Giriş
Tarihin görevlerinden biri de yaşanan olayları en doğru, anlaşılabilir ve en yalın biçimde gelecek nesillere aktarmaktır. Bu aktarmanın temel amacı geçmişe bakarak bu günü daha iyi anlamak ve geleceği daha doğru inşa etmektir. Bundan dolayı İbn-i Haldun “tarih, gaye ve amacı şerefli ve faydaları çok olan bir ilimdir”[1] demektedir. Tarihin temeli değişik ırk ve kültüre sahip insanoğlunun birbirleri ile kurdukları iyi veya kötü ilişkilere dayanır. İnsanlık tarihinin oluşumunda dini inançların da toplumlar üzerindeki büyük etkisi kesinlikle göz ardı edilemez. Dinler tarihi de insanlık tarihinin var oluşu kadar eskidir. Toplumların iyi ve kötüyü tanımlama konusunda kullandıkları en etkili araçlardan birisi de sahip oldukları bu dini inançlardır. Dinin sadece inanç boyutu yoktur aynı zamanda siyasi boyutu da vardır. Zira, din kuralları bir çok toplumda siyasi yöneticilerin davranışlarının meşrulaştırılmasında, hukuki alt yapı oluşturulmasında ve toplum tarafından kabul veya ret edilmesinde büyük bir rol oynamaktadır.[2]
Bir olayın veya faaliyetin tarih olabilmesi için olayın üzerinden geçen zaman diliminin ne kadar olacağı konusunda tarihçiler bugün bile farklı görüşler ileri sürmektedir. Bu makalede tarih tanımı, bir faaliyetin veya bir olayın tarihi bir olay olarak değerlendirilebilmesi için o faaliyetin veya olayın oluşumuna, gelişimine veya sonucuna istenilse bile artık müdahale edilememesi noktasına gelinmesi olarak ele alınmıştır. Bloch, “tarihte nedenler önceden aksiyom [doğru olduğu herkes tarafından kabul edilen önerme] olarak konulamazlar, bunlar aranır”[3] der. Tarih felsefesinin en üst sembollerinden birisi olarak addedilen İbn-i Haldun, tarihsel olayları incelerken gerçekçiliğin en önemli unsur olduğunu vurgulayarak tarihsel verilerle yaşanan olayların bir metodoloji içerisinde incelenmesi uyum ve zıtlıkların ortaya çıkarılması gerektiğini belirtmiştir.[4] Bu makalede yukarıda mezkur iki görüşün oluşturduğu felsefi yaklaşıma göre analiz yapılmaya çalışılacaktır.
1. Bosna Tarihine Kısa Bir Bakış
Tarihin normal akış süresine uygun olarak gelişen Ortaçağ Bosna Devleti, bağımsızlığını kazandığı 12. yüzyıl sonuna kadar inen tarihiyle Avrupa’nın eski devletlerinden birisidir. Kotromaniç Hanedanı tarafından yönetilen bu devlet, Osmanlılar tarafından fethedilene kadar özerkti. Nüfusunun büyük bir kısmı Bogomil[5] kimliğiyle, yaşadıkları coğrafyanın da avantajını kullanarak hem Katolik Papa’nın hem de Ortodoks Kilisesi’nin kurallarından nispeten bağımsız bir şekilde varlığını sürdürmüştür.
Burada bir noktanın belirtilmesinde yarar vardır. Bogomil itikadı üzerine kurulan Bosna Kilisesi genelde bilinen ve kabul edilen kilise anlayışından ve itikatlarından çok farklıdır. Bosna kilisesinde “haç”, “ikon” ve “heykeller” yoktur. Haç sembolünü zaten nefretin bir işareti olarak kabul ederler. Bu inanca göre Hz. İsa, Tanrının oğlu değil O’nun bir peygamberidir ve Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi ve öldürülmesi asla gerçekleşmemiştir. “Incarnation” yani Hz. İsa’nın vücut bulması ise bir hayal ürünüdür. Bunlara ilaveten “Babtism” yani suda kutsama törenlerini kabul etmezler. Kiliselerin ibadet edilecek tek yer olduğunu reddederler ve yeryüzünün her yerinde ibadet edilebilineceğini savunurlar.[6]
Bosna kilisesinin akidelerine yakından bakıldığında savunulan inançların aynı konudaki İslami inançlar ile büyük bir paralellik arz ettiği görülür. Bundan dolayı bölge halkının fetihten sonra büyük ölçüde İslam dinine geçmesinin temel nedenlerinden birisi Ortodoks ve Katolik kiliselerin baskılarına boyun eğmemesi ise diğeri de sahip oldukları bu manevi değerlerin İslam dini ile paralellik göstermesidir. Bütün bu olgular İslam’ın bölgede kalıcı olması için bir alt yapı oluşturmuştur.
Osmanlıların bu coğrafyanın etkili toplumu olan Sırplarla savaşmaları 1371 tarihindeki Çirmen Savaşı ile başlamış ve 1521 yılında Belgrad’ın alınmasıyla son büyük savaş yapılmış olur. Bundan sonra 18. yüzyıla kadar süren nispeten bir barış dönemine girilir. Fakat bütün savaşlar arasında 1389 yılındaki Kosova Savaşı Sırpların asla unutamayacağı bir savaş olmuştur. Bu savaştan ilham alan Sırp ideologları Sırp halkının Türklere karşı her zaman öfke ve kin beslemeye devam edilebilmesi için bu olayı çeşitli hikâyelerle halkın zihninde sürekli canlı tutmaya çalışmışlardır.[7] Bu anlayışı Bloch, “tarih bugünü daha fazla meşrulaştırmak için kullanılmaktadır” diye tanımlar.[8]
Nihayetinde 1463 yılının Mayıs ayında Fatih Sultan Mehmet, ordusuyla Bosna Kralı Stjepan Tomaśeviĉ’in ödemesi gereken vergiyi ödememesi ve Osmanlının hâkimiyeti altına geçmiş olan halka karşı saldırılarda bulunması üzerine Bosna’ya doğru sefere çıktı. İki ay gibi kısa bir zamanda Bosna fethedildi. Ele geçirilen Tomaśeviĉ’ ise idam edildi. Böylece Bosna Kotromaniç hanedanı da düşmüş oldu. Sonuçta Bosna Devleti 400 yıldan fazla bir süre hükümdarlığını sürdürecek olan Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçti.
