önem vermişlerdir, İtalyanlar, başta Antalya olmak üzere işgalleri altındaki bölgelerde okullar, hastahaneler açtılar. İtalya'dan getirdikleri mallan sattıkları halkı kendilerine bağımlı hale getirmeye ve o günün şartlan İçinde bir tüketim toplumu yaratmaya gayret ettiler. Himaye vesikaları ve kuşaklar dağıtarak egemenliklerini artırmaya çalıştılar. Burdur Askerlik Şubesi Başkanlığı'ndan ikinci Ordu Müfettişliğine 15 Temmuz I919'da yazılan bir tahrirata göre: "Antalya'da İtalyan kurumlar : Telsiz-telgraf istasyonu, okul, hastahane ve İtalyan malları satılan 4 mağazadır. Mağazalar rayiç üzerinden mal satmaktadır. Müslüman ve Rum çocukların devam ettiği okulda eğitim ücretsizdir, çocuklara kırtasiye ve çikolata verilmekte ve okula gitmeleri teşvik edilmektedir. Muayene ve tedavinin ücretsiz olduğu hastaneye Rumlar gitmiyorlarsa da, İslamların ve özellikle memur ve fukaraların müracaatı çoğalmaktadır[73], İtalyanlar, Konya'da Alaaddin Tepesi'ne bir telsiz-telgraf istasyonu kurmuşlar[74], Antalya-Burdur arasına telgraf hattı çekmişler[75], Burdur'da hükümet binası karşısında[76] ve Muğla'da postahaneler açmışlardır[77]. Burdur'da da bir dispanser açan İtalyanlar, halkı ücretsiz tedaviye başlamışlar, çocuklara çikolata, İtalyan kartları dağıtarak halkı kendi yanlarına çekmeye çalışmışlardır[78]. İtalyan propagandası cahil halkı etkilemiştir[79]. Fakat bu etki yalnızca halkla sınırlı değil. Antalya'da bazı eşrafı da kendi yanlarına çeken İtalyanlar[80], bazı görevlilerin de kendileriyle İşbirliği yapmasını sağlamışlardır. Subayları, çeşitli hediyeler vererek elde etmek istemişler[81], Türk askerlerine ayakkabı ve elbise vermişlerdir[82], İtalyanlar, İşgal bölgelerinde yaşayan halktan isteyenler "Himaye Vesikası"[83] (EK-1) ve İtalyan bayrağı renginde kuşaklar dağıtmışlardır[84].
Aslında halkın İtalyanlara yakınlık göstermesinin anlaşılabilir nedenleri vardı. En önemlisi, bir İşgal ordusu gibi davranmamasıydı. Türk halkı; önünde Yunanistan gibi kotu bir örneğin olduğu donemde İtalya'nın kendisine değer veren politikalarından etkilenmekle kalmamış. Yunan İşgal tehlikesinin yaklaştığı bazı yerlerde İtalyanlara başvurularda bulunmuştur[85]. Halkı böyle bir yola sürükleyen temel nedenin canlarını koruma isteği olduğu açıktır. Öte yandan İtalyanlar, halkın zayıf noktalarını çok iyi tespit etmişler ve bundan da yararlanmak istemişlerdir. Okul, hastane, postane gibi kuramlarla halka hizmet verirken kendi propagandalarını da yapmışlardır. Bundan başka, Yunan işgal bölgelerinden göç etmek zorunda kalan halk İtalyan işgal bölgesine sığınmıştır. İtalyanların bu yaklaşımı o günün şartlarında, Türklerde İtalyanlara karşı, gerçek niyetleri dikkate alınmadan ve "ehven-i şer" olarak gördükleri için bir sempati oluşturmuştur.
Hastane, postane gibi sosyal kuramların yanısıra İtalyanların işgal bölgelerinde açmaya önem verdikleri bir diğer kuruluş da banka şubeleridir. Bankayı, Doğu'da yayılmanın öncüsü olarak gördüğüne daha önce işaret ettiğimiz İtalyanlar, işgalden sonra da çeşitli banka şubelerini açtılar. Antalya'da Banco di Roma ve Banca Commerciale'nin[86], Konya[87] ve Söke’de yine Banco di Roma'nın şubeleri açılmıştır[88]. İsparta'ya gelen bir İtalyan heyeti, "Banco di Roma'nın halktan isteyenlere kredi vereceğini" söylemiştir[89]. Tıpkı Trablusgarb'da olduğu gibi, özellikle Banco di Roma, bu bölgede İtalya'nın siyasî hâkimiyet kurması için bir öncü olarak faaliyet göstermiştir.
IV- Heyet-i Temsiliye Dönemi ve İtalya'nın Millî Mücadele Hareketine Karşı Tavrı: Bilindiği gibi Mustafa Kemal Paşa Dokuzuncu Ordu müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktıktan sonra, Anadolu'da başlamış olan Millî Mücadele hareketini örgütlemek için çalışmaya başlamıştır. Bu çerçevede 21/22 Haziran 1919'da Amasya Genelgesi yayınlanmış, Erzurum Kongresi M. Kemal Paşa'nın başkanlığında toplanmıştır. (23 Temmuz - 7 Ağustos 1919) Erzurum'da bulunduğu günlerde askerlikten istifa eden Mustafa Kemal Paşa kongreden sonra oluşturulan Heyet-i Temsiliye'nin başkanlığına seçilmiştir. Erzurum'dan sonra Sivas'a geçen M. Kemal Paşa, Anadolu'nun her yanından gelen delegelerin katılımıyla toplanan kongrenin de başkanlığını yapmıştır. (4/11 Eylül 1919) M. Kemal başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye, TBMM'nin açılışına kadar. Millî Mücadele hareketinin âdeta geçici bir hükümeti gibi görev yapmıştır.
Mustafa Kemal Paşa Anadolu'ya geçtikten hemen sonra İtalyanların dav- tanışlarını yakından takip etmeye başlamıştır. Ordu müfettişi olarak XV. Kolordu Komutanlığına 24 Haziran I919'da gönderdiği telgrafta, "Antalya'da İtalyanların kuvvetlerini devamlı artırmalarına[90] dikkat çeken M. Kemal Paşa, Bursa'da 56. Tümen komutanı Bekir Sami Bey'e 10 Kasım I919'da gönderdiği cevabi telgrafta İtalyanlar hakkında şunları yazmıştır: "İtalyanlar kendi zaaflarını bildikleri İçin memleketimizin kuvvetlenmesini istemezler. Fakat kuvvetli bir devletin himayesine, muzaheretine girdiğini de arzu eylemezler. Bu sebeple Antalya havalisini elden çıkarmamaya gayret etmektedirler[91]. 1920 yılına girilirken Konya'da Bağdat Oteli'nde düzenledikleri yılbaşı eğlencesine Türkleri de davet eden İtalyanların [92], 13/14 Ocak 1920 akşamı Oğüd Gazetesi matbaasını İşgal etmeleri[93] Heyeti Temsiliye ile İtalyanlar arasında kısa sureli bir bunalımın yaşanmasına yol açmışsa da, Nasihat adında yeni bir gazetenin çıkarılmasıyla gerginlik yatıştırılmıştır. TBMM'nin açılmasından önce Heyet-i Temsiliye ile İtalya ilişkilerini gerginleştiren bir olay da, Antalya'da bir Türk'ün İtalyan askerleri, bir İtalyan subayının da Muğla-Milas karayolunda bir Türk tarafından öldürülmesidir [94].
Anadolu'da M. Kemal Paşa liderliğinde yürütülen bağımsızlık savaşını İtalyanlar, istiklali için, meşru otoritenin rızası dışında ölümü göze almış bir milletin savaşı olarak görüşmeler ve gıpta ile izlemişlerdir. Bununla birlikte, İtalyanlar, bir anlamda kendilerine de karşı olan bu savaşı, sonucunun beklentileriyle de yakından ilgisi olduğunu bildiklerinden kuşkuyla takip etmişlerdir. Milli Mücadele hareketine İtalyan kamuoyunun ve Anadolu'daki İtalyanların bakış açıları paraleldir. Dolayısıyla İtalyan kamuoyunun savaşa yaklaşımı Anadolu'daki İtalyanları, Anadolu'daki İtalyanların savaşa karşı tutumları da İtalyan kamuoyunu etkilemiştir.
İtalyan kamuoyunun dikkatlerinin Anadolu'ya çevrilmesine neden olan ilk olay, İzmir'in işgalinden sonra Sivas'ta bir kongrenin toplanması olmuştur[95], incelediğimiz İtalyan kaynaklarının Anadolu'daki savaş hakkında oldukça gerçekçi değerlendirmeler yaptıkları görülmektedir. Savaş hakkında ortak bir takım görüşler ileri sürülmüştür. İlki, M. Kemal Paşa önderliğindeki Milliyetçilerin işgal altındaki İzmir’in ve Anadolu topraklarının kurtarılması için savaştıklarıdır[96]. M. Kemal hareketi, "Panhelenizm hastalığı"[97]olan "Yunan ve Venizelos emperyalizmi"ne[98] olduğu kadar, İtilâf Devletleri'ne[99] ve özellikle de İngiltere'ye karşıdır[100]. Çünkü, savaştan sonra Türkiye'deki İngiliz politikasını yürütenlerin yanlışlıkları[101] ve Çanakkale'ye Anzakları gönderen İngiltere'nin İzmir'e Yunanlıları göndermesi[102]"Türk Milliyetçiliğinin dirilmesine"[103] yol açmıştır. İngiltere, Yunanlıları, "Büyük Yunanistan" idealiyle İzmir'e göndermiştir. "Ancak aslında bu, Yunanlıların trajik Anadolu maceralarının da başlangıcıydı"[104].
İtalyan kamuoyunun görüş birliğinde olduğu bir diğer nokta da, bazı kaynaklarda Rauf Bey'in de ismi geçmekle birlikte, Millî Mücadele hareketinin liderinin M. Kemal Paşa olduğu ve Anadolu’da iki hükümetin bulunduğudur. "Vatanlarının özgürlüğü için Don Kişot’un şövalye ruhuyla savaşan Türk askerleri"[105]"özgür ve bağımsız bir devlet için isyan eden"[106] ve hareketini, "vatan sevgisi ve millî iradeye" dayandıran ve "yüce bir hedef'[107]uğrunda savaşan M. Kemal Paşa tarafından komuta ediliyordu. İtalyan kamuoyu, birisi İstanbul'da, "meşru" diğeri Ankara'da "âsi"[108] iki hükümetin bulunduğunu yazarken doğru bir tespitte bulunmuştur. Bu nedenle M. Kemal Paşa, müttefiklerle olduğu kadar İstanbul Hükümeti ile de savaş halindeydi[109], İstanbul Hükümeti İstanbul'a hâkimdi, ama, "İstanbul Türkiye Türkiye de İstanbul değildi"[110]Panislamist bir politika izlemeyen[111] Ankara Hükümeti Anadolu'yu işgalden kurtarmak için savaşıyordu ve "Millî Türk Devleti"[112] karakterindeydi. İtalyan kamuoyunun bir bütün olarak Anadolu hareketini değerlendirirken gerçekçi bir yaklaşım içerisinde olduğunu gördük. Ancak bunların içerisinde bir kaynağın teşhislerinin çok çarpıcı ve bir o kadar da önsezi ile yazıldığı, gelecekteki olaylarla ispatlandı. Anadolu'ya bir kaç kez gelen ve Antalya'nın işgal edildiği dönemde şehirde bulunan Biagio Pace ülkesine döndükten sonra, Anadolu'daki İtalyanların durumu hakkında bir makale yazmıştır. Pace, Şubat 1920'de yazdığı bu makalede, Sivas Kongresi'ni, "Eylül Devrimi" (La rivohızione del settembre) [113] olarak değerlendirmiştir. Bu makalede yer alan şu satırlar da dikkat çekicidir: "M. Kemal Paşa ve Rauf Bey önderliğinde gelişen bu askerî hareket, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgaline karşı bir direniştir. Bu devrimin amacı; İstanbul Hükümeti'nin rızası dışında olarak, barış konferansının muhtemel kararlarına karşı direnen yeni bir devlet kurmaktır." [114].
Millet iradesine dayanan bir meclisin İstanbul'da toplanıp ve Misak-ı Millî'yi kabul ve ilan etmesine tahammül edemeyen İtilâf Devletleri ve yüksek komiserler arasındaki görüşmeleri Milliyetçilere bildiren İtalyanlar٠[115] İstanbul'un işgal edileceğini de haber vermişlerdir. Ayrıca, "Kuvâ-yı Millîye önderlerinin tutuklanmaları konusunun müzakere edilerek kabul edildiğini bundan dolayı bu gibi kişilerin bir an önce İstanbul'dan uzaklaşmaları gerektiği" konusunda uyanda bulunmuşlardır[116]. Rauf Bey'in "blöf[117] olarak değerlendirdiği bu haberin doğru olduğu bir kaç gün sonra sonra, 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgal edilmesiyle ortaya çıkmıştır.
