ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Salim Koca

Anahtar Kelimeler: Türkiye Selçuklu Devleti, I. İzzeddin Keykâvus, Sultan, Hâkimiyet Sembolleri

Orta Çağ Türk tarihi üzerinde önemli bir ağırlığı olan Fuad Köprülü, bir yazısında hakimiyet sembollerinin devlet hayatındaki rolüne dikkati çekerek, bu sembollerden bazılarına dair esaslı araştırmalar ortaya koymuştur[1]. Köprülü ele aldığı her meselede olduğu gibi, bu sembollerin sadece derin tahlillerini yaparak ne derece önemli olduklarını ortaya koymakla kalmamış, aynı zamanda kendinden sonra bu konuda araştırma yapacaklara da hedef ve vazifelerini göstermiştir. Nitekim, Köprülü'nün izinden yürüyen Mehmet Altay Köymen, onun ortaya koyduğu esasları, Selçuklu hükümdarlarının aldıkları ve kullandıkları hâkimiyet sembollerine dair yaptığı araştırmalarla daha da derinleştirerek gerçek hedefine ulaştırmıştır[2]. Aydın Taneri[3] ve Reşat Genç gibi ilim adamları da, Köprülü tarafından başlatılan ve Köymen ile devam eden çizgiyi ihtimamla korumuşlardır. Özellikle, Reşat Genç, Karahanlı hilkümdarlarının aldıkları ve kullandıkları hâkimiyet sembollerine dair Türk ve yabancı kaynakların sağladığı bilgiye dayanarak başarılı bir değerlendirme yapmıştı[4]. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın araştırmaları ise, Köprülü'nün tahlil ve terkibinden yoksun olmakla birlikte, geniş ve bol malzeme kolleksiyonu olarak devamlı bir değere sahip olmuşlardır[5]. Öte yandan, Selçuklu devrinin tanınmış uzmanlarından olan Fransız bilgini Cl. Cahen ile Rus bilgini V. Gordlevski de, eserlerinde konuya sadece değinmekle yetinmişler, meselenin önemine uygun araştırmalarda bulunmamışlardır[6].

Böyle bir girişten sonra başhktaki konuya dönüyoruz. Her Selçuklu hükümdarı gibi, Sultan I. İzzeddin Keykâvus da, devletin başı olma sıfatıyla, iktidarının içeride ve dışarıda meşru kuvvet olarak tanınması ve kabul edilmesi için bir takım hâkimiyet sembollerini alması ve kullanması gerekmiştir. "Unvan ve lakaplar", "para", "hutbe", "uraz/hil'at", "saray", "taht ve taç", "bayrak ve sancak", "çetr", "nevbet", "tuğ", "tuğra ve tevki' ", "yüzük", "kemer", "külah" "ok ve yay" "kılıç" ve "çizme" bunların başlucaları ve en önemlileridir. Şimdi bunları birer birer ele alalım:

1- Unvanlar ve Lakaplar

Hâkimiyet veya hükümdarlık sembollerinin en önemlilerinden biri, hiç şüphesiz, hükümdarın aldığı ve kullandığı unvanlar ve lakaplardır. Selçuklu hükümdarları, askeri başanlarına ve siyasi düşüncelerine uygun türlü unvanlar ile lakaplar almışlar ve kullanmışlardır. İzzeddin Keykâvus da (1211- 1220), Sinop ve çevresini ele geçirdikten sonra, bu fethin alâmeti olarak "es- Sultanül-Galib" (Galip Sultan) unvanım ahnışur[7]. Bu unvan kaynaklarda bazen "es-Sultanül-Galibül-mu'azzam Şahenşahit'l-.zam" (Şahların şah' en büyük galip Sultan) şeklinde, bazen de "Sultanü Bilâdfr-Rum ve'ş-Şam ve'l-Ermen" (Ermeni, Şam ve Anadolu ülkelerinin Sultanı ) ve "Sultanü'l-berri ve'l-bahr"(Karanın ve denizin Sultanı) şeklinde geçer[8]. İzzeddin Keykavus'un unvanları arasında, genellikle tabi (vassal) hükümdarların ve şehzadelerin kullandıkları "Melik" unvanına da rastgelinir. Mesela, Halife en-Nasır Lidinillah (1180-1225) Selçuklu sarayına gönderdiği mektupta İzzeddin Keykâvus için "el-Melikü'l ecel" (En büyük Melik) ve "Melikü Bilâdi'r-Rum" (Anadolu ülkelerinin Meliki) unvanlarını kullanmıştır[9]. Melik unvanı ayrıca, kitâbelerde de geçer. Mesela, Sinop ve Antalya kalelerinin kitâbelerinde İzzeddin Keykâvus için zikredilen unvanlar ve lakaplar arasında "Melikü'l-maşnk ve'l-mağrib" (Doğunun ve batının Meliki) ve "Melikü mevaliyyü'l-âlem" (Dünya hâkimlerinin Meliki) unvanları da yer alır[10].

"Melikü'l-maşrık ve'l-mağrıb" unvanı üzerinde biraz durmak lazımdır. Zira, bu unvan İzzeddin Keykavus'un doğrudan doğruya dünya hakimiyeti düşüncesini yansıtmaktadır. Gerçekten de, her büyük Türk hükümdarında olduğu gibi, dünya hakimiyeti düşüncesi İzzeddin Keykavus'u da büyülemekte ve onun siyasetine devamlı etki etmekte idi. Başka bir ifade ile onun siyasi gayeleri bütün dünyayı içine alacak şekilde genişti.

Kaynaklarda İzzeddin Keykavus için zikredilen unvanların yanında, yine ona ait birçok lakap da yer almıştır. Mesela, Halife en-Nasır Lidinillah'ın İzzeddin Keykâvus için kullandığı birçok lakap arasında "Cefflü'd-devle"ve "Tacü'l-ümme" gibi lakaplar da bulunur[11].

İzzeddin Keykavus'un asıl lakabı "İzzü'd-dünya ve 'd-din" (Din ve dünyanın İzzeti)'dir. Bu lakap, onun bastırdığı bütün paralarda ve kitabelerde geçer[12]. Bundan başka, İzzeddin Keykavus'un en çok kullandığı lakaplardan biri de "Ebû'l-Feth" (Fetih babası ) lakabıdır[13]. Bu lakap onun askeri başarılarının en güzel ve en açık bir ifadesidir.

2 - Para

Para, bir cephesiyle manevi, öteki cephesiyle maddi bir hâkimiyet sembolüdür. Onun vasıtasıyla hem hükümdarın unvan ve lakaplarını, hem de zamanın ekonomik durumunu öğrenmek mümkün olur. Öte yandan, para hükümdarın siyasi statüsünü, yani bağımlı veya bağımsız bir hükümdar olmasını belirlemek bakımından da önemli bir belge sayılır.

Yeni hükümdarm bazı hâkimiyet sembollerini hemen kullanabilmesine karşılık, bazılarını kullanabilmesi belirli bir zamanı gerektiriyordu. Genellikle, yeni hükümdarın para bastırması epey zaman alıyordu. Sultan I. İzzeddin Keykâvus'un bu hususta elini çabuk tuttuğu anlaşılıyor. Çünkü, onun bastırdığı ilk paranın tarihi tahta çıktığıyıla isabet etmektedir[14]. O, tahta çıkışını takip eden yıllarda, başta devletin merkezi Konya olmak üzere Kayseri ve Sivas şehirlerinde birçok defa gümüş ve bakır paralar bastırmıştır. Bu paraların bir yüzünde Keykâvus'un unvan ve lakapları (es-Sultanü'l-Galib izzü'd- dünya ve'd-din Keykâvus bin Keyhüsrev), öteki yüzünde de Halife'nin unvan ve lakapları (el-imanü'n-Nasır Lidinillah Emirü'l-mü'minin) yer almıştır. Yine aynı paraların bir yüzünün kenarında kelime-i şehâdet, öteki yüzünün kenarında ise, basılma tarihi ve yeri bulunmaktadır[15].