Bosna’nın fethinden hemen sonra burada Osmanlı yönetimi kurulmuş ve bir sancak teşkil edilmiştir.[9] Bu tarihten itibaren Bosna artık uzun bir barış ve refah dönemine girmiştir. Osmanlı Devleti fethettikleri yerlerdeki toplumlara hiç bir zaman bir asimilasyon politikası uygulamamıştır. Uygulanan istimalet politikası sayesinde Osmanlı egemenliğindeki toplumlarda mevcut her din aynı ölçüde bir çeşit özerk yapıya kavuşmuştur. Bosna’daki bu farklı dinlerin barış içerisinde bir arada yaşamaları ve baskın dinin siyasi bir ayrıcalık olmadığı ancak Osmanlı Sisteminin incelenmesiyle anlaşılır.[10]
Osmanlıların Bosna’yı fethetmesi klasik Osmanlı fetih metodlarıyla uygunluk göstermektedir.[11] Bosna Kralı Stjepan Tomaśeviĉ’ (1461-1463), Papa II. Pius’a yazdığı mektubunda toprakları karşısında yerleşen Osmanlıların, egemenliği altındaki köylüleri özgürlük vaat ederek kendi taraflarına çektiğini ve köylülerin de buna rağbet ettiklerini belirtmektedir[12]. Anadolu’da fethettiği yerlerdeki Müslüman olmayan halklara karşı uyguladığı istimalet ve adaletli politikalardan müspet[13] sonuç alan Osmanlıların, aynı politikaları Avrupa ve Balkanlar’da da uygulamaya koyması, “Feodal Sistem” altında sömürülen köylüler için bir kurtuluş yolu oluyordu.[14] Bu uygulamalar aynı zamanda Avrupa’daki feodal yapının zayıflamasına ve feodal beylerin toplum üzerindeki kontrolünü kaybetmesine ve askeri güçlerini büyük ölçüde kırılmasına neden oluyordu. Osmanlı yönetiminin uyguladığı istimalet politikası Balkanlarda fethedilen topraklardaki yerel halkın Osmanlı idaresini daha kolay benimsemesine neden oluyordu. [15]
Osmanlı padişahlarının aynı zamanda Ortodoks kilisesinin ve Ortodoks Hıristiyanların koruyucu ve kollayıcısı olduklarından Sırp Ortodoks kilisesi bölgede giderek ağırlık ve önem kazanmıştır.[16] “Pax Ottomana” diye tanımlanan ve İstanbul’un fethiyle temelleri atılan “Osmanlı Barışı”nın zaten en önemli vasfı da Müslümanların yanında Ortodoks Hıristiyan unsura bir öncelik, hatta diğerlerine göre üstünlük sağlamasıdır.[17] Osmanlının uyguladığı istimalet politikası sayesinde bölgede İslam’ın yayılması sonucu toplumda kendiliğinden kültürel bir değişim yaşanmıştır. Bosnalılar da kendi istekleriyle İslam’ı kabul etmiş ve birçok Türk adetlerini benimsemiştir. Bu değişimden sonra Osmanlılar onları, “Boşnak” olarak niteleyecektir. Müslüman Bosnalılara göre ise artık onlar “Türk” olmuşlardır. Eğitime olan yatkınlıklarından dolayı bölgeden devlette görev yapan birçok üst düzey yönetici çıkmış ve seçilen gençler arasından çok önemli komutanlar yetişmiştir.[18] Böylece, diğer Balkan devletleri ile mukayese edildiğinde Boşnaklar, hem Bosna’da hem de Osmanlı Başkent’inde seçkin zümreler oluşturmuşlardır.[19]
Osmanlı Devletinin buradaki hâkimiyeti, Bosna’nın 1878 yılında Avusturya - Macaristan İmparatorluğu’na verilmesine değin sürmüştür. Avusturya – Macaristan, Bosna’daki Osmanlı idari ve sosyal yapısını fazla değiştirmeden devam ettirmiştir. Ancak, bundan sonra bazı zamanlar bölgede imparatorluğa karşı ayaklanmalar olmuş ve bu ayaklanmalarda bölge halkı din farkı gözetmeksizin Avusturya’ya karşı topyekûn bir iş birliği yapmıştır. Bunun farkına varan imparatorluk yetkilileri bölgede Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanları karşı karşıya getirerek halkın birliğini bozmaya çalışmıştır. 1908 yılında İmparatorluğun bölgeyi ilhak etmesi üzerine yerel ayaklanmalar olmuştur. Zaten Birinci Dünya Savaşı’nın fitili de veliaht prens Ferdinand ve eşinin “Kara El” (Црна рука, Crna ruka) isimli bir örgüt tarafından bir suikast sonucu öldürülmesiyle bu toprakların merkezi olan Saraybosna’da ateşlenmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki gelişmeler ise bölge halkı için tam bir felaket olmuştur. Osmanlı yönetimi altında tüm Balkanlar, bağımsızlıklarından sonraki dönemlerine kıyasla daha çok barış dönemi yaşamışlardır. Zaten Osmanlı dönemi sayılmaz ise Bosna tarihi bir savaş tarihi gibidir.[20]
2. İkinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Bosna
İkinci Dünya Savaşı’nda Bosnalı Müslümanlar savaş sonrası kendilerine özerklik vaat eden Komünist Parti’yle birlikte mücadele etmişler; ancak bu sözler daha sonra yönetimi ele geçiren Komünist Parti tarafından tutulmadığı gibi yönetimin Müslümanlar üzerindeki baskı uygulamaları da giderek şiddetlenmiştir[21]. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Sovyet Rusya’nın 1936 yılındaki modelinin çok benzerini 1946 yılında benimsemiş ve yönetim büyük bir titizlikle bu “Stalinist modeli”[22] uygulamaya koymuştur.[23] Bu modele uygun olarak, olarak İslami kurum ve kuruluşlar lağvedilmiş, camiler ve tekkeler kapatılmış, dini kutlamalara son verilmiştir.[24] Buna rağmen Bosna’da birçok Osmanlı camii, tekkeler ve 1537 yılından itibaren faal olan Gazi Hüsrev Paşa Medresesi mevcudiyetini korumuştur.