V-TBMM ve İtalya: İstanbul'un 16 Mart 1920'de müttefikler tarafından işgali, M. Kemal Paşa'nın, Meclis'in burada güvenlik içerisinde çalışamayacağı düşüncesinde haklı olduğunu göstermiştir. İstanbul'un işgalini bir fırsat olarak değerlendiren M. Kemal Paşa, 19 Mart'ta vilayetlere, müstakil sancaklara ve kolordu komutanlarına gönderdiği bir tamimle, "olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara'da toplanması için gerekli seçim hazırlıklarının yapılmasını” bildirmiştir. TBMM 23 Nisan 1920'de açılmıştır. Mayısın ilk haftasında teşkil edilen İcra Vekilleri Heyeti, Millî Mücadele hareketini idare etmeye başlayarak tam bağımsızlık ve Misak-ı Millî ilkeleri doğrultusunda dış ilişkilere girmiştir.
TBMM'nin açıldığı dönemde Anadolu'daki 17.900 askeriyle[118] İtalya da işgalci bir devlet olmasına rağmen Ankara Hükümeti tarafından da "ehven-i şer" olarak görülmüştür. Daha önce de gördüğümüz gibi İtalyanların Anadolu hareketine bakışları, işgal politikaları ve Heyet-i Temsiliye döneminde milliyetçilere yardım etmeleri TBMM ile İtalya at asında, diğer İtilâf Devletleri'ne oranla daha dostça ilişkilerin kurulmasına ortam hazırlamıştır. Tek başına İtalyanlara karşı kötü davranılmamış[119] ve "TBMM Hükümeti İtalya ile kendisi arasında vaziyetin müsaadesi nisbetinde gayet samimi münasebât-ı dostane idamesine taraftar" olmuştur[120]. İki hükümet arasında iyi ilişkilerin kurulması Ankara'nın da işine geliyordu. İtalyanların; işgal bölgelerinin Yunan bölgelerine karşı bir üs olarak kullanılmasına genelde ses çıkarmamaları ve Türk birliklerine lojistik destek sağlamaları Anadolu hareketi için avantajdı. İtalya'nın işgalci bir devlet olması, Ankara Hükümetinin işgalden kurtarması gereken coğrafyanın teorik olarak genişlemesine yol açmıştır. Fakat 1922'de İtalyanların Menderes Bölgesi'ndeki birliklerini geri çekmelerinde görüldüğü gibi, o bölgenin Yunanlılar tarafından işgal edilmesi gibi daha büyük bir tehlikeyi beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla İtalyanların işgalci bir devlet olarak Anadolu'da bulunmaları Ankara Hükümeti tarafından o dönemde bir süre, kabul edilir olmasa da katlanılabilir bir durumdu. Aksi bir tutum, yani İtalya'nın Yunanistan, İngiltere veya Fransa gibi Anadolu hareketini boğmaya yönelik bir politika izlemesi ve o yöndeki çabalara destek olması Ankara Hükümetinin İtalyanlara karşı bir cephe açmasını zorunlu kılardı. Bu durum elbette nihai hedefin (işgal altındaki Türkiye topraklarının kurtarılması) gerçekleşmesini önleyemezdi. Ancak, Doğu'da Ermeni, Güney'de Fransız ve Batı'da Yunanlılara karşı yürütülmekte olan savaşa bir de Güneybatı'da İtalyanlara karşı cephenin açılması Millî Mücadele hareketinin daha çok insan ve zaman kaybıyla sonuçlanmasını doğurabilirdi. TBMM ve başkanı M. Kemal Paşa biliyorlardı ki, özellikle Yunanlılara karşı verilecek savaşın başarıya ulaşması İtalyanlar için de caydırıcı bir etki yapacaktır. Bu nedenle İtalyanlarla ilişkilerin iyi olması; TBMM'nin İtalya'yı diğer İtilâf Devletleri'nden ayrı bir kategoride değerlendirmesi ve İtilâf Devletleri'nden koparıp kendi tarafına çekmesiyle, İtilâf Devletleri blokunu bölme sonucunu doğurmuştur. Nitekim İngiltere hep, İtalya'nın Ankara Hükümetine yaklaşmasının müttefik dayanışmasına yakışmadığından şikayetçi olmuştur[121].
M. Kemal Paşa ve TBMM'nin İtalya ile ilişkilerin dostça bir çizgi izlenmesini istedikleri dönemde, hemen her konuşmasında, "yayabilir ve bağımsız bir Türkiye"den[122] söz eden İstanbul eski yüksek komiseri Kont Carlo Sforza'nın İtalya Dışişleri Bakanı olması iki taraf için de şans olmuştur. İtalya'nın dosduğuna önem veren Ankara Hükümeti, İtilâf Devletleri'nden birisi olmasına rağmen Eylül 1920'de Câmi Bey'i Roma temsilciliğine tâyin etmiş ve M. Kemal Paşa iki ülke arasındaki dostane ilişkilere verdiği önemi Sforza'ya yazdığı 8 Eylül 1920 tarihli mektupta belirtmiştir[123].
T.B.M.M.'nin açılmasından sonra İtalyanların Anadolu'daki muhatabları Ankara Hükümetidir. Gerçi İtalya, Osmanlı Devleti ile resmî ilişkilerin devam etmesine de özen göstermiştir. Fakat Anadolu'daki "de facto" durumu gözardı etmedi. Ankara Hükümeti de, İtalyanlara karşı olayın önem derecesine göre diğer İtilâf Devletleri'ne nazaran bazan daha esnek davranırken, T.B.M.M.'nin hükümranlık haklarım İhlâl edecek olaylarda dalla kesin bir tavır takınmıştır. Kütahya yakınındaki Kaflık istasyonu civarına düşen İtalyan uçağını almak için gelen İtalyan subayına izin verilmediği gibi, [124]İtalyan subayların da diğeri yabancı subaylar gibi kendi İşgal bölgeleri dışında yapacakları seyahatlerde kesin olarak T.B.M.M.'den izin almaları şart koşuldu, [125].
İtalyan kamuoyunun düşüncelerine paralel olarak, Anadolu'daki İtalyan istihbarat subayı Albay Vitelli 1920 Nisanında hükümetine Anadolu'daki durum hakkında gönderdiği raporunda, "Türkiye'de önem verilecek tek kişinin, M.Kemal olduğuna" dikkat çekti[126]. İtalyan Hükümeti, Vitelli’nin raporunu dikkate almış ve Sforza'nın da savunduğu gibi, M.Kemal Paşa ile bir antlaşma yapılması için uğraşmış ama başaramamıştır. Bununla birlikte, en azından Anadolu'daki davranışlarıyla M.Kemal hareketine zorluk çıkarmamışlar, işgalleri altındaki Antalya ve Kuşadası limanlarını. Batı'ya açılmak için bir kapı olarak kullanmalarına göz yummuşlardır[127].
İtalya doğal olarak bütün bunları yaparken kendi menfaatini düşünüyordu. Akdeniz'in kendisi İçin önemli olduğuna inanan İtalya, özgür bir Akdeniz'i o bölgelerde koloniler elde etmenin ve etkinliğini artırmanın ilk şartı olarak görüyordu[128]. İtalya, yeni Türkiye'ye "engin" [129]sempati beslerken, M.Kemal hareketinin bütün Batı için "tehlikesinden"[130]söz eden İtalyanlar da vardı. İstanbul'daki İtalyan ileri gelenlerinden Di Soragna, bu tehlikeyi şöyle açıklıyordu: "Milliyetçiler İngiltere ve Fransa'ya karşı başarı sağlayacak olursa, İtalya'ya ne ticari ne de başka imtiyazlar vereceklerdir. Aksine, çok küstah olacaklar ve 'Türkiye Türklerindir' sloganı daha da güçlenecektir. [131]. Di Soragna, aslında İtal'ya bakımından gerçeği ifade ediyordu. Bu ikilem, savaşın sonuna kadar İtalya'nın bir açmazı olarak devam etmiştir.
VI-Üçlü Anlaşma, Sevr ve İtalya: ilk hazırlıkları Londra'da başlayan Osmanlı Devleti ile imzalanacak barış anlaşması görüşmelerine İtalya'nın San Remo şehrinde 19-26 Nisan 192O'de devam edilmiştir. Osmanlı Devleti'nin bütünlüğünü savunan İtalya Başbakanı Nitti, ülkesinin Doğu politikasının esasinin, "Müslümanları rencide etmemek" olduğunu ifade etmiştir [132]. San Remo konferansında Osmanlı Devleti ile yapılacak barış anlaşmasının taslağı hazırlandığı gibi, İngiltere, Fransa ve İtalya, aralarında imzaladıkları anlaşmalarla Osmanlı Devleti topraklarını nüfuz bölgelerine ayırmışlardır. Bu Üçlü Anlaşmayla (L'Accordo Tripartito) İtalya'ya Anadolu'da ayrılan nüfuz bölgesinin sınırları şöyle tespit edilmiştir: Doğuda; İskenderun Körfezi’nden Lamasu Çayı'na, oradan Erciyes Dağı'na kadar olan bölge. Kuzeyde; Erciyes Dağı'ndan Akşehir istasyonun ve buradan demiryolu, hatun dışında kalmak şartıyla Kütahya'ya kadar ve oradan kuzeybatıya doğru Keşiş Dağı’na ve bu dağdan Ulubat Gölü'ne ve oradan da Edremit Körfezi'ne kadar olan bölge. Batı'da; Kuşadası'nın 5 km. kuzeyinden Meis Adası'na kadar olan sahil şeridi ve oradan Lamasu Çayı'na kadar olan bölge. İtalya'ya, bu nüfuz bölgesinin dışında Ereğli kömür havzasının işletme ile bu imtiyazlara ait taşıma ve gemiye yükleme hakları da verildi; Buna göre 30 Ekim I918'de müttefik veya tarafsız devletler tebaalarının haklarına zarar verilmemek şartıyla Osmanlı tebaasının işletme imtiyazları da. Osmanlı Hükümeti ile anlaşılarak ve tazmin bedeli İtalya hükümetince verilerek satın almak koşuluyla verildi[133]. Böylece İtalya, az eksiklikle de olsa, Londra ve Stjean de Maurinne anlaşmalarıyla kendisine vaat edilen hakları Üçlü Anlaşma ile, müttefiklerine yeniden onaylatmiş oldu[134].
Sforza'nın, "tüm barış anlaşmaları içinde en mantıksızı"[135] olarak değer- lendirdiği Serv Barış Anlaşması 10 Ağustos 192O'de imzalanmıştır. Sevr, İtalyan kamuoyu ve devlet adamları tarafından şiddetle ektirilerek bu anlaşmanın yararsız olduğuna ve uygulanamayacağına dikkat çekilmiştir[136]. Barış anlaşmasının imzalanmasından sonra İtalya İstanbul'a, I.Dünya Savaşı'ndan önce de bu görevi yürütmüş olan Camillo Garroni'yi büyükelçi olarak atamıştır. Görevine 22 Kasım 1920'de başlayan Garroni'nin amacı, Üçlü Anlaşma doğrultusunda İtalya'nın çıkarlarını korumaktı[137]. Serv Barış Anlaşması'na itiraz eden İtalya bakımından Üçlü Anlaşma büyük öneme sahipti. Bu anlaşma ile müttefiklerinin, İtalya'ya vaad edilen yerlere sahip olma konusunda çıkardıkları engeller ortadan kaldırılmış ve hakları kesin olarak güvence altına alınmıştır. Artık İtalya için önemli olan, Üçlü Anlaşma- nın hayata geçirilmesini sağlamaktı. Bunun önündeki en büyük engel ise Ankara Hükümeti idi. TBMM'nin, Sevr'in bir parçası olan bu anlaşmayı kabul etmesi söz konusu değildi. Sevr'den rahatsızlığını her fırsatta açıklamakla Ankara'nın sempatisini kazanmayı uman İtalya'nın Üçlü Anlaşma hakkında herhangi bir olumsuz tutum sergilememesi, Trablusgarb Savaşı'ndan sonraki emeklerinin bir sermeresi olarak görülmesinden ileri gelmiştir. İtalya'ya, İngiltere ve Fransa gibi mandaterlik görevinin verilmemiş olması da, Üçlü Anlaşma'yı ve dolayısıyla Anadolu'yu ön plana çıkarıyordu.