Öte yandan, tâbileri (vassal) de Keykâvus adına paralar bastırmışlardır. Meselâ, Artuk oğullarından Mahmud bin Muhammed, Sultan I. İzzeddin Keykâvus adına Amid (Diyarbakır) 'de 1217 tarihli bakır para kestirmiştir[16]. Aynı şekilde, Ermeni Kralı Leon'un da (1187-1219) tâbilik (vassallık) yükümlülüğüne uyarak Keykâvus adına para bastırdığı bilinmektedir[17]'.

3 - Hutbe

Hâkimiyet sembollerinden biri de hutbe okutmaktır. Hutbe, hükümdarın hâkim olduğu ülkelerin camilerinde cuma ve bayram namazları esnasında kendi ad, unvan ve lakaplarının "hatip" tarafından zikredilmesi ve kendisine dua edilmesidir. Eğer, hükümdar tam bağımsız bir hükümdar ise, devrin geleneğine uyarak, hutbede önce Abbasi halifesinin ad, unvan ve lakaplarını, sonra kendi ad, unvan ve lakaplarını zikrettiriyordu. Öte yandan, tabi bir hükümdarın okuttuğu hutbede ise, sırasıyla halifenin, metbu hükümdarın ve kendinin ad, unvan ve lakapları yer alıyordu.

Para bastırmak ve hutbe okutmak sadece hakimiyet sembolleri aynı zamanda bağımsızlık sembolleridir. Zira, tabi bir hükümdarın bağımsızlığını ilan etmesi için bastırdığı paralardan ve okuttuğu hutbelerden metbu hükümdarın ad, unvan ve lakaplarını çıkararak, sadece kendisininkini zikrettirmesi kafi geliyordu. Fakat, bunu yapan tabi hükümdar isyan etmiş sayılıyor, metbu hükümdar tarafından üzerine ordular gönderilerek cezalandırılyordu[18].

Ayrıca, tabi bir hükümdar bastırdığı paralar ve hutbeler üzerinde yaptığı değişikliklerle saf değiştirebiliyordu. Yani, o, bir hükümdar adına para bastırır hutbe okuturken, kendi isteği ile bundan vazgeçip, başka bir hükümdar adına para bastırıp, hutbe okutabiliyordu. Hemen hemen bütün Güneydoğu Anadolu Türkmen beyleri ve bölge hakimleri, siyasi amaçları ve kuvvetler dengesinin değişmesine göre, bazen Türkiye Selçuklu Devleti'nin, bazen de Mısır Eyyubi Devleti'nin vassallığına geçiyorlardı. Mesela, Eyyubi hükümdarlanndan Melik Eşref in artan kudreti karşısında Mardin Artuklu hükümdarı Artuk Arslan ile Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf) Artukluları hükümdarı Nasıreddin Mahmud ile Erbil hükümdan Muzafferiddin Gökböri, varlıklarını devam ettirebilmek için Sultan I. İzzeddin Keykavus ile ittifak kurmuşlar(1218); hutbe ve paraları onun adına çevirerek, Türkiye Selçuklu Devleti'nin tabiiyetine (vassal) girmişlerdir[19].

Gayet tabii bir olay sayılmasından ileri gelmiş olmalı ki, kaynaklarda İzzeddin Keykavus'un hutbe okutmasından pek bahsedilmez. Her hükümdar gibi İzzeddin Keykavus'un tahta çıktığı haftanın ilk cumasından itibaren bütün Selçuklu ülkelerinde hutbeyi kendi adına çevirttiği muhakkaktır. Ayrıca, Keykavus'un bastırdığı paralar üzerindeki ibâreler göz önüne alınırsa, onun hutbelerde de önce Abbasi halifesinin, sonra kendisinin ad, unvan ve lakaplarını zikrettirdiği tereddütsüz söylenebilir.

Öte yandan, İzzeddin Keykâvus'un ele geçirdiği yerlerde yaptığı ilk iş, hutbeyi kendi adına okutmak olmuştur. Mesela, o, Halep seferi sırasında yolu üzerinde bulunan Tell-başir kalesini ele geçirince (1219), hâkimiyet alâmeti olarak hemen hutbeyi kendi adına çevirtrniştir[20].

Sultan İzzeddin Keykâvus, bazen fethetmeyi planladığı yerleri, kendi adına hutbe okutmak şartıyla vassalına (tabi) vaadediyordu: Sultan İzzeddin Keykâvus, Suriye seferine çıkmadan önce fethetmeyi planladığı Halep ve çevresini Sümeysat (Samsat) Eyyubi meliki Efdal'e vermeyi vaadetmiş ve buna karşılık ondan sadece bu bölgede hutbeyi kendi adına okutmasını istemiştir. Melik Efdal de Keykâvus'un teklifini kabul ederek, onun tâbiiyetine girmiştir[21].

4 - Tıraz/Hirat

Türkiye Selçuklu sultanlarrnın zamanın anlayışına uyarak, kendi tezgâhların- da dokuttukları veya türlü vası talarla sahip oldukları -şüphesiz kendi sembolleri olan renkte- lüks kumaşlardan -üzerine kendi ad, unvan ve lakapları işlenmiş- elbiseler imâl ettikleri bilinmektedir. "Tıraz" denilen bu elbiseler, tabi hükümdarlara, devlet büyüklerine ve yabancı elçilere verilmesi halinde hil'at adını alıyordu[22]. Hil'at sadece elbiselerden ibâret olmayıp, bu belirli kostümlerden başka, verilen kişinin önem ve derecesine göre, "külah", "kemer", "hamâ'il", "kılıç", "at", "askeri muzika ve bayrak" (tabl ve alem), "para" gibi bazı hâkimiyet sembollerini de içine allyordu[23].

Sultan I. İzzeddin Keykâvus'un da türlü vesilelerle hil'at dağıttığını bilmekteyiz. Tarihi kayıtlara göre, o, ilk hil'atını Kayseri'de Ermeni kontunun elçisine vermiştir[24]. Keykâvus, ikinci hil'at bağışını da Konya'da tahta çıkış töreni sırasında yapmıştır: O, bu törende hemen hemen bütün hâkimiyet sembollerini gösterme firsatinı bulduğu gibi, cülusunu tebrike gelen devlet büyüklerinin hepsine hil'atler giydirerek, onları şereflendirmiştir[25].

İzzeddin Keykavus, savaşlarda başarı gösteren komutanlara da hil'atler ikram ederek, onları ödüllendiriyordu. Mesela, o, Ankara kuşatması sırasında kardeşi Melik Alâeddin Keykubad'ın hizmetinde bulunan emir Mübarezeddin İsa ile teke tek bir karşılaşma yaparak, yiğitçe döğüşen Emir-i Candar Necmeddin Behramşah'a "hil'at-ı has" vererek taltif etmiştir[26]. Aynı şekilde, Keykavus, Ermeni kralı ile yaptığı savaşın zaferle sonuçlanmasında başhca rol oynayan Emir-i Meclis Mübarezeddin Behramşah'a da üzerinden çıkardığı elbiseyi ikram ederek, özel bir şekilde ödüllendirmiş, hatta onun rütbe ve makamım da bütün komutanların derecesinin üzerine çıkarmış, yani onu terfi ettirmiştir[27].

Keykavus, vassah olan hükûmdarlara da türlü hil'atler veriyordu: Mesela, o, Sinop'un fethinden sonra vassal haline getirdiği Trabzon Rum imparatoru Kyr Alexios'a "sırmalı elbiseler, külah ve gerdanlıklı atlar"dan oluşan "şahane hil'atler bağışlayarak, metbu-tabi ilişkisini en etkili bir şekilde gözler önüne sermiştir. Keykavus, sadece imparatora değil, onun ileri gelen adamlarına da türlü hil'atler dağıtarak, lûtfumu onlardan da esirgememiştir[28].