Ancak Tito, Sırp ve Hırvatların önünü kesmek için Bosna’ya diğerleri ile birlikte eşit haklara sahip Cumhuriyet statüsü vermekten de çekinmemiştir. [25] Buradaki temel yaklaşım Avusturya - Macaristan İmparatorluğu’nun yukarıda anlatıldığı gibi bölgedeki direnişi kırmak için bölge halkını diğerlerine rakip yapma politikasının diğer bir uygulamasıdır. Tito’da bu şekilde aynı politikayı devam ettirmiştir. Görünüşte verilen siyasi haklar hiçbir zaman sosyal hayata yansıtılmamış aksine Müslümanların dini değerlerini değiştirmek için çeşitli provokasyonlar bile organize edilmiştir. Bunlardan “Azra’nın hikayesi”[26] bugün bile halk arasında hala anlatılmaktadır. Bu olaydan sonra 29 Eylül 1950 yılında Zar ve Terce’de feraceyi yasaklayan kanun yürürlüğe girdi. Bu kanuna Muhalefet edenlere 20 bin Dinar para ve 2 yıla kadar hapis cezası uygulanmaktaydı. Ayrıca bu kanunu destekleyici fetvalar da verilmişti.[27] Müslümanların karşı hareketlerini önlemek amacıyla toplumun ileri gelenlerine suikastlar düzenlenmiş, bir çoğu öldürülmüş geri kalanlar çeşitli bahanelerle hapse atılarak etkisiz hale getirilmiştir.[28]
1980 yılında Tito’nun ölmesi ve daha sonra meydana gelen ekonomik krizler devletin yapısını ve felsefesini bozmuştur. Devam eden yıllarda komünist rejim yavaşça dağılmış ve Bosna - Hersek, Hırvatistan, Makedonya, Slovenya, Karadağ ve Sırbistan gibi yeni devletler ortaya çıkmıştır. Eski Yugoslavya’nın parçalanıp yeni şekli almasında en büyük nedenlerden birisi tabii ki bu ülkede yaşayan insanların sahip oldukları dini ve kültürel farklılıktır. Ancak gerçek etken ise bu halkların sahip oldukları güçlü “milli kimlik”[29] duyguları arasındaki farklardır.
Bu yeni süreçte Müslümanlar üzerindeki baskılar nispeten hafiflemiş ve bundan istifade ile daha önce İslami inanç ve düşüncelerinden dolayı, arkadaşlarının birçoğu öldürülmüş[30] ve kendisi de yıllarca hapiste kalmış olan Aliya İzzetbegoviç’in liderliğinde Demokratik Eylem Partisi (SDA) kurulmuş ve 1990 yılında yapılan seçimleri de kazanarak Aliya İzzetbegoviç Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Aliya İzzetbegoviç’in Cumhurbaşkanı seçilmesi Bosna’nın makus tarihini maalesef geri çevirememiş, bölgede huzursuzluklar artarak devam etmiştir. Bu defa yeni kurulacak devletlerin statüsü hakkında taraflar kendi aralarında bir türlü çözüme ulaşamamışlardır. Kanton sistemi gibi özellikle Sırplar tarafından desteklenen çeşitli alternatifler yayınlanan haritada, kantonların %70’inin [31] Sırpların kontrolü altına girmesini öngördüğünden dolayı taraflarca reddedilmişti. Sırpların baskın olma isteği ve tüm tarafların (Sırp, Hırvat ve Boşnak) eşit haklara sahip olma talebi, bazı Hırvat politikacıların ikiyüzlü[32] hareketlerinden dolayı çözüm yolları da tamamen tıkanmıştır. Bunun üzerine, Bosna-Hersek 1 Mart 1992’de yapılan ve Sırpların boykot ettiği referandum sonrasında bağımsızlığını ilan etmiştir. Fakat bu da bir çözüm yolu olmamış, savaşın yaklaşan ayak sesleri daha çok işitilmeye başlamıştır. Zira Sırplar, Bosnalıların bağımsızlığını destekleyen ülkelerin bu desteğinin sadece “lafta”[33] kalacağını çok iyi biliyorlardı. Zaten kısa bir süre sonrada sayıları 90.000’in üzerine çıkan Sırp ordusu Bosna’nın büyük bir bölümünü kontrol altına almış ve daha önce hazırlanan katliam planlarını uygulamaya geçirerek tarihin en kanlı sayfalarından birini yazmaya başlamıştır.
3. Tarih İş Başında
Her ne kadar kronolojik olarak, Bosna’da yaşanan olaylar yukarıda kısaca zikredildiği gibi gelişmiş olsa da Sırpların bu davranışlarını tarihi geçmişin birikimi olan kültürel değerleri ile birlikte ele almakta yarar vardır. Bosna savaşında yaşanan bu olayların komünist rejimin sona ermesiyle kendiliğinden başlamış olması oldukça küçük bir ihtimaldir. Fakat düşünsel olarak daha evvel ince bir şekilde planlanmış olması ve bu planlamanın üzerinden Sırpların sahip oldukları tarihi kültürün ve düşünce yapılarının bir avantaj olarak kullanılması ihtimali ise oldukça yüksektir.