VII- Londra Konferansı ve Bekir Sâmi-Sforza Antlaşması: Osmanlı Devleti ile barış antlaşması imzalanmış olmasına rağmen, TBMM Hükümeti'nin Sevr'i tanımaması ve Anadolu'da Türk-Yunan savaşının devam etmekte olması İtilâf Devletleri'ni yeni çözüm arayışlarına yöneltmiştir.
1921 Ocak'ı Ankara Hükümeti'nin Doğu ve Batı nezdinde etkinliğinin arttığı dönem olmuştur. Milliyetçi kuvvetler Ermenileri yenilgiye uğratmış, Kilikya'da Fransızlara karşı büyük askerî başarılar kazanmış ve bunlardan daha önemlisi, 10 Ocak 1921’de I. İnönü Savaşı'nda Yunan ordularına ağır bir darbe indirmişlerdir. Bu başarılar İtilâf Devletleri'ni ve özellikle İngiltere'yi, Sevr'i ve Türkler hakkındaki siyasetini yeniden gözden geçirmek zorunda bırakmıştır. İtilâf Devletleri temsilcileri 25 Ocak'ta Paris'te toplanmışlardı. İngiltere, Fransa ve İtalya temsilcileri arasında yapılan görüşmelerin sonunda, 21 Şubat'ta İstanbul ve Yunan hükümetlerinin katılacağı bir konferansın toplanması kararlaştırılmıştır. İtilâf Devletleri bu kararı İstanbul Hükümeti'ne bildirdikten sonra sadrâzam Tevfik Paşa Ankara Hükümeti'ne,
Londra Konferansına birlikte katılmayı tekmif etmiştir. M. Kemal Paşa Ankara Hükümetinin konferansa ayrıca çağırılırsa bağımsız bir heyetle katılması yolundaki düşüncesinde ısrar etmiştir. Devreye, "İtilâf Devletleri meyanında kendisinden en az zarar gördüğümüz İtalya"[138] ve Sforza girmiştir. Hâriciye Vekili Bekir Sâmi Bey başkanlığındaki Ankara Hükümeti heyeti bir İtalyan torpidosuyla Antalya'dan hareket ederek 17 Şubat'ta İtalya’ya ulaşmıştır[139]. Konferans, Ankara heyetinin İtalya tarafından resmen davetiyle[140]. 21 Şubat 1921'de başladı. Ankara ve İstanbul heyetlerinin birlikte hareket ettikleri konferansta; Türk heyeti Mîsak-ı Millî'de ısrar ederken, İtilâf Devletleri, özü aynı kalmakla birlikte Sevr'de bazı değişiklikler teklif etmişlerdir. Taban tabana zıt iki tezin çarpıştığı konferansta bir sonuca ulaşılmamıştır. Konumuz bakımından konferansın en önemli özelliği, Ankara Hükümeti'ni temsil eden Hâriciye Vekili Bekir Sâmi Bey'in, Fransızlardan sonra İtalyanlarla da ikili bir anlaşma imzalamasıdır. 12 Mart 1921'de imzalanan 6 maddelik bu anlaşma şöyledir:
- Ankara ve Roma hükümetleri, Osmanlı hükümetinin ve sermayesinin yardımı olmadan Antalya, Burdur, Muğla ve Isparta sancaklarıyla, kısmen Afyonkarahisar, Kütahya, Aydın ve Konya bölgelerinin ekonomik gelişimini sağlamak için işbirliği yapmaya kesin olarak karar vermişlerdir. Ereğli kömür madenlerinde, Türk-İtalyan şirketine verilecek imtiyazının sınırları daha sonra yapılacak bir anlaşma ile tespit edilecektir.
- İmtiyaz, inhisar veya ihtiyari işletme verildiği takdirde şirket Osmanlı kanunlarına uymayı taahhüt eder.
- Türk ve İtalyan sermayeleri mümkün olduğunca işbirliği yapacaklardır. İştirakler %50'ye kadar varabilir.
- İtalya Krallığı Hükümeti, Türk heyetinin, barış antlaşması ve özellikle İzmir ve Trakya'nın Türkiye'ye iadesi konusundaki bütün taleplerini müttefikleri nezdinde müdafaa etmeye söz verir.
- İtalya Krallığı Hükümeti, batışın tasdikinden ve iki ülke arasında ikinci bir antlaşma yapıldıktan sonra Osmanlı topraklarındaki birliklerini geri çekmek için resmi bir güvence verecektir.
- Yukarıdaki şartlar, Türkiye'ye devamlı bir mevcudiyet ve bağımsızlık temin edecek barış antlaşmasının imzalanmasından sonra iki taraf arasında yapılacak bir antlaşmadan sonra yürürlüğe girecektir [141].
Sforza'nın Ankara Hükümeti dışişleri bakam ile yaptığı antlaşma, İtalya'nın, Trablusgarb Savaşından sonra Anadolu politikasında ulaştığı en üst aşamadır. Anadolu hakkındaki taleplerini gizli antlaşmalarla müttefiklerine kabul ettiren İtalya, savaştan sonra yaptığı faaliyetleri işgalle tamamlayarak Anadolu'da geniş bir bölgeyi hakimiyeti altına almıştır. Gizli antlaşmalardaki yorum farklılıklarını Üçlü Anlaşma ile gideren İtalya'nın önündeki en önemli engel Ankara Hükümeti idi. Londra Konferansında imzalanan bu anlaşma ile İtalya, Anadolu'da geniş imtiyazlar almayı şimdilik başarmıştı.
M. Kemal Paşa'nın "izlediğimiz amaç ve ülküyü tam olarak kavrayama- makla"[142] suçladığı Bekir Sami Bey'in Fransızlarla ve İtalyanlarla İmzaladığı anlaşmalar Ankara Hükümet tarafından reddedilmiştir[143].
VIII- Ankara-Roma ilişkilerinin Gerginleşmesi: incelediğimiz dönemde İtalya'nın dış politikasını iki kelime ile ifade etmek mümkündür. "Fedakarlık" ve "Mükafat" İtalya, müttefiklerine karşı izlediği politikada, savaşta yaptığı fedakarlıklardan söz etmiş, karşılığında mükâfât beklemiştir.
Müttefiklerinden istediği desteği bulamayınca Türkiye politikasını bağımsız bir hale getiren ve Milli Mücadele hareketine sempati besleyen İtalya, Ankara Hükümetine, yaptığı fedakarlıkların, mükafatlandırılarak telafi edilmesi gerektiğini her fırsatta dile getirmiştir. 1921 yılına girildiğinde İtalya, önemli problemler yaşıyordu. Sendika hareketleriyle, fabrikaların işçiler tarafından İşgali, komünist hareketlerin güçlenmesi, faşistlerin hükümete yönelik tepkileri, sosyalistler arasındaki anlaşmazlık ve ekonomik kriz[144] İtalya'yı her geçen gün bir felakete sürüklüyordu. Bu bakımdan, İç karışıklıkları sona erdirmek için dışarıda ve özellikle Anadolu'da başarıya şiddetle ihtiyacı olan İtalya, Bekir Sami Bey'le yapılan antlaşma ile buna ulaştığını düşünüyordu. Ancak bu anlaşmanın Ankara Hükümeti tarafından kabul edilmemesi, İtalyanların ülkesine sebep oldu. Aslında, Anadolu'da, "sıtma ve hastalıklar arasında rezilane bir hayat süren İtalyan birliklerinin Türklere büyük avantaj sağladığını[145] iddia eden İtalyanlar, Bekir Sami Bey'le yapılan anlaşmadan önce de Anadolu milliyetçilerinin, yardımsever politikalarına karşılık vermediklerinden şikayetçiydiler.
İtalyan kamuoyunu tatmin eden anlaşmanın kabul edilmemesi. Güllük iskelesi önünde demirli motorbotun üzerine açılan ateş sonucu bir İtalyan askerinin yaralanması[146]ve İtalyanların da Antalya'da tavır değiştirerek, Türk postalarına "sataşmaları"[147]1921 Mayısında Kuşadası civarına düşen ve Türklerin eline geçen Yunan savaş uçağının İtalyanlar tarafından alınmak istenmesi, 15 Mayıs'ta yapılan seçimlerden sonra Giolitti hükümetinin istifa etmesi ve yerine kurulan Bonomi kabinesinde dışişleri bakanlığına "İngiliz dostu"[148] Pietro Tomasi della Torretta'nın getirilmesiyle italya'nın Doğu politikası yeni bir yön almıştır[149] Antalya'da casusluk yapan Rumların şehirden uzaklaştırılmalarına İtalyanların karşı çıkması[150] ve Türk sularındaki Türk teknelerine karşı İtalyanların dostane olmayan tutumları[151] Ankara-Roma ilişkilerini kopma noktasına getirmiştir. Kaldı ki, Sforza'nın Türkiye politikası mecliste faşist ve milliyetçi milletvekilleri[152]ve kamuoyunun aynı kesimi tarafından "platonik"[153] ve "Boş Eller Politikası"[154]olarak eleştiriliyordu.
Gerginleşen Ankara-Roma ilişkileri 29 ve 31 Temmuz'da İtalyan senatosunda görüşülmüştür. 29 Temmuz'da bir konuşma yapan senatör Scialoja, İtalya'nın izlediği Ankara politikasını ve Ankara Hükümeti'ni eleştirmiştir. Sforza'nın Bekir Sâmi Bey'le yaptığı antlaşmanın Ankara Hükümeti tarafından onaylanmamasını "manevî tokat" olarak yorumlayan Scialoja şöyle devam etmiştir: "Bu müttefiklerimizde kötü bir iz bırakmış ve Üçlü Anlaşma ile elde ettiğimiz çıkarlara da zarar vermiştir. Bundan başka, her yerde M. Kemal hükümetinin sahte görünüşünü görüyoruz "Sözü Ereğli madenlerine getiren Scialoja", ama Ereğli madenlerine sahip olmuşuz.! Bu, Dışişleri bakanlığının, İtalya'nın nasıl itibardan düştüğünü gizlemek için uydurduğu büyük bir masaldır. Ereğli madenlerinin bir kısmının bize ait olduğu iddiasını yalanlıyorum", diyerek bundan sonra İtalya'nın Akdeniz politikasının ne olacağını sordu[155]. İtalya'nın yeni Dışişleri Bakanı della Torretta, Roma'daki Osmanlı büyükelçiliğinin "hüsn-ü telakki"[156]ettiği bir konuşma yaparak İtalya'nın izleyeceği yeni politika hakkında açıklamalarda bulunmuştur. Senatoda 31 Temmuz'da yaptığı konuşmaya, "İtalya'nın Doğu Akdeniz'de hayatî çıkarları olduğunu ve bunun müttefikleriyle imzaladıkları Üçlü Anlaşma ile güvence altına alındığını ve bu anlaşmaya uymanın zarurî olduğunu" söyleyerek başlayan della Torretta şöyle devam etmiştir: "Ankara Hükümeti ile eşit bir anlaşma yapmak için yapılan teşebbüslerin sonuçsuz kaldığı görülmüştür. Yakın Doğu'da Türklerle ekonomik alanda işbirliği yapmak için İtalyan Hükümeti'nin namuslu ve mutedil niyetlerini Ankara milliyetçileri görmezlikten gelmişlerdir. Doğu’daki programımız değişmemiştir. Antalya ve Menderes'teki esef verici olaylar Doğu'daki prestijimize zarar vermiştir. İtalya bu konuda Ankara'yı sert bir şekilde uyarmada geç kalmayarak İstanbul'daki denizci temsilciliğini kuvvetlenmiştir"[157].
Anadolu'daki olaylar hakkında Roma'da görüştüğü Kemalist temsilcilerin dikkatini çeken[158] della Torretta, İtalya'nın Doğu politikası hakkında basına da şu açıklamayı yapmıştır: "Doğu politikamız ekonomik beklentilerle tespit edilmelidir. Hükümetimiz, Doğu'daki siyasi gelişmeleri ve menfaatlerini yakından tâkip etmektedir. Doğu Akdeniz dengesinin aleyhimizde gelişmesini önlemeye kesin kararlıyız. Bu amaçla, bize verilmiş olan menfaatin tatbike sokulması için hareket etmek niyetindeyiz. Ankara ile doğrudan bir antlaşma imzalamak için yaptığımız girişimler etkisiz kaldı. İtalya Hükümetinin ılımlı ve namuslu niyetini Ankara Hükümeti takdir etmedi. Doğu politikamızın esası değişmez fakat uygulama usulleri değiştirilecektir"[159].