Sultan İzzeddin Keykavus, en çok hil'at bağışını, Erzincan meliki Fahreddin Behramşah'ın kızı Selçuk Hatun ile evlenirken, kendi düğün töreninde yapmıştır: Kaynaklarda belirtildiği üzere, İzzeddin Keykavus, gelin Erzincan'dan Konya'ya getirilince, son derece memnun olmuş ve gerdekten çıkınca da Emir-i Meclis Mübarezeddin Behramşah'a, gelini getiren Kadı Şerefeddin ile Erzincan beylerine hil'aderle birlikte türlü hediyeler vermesini emretmiştir. Behramşah da Sultan'ın emri gereğince, "500 hil'at, 700.000 dinar (altın), 100 baş at ve 100 baş deve"den oluşan muazzam bir hediye paketini Kadı Şerefeddin'e teslim etmiştir. Hil'at ve hediyeleri Erzincan bey- lerine dağıtan Kadı Şerefeddin, onlarla birlikte bu hil'atleri giymiş olarak, Sultan'a veda ziyaretinde bulunmuştur. [29]

Sultan İzzeddin Keykâvus'un kendi düğünü sırasında gösterdiği bu cömertlik, Erzincan'da büyük etki yapmış, özellikle Kadı Şerefeddin'in oğlu Taceddin'in gönlünü çelmiştir. Dünya zenginliklerine kavuşmak isteyen Taceddin, Fahreddin Behramşah'dan ayrılarak, Selçuklu Devleti'nin hizmetine geçmiştir[30].

Selçuklu ülkesinde otoritesini yerleştirmek ve komşu hükümdarlar arasında prestijini yükseltmek için hiçbir fırsatı kaçırmak istemeyen Sultan İzzeddin Keykâvus, cülusunu (tahta çıkış) bildirmek ve "Fütüvvet" teşkilâtına kabulünü rica etmek üzere hocası Şeyh Mecdeddin İshak'ı elçi olarak türlü hediyelerle birlikte Bağdad'a, Halife en-Nasır Lidinillah'a göndermiştir. Böylece, Sultan İzzeddin Keykâvus ile Halife en-Nasır Lidinillah arasında türlü hil'atler teati olunmuştur. Bunlar arasında, özellikle, Halife'nin Sultan'a göndermiş olduğu "Fütüvvet şalvarı" (sirval-i fütüvvet), "saltanat mensuru", "saltanat hil'atı" (Hil'at-ı saltanat-ı şahvar), tülbende sarılmış bir "sarık" (immanıe), "davul çomağı" (mukarra'a), "altın yaldızlı gerdanlık ve at başlığı" (tovk-u ser fesar-ı zer nigâr) ve "süslü eğer takımı" (süruç çün mürevviç mürassa') gibi hâkimiyet sembolleri dikkati çekiyordus[31].

5 - Saray (Dergâh/Bârgâh, Devlet-hane)

Saray da hâkimiyet sembolü sayılır. Selçuklu sultanlarının taş ve tuğladan, öteki mimari eserlere göre daha sade- saray ve köşkler yaptırdıklarını bilmekteyiz[32]. Onların saltanat sarayları (saray-ı saltanat) başta Konya olmak üzere Kayseri, Antalya, Alanya, Aksaray'da bulunuyordu. Ayrıca, Niksar, Tokat, Elbistan, Erzurum, Sivas, Malatya, Niğde, Amasya, Ereğli, Borlu ve Ankara'da da birer saray yaptırmışlardı[33].

Sarayın başta taht salonu olmak üzere birçok odası ve dairesi bulunuyordu[34]. Odaların bulunduğu asıl kısımda hükümdar ve ailesi oturuyordu. Saraya dahil dairelerde ise, her biri yüksek rütbeli komutan olan devlet büyükleri kalıyorlar ve bunlar, başında bulundukları dairenin vermekte olduğu hizmeti yürütmekten sorumlu idiler.

Hükümdarlar seleflerinden kalan saraylarla yetinebilecekleri gibi, kendilerine yeni saraylar da yaptırabilirlerdi. Bilindiği gibi, İzzeddin Keykâvus birinci şıkkı tercih etmiştir. Yani, babasının ve diğer Selçuklu hükümdarlarından kalan saray ve köşklerle yetinmiştir.

Kaynaklarda İzzeddin Keykavus'un oturduğu saraylar hakkında hemen hemen hiçbir bilgi yoktur; sadece düğünü vesilesiyle birkaç defa zikri geçer. Mesela, Keykavus, nikah töreni dolayısıyla devlet büyüklerine ve misafirlere verdiği yemekte, sarayın büyük salonunda bulunan havuzu su yerine şerbet ile doldurtmuştur. Aynca, o, düğün alayının Konya'ya yaklaştığını duyunca, şehrin ve bu arada gelinin ineceği "saltanat sarayı"nın süslenmesini emretmiştir[35].

6 - Taht ve Taç

Taht ve taç birbirini tamamlayan iki hakimiyet sembolüdür. Tahtı ve tacı olmayan bir hükümdar düşünülemez. Hükümdar, özellikle törenlerde tahta oturur ve taç giyerdi. Bu törenlerin ilki tahta çıkış (cülus) törenidir. Bunu, hükümdarın kabul törenleri takip ediyordu. Hükümdar, vassalları olan hükümdarları, yabancı elçileri ve devlet büyüklerini genellikle başında tacıyla tahtına oturmuş bir şekilde kabul ediyordu.

Kayseri'de kardeşi Melik Alâeddin Keykubad'ın yarattığı tehlikeyi başarı ile atlatan İzzeddin Keykâvus, Konya'ya gelir gelmez yaptığı ilk iş, bir törenle tahta çıkmak olmuştur[36]. Öte yandan, kaynakta belirtilmemekle birlikte Keykavus'un bu törende başına taç giymiş olduğu muhakkaktır.

Tarihi kayıtlara göre, İzzeddin Keykâvus, Ankara, Sinop ve Antalya şehirlerini ele geçirdikten sonra, hâkimiyetinin açık bir delili olarak tahta oturmuştur[37]. Bu bilgiden de anlaşılıyor ki, Keykâvus, her sefere çıkışında tahtını da yanına alıyordu.

Başka bir kayıtta da taht ile taç birlikte zikredilmiştir: Keykâvus, nikahı vesilesiyle Konya'ya gelen Kadı şerefeddin ile Erzincan beylerini "Başına tacin, giymiş ve tahtına oturmuş" bir şekilde kabul etmiştir[38]. Kaynaklarda İzzeddin Keykâvus'un kullandığı tahtın ve tacın şekli ve özellikleri hakkında hemen hemen hiç bilgi yoktur[39].

7-Sancak ve Bayrak

Sancak ve bayrak, sefer, seyran (gezinti) ve savaş esnasında ilgili görevliler (sancaktar, mir-i alem, alemdar, bayraktar) tarafından taşınan birer hâkimiyet sembolleridirler. Bu hâkimiyet sembolleri kaynaklarda "râyet", "alem-i sultan", "sancak ve râyet-i padişah", "râyet-i mansur", "rayât-1 saltanat", "sancak-1 sultan", "sancak-1 saltanat", "râyet-i cihangir" gibi deyimlerle ifade edilmiştir. Fakat, aynı kaynaklarda sancağın ve bayrağın rengi, şekli ve üzerindeki yazı ve işaretler hakkında hemen hemen hiç bilgi verilmemiştir. Bazı münferid kayıtlara bakarak[40], bu hususta genel bir hükme varmak, şimdilik oldukça güçtür. Fakat, yine de, tıpkı Karahanlı ve Büyük Selçuklu hükümdarları gibi[41] Türkiye Selçuklu sultanlarının da Türkler'in rengi olan kırmızı renkte bayraklar ve sancaklar kullandıkları ileri sürülebilir. Ayrıca, her Selçuklu hükümdarının sancaklarmın üzerine kelime-i tevhid ile kendi ad, unvan ve lakaplarını yazdırdığı tahmin olunabilir[42].

Kaynaldarda, Keykavus'un hemen hemen girdiği her savaşta, daha doğrusu kazandığı her zaferde, bu zaferlerin sembolü olarak onun sancağının da zikri geçer. Mesela, o, Kayseri'de kendisini kuşatan kardeşi Melik Alâeddin Keykubâcl'ı yenince, galibiyetinin sembolü olarak saltanat sancağı savaş meydanında yüksekçe bir yere dikilmiştir[43].