Avrupa toplumlarının tarihlerine bakılırsa, geçirmiş oldukları evrelerde genel olarak üç unsurun bu toplumlar üzerinde büyük bir etki bırakmış olduğu görülür. Bunlardan birincisi feodal yapıdır. Hakimiyetin belli sınıflar arasında hiyerarşik bir yapıda dağıtıldığı ve zaman içerisinde gelişerek merkantilizm, kapitalizm ve emperyalizm anlayışına dönüşecek olan bu yaklaşımın temeli tamamen güçlü olmaya, sorunları güç kullanarak ve kısa yoldan çözmeye dayanmaktadır. Avrupa ortaçağ zihniyetine dayanan bu düşüncenin tarihi, din ve ırk ayrımı gözetmeden mevcut otoriteye karşı gelen binlerce ve bazen de yüzbinlerce[34] kişinin acımasız bir şekilde yok edildiğini gösteren örnekleriyle doludur. Bu düşüncenin modern zamanlardaki temsilcisi ve Avrupalı en önemli devlet adamlarından biri olan Winston Churchill emperyalizmin bu uygulamalarını bir “sporting game” olarak tarif etmektedir. [35]
Avrupa kültürünün şekillenmesinde en önemli unsurlardan birisi de kilisedir demek yanlış olmasa gerekir. Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmen kabul ettiği 4.yüzyıldan beri din zaman içersinde tüm Roma toplumuna hakim oldu. Ortaçağ Avrupa’sında kilise sadece dini görevleri olan bir kurum olmaktan çıkıp feodal bir yapının en büyük parçalarından birini oluşturdu. Kendine ait toprakları, yöneticileri, köleleri, eğitim kurumları ve kuralları vardı. Eğitim kilisenin tekelindeydi ve bazı soyluların çocukları da kilisede eğitim görerek yetişiyorlardı. Ortaçağ Avrupa düşünürlerinin birçoğu kiliselerden çıkmaktadır. Kilise ile aristokrasi arasında kurulan bu karşılıklı bağ sonucu oluşan sistem aristokrat çocuklarının Papa mertebesine kadar yükselmelerini[36] mümkün kılıyordu. Ortaçağda yetişen ve Avrupa’nın düşünsel ve sosyal hayatta modernleşmesini sağlayacak olan düşünce önderlerinin temel eğitimlerini kiliselerde tamamladıklarını da unutmamak lazımdır. Kilisenin düşünsel yapısı ve benimsediği politikalar çağlar boyu şu veya bu şekilde Avrupa’nın siyasi kararlarının şekillenmesine olan etkisini devam ettirmiştir ve halen de devam ettirmektedir. Çağlar boyu Hıristiyanlık Avrupa’nın bel kemiğini oluşturan bir kurumdur.[37]Avrupa Birliği’nin temel felsefesini kuran, onu tarihi Kutsal Roma İmparatorluğu’nun yerine koyup gelişmesine katkıda bulunan yine bu kilise anlayışıdır. Bakire Meryem’in Avrupa Birliğinin annesi olması, birliğe katılacak ülkelerin imza törenlerinin Papa X. Innocent’in (X.Innocenzio’nun) heykelinin altında yapılması bu etkilerin görsel yansımalarıdır.
Avrupa toplumlarının şekillenmesinde etken olan diğer bir unsur ise kapitalizmdir veya kapitalizmin bir aşaması olan emperyalizmdir. Ekonomik bir kavram olarak 18. ve 19. yüzyıllarda gelişen bu anlayış, temel olarak tüm kapitalistleri açgözlü ve savaşımcı bir davranış göstermeye zorlamıştır. Varlığını devam ettirebilmek ve toplumun üretiminden her zaman daha fazla bir payı kendi hesabına güvence altına alabilmek için kapitalistler kendi aralarında da olmak üzere sürekli rekabetçi ve yok edici bir mücadele içerisinde olmuşlardır.[38] Kapitalizm tahakküm etmenin en acımasız yöntemlerini uyguladığından onun tarihi de insanın tahammülüne sığmayan birçok zalimliklerle doludur. Kolonilerde hakimiyetin tesis edilmesi ve sömürünün devam edebilmesi için, yerli halka, köylülere işkence edilip kitleler halinde öldürülmesi, ekinlerin ve evlerin yakılması sömürgeciler için hiç bir zaman bir utanç kaynağı olmamıştır.[39] Bir kapitalist yok olmamak için en azından rakipleri kadar hızlı sermaye biriktirmek zorundadır. Diğer bir alternatif ise onun fiziki varlığına son vererek rakibini ortadan kaldırmaktır.[40] Çağlar boyu gelişen bu ekonomik kapitalizm karakteri, siyasi alana taşındığı ve bir ideoloji şekline dönüştüğü zaman Avrupalı toplumların kolonilerinde uyguladıkları politikalar daha net anlaşılır.
4. Sessiz Dünya
Modern dünyanın tam ortasında İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana tarihin en vahşi olayları yaşanırken, modern toplumlar bu duruma sessiz kalmıştır. Kilisenin eyleme dökülen fikirsel yansımaları ise Avrupa’nın tam ortasında olan Bosna’da görülmüştür. 1992 yılında Sırplar katliamlara başladıkları zaman, demokrasinin ve insan haklarının en büyük savunucularından sadece bir kaç saat uzaklıktaydılar. Üç-dört yıl sürecek olan bu katliamları durdurmak üzere harekete geçmenin Avrupa Birliği, Katolik, Ortodoks ve Protestan Kiliseleri için çok fazla bir süre almayacağı muhakkaktı.
Aynı eylemsizlik ABD’de de görülür. Kuveyt’in işgaline kısa bir süre içinde askeri müdahalede bulunan ABD, nedense Bosna’da olanlara sessiz kalmakta veya oyalama taktikleri uygulamaktadır. Batılı toplumların bu hareketsizlik politikasını Aliya İzzetbegoviç şu sözlerle ifade etmektedir: “AB liderleri hepimiz ölene kadar konuşup duracaklar”.[41] Belki de amaçlanan buydu. Aslında Avrupalıların bu hareketsizliği Sırplara verilen açık bir destekten veya işlemin tamamlanması beklemekten başka bir şey değildi. Zira Hıristiyanların Müslümanları kurtarmak için diğer Hıristiyanları öldürmesi, kültürlerinde bulunmayan bir unsurdu. Avrupa tarihinde böyle bir olay muhtemelen hiç bir zaman vuku bulmamıştır.