Sforza'nın gazetecilere yaptığı açıklamada, "Türklere karşı dostluk siyasetimizi hiç bir şey değiştiremez. Çünkü bu dostluk siyaseti Türk hukukunun meşruiyetini tanıyan İtalyan milletinin kanaatinden doğmaktadır"[160]demesine rağmen, Della Torretta'nın Dışişleri Bakanı olmasıyla İtalya amaçlarına ulaşmak için müttefikleriyle işbirliğine yönelmiştir. Yeni İtalyan politikası hakkında Roma'daki Osmanlı büyükelçiliği görevlerinden Cevad Bey, değişen İtalyan politikası hakkında Osmanı Hükümetine üç rapor göndermiştir. 8 Ağustos 1921’de Hâriciye Nâzın Ahmet İzzet Paşa'ya gönderilen ilk raporda şunlar yazılmıştır: "Hükümet-i hâzıranın şark meselesinde yeni metod takip edeceği ve doğrudan doğruya Ankara ile uyuşmak için gösterilen arzu ve hüsn-ü niyetin Türk millîcileri tarafından takdir edilmediği ve İtalya'nın haysiyet ve izzet-i nefsinin rencide edildiği son hâdisat ile iyice ortaya çıktığı cihetle Ankara ile müzakeratı kat' ederek Üçlü İtilâf ile İtalya'ya temin edilen hukuk-u iktisadiyenin istihsali zımmında bâdemâ İtalya’nın müttefikleri ile mukarrerat ittihazına tevessül eyleyeceği ve müstakil bir Türkiye'nin devam-ı mevcudiyeti şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da İtalya'nın şark siyasetinin esasını teşkil eyleyeceği âhiren meclis-i âyanda yeni hâriciye nâzın della Torretta tarafından irad edilen nutukda ifade edilmiş ve İtalya'nın şark siyasetinde bir tağyir husule geldiği görünmekte olduğu vecihle bu babda yaptığım tedkikat neticesinde hâsıl ettiğim kanaatimi ber- vechi zir zât-ı ekremlerine arzeylerim: "Şarkta büyük bir Yunanistan'a mâtuf olan İngiltere siyaseti karşısında mukavemet ibrazından âciz kalan Kont Sforza istifaya mecbur kaldı. Türkiye'ye Türklere karşı ciddi dostluk hissiyatı taşıyan ve pek mâhirâne bir siyaset tâkib eden bu iki rical-i siyasinin (Giolitti ve Sforza) iktidardan çekilmeleri bizim için şâyan-ı teessüf bir keyfiyettir. Meclis-i mebusanın pek müşkilada itimadına mazhar olan yeni kabine, Kont Sforza'yı gevşek ve yumuşak bir siyaset takip etmiş olmakla suçlayan milletvekilleri ve efkâr-ı umumiyeyi tatmin için harici siyasetinde bir yenilik ibrazı mecburiyetinde kaldı. Tam bu esnada Londra'da Daily Telegraph şark mesailinde İngiltere-İtalya ittifakı lüzumuna dair olan neşriyata başladı. Bunlara, İtalya donanmasının İngiltere donanmasıyla teşrik-i mesai etmesine mukabil İtalya'ya bir takım menafi temin kılınacağı uzun uzadıya anlatıldı ve Ankara'dan pek ziyade zarara uğrayan İtalya'nın şark işlerinde İngiltere tarafına geçmesi için çalışıyordu. Atina matbuatında mâhirâne bir surette bahsedilen propaganda bura matbuatını o derece iştigal etti. Çünkü İtalya efkâr-ı umumisi Akdeniz'de İtalyan ve Yunan menafimin telif edilemeyeceğine kâni idi. İşte bu ahavalde della Torretta'nın beyanan vuku buldu. Gerek Ankara ile yapılan müzakeratın neticesiz kalmasından gerek İtalya'ya karşı reva görülen muamelattan bî-zar kalan ve izzet-i nefsi şikest olan efkâr-ı umumiyenin della Torretta'nın "yeni metod"unu derhal terviç edeceği görülüyor. Bu yeni me- tod Ankara Hükümeti'nin muamelatına dayandırılmaya çalışılıyorsa da, daha ziyade Anadolu'daki vaziyet-i askeriye ve askeri taarruzun Yunanlılara müsaid bir tarzda gelişmesiyle ilgilidir. Türkiye'nin idame-i mevcudiyeti İtalya'nın şark siyasetinin esasını teşkil etmiş ve İtalyanlar Türkiye'nin İzmir ve Trakya vesair mesaildeki metalib ve hukuk-u meşrusunu şiddetle müdafaa etmişlerdi. Hattâ Nitti kabinesi zammında Hâriciye Nâzın Tittoni ile Venizelos arasında yapılan itilâf, bir senede bertaraf edilmişti. Kont Sforza'nın hâriciye nezareti devam ettiği müddetçe İtalya'nın Türkiye'ye ve Ankara hükümetine karşı fiilen gösterilen tezahürat-ı dostane her türlü sitayişin fevkinde bulunmuştur. İtalya'nın bir siyaset-i dostane takip etmesi keyfiyeti bittabi Bahr-i se- fid havzasında menafi-yi vikaye ve siyanet etmek ve Akdeniz muvazenesini ihlal edecek büyük bir Yunanistan'ın tesisine müstakil bir Türkiye'nin idamesiyle mâni olmak fikir ve maksadına müstenid idi. Ana hattı olarak kabul edilmiş işbu siyaset esas kılınarak Üçlü İtilafın İtalya'ya bahş ettiği hukuk-u iktisadiye hakkında dostane bir suret tesviye bulmak üzerinde Kont Sforza Ankara Hükümeti ile müzakerata girişti. Bu esnada Londra Konferansı inikad etmekle burada Fransa ve İtalya ile itilafnameler akdedilmiş ve fakat Büyük Millet Meclisi tarafından İşbu itilafnamelerde bazı tadilat icrasına lüzum görülmesi üzerine Bekir Sami yeniden Avrupa'ya avdet etmiş ise de, müşarün-ileyh İtalya'da kısa bir süre tevakkufla doğruca Paris'e gitti ve orada Mosyo Briand ile müzakerata başladı. Bu müzakerat bil- liayli ilerlemişti ve bu esnada Roma'nm unutulması ve Antalya hâdisatında İtalyan mümessilin kabul edilmeyerek iadesi gibi İtalya hükümetine karşı olan bu harekât üzerine yeni İtalya siyaseti, Yunanistan gibi İtalya'mı! da şarkla İngiltere siyase- tine bir nevi alet olacağı yoluna girdi. Balır-İ sefid havzasında müttefikleri İtalya ve Yunanistan'ın müttehiden çalışmaları gibi İtalyan noktayı nazarindan gayri kabili icra müşareket vukuu İçin mevzu-u bahs tebdili tevlid etmiştir. Bu siyaset, İtalya'nın Yunanistan'ın şarkla takip ettiği "pan-elenik" siyasetinden feragat ettirmeye matuf olacaktır. Binaenaleyh İtalya şarkla henüz İngiltere'nin yanında ahz-1 mevki etmiş değildir. Della Torretta'nın bir haf- taya kadar Paris'ten avdetinde kendisiyle mülakat ederek bizi alakadar eden mesaile dair müşarünileyhden İzahat-ı kifaye temine sarf-1 gayret edeceğim maruzdur, ol babda..." [161]’
Cevad Bey'in gönderdiği bu raporun dikkate değer yönleri bulunmaktadır. Öncelikle, Roma'daki Osmanlı Büyükelçiliği de Avrupa'daki gelişmeleri ve Ankara-Roma ilişkilerini yakından takip etmiştir. İtalya'nın dostluğuna önem veren elçilik; bu devleti, İngiltere destekli Yunanistan'ın Anadolu üzerindeki emellerini önleyebilecek bir güç olarak görmüştür. Bu nedenle, Ankara-Roma ilişkilerinin kopma noktasına geldiği bir donemde devreye girmek suretiyle İtalya'nın dostluğunun devamı İçin çabalamıştır. Diğer yandan, Ankara-Roma ilişkilerinin eski çizgisine kavuşturulması için Ankara hükümeti'nin Roma temsilcisi Cami Bey de çalışmaktaydı. Ancak İtalya, her ne kadar, o döneme kadar Osmanlı Devleti ile de dengeli bir politika izlemeye özen göstermişse de, Londra Konferansı sonrasına kadar Roma hükümetlerinin muhatabı Ankara Hükümeti idi. Ankara-Roma ilişkilerinin kritik bir devreye girdiği bu donemde İtalya Osmanlı Hükümetine yaklaşmıştır. Nitekim İtalya, Ankara Hükümeti hakkındaki şikayetlerini Osmanlı Büyükelçiliğine yapmıştır. İtalya'nın İngiltere ve İstanbul Hükümetine yak- laşmasının zamanlaması dikkat çekicidir. Anadolu’da Yunan saldırısının başlarıya geliştiği dönemde İtalya'nın müttefik dayanışmasına dönmesi bir rastlantı değildir, ilişkilerden hoşnut olmadığı dönemlerde Ankara Hükümeti'ni müttefikleriyle İşbirliği yapmakla tehdit eden İtalya, Londra Konferansından sonraki politikasıyla bu niyetini ortaya koymuştur. Ankara Hükümeti'ni, müttefikleri ve İstanbul Hükümeti ile kuşatmayı planlayan İtalya Anadolu'da ekonomik imtiyaz alabilmek için, Yunan saldırsının sonuca ulaşmasını beklemeye başlamıştır.
Aslında Ankara Hükümeti de İtalya'nın İngiltere'ye yaklaşmasından kaygı duymaktaydı[162]. Roma'daki Ankara Hükümeti temsilcisi Cami Bey, Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey'e 30 Ağustos 1921'de başvurarak, "Ankara'ya yeni bir İtalya ekonomik kurulu ve yeni bir temsilci göndermelerini isteyiniz. Çünkü İngiltere, bu durumdan çok yararlanacak" diyordu... [163]’
IX- Antalya'nın Tahliye Edilmesi: İtalyanlar, 28 Mart I919'da İşgal ettikleri Antalya'yı boşlatmaya, Sforza'nın Dışişleri Bakanlığı döneminde karar vermişlerdir. Bu karar, Sforza tarafından, Londra Konferansı dolayısıyla Roma'da bulunan Ankara Hükümeti'nin Hariciye Vekili Bekir Sami Bey’e iletildiğinde, durumun Ankara Hükümeti tarafından incelendikten sonra cevap verileceği söylenmiştir[164]’, İtalyanlar, Ankara Hükümeti'nin cevabını beklemeden Kuşadası ve Söke'de inşaatlarında çalıştırdıkları İşçilerin işlerine son vererek [165]17 Nisan 1921'den itibaren Milas ve çevresindeki birliklerini Güllük’e çekmeye başladılar[166].
Marmaris'te bulunan 14 İtalyan askerinin geri çekilmesinden[167] sonra 31 Mayıs'ta Antalya mutasarrıfı Fahreddin Bey'i ziyaret eden İtalya komutan, "askerlerini geri çekme emri aldığını ve hazırlıklara başladıklarını" iletmiştir’[168]. Bundan sonra, İtalyanlar ellerindeki askeri malzemelerle birlikte karyola, levazım, benzin gibi maddeleri satışa çıkarırken[169], Ankara Hükümeti de, Antalya'nın yeni askeri birliklerle takviye etmeye başlamıştır[170]. İtalyan subayları şerefine 2 Temmuz akşamı verilen çay ziyafetinden[171] sonra 5 Temmuz 1921 salı günü Antalya tahliye edilmiştir, iki İtalyan vapuruna bindirilen askerler, herhangi bir tören yapılmadan Antalya'dan ayrılmışlardır[172].
X- Alberto Tuozzi Heyeti: Ankara ile Roma ilişkilerinin gerginleştiği dö- nemde İtalya'yı kaybetmek istemeyen Ankara Hükümeti'nîn Roma'daki temsilcisi Cami Bey'i devreye sokarak, bir İtalyan temsilcinin gönderilmesi İçin girişimde bulunmasını istemiştir... İtalyan heyetine başkanlık eden Alberto Tuozzi Ankara'ya 24 Ekim 1921 günü gelmiştir. Oluşturulan bir heyet tarafından Ankara dışında karşılanan İtalyan heyeti şerefine Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey tarafından 27 Ekim akşamı ziyafet verilmiştir. Bu ziyafete, icra Vekilleri Heyeti Reisi Fevzi Paşa ile Erkân-1 Harbiye-i Umumiye Reisi Muavini Miralay Salih Bey de katılışlardı[173]. Tuozzi, M. Kemal Paşa tarafından da kabul edimiştiı[174].