Genellikle, düşürülen kalenin burcuna saltanat sancağının çekilmesiyle, o kalenin fetih ve teslim işlemleri tamamlanmış oluyordu. Başka bir ifade ile, kalenin burcuna dikilen sancak, hâkimiyetin el değiştirdiğini belirtiyordu. Öte yandan, dayanma gücü kalmayan kale savunucuları, genellikle teslim alâmeti olarak -kalenin burcuna dikilmek üzere- Sultan'ın sancağını istiyorlardı. Mesela, Keykavus'un bir yıl süre ile kuşatması altında kaldıktan sonra teslim olma kararı alan Ankara halkı, hâkimiyetini tanıma alâmeti olarak Sultan'dan sancağını istemişlerdir. Komutan Seyfeddin Ay-aba tarafından törenle şehre götürülen Sultan'ın sancağı, burca dikilerek, kalenin teslim alınma işlemi tamamlanmıştır[44].

Aynı şekilde, kurtuluştan ümidini keserek teslim olmaya karar veren Sinop Kalesi'nin Rum savunucuları da, Sultan'dan burca çekilmek üzere saltanat sancağını istemişlerdir. Birkaç kişi Sultan'ın maiyetinden, birkaç kişi komutanlardan ve birkaç kişi de daha önce esir alınmış Trabzon Rum imparatoru Kyr Aleksios'un adamlarından olmak üzere bir heyet, Sultan'ı n sancağını törenle kaleye götürmüş ve 1 Kasım 1214 tarihinde cumartesi günü fetih ve hâkimiyetin el değiştirmesi alâmeti olarak kalenin burcuna dikmiştir[45].

Ayrıca, Sultan İzzeddin Keykâvus'un Ermeni seferinde Çinçin, Suriye seferinde de Merzban, Ra'ban ve Tell-başir kalelerini düşürmesi üzerine sahanat sancağı, yine bu kalelerin savunucuları tarafından Sultan'dan istenerek burçlara çekilmiştir[46].

Sancak, sadece fetih, teslim ve hakimiyet alâmeti olarak değil, aynı zamanda hücum işareti olarak da kullanılıyordu. Meselâ, İzzeddin Keykâvus'un Antalya Kalesi'ni kuşatması sırasında "saltanat çetri ve sancağı"nın hareket etmesiyle Selçuklu askerleri hücuma geçmişlerdir[47].

Ordu ile sancağın bir kalenin önünde görünmesi, o kalenin kuşatıldığı anlamına geliyor, kalede bulunanlar büyük bir korkuya düşüyorlardı. Meselâ, İzzeddin Keykâvus'un Suriye seferi sırasından Selçuklu ordusu Ra'ban Kalesi'nin önüne gelince, ilk dikkati çeken şey Sultan'ın sancağı olmuştur. Saltanat sancağını gören kale halkı, kuşatılacaklarını hemen anlamışlar ve büyük bir korkuya kapılmışlardır[48].

Sultan'ın sancağının görünmesi düşmana ne kadar korku veriyorsa, Selçuklu askerlerini de o kadar sevindiriyordu: İyi bir fırsatı değerlendirerek Trabzon Rum imparatoru Kyr Aleksios'u esir alan Sinop tarafı uc askerleri, Sultan'ı n ordusu ile bölgeye gelmekte olduğunu duydukları nda, sevinçle karşılama hazırlığına girişmişlerdir. Uc askerleri, ordu yaklaşınca, silâhlarını ve techizatlarını kuşanmış olarak Sultan'ın sancağını karşılamaya çıkmışlardır. Atlarına binmiş olarak yol kenarında dizilmiş olan uc askerleri, Sultan görünür görünmez atlarından inmişler ve saygı alâmeti olarak uzaktan yer öpmüşlerdir[49].

Sancak ve bayrak sadece seferlerde değil, Sultan'ın sık sık çıktığı seyahat ve seyranlarda da (gezinti) açılıyordu: İzzeddin Keykâvus, Sinop'un fethinden sonra vassal (tabi) hükümdar haline getirdiği Trabzon Rum imparatoru Kyr Aleksios ile sahilde bir gezinti yapmıştır. Sultan'ın yaptığı bu gezintide özellikle bazı hakimiyet sembolleri dikkati çekiyordu. Gerçektende o, bu gezintide hâkimiyet sembolleri ile donatılmış olarak atının üzerinde ilerliyordu. Bu arada açılmış olan "saltanat sancağı" Sultan ile birlikte hareket ediyordu. Bu davranış, şüphesiz Sultan'ın manevi gücünü ve otoritesini son derece artırıyordu. Öte yandan, Aleksios ise, hiçbir hükümdarlık almeti taşımamakla birlikte, kendisine tahsis edilmiş olan atın eğer örtüsünü (gaşiye) omuzuna alarak, atın önünde belirli bir mesafe ile Sultan'ı takip ediyordu[50]. Bu, aynı zamanda, metbu-tâbi ilişkisini en etkili bir şekilde gözler önüne seren ender bir sahnedir.

8 - Çetr

Sefer ve seyran (gezinti) esnasında ilgili görevliler (çetrdar) tarafından hükümdarın başı üzerinde taşınan şemsiyeye "çetr" adı verilir[51]. Bu hâkimiyet sembolü kaynaklarda "çetr-i hümayun", "çetr-i hüsrev-i seyyargan", "çetr-i padişah", "ukab-1 çetr-i cihan gir" "çetr-i mansur" gibi deyimlerle belirtilmişdr. Bazı tarihçiler, birkaç tarihi kayıda bakarak, Türkiye Selçuklu sultanlarının kullandıkları çetrin siyah renkte olduğu hükmüne varmışlardır[52]. Kanaatimizce, bu kayıtlar, çetrin rengi hakkında kesin ve genel bir hükme varmak için yeterli değildir; başka delillere de ihtiyaç vardır. Bize göre, Selçuklu sultanlarının tırazları, bayrakları, sancakları ve çetrleri hep aynı renkte idi. Şimdilik bir tahminde bulunmak oldukça zor olmakla birlikte bu rengin kırmızı olması kuvvetle muhtemeldir. Öte yandan, tıpkı bayrak ve sancakta olduğu gibi, çetrin üzerine de hükümdarın kendi ad, unvan ve lakaplarını nakşettirmiş olduğu düşünülebilir.

Sultanın çetri, büyüklüğü ve rengi ile çok uzaktan bile teşhis edilebiliyordu. Böylece, çetri uzaktan gören tabi hükümdarlar ve devlet erkânı, saygı alâmeti olarak atlarından iniyorlardı[53].

Öte yandan, çetr savaş meydanında hükümdarın bulunduğu yeri belirleyen ve gösteren bir hâkimiyet sembolü idi. Yani, çetr vasıtasıyla hükümdarın savaşta bulunduğu yer kolaylıkla tayin ve tespit edilebiliyordu. Ayrıca, çetrin yere düşmesi de ordunun bozulduğu anlamına geliyordu[54].

Çetr, Sultan İzzeddin Keykâvus'un düzenlediği seferlerde de türlü vesilelerle geçer: Yukarıda ayrıca görüldüğü gibi, Antalya kuşatmasında "Sultan'ın çetrinin açılması ve saltanat sancağını n hareket etmesiyle" Selçuklu ordusu hücuma geçmiştir[55].

Çetr, başka bir kayıda göre de, ordunun hareket yönünü belirleyen bir işaret olarak kullanılmıştır: Sultan İzzeddin Keykâvus'un Ermeniler üzerine düzenlediği seferde (1 2 1 6), "saltanat çetri" Kösi Deresi'nden ordugâh olarak belirlenen Gökerin'e gelmiştir[56]. Burada ayrıca, Sultan'ın maiyetinin ve Selçuklu ordusunun saltanat çetrini takip etmiş olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.

9 - Nevbet

Nevbet, saltanat sarayının kapısında ve saltanat çadırının önünde, belirli zamanlarda, genellikle namaz vakitlerinde, zamanın devlet orkestrasının konser vermesi demektir. Bağımsız hükümdarlar namaz vakiderinde olmak üzere günde beş defa, tabi hükümdarlar ise, günde üç defa nevbet çaldırabiliyorlardı[57].