Bosna’da yaşanan katliamlar karşısında dünya medyası ya sessiz kalmayı veya satır aralarında yaşanması doğal veya günlük normal asayiş haberleri şeklinde geçiştirmeyi yeğlemiştir. Bunun temel nedenini de yine tüm dünyada çoğunlukla kapitalistlerin kontrol ettiği[42] bu medya patronlarının sahip olduğu inanç ve düşüncelerinde aramak gerekmektedir.
Birleşmiş Milletlerin (BM) sessizliği hepsinden önemlidir. BM’in siyasi yapısı ve bu yapıyı kontrol eden güçlerin aynı kültürle yetişmiş olmaları aslında bu sessizliğin temel nedeni olsa gerek. Terör ile mücadele için dünyanın birçok yerine asker gönderen BM, Avrupa’nın ortasındaki terör olaylarını görmemek için başını adeta diğer tarafa çevirmekte tereddüt etmemiştir. BM’nin yapmış olduğu toplantılar Sırplara ölüm ve tecavüzlerin yapılması için zaman kazandırmıştır. BM taraflara silah ambargosu uygulanması gibi aldığı karalar ile Müslümanların silahlanmasının önüne geçilerek Sırpların katliam ve tecavüzlerine daha rahat devam etmelerinin önü açılmıştır. BM bir adım daha ileri giderek kendi güvenli bölgesinde bile binlerce Müslüman kadın, çocuk ve yaşlının ayrım yapılmaksızın Sırplarca katledilmesine[43] müsaade etmiştir.
Müslüman halkların yaşadığı devletlerde ise durum daha vahimdir. Müslüman halklar Bosna’da yaşanan katliamlar için feryat ederken Müslüman devletlerin yönetimini oluşturan unsurlar ise ölüm sessizliğine bürünmüş, yaşanan olayları adeta seyretmişlerdir. Devlet ileri gelenlerinin kişisel siyasi açıklamaları veya yardım çabaları yetersiz kalmıştı.
Dünyanın bu sessizliği karşısında Bosna’da senaryo yazıldığı gibi devam etmekteydi. Bu katliamların uygulayıcısı olarak seçilmiş unsur ise Sırplardı. Tarihi bir ideolojinin sürekli yenilendiği ve hala Osmanlılara kaybettikleri savaşların intikamının alınmasının gerektiği Sırp toplumuna ideolojik olarak sürekli enjekte edilmiş böylece toplum bu katliamlara çok daha önceden hazırlanmıştı.[44] Bütün bu olaylardan sonra 21. yüzyılda bile Sırp ilkokul tarih kitapları Osmanlılar ile Sırpların arasında yapılan savaşların temsili resimlerine fazlaca yer vermektedir.[45]
Böyle bir ideoloji ve inanç ile büyütülen ve desteklenen toplumlar, siyaset yapıcılar açısından planlarını en uç noktasına kadar uygulamaya koymak için vazgeçilmez araçlardır ve bu araçların uygulamaları gerçekten çok korkunç olmaktadır. Zira bu toplumlar uyguladıkları eylemleri özümsemiş ve benimsemiş olarak hareket ederler. Asla bu planların gerçekte bir başkasının planları olduğunu ve kendilerinin de birer araç olduklarını düşünemezler ve hatta bunu sorgulamazlar bile. Çünkü yaptıkları eylemi kendileri açısından hiç bir zaman yanlış bir eylem olarak görmeyip muhakkak kendileri tarafından yapılması gereken bir iş olarak algılarlar. Bu onlar için bir görevdir veya diğer bir ifade ile onlar bu görev için seçilmişlerdir.
5. Temizlik Irksal mı, Dinsel mi, Kültürel mi?
Öncelikle “temizlik” kelimesi ile “soykırım” kelimesi arasındaki ince çizginin tespit edilmesi gerekmektedir. “Temizlik” kelimesi bir yerdeki farklı unsurların ayıklanıp uzaklaştırılması olarak ele alınabilinir. Bu farklı unsur dinsel olabilir, kültürel olabilir ve ırksal olabilir. BM tarafından tarifi yapılan “soykırım”[46] kelimesi ise ihtiva ettiği anlam itibarıyla “temizlik” teriminden biraz farklıdır. Zira soykırım bir ırkın, sahip olduğu farklı dinlerine veya yaşadığı değişik coğrafyalara bakılmaksızın tamamen yok edilmesine dayanır. Soykırım yapmak için halkı ikna etmekten ziyade askeri planları hazırlamak gerekir. Askerlere “düşünmeyin”, “bir şey demeyin: şunu yapın ve bunu yapmayın”[47] demek bir soykırımın gerçekleşmesi için yeterlidir. Soykırım daha geniş bir anlam ihtiva ederken “temizlik” terimi ise daha titiz bir çalışmayı içermektedir. Hangi unsurun “temizliği” yapılacak ise o unsurların titizlikle belirlenmesi, diğerlerinden ayrılması ve yok edilmesi ancak ince bir planlamanın sonucu olabilir. “Temizlik” için hem toplumun ve hem de silahlı kuvvetlerin psikolojik hazırlıklarının daha önceden tamamlanması gerekmektedir.