Fransızlarla yapılan anlaşmaya benzer bir anlaşmayı imzalamak İçin Ankara'ya gelen Tuozzi'nin[175], amacı, Ankara Hükümetinden iktisadi ayrıcalıklar elde etmek[176] ve üçlü Anlaşma'nın İtalya'ya sağladığı çıkarları Ankara Hükümeti'ne tasdik ettirmekdir[177]. Buna mukabil Ankara Hükümeti, Tuozzi ile Misak-i Milli esaslarına dayanan bir anlaşma yapmak için ısrarlı olmuştur. Tuozzi, bu konuyu görüşme yetkisine sahip olmadığını, ancak Ankara yönetimince yapılacak önerileri kendi hükümetine iletebileceğini belirtmiştir. Üçlü Anlaşma ile İtalya'ya ayrılan nüfuz bölgesinde ayrıcalıklar verilmesi İçin ısrar eden Tuozzi, bu İsteği kabul edilmediği takdirde İtalya ile Türkiye arasında görüşülecek bir konu kalmayacağı uyarısında da bulunmuştur. İngiliz istihbaratına bakılacak olursa, Kemalistler, İtalyanlara bazı ayrıcalıklar vermekten yanaydılar ama bu ayrıcalıkların tanımadıkları özel nüfuz bölgelerinde uygulamalarım kabullenmiyorlardı. Tuozzi'nin inatçı tutumu Ankara Hükümetinin tepkisine yol açtı. Ankara ve Roma hükümetlerinin kendi görüşlerinde ısrar etmeleri, olumlu bir sonuca ulaşılmasına engel oldu ve Tuozzi, bir anlaşma imzalayamadan, Ankara'dan 11 Aralık'ta ayrıldı[178].
Bir sonuca varılamaması da doğaldı. Çünkü, Anadolu'daki İtalyan iştahı tüm barış girişimlerinin temel şartı olurken[179] İtalya, Üçlü Anlaşmaya, Sakarya Savaşı'nı kazanmış olan Ankara Hükümeti de Misak-i Milli'ye daha sıkı sarılmıştır. Tuozzi Ankara'dan ayrıldıktan sonra Yüzbaşı Nacarato, görüşmeleri bir sonuca ulaştırmak için Ankara'da kalmıştır. Fakat onun da görüşmeleri sonuçlandırmak ve bir anlaşma imzalamak için yetkisi yoktu[180] , iki hükümet arasında resmi bir anlaşma İmzalanamamış olmasına rağmen İlişkiler devam etti. Ankara Hükümeti 7 Ocak I922'de Roma'ya yeni temsilci olarak Celaleddin Arif Bey'i tayin etti, [181].
XI- İtalya'dan Satın Alman Savaş Malzemeleri: Mütarekeden sonra İtalyanların yumuşak politikaları, savaş malzemelerinin bu ülkeden temin edilmesini gündeme getirmiştir. Daha Heyet-i Temsiliye döneminde, XX. Kolordu Kumandanlığı'nın X. Kolordu Kumandanlığı'na 11 Şubat 192O'de gönderdiği bir telgrafta, "Tiflis'teki heyetlerinden Azerbaycan'a silah vereceklerini söyleyen İtalyanlardan, gerekirse Anadolu içinde silah alınabileceğinin"[182] yazılması, gerekli askeri malzemenin bu ülkeden sağlanabileceğini gösteriyordu. Aslında, İtalyanlar da ellerindeki fazla malzemenin Anadolu hareketine verilerek değerlendirilmesi konusunda gayr-1 resmi girişimlerle Milliyetçilere cesaret vermişlerdir. 11 Aralık I919'da Roma'da Galip Kemali Bey'i ziyaret eden General Marini'nin, “ordunun terhisi münasebetiyle elde kalan silahların uygun bir fiyatla elden çıkatılacağını” [183]söylemesi İtalyanların niyetini gösteriyordu.
Anadolu milliyetçileri ile İtalya arasında silah ticareti iki yoldan yürü- tülmüştür. Birincisi; Anadolu'daki İtalyanlardan sağlanan savaş malzemesi. İkincisi de; kurulan özel bir komisyonun İtalya'ya giderek çalışmalar yapmasıdır[184] Millî Mücadele'ye katılanların ve İtalyanlarla ilişkileri olanların da anlattıklarıyla sabittir ki, İtalyan subayları el altından makinalı tüfek, silah ve cephaneyi ucuz fiyatla satmışlardı[185]. İstanbul'dan Anadolu'ya silah kaçıranlara para karşılığında yardim eden i falyalardan, [186], her biri İkişer bin Lira'ya teslim edilmek üzere Fransız Spat sisteminde ve bir kişilik iki makinalı tüfek ve 200 km. süratli savaş uçaklarından iki tane satın almak mümkün olmuştur[187].
Ankara Hükümeti Cami Bey'i Roma'ya temsilci olarak gönderirken. Kaymakam Mümtaz Bey'i de askeri ataşe olarak göndermiştir. Mümtaz Bey başkanlığındaki Mübayaat Komisyonu, İtalya merkez olmak üzere Avrupa'nın pek çok ülkesinde incelemelerde bulunmuştur. Komisyon üyelerinden Refet Bey'in Hariciye ve Müdafaa-yı Milliye vekaletlerine 14 Şubat 1921'de gönderdiği şifreye göre; "Arnavutluk adına gönderilmek ve Anadolu sahillerinde teslim edilmek üzere 30 milyon mavzer fişeği üzerine yapılan müzakere kesin sonuca ulaşmıştır. Savaş sigortası da yapılan fişeklerden her biri .Anadolu sahillerine 90 Para'ya mal olacaktır ve cephane poligonda muayene edilmek şartıyla kabul olunacaktır. Cephanenin satışını ve sevkini yapacak şirket, bedelin bankaya yatırılmasını şart koşmuş ve ayni fiyata istenirse, ayda 3 milyon fişek imalini de taahhüt etmiş ve arzu olunursa bu fabri- kayr Anadolu'ya sevk edilmek üzere bize satabileceklerini söylemiştir"[188].
Cami Bey Hariciye ve Müdafaa-yı Milliye vekaletlerine 16 Temmuz I921'de gönderdiği şifrede, "Prag'da Skoda fabrikasından satın alınmak üzere muayene edilen ve muvafık bulanan silahlar 46 bin Japon tüfeği ile 50 milyon fişeği, 360 Rus mitralyozü. 19 milyon fişek, 124 Suraçboza(?) mitralyozü, 20 fişek, 10 Skoda cebel bataryası, 100 bin mermi olmak üzere 7 milyon 200 bin Osmanlı Lira'sına mal olmaktadır. Tediye şartı olarak bankaya 5 milyon Kron yatırılacaktır. Mal, fabrika tarafından ve Çek-Slovak Hükümeti'nin taahhüdatı altında Karadeniz yoluyla sahillerimize çıkarılacak ve oraya kadar her türlü ziyan ve tehlike mal sahiplerine ait olacaktır"[189] diye yazmıştır.
Ankara Hükümetinin, 2 milyon Alman fişeği temin edilmesinin mümkün olup olmadığı yolundaki sorusuna Cami Bey'in olumlu cevap vermesinden sonra [190] Eylül sonlarında Kuşadası'na demirleyen İtalyan gemisinden Türk ordusu için, binlerce battaniye, tıbbî malzeme ve cephane getirilmiştir[191].
İtalya'dan silah ve cephane alımına Celaleddin Arif Bey'in Roma temsilciliğine atanmasından sonra da devam edilmiştir. Maliye Vekili Ferid Bey tarafından temsilciliğe 24 Ocak I922'de gönderilen şifrede c. Arif Bey'e, "Cami Bey zamanında alımı yapılan cehane ve mühimmat bedeli olarak 3 milyon 320 bin Frank'ın Antalya'daki Banco di Roma'ya yatırıldığı" bildirilmiş ve "müzakerlere devam etmesi" istenmiştir,'[192]. Müdafaa-yı Milliye Vekaleti de 27 Mart'ta gönderdiği şifrede c. Arif Bey'den, İtalya'dan bir denizaltı alınması için girişimde bulunmasını istemiştir‘[193].
İtalya'dan savaş uçakları almak İçin Cami Bey döneminde girişimde bu- lunulmuştur. Roma'dan Hariciye Vekaleti'ne ve Başkumandanlık makamına 19 Ekim I921'de gönderilen bir raporda, "...on aded mücedded harb teyyaresi mübayaa edilmektedir. Bunlar Antalya'ya kadar (vapurla) gönderilecek ve bedeli teyyareler teslim edildikten sonra tediye edilecektir. Teyyarelerin beheri onbeşer bin İtalyan Frankına yani bin Osmanlı Lirasına olup emsaline nazaran son derece ucuzdur. Bu teyyarelerden birinin bedeli olan 15 bin Frank Mısır Prensesi Kadriye Hanımefendi* tarafından ihdâ edilmiştir ve isminin bu teyyareye verilmesini rica etmektedir[194] denilmektedir. C. Arif Bey tarafından Müdafaa-yı Milliye Vekaleti'ne 15 Mayıs 1922'de gönderilen ve İtalya'daki 4 aylık çalışmalarını anlatan raporda uçak konusunda şunlar yazılmıştır: "Paris komisyonu vâsıtasıyla icra edilen bu işten hiç bir mâlumatım yoktur. Emr-i devletlerini ahr almaz o sırada Roma'da Çelil (Cemil?) Bey- 'den izahat aldım ve derhal işe başladım. Bayi-i teyyareci Yüzbaşı Paracchi(?) avans almakta ısrar ediyordu. Paris komisyonundan para irsalini rica ettimse de oradan bir cevap gelmemesi üzerine şahsen teşebbüse mecburiyet gördüm. Buradaki ...şirketinin delaletiyle müzakeratı idare ederek vaat ettikleri teshilat-ı maliye üzerine ve hiç bir avans verilmeksizin bunların irsalini takarrür ettirdiğim gibi simsarlara komisyon vermeksizin... 20 teyyareye bedel aynı meblağla 25 teyyare itası hakkında tanzim olunan mukavele ve evrak evvelce 25 Nisan 38 tarihinde arz ve takdim olunmuş idi. İtalya hükümetinin Cenevre konferansının hitamından evvel eşya-yı askeriyeyi ihraç etmemek hak- kındaki arzusunu da leh-ül-hamd galebe olunarak teyyarelerin ihracı hakkındaki müsaade-yi resmiye bir kaç gün evvel Torino'ya hareket etmiştir"[195]. İtalya'dan alınan savaş uçaklarının sayısı konusunda bir Türk kaynağında", 14 Temmuz 1922'de İtalya'dan bir kişilik muharebe teyyaresi gelmişti"[196], şeklindeki bilgide verilen rakamın sağlıklı olmadığını düşünüyoruz. Roma'dan Müdafaa-yı Milliye Vekaleti'ne gönderilen tarihsiz bir yazıya göre, On milyon kapsül ve iki milyon mavzer fişeğinin yüklendiği "aynı vapurda, İtalya'nın meşhur teyyarecilerinden Paracchi tarafından verilen mücedded dokuz teyyare mevcuttur"[197].
M. Celal Bey'in Müdafaa-yı Milliye Vekaleti adına mübayaat ve tedarikat için haziranda tayin edildikten[198] sonra kasatura, fişek ve her biri 280 Lirete çok sayıda mavzerin satın alınmasından[199] sonra Türk ordusu taarruz edebilecek güce ulaşmıştır.
Ankara Hükümeti İtalya'dan yalnızca silah, cephane mühimmat satın almamıştır. Ordunun aslî nusuru olan askerlerin elbise, çadır, askerin ihtiyacını karşılamak için alınan malzemenin dökümü şöyledir: Antalya'daki İtalyan bankasına yatırılan yarım milyon Frank karşılığı [200] olarak 30 bin takım elbise ve 20 bin çadır[201]. 18 Ekim 1921'de hareket eden gemi ile 10 milyon kapsül de gönderilmiştir[202]. Celâleddin Ârif Bey döneminde yapılan alımlar da şöyledir: 15 bin ceket ve pantolon, 160 bin fanila ve fanila ceket[203]. 1922 başında bir İtalyan şirketiyle yapılan mukaveleden sonra 18 bin takım çadır Anadolu'ya sevk edilmiştir[204]. Mart 1922'de 14 bin takım çadırın satın alınması için bir mukavele yapılmıştır[205]. Ocak 1922'de yapılan 100 bin adetlik matara hakkındaki bir mukavele sonucu bunlardan 42 bini 22 Ocak 1922'de Anadolu'ya gönderilmiştir. Ankara Hükümeti'nin mataraya ihtiyaç kalmadığını bildirmesine rağmen satın alınan mataraları iade etmek mümkün olmadığından geriye kalan mataralar da haziran ayında Türkiye'ye gönderilmiştir[206]. Askerler için alınan 25 bin Alman sırt çantası da taarruzdan önce Antalya limanına getirilmiştir[207]. İtalya'dan getirilen bu eşyaların ve askeri malzemenin cepheye naklinde de İtalyan Catania şirketinin kamyonları kullanılmıştır[208].