Tıpkı Büyük Selçuklu sultanları gibi Türkiye Selçuklu sultanları da günde beş defa nevbet çaldırıyordu[58]. Onların orkestra takımında "davul" (tabl ve tebire, kös), "borazan" (kerna, nakkare), "ney" (nay) vs. gibi çalgı âletleri bulunuyordu[59].

Nevbet sadece barış zamanlarında hakimiyet sembolü olarak çaldırılmıyordu. Savaşlarda özellikle kesin sonuç alınmak istendiği zaman, hücuma geçerken askeri coşturmak için nevbet vurduruluyordu. İzzeddin Keykâvus, hem Kayseri'de kardeşi Melik Alâeddin Keykubâd'ın kuşatmasından sıyrılırken, hem de Antalya fethi sırasında askeri coşturmak için nevbet çaldırmıştır[60].

10 - Otağ (Saltanat çadırı)

Otağ da tıpkı saray gibi bir hâkimiyet sembolüdür. Otağın hazineden çıkarılıp kurulması, sefere çıkma işareti sayılırdı ve ne tarafa sefer yapıla- caksa, otağ o tarafa gidilecek bir yerde kurulurdu; ordu da onun etrafında toplan maya başlardı[61].

Otağ için kaynaklarda, "dehliz-i mübârek", "dehliz-i cihanpenah", "seraperde-i mübârek", "seraperde-i saltanat" veya sadece "dehliz" ve "seraperde" deyimleri kullanılmıştı r. Sultan İzzeddin Keykavus'un otağının şekli, büyüklüğü, iç düzeni ve rengi hakkında hiç bilgimiz yoktur. Yalnız, içinin perdelerle bölünmüş olmasına bakılırsa, oldukça büyük idi[62]. Nitekim, kaynaklarda Alâeddin Keykubad'ın otağının çok büyük olduğu belirtilmiştir. Hattâ, bu otağın üç direkli olmasına bakılırsa[63], onun normal üç çadır büyüklüğünde olduğu hükmüne kolayca varılabilir.

Hükümdarın bütün sefer boyunca içinde kaldığı otağın türlü odaları vardır. Sefer müddetince savaş meclisleri otağda toplanır, ziyafetler otağda verilir, resmi kabuller hep otağda yapılırdı.

Sultan İzzeddin Keykavus'un saltanat otağı kaynaklarda ilk defa Antalya seferi vesilesiyle görülür: Keykâvus, sefer kararı alınca, saltanat otağı (dehliz-i mübârek) Antalya'nın fethi niyetine Konya'nın Ruzbe ovasında kurulmuştur. Bundan sonra gönderilen fermanlar gereğince, büyüklü küçüklü bütün komutanlar emirlerindeki askerlerle Ruzbe ovasına gelerek, saltanat çadırının etrafında toplanmışlardır[64].

Sultan İzzeddin Keykâvus, savaş sırasında esir alınan hükümdarları ve gelen elçileri de saltanat çadırında kabul ediyordu. Mesela, o, Sinop seferi sı rasında (1214) uc askerleri tarafından esir alınan Trabzon Rum imparatoru Kyr Aleksios'u saltanat çadırında (seraperde-i mübârek) kabul etmiştir[65]. Öte yandan, kaynakta belirtilmemekle birlikte, Keykavus'un burada esir imparatoru tahtına oturmuş ve başında tacı bulunduğu halde karşılamış olduğu muhakkaktır.

İzzeddin Keykavus, Ermeniler üzerine düzenlediği seferde de (1216), teslim olmayı kabul eden Çinçin Kalesi ileri gelenlerini otağında (dehliz-i cihanpenah) kabul etmiştir. Kalenin ileri gelenleri bu görüşmede, adet ge- reğince kaleye çekilmek üzere Sultan'dan saltanat sancağını istemişlerdir. Böylece, kaleye götürülen saltanat sancağı, Sultan'ın memurları (nüvvab-ı divan) tarafından burca çekilmiştir[66].

Sultan İzzeddin Keykâvus, Suriye seferinde ( 1218) Eyyubi orduları komutanı Melik Eşref ile yaptığı karşılaşmada otağını savaş meydanının ortasında kurdurmuştur. Fakat, bir süre sonra kararsızlığa düşen Sultan, otağını birkaç defa toplatmış ve tekrar kurdurmuştur. Ayrıca, otağını her kurduruşunda da savaş meydanındaki yerini değiştirmiştir. Bu durum karşısında son derece şaşırmış olan Melik Eşref, Sultan'ın bu hareket tarzına bir türlü anlam verememiştir. Akşam olunca da, Sultan otağına çekilmiş, komutanlar ve askerler silâhlarını kuşanmış olarak otağın etrafında sabaha kadar dolaşarak, nöbet tutmuşlardır. Sabahleyin ani bir kararla otağını toplatan Sultan İzzeddin Keykâvus, savaş meydanım terkederek, Elbistan'ın yolunu tutmuştur[67].

// - Tuğra ve Tevki'

Ferman, menşur, misal (yazılı ve sözlü emir), fetihname, mektup ve antlaşma metni gibi hükümdarın inşa Divanı'ndan çı kan resmi vesikaların üst tarafına devletin ve hükümdarın alâmeti olarak çizilmiş ve yazılmış işaretlerle isim, lakap ve dua cümlesinden oluşan bir çeşit mühür ve imzaya tuğra adı verilmektedir.

İlk Selçuklu tuğrası, Oğuz Türkleri'nin sembolü olan "ok ve yay" işaretinden ibâretti. Tuğrul Bey, Halife'den aldığı unvanları yay işaretinin içine yazdırarak, tuğraya yeni bir mahiyet ve muhteva kazandırmıştır[68]. Fakat, Tuğrul Bey'den sonra tuğranın bu şekliyle devam edip etmediği hakkında hemen hemen hiç bilgimiz yoktur. Yalnız, İbn Bibi, Türkiye Selçuklu sultanlarının tuğralarında yay işaretini kullanmakta olduklarını belirtmişse de, bu husus şu ana kadar başka hiçbir kaynak ile desteklenememiştir.

Sultan I. İzzeddin Keykâvus'un Kıbns Kralı Hugues'e yazdığı Eylül 1216 tarihli bir mektubun üst tarafında kırmızı mürekkeple yazılmış "Sultan" ibâresi yer almıştır. Osman Turan ve Claude Cahen'e göre, bu ibre, Keykâ- vus'un yabancı hükümdarlarla yaptığı yazışmalarda kullandığı tuğrası idi[69]. Diğer Selçuklu sultanları da, resmi vesikaların başına besmele ile "sultan" unvanını yazarak, aynı tuğrayı kullanmışlardır[70].

Büyük Türk dilcisi Kaşgarlı Mahmud, tuğra (tuğrag) kelimesini Arapça "tevki" sözü ile karşılamışsa da[71] bu iki kavramın Selçuklu devrinde tamamen aynı anlamı ifade etmediği anlaşılmaktadır. Gerçekten de, Tuğrul Bey'den sonra gelen Selçuklu sultanları İslami geleneğe uyarak, tuğradan başka bir takım tevkiler kullanmışlardır[72].

Sultan İzzeddin Keykavus'un birçok ferman, menşur ve misal gönderdiği ve verdiği bilinmekle birlikte, onun tevki'ine dair hiç bilgi yoktur[73].