Çok büyük bir titizlikle hazırlanan bu “temizlik” planları Bosna’da belki planlananın da ötesine geçmiş hayal edilemez bir şekilde uygulanmıştır. Modern savaş tarihi ilk kez, binlerce Bosnalı kadının ve çocuğun sistematik olarak tecavüze uğradığı, işkenceye tabi tutulduğu, şiddet uygulandığı, sivillerin teker teker saklandığı yerlerden çıkarılıp öldürüldüğü bir trajediye[48] şahit olmuştur. Zira Bosna’da yaşanan zulüm ne bir savaşın normal bir kısmı olarak görülebilinir ne de abartılmış savaş hikayeleri olarak ele alınabilinir.[49] Bosna’da yaşanan vahşetin boyutları o derece kötüdür[50] ki bazen insan bilgi vermek için bile olsa bunları yazmaktan çekinmektedir. Sadece “bir babanın kendi kızının ırzına geçmeye zorlanması veya Sırp askerlerinin ırzına geçtikleri 9 yaşındaki küçük kızlarının ölümünü annesinin ve babasının parmaklıklar arkasından seyretmek zorunda kalması”[51] cümlesi bu vahşetin boyutunu sergilemek için yeterlidir. Devletlerin istihbarat raporları bu vahşetin görünen kısmını resmi olarak belgelemektedir.[52] Bu öyle bir vahşettir ki bazı yazarlar “Bosna’da bu tecavüzleri işleyenlerin tespit edilip en yakın ağaca asılmasında” bir sakınca görmemektedirler.[53]
Bu vahşeti, psikolojisi normal olan bir insan işleyemeyeceğine göre Sırpları bu derece harekete geçiren dürtü ne olabilir? Bu sorunun cevabını Sırpların mantıklarında aramak belki de en doğru yol olsa gerektir. Avrupa toplumlarının gelişimini etkileyen temel unsurlardan yukarıda kısaca bahsedilmişti. Bunlara ilaveten Sırpların düşünsel yapılarını şekillendiren çok önemli başka bir etken daha vardır. Bu etken Sırp Milliyetçiliğini şekillendiren Sırp ideologlarının ve siyaset yapıcılarının teşvik ve destekleriyle Müslümanlara karşı geliştirdikleri eylem ve düşüncelerinden başka bir şey değildir. Bütün Sırp toplumunun her ferdine bu fikirler yüklenmiş ve bunun sonucunda sözlüklerinde Müslümanlara karşı merhamet kelimesi ortadan kaybolmuştur. Sırpların böyle bir durumda ne yapması gerektiği zaten yüzyıllar öncesinden Njegos’un Destan’ında çok açık bir şekilde belirtilmişti.[54]
Osmanlıların 1354 yılında Çanakkale Boğazı’nı geçmeleriyle başlayan Türk ilerleyişi sonucu Türk kültürü yaklaşık 650 yıl Avrupa’da kalmıştır. Osmanlının hakimiyetine giren toplumlardan en önemlisi Bosnalılardır. Zira burada yaşayan toplumlar Osmanlıyı sadece bir egemen güç olarak kabul etmeyip kültürel bir birliktelik meydana getirmişlerdir. Bunun doğal sonucu olarak Bosna’da yaşayan halk diğer kültür tarafından red edilmiştir. Bosnalıların bu kültürel değişimi Sırp ideologları tarafından bir “ihanet”[55] olarak kabul edilmektedir. Osmanlıların kurmuş olduğu yönetim sistemindeki istimalet politikası sayesinde tüm kültürlerin kendi değerlerini muhafaza ederek devam etmesi sağlanmıştır. Kendi tercihleri ile bir kültür devrimi gerçekleştiren ve Avrupa kültürü ile farklılaşan Boşnaklar artık Sırpların gözünde bir nevi “Türk”[56] olmuşlardır. Avrupalı siyaset yapıcılarına göre bölgede İslam’ın yayılması sonucu meydana gelen İslami kimlik mevcut yapıyı çok karışık hale getirmiştir.[57] Avrupa’nın kültürel değerleri ile böyle bir ayrışımı gerçekleştiren Boşnaklar’ın Avrupa’nın kültürel değerlerini hala taşıdığına inanan Sırplar tarafından dışlanması Sırp ideologları tarafından sıkça yapılan bir propaganda metodu haline gelmiştir. Bu düşünce aslında sadece Sırplara özgü değildir. İngilizler bile tüm Osmanlı egemenliğinde yaşayan Balkan devletlerini Türklerin dostu ve Hıristiyanların düşmanı olarak kabul ediyorlardı.[58]
Bu temelden hareket ile Avrupa medeniyetine dahil olmayan her şeyin tamamıyla temizlenmesi ve ortak bir kültüre sahip olma arzusunda olan bir Avrupa Birliği’nin kurulabilmesi için bu gerekliydi. Avrupa Birliği’nin haritası yeniden çizilecek ve bu birliği oluşturan homojen devletler ve din kardeşliğinin tesis edildiği toplumlar eski krallıkların kalıntıları üzerinde yeniden kurulacaktı[59] Bu noktada zaten Sırp milliyetçilerinin düşüncelerinin şekillenmesinde Avrupa siyasetinin ve Kilise mensubu siyaset yapıcılarının etkisi açıkça görülebilir. Kısaca özelde Sırbistan’ı ve genelde de Avrupa’yı Avrupalı olmayan unsurlardan temizleme projesinin ilk modern denemesi yapılmıştır. Bu projede “tarihi bekçiler” olan Sırplara diğer bir ifade ile karşılaştıklarından beri Osmanlı’dan nefret ettirilen bir topluma “tarihi bir görev” verilmiştir.
Genelde Bosna’da yaşanan olayları inceleyen araştırmacıların büyük çoğunluğu buradaki olayları etnik bir temizlik olarak tanımlarlar. Ancak “Etnik temizlik” farklı bir ırkın diğerini yok ederek bölgede tek ırka ve kültüre dayalı homojen bir yapı oluşturulması diye tanımlanırsa[60] Bosna’da yaşananlar bir “etnik” temizlik değildir. Çünkü Sırplar ile Boşnakların aynı etnik yapıda oldukları, Boşnakların orijinal dinlerini terk eden gerçek Sırp oldukları Sırp ideologları tarafından ileri sürülmektedir.[61]. Dolayısıyla Bosna’da yaşananları sadece bir etnik temizlik olarak nitelemek çok kuvvetli bir argüman olmasa gerekir. Görüldüğü üzere etnik temizlik tanımı Bosna’da farklı zamanda, farklı mekânda ve farklı olaylarda farklı şekillerde kullanılmıştır.