XII- Ticari İlişkiler: Kont Carlo Sforza'nın İstanbul'a yüksek komiser olarak atandıktan sonra Osmanlı Devleti ile İtalya arasındaki ticarî ilişkiler yeniden başlamış ve Prof. Carmelo Melia İstanbul'a ticarî ateşe olarak tayin edilmiştir. Ticaret yasağının kalkmasından sonra Antalya'yı işgal etmiş olan İtalyanlar, askerlerinin ihtiyacının karşılanması için hayvan satın almalarına ve bunların Rodos'a ihraç edilmesine izin istemişlerdir. Dâhiliye Nezaretinin, İtalya’nın bu talebi hakkındaki 19 Nisan 1919 tarihli tezkiresini 29 Nisan'da görüşen Meclis-i Vükelâ, Osmanlı Devletinden hayvan ihracının yasaklandığı ve bu yasağın devam etmekte olduğu" gerekçesiyle İtalyanlara izin vermemiştir[209]. İtalyanlar bu kez hububat ve un ihracı için izin istemişlerdir. İtalyanlara, Fethiye ambarlarındaki ihtiyaç fazlası hububatın satılmasına karar veren Osmanlı Hükümeti[210], Rodos'a 150 çuval buğday, 35 çuval arpa, 50 çuval dan, 300çuval kepek, 8 çuval fasulye, ile 7 bin adet yumurta ve 300 sığırın İhracına da izin vermiştir[211].
Mütarekeden sonra bir yandan Dünya Savaşı esnasında imzalanan gizli anlaşmalarla kendisine vaat edilen bölgelerde işgallere zemin hazırlayan ve Osmanlı Devleti ile ticarî ilişkiyi yeniden başlatan İtalya, diğer yandan da İşgalleri gerçekleştirdikten sonra bazı ticarî kuruluşlar oluşturmuştur Mali ve ekonomik konularda İşbirliği yapmak amacıyla, Osmanlı ve İtalyan hükümetlerinin garantisi altındaki "Osmanlı-İtalyan Cemiyetinden[212] başka, 12 Aralık I919'da, idare merkezi Milano, faaliyet merkezi İstanbul olmak üzere "İtalyan Şark Şirketi[213]Mart 192O'de Cenova'da "İtalyan-Türk Ticaret Odası"[214] ve "Osmanlı-İtalyan Şirketi" kurulmuştur[215],
Ankara Hükümeti de, silah ihtiyacI gibi, diğer ihtiyaçlarının da İtalya'dan sağlanması için çalışmalarda bulunmuştur. Meclisin açılmasından sonra 2 milletvekili, 1921'de Anadolu demiryollarını yedek parçasının İtalya'dan temin etmek için İtalya'ya gönderilmiştir [216]. Demiryolu malzemesinin satın alınması için özel bir komisyon kurulmuşsa da, diğer ihtiyaçların tedariki temsilciler aracılığıyla yapılmıştır. Maliye Vekili Ferid Bey'den Cami Bey"e 6 Ocak I921'de gönderilen bir yazıda, "Berlin ve Moskova yoluyla mu- habere edebilecek bir telsiz-telgraf cihazına sahip olmak istendiği ve hangi sistemin uygun olacağının araştırılması"[217] istenmiştir. 20 Ocak'ta gönderilen başka bir yazıda, "madenî paranın basımı için son sistem bir darphane için gerekli aletlerin İsviçre veya başka bir yerden tedariki hükümetin tekeline alınmış kibrit ve sigara kâğıdı fabrikaları hakkında tedkikat yaparak sonu- cunu bildirmesi ve külçe halinde gümüşün kilosunun kaça satın alınabileceğinin araştırılması" istenmiştir[218]. Bu yazıya 25 Ocak’ta gönderdiği zeylde Maliye Vekili, alınmasını istediği maddeleri bildirdi. Bu yazıya göre, satın alınacak matbaa İçin8 bin metre kâğıt 1500 metre defter kabı için mukavva, 1500 kilo sabit ve 500 kilo kırmızı, 1000 kilo siyah, 500 kilo yeşil matbaa mürekkebi, 10 bin adet muhtelif raptiye, bir kutu kalem ucu, 1500 adet ıstampa, 5 bin kalem ucu ve 5 bin kurşun kalem[219].
Cami Bey bu konuda yaptığı araştırmanın sonucunu hükümete bildirmeden, yine Maliye Vekili Ferid Bey'den aldığı 17 Nisan tarihli başka bir yazıda bu kırtasiye maddelerinin şu şekilde tadil edildiğini ve bir an önce satın alınması için yardımcı olması gerektiğini öğrendi: Müsvedde kâğıt, 120 bin metre murabba defter kabı için mukavva, 120 bin metre murabba defter yüzü için ince bez, 15 bin kilo sabit mürekkep, 100 kilo kırmızı mürekkep, 20 bin metre papiyebuar, 10 bin kutu muhtelif raptiye, bin kutu kalem ucu, 10 bin adet kalem sapı, 15 bin adet kurşunkalem, bin kilo siyah, 500 kilosu kırmızı ve 100 kilosu yeşil matbaa mürekkebi, 2500 adet muhtelif ıstampa[220].
XIII- Osmanlı Devleti-İtalya ilişkileri ve Ticaret Antlaşması: İtalya, Mondoros Mütarekesi'nden sonra Türkiye'den bağımsız savaşı yönündeki hareketleri yakından izlerken Osmanlı Devlet ile ilişkilerine de devam etmiştir. Bir anlamda, İtalya'nın Türkiye'deki resmi muhatabı Osmanlı Hükümeti gayr-ı resmi muhatabı da Ankara Hükümeti olmuştur. İtalya, Ankara Hükümeti'ni beklentilerine vereceği cevaba göre İstanbul Hükümeti'ne alternatif olarak görmüştür.
Mütarekeden sonra İtalya'nın İstanbul yüksek komiserliğine atanan Kont Sforza bu görevini. Dışişleri Bakanlığı müsteşarlığına tayin edildiği Haziran I919'a kadar yürütmüştür. Sforza'dan boşalan İstanbul yüksek komi- serliğine Felice Maissa atanmış ve görevine 13 Ağustos I919'da İstanbul'a gelerek başlamıştır[221]. Bu dönemde Osmanlı Devleti'nin İtalya'da resmi bir temsilcisi bulunmamakla birlikte, Roma'da gayr-ı resmi olarak bulunan eski büyükelçilerinden Galip Kemali Bey, (Söylemezoglu) Eylül 1919'dan itibaren hükümete düzenli raporlar göndermiştir'[222].
Ankara Hükümeti gibi İstanbul Hükümeti de İtalya'dan askeri malzeme almak İçin girişimde bulunmuştur. Trabzon'daki "Nazionalist" gemisinin kumandanına, ihtiyaç duyulan askeri malzemenin temininde yardımcı olması istenmiş ve bir sipariş listesi verilmiştir. Bu girişimden olumlu cevap alınmaması üzerine[223] emekli İtalyan generali Giacomo Richiardi'nin başkanlığında bir komisyon kurulmuşur. Meclisi -Vükelâ'nın 24 Eylül 1921 günü yapılan toplantısında bu komisyona bir de Osmanlı subayının katılmasına karar verilmiştir[224]. Osmanlı Devleti, Roma'da ikamet etmekte olan Osmanlı vatandaşı Harun Safveti aracılığıyla da İtalya'dan askeri malzeme alıyordu[225] I922'de İtalya'ya giden İstanbul Jandarma Kumandan M. Kemal Paşa, 5 bin Alman sırt çantası satın almıştır[226].
İncelediğimiz donemde Osmanlı Devleti ile İtalya arasında en önemli İlişki; İngiltere ile birlikte Ankara Hükümeti'nin de tepkisini çeken gizli ticaret antlaşmasıdır, İtalyanlar böyle bir antlaşma yapmak İçin Londra Konferansi'nda ilk olarak İstanbul Hükümetine başvurmuşlar, sonuç alamayınca müzakereleri yürütme yetkisini Garroni'ye vermişlerdi[227]. Osmanlı Hariciye Nâzın izzet Paşa ile İtalya'nın İstanbul yüksek komiseri Garroni arasında 24 Nisan I922'de imzalanan bu antlaşmaya göre; İstanbul Hükümeti İtalya'nın Antalya-Konya ve Şile-Zonguldak arasında demiryolu hattı İnşa etmesini kabul edecekti. Zonguldak kömür havzasında ve Antalya bölgesinde bir akim imtiyazlar verecek, Erzurum bölgesinde maden işletme hakki da İtalyanların olacaktı[228]. Bir maddeye göre de, bu antlaşma Türkiye ile İtilâf Devletleri arasında barış anlaşması imzalanır imzalanmaz yürürlüğe girecekti. Eğer, şimdiki kabine barış anlaşmasının imzalanmasından önce iktidardan çekilecek olursa, yerine gelecek kabine bu anlaşmayı feshetmek yetkisine sahip olacaktı [229].
İtalya, çok uğraştığı halde Ankara Hükümetinden alamadığı imtiyazları, yanlış bir zamanda, Türk ordusunun taarruza hazırlandığı donemde İstanbul Hükümetinden aidi. İtalyan basınından La Tribuna Coloniale gazetesine göre, "İstanbul Hükümeti, daha Ankara Hükümeti yokken İtalya'ya Anadolu'da imtiyaz vermeye hazır olduğunu bildirmiştir. İtalya Dışişleri Bakanı Schanzer, Mart I922'de görüştüğü Lord Curzon ve Poincare'ye bundan söz etmiştir. İstanbul Hükümeti, kesin hatlarının tespit ettiği imtiyazları bir mektupla temsilciliğimize bildirdi. Bu imtiyazlar Anadolu'da demiryolları ve limanların yapılmasına izin veriyordu. Bunun dışında henüz bir antlaşma mevcut değildir. Şayet doğruysa, daha önce Lloyd George, İtalya ile İstanbul arasında yapılacak bir anlaşmanın İtalya ile İngiltere arasındaki iyi ilişkileri bozacağım açıklamıştır" [230]
Gerçekten de İngiltere ile İtalya arasındaki ilişkiler bozulmaya yüz tutmuştur. İngiltere'nin, "müttefik birliğinin bozulması"[231] olarak değerlendirdiği anlaşma hakkında İngiliz yüksek komiseri H. Rumbold'a açıklama yaparken Garroni, "siyasi önemi olmayan ve İtalyan kamuoyunu memnun etmek İçin yapılmış bir kâğıt müsveddesi" demiştir [232]. Bu açıklama İngiliz Hükümetini ve basınını tatmin etmedi. İngiltere Hükümeti 27 Nisan'da İtalya'yı protesto ederken[233] Dışişleri Bakanlığı da bir açıklama yapmıştır[234]. Avam Kamarasi'nda 8 Mayıs'ta yapılan görüşmede konuşmacılar İtalya'yı ittifak dayanışmasını bozmakla suçladılar ve sert bir dille eleştirdiler[235].