12 - Yüzük

Türkiye Selçuklu hükümdarları devlet işlerini sadece ferman ve misaller vasıtasıyla görmüyordu; onlar bazı özel durumlarda yüzüklerini birine vererek, onu, yapılmasını istedikleri iş için görevlendiriyorlardı. Başka bir ifade ile, elinde sultanın yüzüğü olan kişi, özel veya resmi bir işin görülmesi için sultan tarafından memur edilmiş demekti. Bu bakımdan, yüzük de, tıpkı tuğra ve tevki' gibi bir hakimiyet sembolü sayılır. Kaynakta Sultan İzzeddin Keykavus'un yüzüğü bir defa, o da ölümü vesilesiyle geçer: Sultan İzzeddin Keykavus öldükten sonra (1220), devlet büyükleri Sivas'ta toplanarak Selçuklu tahtına Melik Alâeddin Keykubad'ı çıkarmaya karar vermişlerdir. Beylerbeyi (Melikü'l-ümera) Seyfeddin Ay-aba, Malatya yakınlarında Gezeıpirt Kalesi'nde hapis bulunan Alâeddin Keykubad'a haberi bizzat kendisi götürmek istemiştir. Zira, daha önce Alâeddin Keykubad'ı hapse kendisi götürmüştü. Bu yüzden aralarında husumet bulunuyordu. O, bu vesile ile, kendisini Alâeddin Keykubâd'a affettirmeyi ve tekrar teveccühünü kazanmayı düşünmektedir. Devlet adamları, Seyfeddin Ay- aba'nı n teklifini kabul etmişler ve onu bu hususta yetkili kılmak için merhum Sultan'ın yüzüğü ile yas alâmeti olarak siyaha boyanmış mendilini kendisine vermişlerdir. Bu hâkimiyet sembollerini yanına alan Seyfeddin Aybaba, hemen yola çıkmış; Gezerpirt Kalesi'ne varınca, kale komutanından izin alıp içeri girmiş ve Alâeddin Keykubad'a durumu naldederek, yanındaki sembolleri kendisine vermiştir[74]. Gerçekten de, Keykubad'ın Seyfeddin Ayaba'ya inanması için, İzzeddin Keykavus'a ait bu hâkimiyet sembollerinin gösterilmesi kafi gelmiştir.

Yüzük, en çok Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in saltanatının ilk yılların- da emir Sâdeddin Köpek tarafindan kullanılmıştır. Keyhüsrev'in zayıf karakterde bir hükümdar olmasından yararlanan Sâdeddin Köpek, Sultan'dan aldığı yüzük ile gayesi önünde engel olarak gördüğü rakiplerini birer birer ortadan kaldırmıştır[75].

13 - Kemer, Külâh, Ok ,Yay, Tuğ, Kılıç, Çizme Kemer, külah ve yayı da hâkimiyet sembolleri arasında saymak gerekir. Zirâ, sıkı bir kuşatmadan sonra Antalya şehrini geri alan Sultan İzzeddin Keykavus, belinde "kemer", başında "Keyani külah" ve kolunda "yay" olduğu halde törenle şehre girdiği dikkati çeltmiştir[76].

Bunlardan kemer ve yay, herkesin kullandığı alelâde birer kemer ve yay olmayıp, hükümdara ait belirli özellikleri olan birer hakimiyet sembolüdür. "Keyani külah" ise, Kubâdâbâd sarayı çinilerindeki resimlerden de anlaşılabileceği gibi[77], sultanlara has, üç dilimli bir başlı k idi[78].

Türkiye Selçuklu Devleti'nin en parlak devrinin yaratıcılarından biri olan Sultan İzzeddin Keykâvus'un kısa saltanat döneminde (1211-1220) aldığı ve kullandığı hâkimiyet sembolleri bunlardan ibarettir. Öte yandan, kaynaklarda belirtilmemesine rağmen, "tuğ", "kılıç" ve "çizme" gibi öteki Selçuklu sultanları tarafından kullanıldığını bildiğimiz hâkimiyet sembollerini de ilâve edebiliriz.

Tuğ ve kılıç, Hun Türklerinden beri bütün Türk devletlerinde kullanılan iki hükümdarlık sembolüdür. Bunlardan tuğ; seferde, akında ve savaşta bayrak ve sancakla birlikte taşınırdı.

Türkiye Selçuklularında çizme de hükümdarlık sembolü sayılıyordu: Çağdaş kaynakların kayıtlarına göre, tahum kardeşi IV. Kılıç Arslan'a kaptırarak, Bizans'a sığınan II. İzzeddin Keykâvus (1260), İstanbul'da yaşadığı sürgün hayatı boyunca tıpkı bir hükümdar gibi "kırmızı çizme" giymiştir. Öte yandan, Karamanoğlu Mehmed Bey'in desteği ile Selçuklu tahtına çıkan Alâeddin Siyâvuş (Cimri), Karamanlıların Moğolların desteğindeki Selçuklu ordusuna yenilmesinden sonra Batı Uclarına kaçarak, Türkmenlere sığınmıştır. Fakat, Selçuklu, Moğol ordusu Siyâvuş'un peşini bırakmamıştır; 1279 tarihinde Seyitgazi-Bolvadin arasındaki savaşta çok sayıda Türkmen ile Siyâvuş da ölmüştür. Selçuklu askerleri ölüler arasında Siyâvuş'u ayağındaki "kırmızı çizme"den tanıyarak bulmuşlardı[79].

Sonuç

Yukarıdan beri verdiğimiz ayrıntılı bilgiden de anlaşılacağı üzere, Orta Çağ Türk devletlerinde hükmetme ve hükümdar olma gerçeği, hükümdarın büyük ölçüde belirli hâkimiyet sembollerini almasına ve kullanmasına bağlı idi. Bundan dolayı, iktidarın her el değiştirmesinde, yeni iktidarın sahibi hükümdarın yaptığı ilk iş, selefine ait sembolleri silmek ve buna karşılık kendi hâkimiyetini gösteren sembolleri yerleştirmek olurdu. Görüldüğü gibi, İzzeddin Keykâvus da, babasının Alaşehir>de şehit olmasından sonra, Selçuklu tahtının yeni sahibi olarak, kendi hâkimiyetini gösteren sembolleri hemen ihdas etmeye başlamış ve dokuz yıllık kısa saltanat döneminde belli başlı bütün hâkimiyet sembollerini almış ve kullanmıştır. Bunlar; kaynakların sağladığı ölçüde haklarında bilgi vermeye çalıştığımız "unvanlar", lakaplar", "para", "hutbe", "tıraz", "saray", "taht", "taç", "bayrak", "sancak", "çetr", "nevbet", "otağ", "tuğra", "tevki'", 'yüzük", "kemer", "külah "ve 'ay" gibi bir kısmı manevi, bir kısmı da maddi olan unsurlardır. Hemen belirtelim ki, bu sembollere sadece Sultan I. İzzeddin Keykâvus değil, yaptıkları bazı değişiklikler (yazı, işaret, ibare şekil ve resimler v.s, gibi) ve ilâvelerle hemen hemen bütün Selçuklu hükümdarları da sahip olmuşlardır.

Keykâvus da, sahib olduğu belirli sembollere, askeri başarılarının sonucunda yenileri ekleyerek, onları daha da artırmış ve zenginleştirmiştir. Mesela, o, Sinop'u fethedince (1214), bu fethin alâmeti olarak "Sultanül-Galib" unvanını almıştır. Aynı şekilde, Keykâvus, Sinop'tan sonra Antalya'yı geri alı p (1216), devleti tabii sınırlarına ulaştırarak, Selçuklu ekonomisine kuzeyde ve güneyde iki önemli liman kazandırdıktan sonra da, unvanlarına "Sultanii'l-berr ve'l-bahreyn"(Karanın ve iki denizin Sultanı, yani Anadolu ve Karadeniz ve Akdeniz'in Sultan') ibâresini ilave etmiştir. Diyebiliriz ki, bu unvanlar, onun sadece hakimiyetini değil, emsalsiz başarılarının birer sembolü olarak adını da ebedileştirmiştir.