Bosna’da yaşanan sadece “dini bir temizlik” de değildir. Zira komünist rejimden çıkan bir toplum göz önüne alınacak olunursa, bu toplumun şekillenmesinde dini değerlerin etkin olduğunu söylemek çok mümkün olmasa gerekir. Bunun örnekleri Bosna’da görülmüştür. İslam’ı sadece adı ile bilenlerin sayısı 1992’den önce daha çoktu. 1992 yılından önce Sırplarla evlenen Boşnak kızların ve erkeklerin sayısı giderek artmaktaydı ve bu evliliklerde geleneklere uygun olarak gayrimüslim Sırp erkeklerinin din değiştirerek İslam’ı kabul etme şartı pek de aranmıyordu. Bunlara ilaveten, Bosna’da yaşayan bir Yahudi toplumu olduğu da bilinmektedir. Fakat bazı organizasyonlar, Yahudilerin katliamdan hemen önce güvenli bir biçimde şehri terk ederek İsrail’e ulaşmalarını sağlamıştır.[62] Eğer bir din savaşı olsaydı Yahudilerin de bertaraf edilmesi gerekmekteydi. Sonuç olarak toplumdaki din olgusunun Bosna’da yaşananlar için esas bir neden olduğu görüşü de bir ölçüde zayıf kalmaktadır.
Bosna’da yaşananları nitelendirmek için geriye sadece kültürel bir temizlik tanımlaması kalmıştır. Medeniyetlerin çatışması, makro seviyede farklı kültürlere sahip devletlerin uluslararası kuruluşları ve üçüncü tarafları kontrol edip tamamen kendi kültürel ve dini değerlerini güçlendirmek için gayret göstermesi sonucunda ortaya çıkar.[63] Tarihsel olarak Avrupa’nın İslam ile tanışması çok daha eski olsa da burada en çok etkiyi yapan unsur Türklerdir. Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra Avrupa’nın demografik yapısında büyük değişiklikler olmuştur. Bulgaristan ve Yunanistan gibi yerlerde Müslüman gayrimüslim nüfus oranı çoğunlukla yer değiştirmiş fakat büyük göçlere rağmen Bosna’daki bu oran çok fazla değişmediği gibi “Türk” kültüründe ve yaşayışında eskiye nazaran bir dönüş de olmamıştır. Medeniyetlerin çatışması, mikro seviyede ise değerleri birbirine yakın olan toplumların genellikle güç kullanarak diğerinin üzerinde ve topraklarında hakimiyet kurmak istemesinden dolayı olur.[64] Aslında Bosna’da yaşanan olaylar bu temelde düşünülecek olunursa tanımlama ile yaşananların büyük bir benzerlik gösterdiğini söylemek mümkündür.
Bosna’da yaşananlar, medeniyetler çatışmasının nedenlerini hem makro hem de mikro seviyede bir arada içermektedir. Bosna’da yaşananlar mikro seviyede bir “kültür temizliği”dir. 20. yüzyıldan itibaren şu teori ileri sürülmüştür: “Bosnalılar sağı solu belli olmayan Sırp veya Hırvatlardır. Bunların ataları yanlışlıkla İslamı kabul etmişlerdir, şimdi ise bunların eski yuvalarına geri döndürülmeleri gerekmektedir. Yuvalarına dönmemeye direnenler için de ne yapılması gerektiği yine yıllar önce “vaftiz olmayanların hepsini kılıçtan geçirmek” [65] cümlesiyle açıklanmıştır.
Bu katliamın mikro seviyedeki tek amacı bölgedeki kültürel birliğin sağlanmasıdır. Avrupa kültürüne yabancı ve tehdit[66] olan unsurun ayıklanıp atılmasından ibarettir. Bunun içindir ki Bosna’da yaşayan bazı Sırplar, kültür katliamından önceden haberdar edilip sessizce şehirleri terk edip Sırbistan’a göç etmişlerdir. Kalanların bazıları ise Sırplara istihbarat sağlamışlardır. Bu şekilde de benzer unsurun yok olması engellenmiş veya zarar görmeden muhafaza edilmiştir. Ne gariptir ki evlerini terk eden Sırpları olacaklardan habersiz Müslüman komşuları uğurlamakta[67] ancak buna karşın yıllardır birlikte yaşadıkları Müslüman komşularının kısa bir zaman sonra öldürüleceklerini bilen Sırplar ise onlara asla olacaklardan bahsetmemektedirler. Müslüman Bosnalılar ise “yıllarca beraber yaşadıkları bu insanlardan böyle bir davranışı asla beklememektedirler”.[68] Osmanlı hâkimiyetinden sonra Bosnalılara karşı 10’dan fazla soykırım uygulanmıştır.[69] Sırpların bu davranışı ancak etnik milliyetçiliğin son zirvesi olarak tanımlanabilir.
Bosna’da yaşananlar makro seviyede de bir kültür temizliğidir. Tarihsel bir yolda yürüyen Avrupa kendi içerisinde farklı bir unsuru istememektedir ve homojen bir yapı oluşturmak amacındadır. Bunu sağlamak için Avrupa gerekirse kendi çıkarlarını savunmak üzere farklı kültürlerle veya medeniyetlerle mücadelede askeri ve ekonomik güce er veya geç başvurmak zorunda kalacaktı.[70] Avrupa siyaset yapıcıları, 1973 yılında yaşanan petrol krizini göz önüne alarak bugün bile enerji kaynaklarının önemli bir kısmına hakim olan İslam medeniyetini açıkça karşılarına almaktan çekinmişlerdir. Bunun için Bosna’da yaşananları bazı siyaset yapıcılar “etnik temizlik” diye tanımlamayı tercih ederken[71] diğerleri de “soykırım (genocide)”[72] gibi terimleri kullanmayı uygun görmüşlerdir. Hatta burada yaşananlar “Bosna iç savaşı”[73] olarak bile tanımlanmıştır. Ama asla hem Avrupalı siyaset yapıcılar hem de Avrupalı düşünürler yaşananları tanımlamak için özellikle bir “kültürel temizlikten” bahsetmemeye özellikle dikkat etmişlerdir. Kiliselere dokunulmayıp, içlerinde Ferhadiye Camii gibi tarihi değeri olan yüzlerce tarihi caminin yıkılıp, kütüphanelerin ve arşivlerin içindeki değerli kitapları ve tarihi kayıtlarla birlikte yakıldığı ve sadece belli bir dinin mensuplarının yok edildiği bir olayın irdelenmesi bu işlemin tamamen kültürel bir temizlik olduğunu kanıtlar.