XIV- Türk Zaferi ve İtalya: Sakarya Savaşı'nın Türk ordusu tarafından kazanılmasından sonra Yunan Ordusu'nun taarruz gücü kırılmıştı. Türk ordusunun Yunan ordularım Anadolu topraklarından atacağı genel taarruz hazırlığı yaptığı dönemde, İtalya Nisan I922'de Menderes Bölgesi'ndeki askerlerini de geri çekmişti. Türk-Yunan anlaşmazlığının barışçı yollardan çözümlenmesi için girişimler başlatılmıştı. Paris ve Cenova Konferanslarında Türk-Yunan anlaşmazlığına barışçı bil çözüm bulma çabalan olumlu sonuç vermedi. Barış çabalan Türk ordusunun taarruzuyla sonuçsuz kaldı. Türk zaferi İtalyan kamuoyunda sempati ve hakli olmanın getirdiği bir övgüyle karşılandı. Ekonomik beklentilerden hiçbir zaman vazgeçmemiş olmalarına rağmen İtalyanlar, Türklerin verdiği bağımsızlık mücadelesinin haklılığına ve başarıya ulaşacağına müttefiklerinden önce inanmışlar ve bunu ifade etmişlerdi. İtalyan dergilerinde Türk zaferi hakkında yazılar yayınlanırken, Benito Mussolini de bir makale kaleme almıştır. Türk bağımsızlık savaşını,sömürgeciliğe başkaldırı olarak gördüğü ve bağımsızlık mücadelelerinin ön- lenemeyeceğini anladığı için makalesinin başlığına "Yükselen Ay" (La Lima crescente) [236] diyen Mussolini'ye göre "Türk zaferiyle. Doğu Akdeniz'de Yunan emperyalizmi çökerken, Yunanlıları destekleyen İngiltere de İslâm dünyasında prestij kaybetmiştir[237]’. İtalya'da iktidara adım adım yürümekte olan Mussolini, kazanılan zaferle Türkiye'nin Avrupa'ya yeniden döndüğünü yazmıştır [238]. "Kemalist zaferle Üçlü Anlaşma'mn uygulamadan düşmesinden"[239] ötürü, ateşli bir İtalyan milliyetçisi olarak üzüntü duyan ve Türk zaferinin anlamım gerçekçi bir şekilde değerlendiren Francesco Coppola'ya göre, "Türk ordusunun zaferiyle Anadolu'da, panhelenizmle birlikte, L. Georg'un kişiliğinde 4 yıldır uygulanan halk avcısı ve inatçı İngiliz Doğu politikası gürültülü bir şekilde çökmüştür[240]"Yalnızca İtalya'nın, İzmir hilekarlığına karşı çıktığı ve yenilmez bir ordunun yanında yer aldığı için İngiliz- Venizelosist mağlubiyetten dolayı memnun olduğunu[241] yazan Coppola'ya göre, "Türk zaferi aynı zamanda İslâm dünyasının zaferiydi"[242].
Ankara Hükümeti ile İtilâf Devletleri arasında 4-11 Ekim 1922 tarihleri arasında yapılan Mudanya Konferansı'nda İtalya'yı General Monbelli temsil etti. Konferansta, Türkiye delegesi tarafından "Edirne ve Karaağaç'ın Türkiye'ye iadesini ve TBMM'nin azınlıklara ait haklan temin edeceğine güvenilerek Trakya'dan müttefik askerlerin çekilerek. Doğu Trakya'nın barış konferansından evvel Türkiye'ye teslim edilmesi gerektiği"[243] savunulmuş ve Monbelli'nin tutumu da bu yönde olmuştur. Monbelli'nin konferanstaki tavn Ankara Hükümeti heyetinin başkanlığını yapan ismet Paşa tarafından, "umumû olarak bana müşkilat çıkarmadı"[244] şeklinde yorumlamıştır[245].
XV- Lozan Barış Konferansı: Mudanya Konferasi'yla mütarekenin sağ- lanmasından sonra İtalya, barış görüşmelerinin Venedik'te yapılmasını istemiştir. Lord Curzon, Venedik'te toplanacak konferansa İtalya'nın başkanlık etmesinden kaygı duymuştur[246]. Bu sebepten barış görüşmelerinin tarafsız bir yerde yapılması söz konusu olunca İsviçre'nin Lozan şehri benimsendi. İtalya'nın Paris Büyükelçisi Sforza, Poincare'ye verdiği İtalyan notasında, konferans İçin Lozan'ın İtalya'ya uygun olduğunu bildirmiştir[247].
Konferanstan önce İtalyan Hükümeti ve kamuoyu, nasıl bir politika izleneceği konusunda görüş bildirmeye başlamıştır. Parlamentodaki ilk konuşmasını 16 Kasım'da yapan yeni başbakan ve Dışişleri Bakam Mussolini, İtalya'nın dış politikasından söz ederken Türkiye ile ilgili olarak şunları söylemiştir: "Türkiye hakkında Lozan'da göçüşmeler yaparken. Boğazlardan geçişini serbest olmasını, Avrupa'nın ve Hıristiyanların menfaatlerini savunacağız. Balkanlar ve Müslüman memleketlerdeki gelişmeler dikkatle takip edilmelidir. Türkiye alması lazım gelen şeyleri elde ettikten sonra dalla fazlasını istememelidir. Türkiye'ye, "buraya kadar, daha ilerisi olmaz" demeye cesaret edilmelidir"[248]. İtalya'yı, başkanlığını Mussolini'nin yaptığı ve Camillo Garroni ile Jules Cesar Montagna'nın bulunduğu bir kurulun temsil ettiği Lozan Barış Konferansı 20 Kasım 1922 günü çalışmalarına başlamıştır. Açılış töreninde Celaleddin Arif Bey'in tanıştırdığı ismet Paşa'nın elini çevredekilerin dikkatini çekecek kadar kuvvetli ve saygılı bir şekilde sikan Mussolini[249], konferansın açılışında konuşan ismet Paşa'yı alkışlayan tek baştemsilciydi[250]. 22 Kasım günü[251], ismet Paşa ile Mussolini arasında bir görüşme yapılmıştır, ismet Paşa görüşmede, İngilizlerin barışı çıkmaza sokmaları ve Boğazlarda savaş çıkarmaları halinde İtalyanların düşüncelerini ve nasıl davranacaklarım öğrenmek istemiştir. Barışın sağlanacağım söyleyen İtalya Başbakanı, İngilizlerin. Boğazlarda kalmasına muvafakat etmeyeceklerini ifade etmiştir, ismet Paşa-Mussolini görüşmesinde Adalar meselesi de gündeme gelmiştir. Bu konuda kesin bir tavır takman Mussolini, bu meselenin çözümlenmiş olduğunu belirterek tekrar gündeme getirilmemesini istemiştir[252].
Batı Trakya konusundaki Türk tezine müttefikleri gibi karşı çıkan İtalya[253], Boğazların uluslararası deniz trafiğine açık olmasını savunmuştur[254]. Fakat müttefikleri için olduğu kadar İtalya için de en önemli konu kapitülasyonlardı. Kapitülasyonların malî hükümlerinin bazı şartlarla kaldırılmasına razı olan müttefikler, adlî kapitülasyonların kaldırılmasını kabul etmiyorlardı[255]. Başkanlığını Garroni'nin yaptığı kapitülasyonlarla ilgili ikinci komisyon ilk toplantısını 2 Aralık'ta yaptı. Toplantının açılışında bir konuşma yapan Garroni, "kapitülasyonlar rejiminin bağımsız bir devletin egemenliğini kısıtladığını, Türkiye'nin, artık çağı geçmiş olan bu rejimi kaldırmak istemesinin anlaşılır olduğunu ve TBMM'nin bu haklı isteğini tümüyle desteklemek eğiliminde olduklarını" söyledikten sonra şöyle devam etmiştir. "Türk Hükümeti, ortadan kalkmış olduğunu görmek istediği kapitülasyonlar rejimi yerine, başvuracak herkese güven duygusu vermeye elverişli yasalar ve gene bu nitelikte bir adalet yönetimi güvencelerini koymak gereğini, şüphesiz, göz önünde tutmak durumundadır" İsmet Paşa, Garroni'nin kapitülasyonlar konusundaki sözlerini "senet" saydığını söylemiş ve "kapitülasyonların özünü olduğu gibi tutup da yalnız bunların adını ve biçimini ortadan kaldırmaya yönelebilecek görüşleri hiçbir bakımdan kabul edemeyeceğini" de belirtmiştir[256].
Barış konferansının, özellikle kapitülasyonlar nedeniyle tıkanması üzerine İtalyan temsilcisi Montagna'nın adıyla bulunan "Montagna Formülü" ile çözüm bulunmaya çalışılmıştır. Bu formüle göre; Türkiye'de adlî idarenin ıslahı için zamana ihtiyaç olduğu kabul ediliyor, hiç olmazsa beş sene süreyle Türkiye'de hukukçulardan oluşan bir müşavir heyetinin bulunması isteniyordu. Bu hukukçuların da katılacağı bir komisyon Türkiye'de adlî idarenin ve hapishanelerin ıslahına ait projeler hazırlayacaktı. Yabancıların dâvâlarında devamlı yabancı müşavir bulunacak, yabancılar hakkında celp, tevkif ve ev arama emirleri ancak yabancı hukuk müşavirlerinin tasvibi alındıktan sonra verilebilecekti. Teklife göre bu yabancı müşavirleri Uluslararası Adalet Divanı seçecekti. Türk mahkemeleri âdeta bunların kontrolünde bulunacaktı. Haklı görmedikleri mahkeme kararlarını bozdurmak için Adliye Vekiline itiraz edebileceklerdi, ismet Paşa konferansın kesildiği 4 Şubat günü bu teklife cevap vererek, geçici bir süre yabancı hukukçulardan müşavir olarak yararlanabileceklerini söyledi. Bunların I. Dünya ve İstiklâl Savaşları'na katılmamış devletler vatandaşları arasından seçilmesini ve Türk memuru olarak çalışmalarını istedi. Montagna formülü üzerinde görüşmeler yapıldığı sırada İngiliz temsilci Lord Curzon'un Lozan'dan ayrılmıştır[257]. İsmet Paşa da Lozan'dan ayrılınca konferans kesintiye uğramıştır.
Türkiye ile Avrupa devletleri arasındaki barış görüşmeleri Lozan'da 23 Nisan 1923'te tekrar başlamıştır. İtalya'yı konferansta bu kez Montagna'nın başkanlığını yaptığı bir heyet temsil etmiştir. Diğer meselelerin yanısıra ikinci konferansta Türk ve İtalyan heyetleri, Oniki Ada (Dodecaneso) ve Meis Adası (Castellerorizzo) meselesi yüzünden karşı karşıya gelmişlerdir.
Daha barış konferansı başlamadan Mussolini, Lord Curzon ve Poincâre ile görüşmüş ve Sevr Barış Andlaşması ile İtalya'ya verilmiş olan Rodos,Oniki Ada ve Meis Adası'nı kaybetmemek için zemin hazırlamaya çalışmıştır[258]. Sevr'i hiç bir zaman tanımamış olan TBMM Hükümeti tarafından, 4 Ekim 1922'de barış konferansında müzakere edilecek konuları gösteren bir program ilan edilmiştir. 14 maddelik bu programın 10. maddesi: Rodos, Oniki Ada ve özellikle Meis'in de aralarında bulunduğu "Anadolu sahillerine yakın olan adalar" hakkındaydı. Lozan'da, Rodos ve Oniki Ada hariç olmak üzere diğer Ege Adaları meselesi, konferansın açılmasından sonra, 22 Kasım'da ele alınmıştır. Türk heyeti başkanı İsmet Paşa, arazi meselelerini inceleyen ve Lord Curzon'un başkanlığını yaptığı Birinci Komisyon'un 25 Kasım tarihli toplantısında isteklerimizi şöyle açıklamıştır: "Anadolu sahillerine çok yakın olan adacıklarla; İmroz, Bozcaada ve Semadirek Türkiye'ye verilmelidir. Diğer adalar, askerden arındırılmalı ve özerklik verilmelidir"[259].
Türk isteklerine karşı Venizelos, İmroz ve Bozcaada'nın da Yunanistan'a verilmesini talep etmiştir. Türk ve Yunan görüşleri arasındaki aykırılık ve Lord Curzon, adalara muhtariyet verilmesine hukukî bakımdan imkan görmediğini ileri sürerek İmroz, Bozcaada ve Semadirek üzerindeki iddiaların Boğazlar meselesiyle birlikte müzakere edilmesini teklif etmesi üzerine, mesele bir alt komisyona havale edilmiştir. Sonuçta, İmroz ile Bozcaada'nın Türkiye'ye verilmesi, Midilli, Sisam, Sakız ve Nikarya adalarının da askerden arındırılması konusunda anlaşılmıştır[260]. Yunanistan'ın adalar konusunda yeni talepler ileri sürmesi üzerine Avrupa Devletleri kendi aralarında anlaşarak adalar konusunda aldıkları kararları 23 Ocak 1923'te Türk heyetine bildirmişlerdi. Uzun tartışmalardan sonra Türk heyeti, 4 Şubat'ta bu projeye bir muhtıra ile cevap vermiş, fakat konferans kesildiği için bir sonuca varılamamışa.