Dipnotlar

  1. F. Köprülü, Ortazaman Türk Devletlerinde Hukuki Sembollerdeki Modfler, islâm ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müesseseleri, İstanbul 1983, s. 51-70; aynı yazar, Bizans Miiesseselerinin Osmaııh Müesseselerine Tesiri, Istanbul 1981, s. 145-162, 186 vd.
  2. MA. Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, II, Ankara 1983, s. 9-27; aynı yazar, Tuğrul Bey ve 7sm2nı, İstanbul 1976, s. 74-84; Ahleddin Keykutdd ve Zamanı, henüz neşredilmemiştir. Köymen, araştırmalarında "statik metod"u (konuyu geçtiği zaman dilimi içinde incelemek) kullanmakla hocası Röprülfı'den aynlmıştır. Halbuki. Köprülü meseleleri hep "jenetik metod"la (konuyu kökünden başlayarak geldiği son noktaya kadar incelemek) ele almıştır. Bir de komparatif (mukayeseli) metod vardır ki, memleketimizde Türk tarihi araştırmaları= henüz yeterli seviyeye gelmemiş olmasından dolayı pek az kullamlabilmiştir.
  3. A. Taneri, Celalüddün Harizmşah ve Zamanı, Ankara 1977, s. 93-101; aynı yazar, Osmanh Devleti'nin Kuruluş Döneminde Hilkiimdarhk Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı- Teşkilâts, Ankara 1978, s. 213-225.
  4. Reşat Genç, Karahanh Devlet Teşkilâtı, İstanbul 1981, s. 128-155.
  5. İ.H. Uzunçarşıh, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal, Ankara 1970, s. 24-30, 67-75, 305- 316.
  6. Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, London, 1968; Osmanhlar'dan önce Anadolu'da Türkler, trc. Y. Moran, Istanbul 1979; aynı yazar, La Turquie Pr(.-Ottomane, Istanbul, Paris, 1988; V. Gordlevski, Gosudarstvo Seldhukidov Maloy Azii, Moskau, 1941; Anadolu Selçuklu Devleti, trc. A. Yaran, Ankara 1988.
  7. ibn Bibi, fil-UmCıri'l-Alâ'iyye, tıpkı basım, Ankara, 1956, s. 153; tenkitli basım, Ankara, 1957; Osm. trc. Yazıcıoğlu Ali nşr. Th. Houtsma, Tarih-i Abi Selçuk, III, Leiden, 1886, s. 137; İ. Galib, Meskukât-ı Tiirkmeniyye Katologu, Istanbul 1331, s. 160; İ. Artuk- C. Artuk, İstanbul Arkeoloji Milzeleri Teshirindeki Islâmi Sikkeler Katalogu, 1, Istanbul 1971, s. 358 vd.; A. Tevhid, Antalya Surları Kitâbeleri, TOEM, Nr. 86 (1341), 169; M.Ş. elkiltaşır, Sinop'ta Selçukfler Zamanım Ait Tarihi Eserler, Türk Tarih Arkeologya ve Emografya Der., V, (1949), s. 120-125, 127, 129-131. Her iki kitfılıede de ineddin Keykâvus'un en uzun unvan, lakap ve kilnyeleri bulunmaktadır. öte yandan, Milneccimbaşı, "es-Sultanül-Galilı"unvanını Keykâvus'a Halife en-Nasır Liclinillah tarafından Simp'un fethi dolayısıyla verilmiş olduğunu belirtmiştir (Müneccimbaşı,Camiü'd-Düvel, trc. H.F. Turgal, Istanbul 1939, s. 190). Halbuki, bu unvan Keykâvus'un paralannda 1209/1210 tarihinden itibaren geçmektedir. Ayrıca, kaynaklar vasıtasıyla KeykIvus'un 1211 yılında tahta çıkmış olduğunu bilmekteyiz. Bu çelişki Selçuklu tarihi ile meşgul olan araştınalann dikkatini çekmemiştir. Biz de bu meselenin halini şimdilik ileriye bırakıyoruz.
  8. M.$. Ülkütaşır, a.g.m., TTAED, V, s. 122-124; A. Tevhid, a.g.m., TOEM, 86, s. 169.
  9. İbn Bibi, tıpkı basım, s. 157, tenkitli basım, s. 220.
  10. M.Ş. Ülkütaşır, a.g.m., TTAED, V, s. 122; A. Tevhid, a.g.m., TOEM, 86, s. 169.
  11. İbn Bibi, s. 157, s. 220.
  12. İ. Galib, Meskûkit-ı Türkmentyye Katalogu, s. 160; aynı yazar, Takvim-i Meskükât-ı Selçukiyye, s. 22 vd.; İ. Artuk-G. Artuk, a.g.e., s. 358.; A. Tevhid, a.g.m., TOEM, 86, s. 169; M.Ş. Ülkütaşır, a.g.m., TTAED, v, s. 120 vdd.
  13. İ bn Bibi, s. 177, s. 244; M.Ş. Ülkütaşır, a.g.m., s. 122 vdd.; A. Tevhid, a.g.m., s. 168.
  14. İ. Galib, a.g.e., s. 22, 24. İzzeddin Keykâvus'un kaynaklarda belirtilen tahta çıkış tarihi ile (1211), paralarını n üzerindeki tarih (1209/1210) birbirini tutmamaktadır. Bu çelişki 7 numaralı notta belirtilmiştir.
  15. Sultan I. İzzeddin Keyka'vus'a ait paralar hakkında bilgi almak için bkz. İ. Galib, a.g.e., s. 22-25; İ. Artuk-C. Artuk, a.g.e., s. 357-359.
  16. İ. Galib, Meskâkât-ı Türkineniyye Katologu, s. 160.
  17. J. de Morgan, Histoire du Peuple ArılW•nien, Venedik, 1981, s. 202.
  18. Metbu-tâbi ilişkisi hakkında bilgi almak için bkz. M.A. Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara, 1963, s. 97-157.
  19. O. Turan, Doğu Anadolu Türk Devlederi Tarihi, İstanbul 1973, s. 178.
  20. İbn Bibi, s. 188/s. 258; Yazıcıoğlu, s. 170; W.H. Duda, Die Seltschukengeschichte des Ibn Bibi (muhtasar İ bn Bibi tercümesi), Kopenhagen, 1959, s. 84. "... ve hutbe be-nam Sultan handend".
  21. İbnü-l Esir, Kitatiii'l-Kai nil fi't-Tarih, nsr. C.J. Tornberg, XII, Leiden, 1876-1876, s. 228.
  22. M.A. Köyrnen, Alp Arslan ve Zamanı, II, s. 20 vd.; ayrıca bkz. F. Köprülü, Hil'at mad. İA.
  23. F. Köprülü, Hilat, İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müesseseleri, s. 303.
  24. İ bn Bibi, s. 117/s. 167; Yazıcıoğlu, s. 104. "... ve kasıd ra hil'at ve sılat dad".
  25. llın Bibi, s. 120/s. 171; Yazıcıoğlu, s. 108. "... ve kaffe-i mu'teberan ra hil'at pusankl".
  26. kın Bibi, s. 135/s. 194; Yazıcıoğlu, 115; H. Duda, s. 59 "...hil'at4 has fermud".
  27. ibniBibi, s. 167/s. 233; Yazıcıoğlu, s. 147; H. Ducia, s. 74.
  28. ilın Bibi, s. 153/s. 215 vd.; Yazıcıoğlu, s. 137. "Sultan Tekur ra tesrifi nefis ve hil'atl sahane çfinanke liyık4 heınmet4 selâtin based, ez came-i zerduht ve kfilah4 mofewek ve esb-i motewek en'am fermud ve ba çend nefer ez havass4 in mekremet mebzul dast ve ferman dad. Ta ez establ4 hass ilan ra tıargirha ez esban4 tazi ve esteran4 bari ve geyre dadend".
  29. İbn Bibi, s. 181 vd./s. 250; Yazıcıoğlu, s. 159 vd.; H. Duda, s. 81; kış. O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 324.
  30. V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, s. 137.
  31. İbn Bibi, s. 155 vd., 158 vd./s. 218, 223; Yazıcıoğlu, s. 140; H. Duda, s. 69; Kadı Burhaneddin Mesud, Enikül-Kulub, nşr. F. Köprülü, Belleten, VII, (1943), s. 516.