6. Sorun Bugün Sadece Şekil Değiştirmiştir
1995 yılında Bosna’da yaşanan vahşet Müslümanların direnç gücü elde etmeleriyle son bulmuştu. Ancak sorunun temel çözüm formülünü geliştirmek yerine sorunun tanımlanmasını basit bir iç savaşa indirgeyen araştırmalar, esas nedenleri görmemezlikten gelme ve üstünü örtmek için yapılan çalışmalar sorunun önümüzdeki zaman diliminde de “var olma” ihtimalinin olduğu anlamını taşımaktadır. Bosna Hersek’te kurulan yeni siyasi yapı muhtemelen bu mantık üzerine inşa edilmeye çalışılmaktadır.
Avrupalı siyaset yapıcılar ve ideologlar düşünce yapılarını değiştirmek, yapıcı ve kalıcı çözümler üretmek yerine, daha önce uyguladıkları siyasetin bir devamı olarak ortaya daha karışık bir yapı koymuşlardır. Bir taraftan kültürel farklılığı devam ettiren unsurun yönetim zafiyetleri arttırılırken diğer taraftan kültürel olarak aynı olan unsurun yönetim eksiklikleri giderilerek devlet sistemi kuvvetlendirilmiştir. 1995 yılında imzalanan Dayton Anlaşması bu argümanın en belirgin göstergesidir[74]. Bosna Hersek’te yapılan Anayasa ve ortaya konan yeni yönetim şekli, yapısı tek gövdesi üç başlı bir ejderha gibidir.[75] Hangi başın karar vereceği üzerinde uzlaşmak zor olduğu gibi bu vücudun hangi başı takip edeceği konusunda da fikir birliği sağlanması mümkün gözükmemektedir. Bu zıtlığın doğal gelişimi sonucunda da sistem kendi kendini yok edecektir. Çünkü Dayton Anlaşması ile Bosna Hersek’te ortaya konan sistem üç başlı bir hükümettir. Bu sistemin kurulmasındaki esas amaç “farklı unsur” olan Bosna’nın her zaman için güçsüz, örgütsüz ve savunmasız kalmasının sağlanması olsa gerekir. Fakat birliği oluşturduğu varsayılan “aynı unsurun” Sırp Cumhuriyeti’nde ise yönetim merkezileştirilmiş, devleti temsil eden ve çalıştıran tüm yapılar kuvvetlendirilmiştir.
Sonuç
Tüm tarih süreç göz önüne alındığı zaman, Osmanlı yönetimi hariç, Bosnalılar gerçekten zor zamanlar geçirmiş bir toplumdur ve zorlukları önümüzdeki yıllarda da devam edecek gibi gözükmektedir. Coğrafya olarak Avrupa’nın ortasında olması bu topluma bir avantaj sağlamadığı gibi bulunduğu coğrafyada yaşayan toplumlar dan farklı kültürel değerlere sahip olması da çok büyük sıkıntılara neden olmaktadır. Bu farklılıkların izale edilmesi için içinde bulunduğu coğrafyanın tüm unsurlarının bir şekilde katıldığı ve tarihte eşi görülmemiş vahşi bir projenin bilinçli bir şekilde uygulandığı bu zaman diliminde yaşananların esas etkeni kimlerdir? Bu sorunun cevabı yine bu coğrafyada yaşayan, bu projeye dolaylı veya doğrudan katkı yapan, planlayan, uygulayan veya hiç bir katkıda bulunmayıp sessiz kalan ve yetkili olup yetkilerini bu vahşetin engellenmesi için kullanmayan herkestir. Ortada sadece tek bir “günah keçisi” yoktur bilakis bir sürü vardır. Yaşanan felaketlere rağmen söz konusu farklılıklar yine giderilememiş aksine durum daha da keskinleşmiştir. Bunca vahşetten elde edilen tek şey ise sadece çekilen acılar ve akan gözyaşları olmuştur.
Avrupa’yı hangi değerlerin oluşturduğunun dahi kesin bir tanımlamasının yapılamadığı bir ortamda, Avrupa’da kurulmak istenen birliğin “aynı kültür”ü sağlama ve muhafaza etme politikaları, bu coğrafyada bulunan “farklı unsurları” kendilerine bir tehdit olarak görüp yok etmek planları üzerine kurulmak istendiği sürece bu acı ve gözyaşlarının daha da artarak akacağı muhtemeldir. Avrupa’da “aynı unsur”’un bile yakın bakışta çok farklılıklar gösterdiği malumdur. Böylece ileride çekilecek acıların maalesef tüm Avrupa’yı kapsama ihtimali de oldukça yüksektir. Bunun yansıması da Bosna’da oluşturulan siyasi yapıda çok açık görülmektedir. Bir tarafta geleceğin “aynı unsur”u içeren devleti inşa edilirken diğer tarafta ise “farklı unsur” için zaman içerisinde yok olmak üzere oluşturulan bir sistem kurulmaktadır. Sırp Cumhuriyetinin bir truva atı gibi denklemde tutulması ve nihayetinde Sırbistan ile birleşme arzularının muhafaza edilmesi bu yapının uzun süreli kurulmadığının bir göstergesidir. Hırvatlar içinde aynı şey söz konusudur.
Bütün bu sorunlara nihai çözüm ise “aynı unsurları” oluşturma politikalarının üretilmesinden ve uygulamalarından hızla vazgeçilip, bunun yerine “farklı unsurları” da içeren yapıların aynı coğrafyada bir arada yaşamalarını sağlayacak çözümler üretilmesinden geçmektedir. Avrupalı siyaset yapıcıları farklı unsur ve kültürlerle mümkün olan en üst seviyede nasıl uyum sağlanacağı yönünde politikalar üretmelidirler. Bütün bu sorunların çözümü için çeşitli politikalar geliştirilip uygulanmaya konması Avrupa’daki sosyal uzlaşı için bir gerekliliktir.