Meis meselesi konferansın ikinci döneminde 25 Nisan'da gündeme gelmiştir. İsmet Paşa, "Meis adasının Türk karasuları içinde bulunduğunu ve bu adanın her zaman, Türkiye'nin tamamlayıcı bir parçası sayıldığını" belirterek "Ouchy Andlaşması da bu adayı Türkiye'ye vermişti" demiştir. İsmet Paşa'dan sonra konuşan İtalyan temsilci Montagna, "İsmet Paşa'nın delillerini boşa çıkartmak için elinde yeterli kanıtlar yok değilse de, Türk temsilciyi bu düzeyde izlemekten çekineceğini' şöylemiştir. Türk talebinin Misak-ı Millî'nin birinci maddesinde sözü edilen, "Osmanlı-İslam çoğunluğu" ilkesine uygun olmadığını ileri süren Montagna, "Meis Adası'nda, aralarında ne bir Müslüman, ne de bir Türk bulunan 6-7 bin kişilik bir nüfus vardır. Böyle olunca, bu sorunun tartışılmasını sürdürmek için de hiç bir neden yoktur" görüşünü ileri sürmüştür. Montagna'dan sonra tekrar söz alan İsmet Paşa, Türk tezini savunmuştur. Daha sonra konuşan İngiliz temsilci Horace Rumbold ve Fransız temsilci General Pelle İtalyan temsilciyi desteklemişlerdir. Meis konusunda herhangi bir sonuç almamadan toplantı tamamlanmıştır[261].
İtalya Başbakanı Mussolini, "Meis Adası'nın Türkiye'ye iadesinin mümkün olmadığını"[262] söylerken, Montagna bu sorunun barışçı yollardan çözümlenmesi için İsmet Paşa ile görüşmüştür. Montagna, "Meis Adası'nın nihayet bir taş parçasından ibaret olduğunu, fakat Mussolini kabinesi için bir şeref ve izzet-i nefis kayası teşkil ettiği için bu derece ısrar ettiklerini" belirtmiştir. İtalyan temsilciye göre, "bu önemsiz ada Türkiye için hiç bir şey değilken İtalya Meis Adası'ndan vazgeçmemek durumundaydı. Çünkü bu fedakârlık Mussolini ve kabinesini gülünç vaziyete düşürebilirdi". İsmet Paşa, Meis Adası'nın İtalyanlar tarafından Türkiye aleyhinde kullanılmayacağı konusunda teminat verilmesi halinde Meis Adası'ndan vazgeçebilecekleri" cevabını vermiştir. Montagna bu iki şartı kabul etti[263]’. Meis Adası meselesi iki ülkenin heyetleri arasında çözümlendikten sonra konferansın gündemine tekrar geldi. 4 Haziran'da yapılan toplantıda Rumbold, ismet Paşa'nın, "Türk heyetinin, dünya sulhünün teessüsüne yardim etmek gayesiyle, gayet ağır bir fedakârlığı goze alarak Meis'ten feragat eylediğini"[264] bildiren demecini okumuştur. Meis Adası'nın İtalyan hakimiyetinde kalması Mussolini tarafından "şâyan-1 memnuniyet[265] olarak değerlendirilmiştir. Buna karşılık İtalya da Oniki Ada'daki Müslüman vakıfların haklarını kabul etmiştir[266], Bu sorunun çözümlenmesinden sonra İtalyan heyeti Türk taleplerine karşı daha yumuşak bir tavır takınırken Montagna, Venizelos'un Lozan'da yaptığı "gizli tertiplerinden dolayı"[267] Türklerin haklılığını savunmuştur. İtalya, Meis Adası üzerindeki haklarım Türk hükümetine kabul ettirdikten sonra konferansta, İngilizlerin tespitiyle "dürüst simsar"[268] rolünü oynamaya tekrar başlamıştır.
Türk ve Avrupa devletleri heyetlerinin barışı sağlamak için yaptıkları karşılıklı fedakarlık ve Musul meselesinde olduğu gibi, bazı konuların çözümünün konferans sonrasına bırakılması sonucu Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz I923'te imzalanmıştır.
Barış Antlaşması İtalya tarafından memnuniyetle !karşılanmıştır. Konferansın ikinci devresinde İtalya'yı temsil eden heyetin başkanlığını yapan ve barıştan sonra İtalya'nın Türkiye elçiliğine atanan Montagna basma verdiği bir demeçte barış antlaşması hakkında şunları söylemiştir: "Türkiye ile akd edilen sulhden memnunuz. Başvekil Mussolini de ILozan Muahedesinden memnundur. Gerek Türkler, gerek Yunanlılar İtalya heyet-i murahhasasının Lozan'da ifa ettiği hidmeti takdir edeceklerdir. Türkler konferansın ikinci safliasında iddialarında ısrar etmemişler, müttefikler de Lozan da tesanüdlerini muhafaza etmişlerdir[269].
Yapılan seçimle üyeleri yenilenen TBMM'inde, Lozan Barış Antlaşması'nın müzakereleri 21-23 Ağustos I923'te yapılmıştır. Barış antlaşmasının aleyhinde konuşan milletvekillerinden İstanköy doğumlu Şükrü Kaya 21 Ağustos'ta yaptığı konuşmasında adaların İtalya'ya bırakılmasını eleştirmiştir[270]. Bir grup milletvekilinin karşı çıkmasına rağmen TBMM 23 Ağustos 1923'te Lozan Barış Antlaşması'nı onaylamıştır. Açıldığı tarihten itibaren İtalya'ya karşı tutarlı ve kararlı bir politika izleyen TBMM, Lozan Konferansı'nda, mirasçısı olduğu Osmanlı Devleti'ne verileceği anlaşma ile tespit edilmiş olan Rodos ve Oniki Ada'nın İtalyan egemenliğinden kurtarılmasını sağlayamamıştır. Anadolu'ya olan yakınlığı ve stratejik önemi bir yana, hukuken de Türkiye'nin olması gereken adaların İtalya'ya bırakılması, İtalya'nın bu olayı gurur meselesi yapmasından ve Ankara Hükümeti heyetinin boyun eğmesinden ileri gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, gelecekte savunma politikasının oluştururken adalardan gelebilecek bir İtalyan saldırısını hep dikkate almış ve adalarda meydana gelen askerî hareketleri endişe ve dikkatle takip etmiştir[271].
Lozan Barış Andaşması'ndan sonra Türkiye'nin Roma elçiliğine tayin edilen Suad (Davaz) Bey 30 Ağustos 1923'te Roma'ya vararak görevine başlamıştır[272]. İtalya, İtilâf Devletleri arasında barış anlaşmasını resmen tastik eden ilk devlet olmuştur[273]. Lozan Barış Anlaşmasını onaylayan İtalya, 25 Ocak 1924'te Montagna'yı Türkiye'ye elçi olarak atamıştır[274]. 7 Şubat'ta kral ve Mussolini'ye veda eden Montagna[275], 26 Şubat 1924'te İstanbul'a gelerek görevine başlarken gazetecilere şu açıklamayı yapmıştır: "Türkiye'ye en halis ve samimi hisler taşıyarak geliyorum. Lozan'da heyetiyle tanışmaktan şeref duyduğum ülkenize ve sizlere karşı samimi hisler taşıyorum. İki memleket arasındaki iyi ilişkileri pekiştirmek emeliyle İstanbul'a geldim"[276].
Sonuç: Trablusgarb'a yerleştikten sonra Anadolu'ya yönelen İtalya I. Dünya Savaşı'na girerken imzaladığı gizli anlaşmalarla Güneybatı Anadolu'da geniş bir bölgenin kendisine vaad edilmesini sağlamıştır. Savaştan sonra toplanan barış konferansında müttefiklerinin, vaat ettikleri İzmir ve Fiume gibi yerleri ele geçirmesine karşı çıkmasından sonra İtalya, Türkiye politikasını müttefiklerinden bağımsız hale getirerek Anadolu'da işgallere başlamıştır İtalyanların Anadolu'da işgallerini herhangi bir tepkiyle karşılaşmadan kolaylıkla yapmasının nedenleri; halka karşı iyi davranmaları, Osmanlı Hükümeti'nin işgallere karşı resmi politikasının protesto ile sınırlı kalması ve İzmir'le birlikte Anadolu topraklarına çıkan Yunanlıların işgallerinin kanlı olması sonucu İtalya'nın bir güvence olarak görülmesidir. Bu, İtalya bakımından politik bir tercihin uygulamaya sokulmasıdır. İtalyan işgallerinin amacı; işgal bölgesini bir koloni haline getirerek ekonomik zenginliklerinden yararlanmaktır. İtalya'nın bu amaçları gerçekleştirmek için halkı kazanmaya yönelik politika izlemesi sonucu halk ve işgalcilere karşı bağımsızlık savaşını yürütenler tarafından "dost düşman" olarak görülmesini sağlamıştır.
İtalya'nın uluslararası platformlarda, "bağımsız ve yaşayabilir bir Türkiye'nin gerekliliğini"[277] savunması, TBMM Hükümeti ve M. Kemal Paşa tarafından değerlendirilmiştir. M. Kemal Paşa'nın Mütareke İstanbul'unda tanıdığı Sforza'nın İtalya Dışişleri Bakanı olarak Türklerin haklarını savunması, Ankara Hükümeti'ni İtalya'ya yaklaştırmıştır. Meclisin açılmasından sonra ilk temsilci Roma'ya gönderilmiştir. Temsilci olarak Mütareke döneminde İtalyanlarla iyi ilişkileri olan Cami Bey'in seçilmiş olması, M. Kemal Paşa'nın İtalyanlara karşı akılcı bir politika izlediğini göstermektedir. M. Kemal Paşa, İtalya ile iyi ilişkiler kurarak onu müttefiklerinden uzaklaştırırken, onların, ekonomik avantajlar bekleyen politikasını[278] zaafları olarak görmüş ve faydalanmıştır. Misak-ı Millî ile İtalyan istekleri temelde çelişmesine rağmen, İtalya'ya karşı esnek bir politika izleyen Ankara Hükümeti ilişkilerin bozulmamasına da büyük önem vermiştir. Zor şartlar altında yürütülen bağımsızlık savaşında İtalya'ya karşı güneyde yeni bir cephe açmanın zorluğunu bilen TBMM, İtalyan işgal bölgelerinden yararlanma imkânını da kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı. İtalya'nın Anadolu'da geniş bir bölgeyi denetim altında tutuyor olması, Millî Mücadele hareketi bakımından, tam bağımsızlıkla bağdaşmamasına rağmen, bir takım avantajlar da sağlıyordu. Bu avantajların yitirilmesi ve daha önemlisi buraların da Yunanlılar tarafından işgal edilmesi tehlikesini gündeme getireceğinden, İtalyanların Anadolu'da bulunmaları, bir süre kabul edilebilir bir durum olarak görüldü. M. Kemal Paşa ve arkadaşları biliyorlardı ki, arkasında İngiltere'nin maddî ve manevî desteği bulunan Yunanistan'a karşı yapılan savaşın başarıya ulaşması İtalya üzerinde de caydırıcı bir etki yapacaktı.
İtalya, tamamen kendi çıkarları doğrultusunda izlediği Anadolu politikasını Ankara Hükümeti'ne karşı "fedakârlık" ve "Türklere yardım[279] olarak görmüş ve karşılığını alamadığı iddiasıyla şikayette bulunmuştur. İtalya, Millî Mücadele'nin başarıyla gelişmesi karşısında Anadolu hakkındaki isteklerinde geri adım atmak zorunda kalmıştır. İşgal bölgelerini sömürgeleştirmek gaye- siye Anadolu'ya gelen İtalyanlar, bunun mümkün olmadığını anlayınca, Üçlü Anlaşma ile kendilerine sağlanan imkânların Ankara Hükümeti tarafından da kabul edilmesi için çaba sarfetmişlerdir. Bunda, Londra Konferansı nda Bekir Sâmi Bey ile yapılan anlaşma ile muvaffak olmuştur. Bu anlaşmanın Ankara Hükümeti tarafından kabul edilmemesi üzerine, İtalya'nın Ankara Hükümeti'ne karşı olan "cömertliği"[280] azalmıştır. Buna rağmen Ankara Hükümeti gerçeğini göz ardı edemeyen İtalya, geçmişteki iyi ilişkilerine dayanarak, TBMM ile müttefikleri arasında köprü olmak isterken dahi ekonomik avantajlar sağlamaya çalışmıştır.
Türk zaferinden sonra iktidara elen Mussolini hükümetinin ilk dış politika sınavı Lozan Barış Konferansı olmuştur. Menfaati gereği İtalya barış konferansında müttefikleriyle birlikte ortak bir politika takip etmiştir. Rodos ve Oniki Ada üzerindeki işgalini meşrulaştırmasının dışında; İtalya, konferansında, müttefikleri ne kazandıysa onu kazanmış, müttefikleri ne kaybettiyse onu kaybetmiştir. Geleceğe yeni bir umut ve özlemle bakan İtalya, büyük devletler arasında barış anlaşmasını tasdik eden ilk devlet olmuş ve Montagna'yı İstanbul'a elçi olarak göndermiştir. Cumhuriyet Türkiye'si ile Faşist İtalya'nın sonraki dönemlerdeki ilişkilerinde, geçmişte İtalya'nın beklentilerinin karşılanmamış olması belirleyici faktör olmuştur.