  32. Selçuklu saraylarımn ve köşklerinin mimari özellikleri hakkında bilgi almak için bkz. O. Aslanapa, Türk Sanatı, II, İstanbul 1973, s. 174-181; K. Erdmann, Saraybauten des dreizehnten und vierzehnten Jahrhunderts in Anatolien, Arta Orientalis, Baltimore, 1959, s. 77-94; K. Otto- Dorn, Bericht über die Gı-abung in Kobadabad 1966, Archaeologischer Anzeiger, IV, (1969), s. 438-506.
  33. K. Erdmann, Ibn Bibi sis Kunsthistorische Quelle, İstanbul 1962, s. 16.
  34. Sarayları n oda ve daireleri hakkında bilgi edinmek için bkz. K. Erdmann, a.g.e., s. 17 vd.
  35. İbn Bibi, s. 176, 180/s. 243 vd., 248; Yazıcıoğlu, s. 156, 160; Duda, 78.
  36. İbn Bibi, s. 120/s. 170; Yazıcıoğlu, s. 107; Duda, s. 55. "... ve taht-ı memleket ve serir-i saltanat nişandend".
  37. İbn Bibi, s. 139/s. 198, "... ber taht-ı saltanat neşest"; s. 152/s. 215. "... ve ber taht-ı nusret ve zafer neşest"; s. 145/s. 206, "... ve ber taht-ı memleket neşest"; Yazıcıoğlu, s. 121, 136, 127; H. Duda, s. 61, 67, 63.
  38. İbn Bibi, s. 175/s. 242, "... Sultan deyhim-şahi ber ser nehade ve ber taht-ı kâmrani neşest"; Yazıcıoğlu, s. 155.
  39. Taht ve taç hakkında diğer örnekler için bkz. K. Erdmann, a.g.e., s. 5 vd.
  40. F. Köprcilii, Bayrak, islâm ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmalan, s. 191; K. Erdmann, a.g.e., s. 11; İ.H. Uzunçarşıh, a.g.e., s. 73. Tarihi kayıtlara göre, Selçuklu sultanları siyah, sarı ve mavi renkte sancaklar ve bayraklar kullanmışlardır.
  41. Bilgi almak için bkz. R. Genç, a.g.e., s. 150; M.A. Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, II, s. 25; aynı yazar, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 78; F. Köprillü, a.g.e., s. 191.
  42. F. Köprülü, a.g.e., s. 191.
  43. İ bn Bibi, s. 118/s. 168; Yazıcıoğlu, s. 105. "... ve der meydan-ı doşmen godazi rayet-i serferazi ber efraht".
  44. İ bn Bibi, s. 138/s. 197; Yazıcıoğlu, s. 120; Duda, s. 6 vd. "Şehriyan a'lam-ı Sultan hastend ve emir Seyfeddin Ay-aba Çaşnigir ra taleb daştend, padişah-ı dehr be şehr şod ve ta'zimet ve haşmet-i herçe temamter ber golle-i kale nasb kerdend".
  45. İ bn Bibi, s. 152/s. 214; Yazı cıoğlu, s. 135 vd.; Duda, s. 66 vd. "... ve sancak-ı sultan hastend, berhi ez merdom u Tekur ve fevci ez haşem-i rnansur u bazi ez ümera sancak-ı saltanat ra be-ezemet-i herçe temamter ruz-ı şenbe (1 Kasım 1214) der şehr bordend ve ber feraz-ı baru nasb kerdend".
  46. İbn Bibi, s. 164, 187, 188/s. 230, 256, 258; Yazıcıoğlu, s. 144, 168 %Tl.; Duda, s. 72, 84.
  47. ibn Bibi, s. 144/s. 205; Yazıcıoğlu, s. 166; Duda, s. 62. "... ve bal-ı ukab-ı çetr-i cihangir gosade sod ve rayet-i mansur der hareket amed".
  48. İbn Bibi, s. 187/s. 256; Yazıcıoğlu, s. 168. "Ehl-i Ra'ban ra ez ferr-i tolu'-u rayat-ı saltanat ro'bi ve heras herçe temamter der dil u can zahir sod".
  49. İ bn Bibi, s. 149/s. 211; Yazıcıoğlu, s. 132; Duda, s. 65. "... cümle asakir silâh puside be berk ve uddet-i mokemmel ve mocemmel istikbal-i rayet-i saltanat kerdend".
  50. İbn Bibi, s. 153/s. 216, Yazıcıoğlu, s. 137 vd. "... Sultan saati ber etraf-ı sevail ba râyet-i cihangir her efrahte (...) seyran fermud"...
  51. "Çetr" sözü Türkçe "çadır" kelimesinden bozma bir isimdir.
  52. İ.H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 71; Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, s. 220; K. Erdmann, a.g.e., s. 7.
  53. V. Gordlevski, a.g.e., s. 289.
  54. İ.H. Uzunçarşıh, a.g.e., s. 72; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 256 vd.
  55. İbn Bibi, s. 144/s. 205; Yazıcıoğlu, s. 125; Duda, s. 62.
  56. İbn Bibi, s. 163/s. 229; Duda, s. 71. "... ve çetr-i hümayun ez rah-ı Kösi Dere be-Kökerin amed".
  57. M.A. Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, II, s. 25; aynı yazar, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 77 .
  58. İ.H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 74.
  59. İbn Bibi, s. 118, 144/s. 168, 205; İ.H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 74; K. Erdman, a.g.e., s. 12.
  60. İbn Bibi, s. 188, 144/s. 168, 205; Yazıcıoğlu, s. 105, 126; Duda, s. 54, 62.
  61. M.A. Köymen, Tuğrul Bey e Zamanı, s. 76 vd.
  62. İbn Bibi, s. 210/s. 284; Yazıcıoğlu, s. 194.
  63. H. Duda, s. 198; K. Erdmann, a.g.e., s. 15.
  64. İbn Bibi, s. 143/s. 203; Yazıcıoğlu, s. 124. "Dehliz-i mübarek be-niyyet-i feth-i Antalya besahra- yı Ruzbe (...) nasb kerdend".
  65. İbn Bibi, s. 149/s. 212; Yazıcıoğlu, s. 133.
  66. İbn Bibi, s. 164/s. 230; Yazıcıoğlu, s. 144.
  67. İbn Bibi, s. 190/s. 266 vd.; Yazıcıoğlu, s. 179; Duda, s. 88.
  68. Ebu'l-Ferec (Bar Hebı-aeus), Ebul-Ferec Tarihi, I, trc. Ö.R. Doğrul, Ankara 1945, s. 298, 305.
  69. O. Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara 1958, s. 25; Cl. Cahen, a.g.e., s. 36 vd.
  70. O. Turan, a.g.e., s. 25.
  71. Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lugati't-Türk, I, Ankara 1939-1941, s. 462; II, s. 272 vd.; O. Turan, a.g.e., s. 24; J. Deny, Tuğra mad., İA.
  72. Bilgi almak için bkz. O. Turan, a.g.e., s. 25; İ.H. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 27, 69; Taeschner, Tavki, El.
  73. Sultan I. İzzeddin Keykâvus'un inşa Divam'ndan çıkan ferman, menşur ve mis'aller için bkz. İbn Bibi, s. 134, 142, 146, 154, 162, 170 vd., 185, 187, 188/s. 192, 203, 207, 216, 227, 237, 238, 254, 256, 257.
  74. İ bn Bibi, s. 204, 206/s. 278, 280; Yazıcıoğlu, s. 189, 191; Duda, s. 92 vd. Ayrıca bkz. İ.H. Uzunçarsılı, a.g.e., s. 75; K. Erdmann, a.g.e., s. 6. "... Engosteri ve desterçe-i sultan-ı merhum ra be-resm nesan ber dast ..."
  75. O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1971, s. 409.
  76. İ bn Bibi, s. 145/s. 206; Yazıcıoğlu, s. 127. "... Kemer-i Keykâvusi beste, külah-ı keyani her ser nehade, keman-i pehlevani der bazu efkende.."
  77. M. Önder, Selçuklu Kubâd-itıâd Sarayı Çinileri, Selçuk Dergisi, s. 3, (1988), s. 31-39.
  78. "Keyani külah" iran Ahameniler hükümdarları= sembolü idi.
  79. O. Turan, a.g.e., s. 497, 569; Müneccimbaşt, Sahayifii'l-Ahbar, trc. İst., 1939, s. 44; Anonfin Sdçuknâme, Atık., 1952, trc. s. 28, m. 43.