Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde yayılışı ve yerleşmesini açıklayan tarihi gerçeklerden biri [1], bunun bilhassa ekonomik-demografik bir baskı neticesi olduğu ve yoğun bir Türk göç ve iskân hareketi ile birlikte yürüdüğüdür [2]. Bu vâkıanın en ilginç örneklerini Rumeli fütûhâtı sırasında görmekteyiz.
Rumeli fütûhâtını kolaylaştıran ve muvaffak kılan âmillerden bazılarını sıralarsak; devletin kuruluş devrindeki idâri, dini ve sosyal müesseselerin, Selçuklu ve İlhanlı devletlerinden kaynaklanmış ve yerleşmiş bulunması, Osmanlıların ise bu müesseseleri muhâfaza ile birlikte tekemmül ettirerek devletin bünyesine tamamen hâkim kılmış olması yanında, Bizans hucitidu üzerindeki coğrafi durumları, Anadolu'daki diğer Türk beylikleri ile olan münâsebetleri, Trakya ve Makedonya'da boş ve münbit topraklar bulan birçok konar-göçer unsurların ve fakir köylülerin, fütûhâta iştirak eden gazilerin buralarda yerleşmek arzusu ile dolu olmaları ve daha bazı faktörler, bu meyanda sayılabilir.
Keza sulh yolu ile zaptedilen yerlerdeki halkın belirli ve mütedil bir ölçüde vergilerini vermek üzere yerlerinde bırakılmaları da fütûhâtı kolaylaştıran sebeplerden biri olmuştur. Bütün bunların yanında, fütûhât esnâsında başta bulunan hükümdarların (bilhassa I. Murad'ın) ve Osmanlı ümerasının kuruculuk vasıf ve meziyetlerinin de önemi çok büyüktür [3]. İşte bu sebeplerle Osmanlılar, Rumeli ve Balkanlar'daki fütühâtı, kendileri için nüfusça büyük zâyiât vermeden ve kolaylı kla gerçekleştirmişlerdir.
Osmanlı ların Rumeli ve Balkanlar'da yerleşmesi, gelip geçici bir hâdiseye bağlı değildir; Bizans hâkimiyetinin bu bölgede çözülmesinin tabii bir neticesidir [4]. Başlangıçta bu boşluğu Sırp Kralı Stefan Du ş an 'in [5] doldurması bekleniyordu. Kendisi Makedonya'yı istIla ettikten sonra, Serez'de Sırpların ve Yunanlıların imparatoru unvânını almış idi. Aynı tarihlerde Orhan Gazi, Aydın-oğullarl'ndan Umur Bey'in tavsiyesi ile J. Kantakuzenos'un müttefiki oldu (1346) ve onun kızı Teodora ile evlendi. Bizans İmparatorluğu'nda patlak veren ikinci iç-harpte Sırplar ve Bulgarlar V. loannis'i desteklerken, Osmanlılar Kantakuzenos'un yanında yer aldılar. Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa, kumandasındaki 10.000 kişilik bir kuvvetle V. İoannis'i destekleyen Sırp-Yunan kuvvetlerini mağlüb etti. 1352 yılı nın sonbaharında kazanılan bu zafer, Osmanlıların Rumeli'de yerleşmesini sağlayan bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Bu tarihe doğru Rumeli artık Anadolu gazileri için dâimI bir faaliyet sahası haline gelmiş idi. Kendiliğinden toplanan gazi gurupları, Bizans'ın iç mücadelelerinde veya Sırplara ve Bulgarlara karşı yapılan harekatı desteklemek ve akın yapmak üzere sık sık Rumeli'ye geçmeğe başlamışlardı[6].
Süleyman Paşa, 7 Safer 754 (15 Mart 1353)'de, "evvel-baharda" Gelibolu yarımadası= Çanakkale Boğazı sâhilinde yer alan Tsympe (Cinbi yahut Çimbi) kalesini sulh yoluyla fethetti [7]. Buranın "ahâtisini vechen mine'l-viiciih incitmeyüp, ahâlinin Cidet-i sâbtkaszn: dahi bozmayup ihtiyarlara hürmet ve muc teberdna n'ayerde bulundu [8]. Burayı Rumeli'de yayılma için bir köprübaşı olarak teşkilâtlandı rdıktan sonra, Aydı ncı k'daki küçük Osmanlı donanmasiyle 3.000 kişilik bir orduyu, Gelibolu'nun 7-8 km. kuzeyinde Kozludere mevkıine çı kardı ve berzâha hakim tepeleri ele geçirdi. 1354 yılının I Mart gecesinde vukubulan bir depremden dolayı bu bölge ve civarındaki şehir ve kaleler harab olunca [9], bu yerleri işgal ve imar etti; Anadolu'dan sür'atle geçirdiği kuvvetleri buraya yerleştirdi. Paşa Sancağı , yani Osmanlı Rumelisi'nin çekirdeği böylece kurulmuş oldu. Süleyman Paşa'nın vakılyesi [10] bize bu yerleşmenin şartları hakkında, sağlam bir vesika olarak malümat vermektedir.
Osmanlı ların Gelibolu'ya geçip yerleşmeleri, Avrupa'nı n dikkatini çekmekle beraber Balkan milletleri arasındaki karışı klı klar, ihtilaflar ve mücadeleler dolu durum, bu tarafta Osmanlı fütühâtına önemli ölçüde engel olabilecek bir mâhiyet arzetmiyordu. Balkan yarımadasını fethetmek ve Rumeli'ye yayılmak fikri, başlıca hedefi teşkil ediyordu. Ancak Balkanlar'dan Sırp, Bulgar ve Macarlann, Gelibolu yarımadasından da Bizans ve Venediklilerin ittifak halinde ve müştereken taarruz ihtimali olabilirdi. Buna karşı derhal ve sür'atle Anadolu'dan Rumeli'ye sürgün yoluyla nüfus geçirip, şuurlu ve sistemli bir iskan siyaseti tatbikına başlandı [11].
Osmanlı Devleti'nin, fethedilen yerlere memleket dahilinden bir kısım halkı getirtip, kasaba ve köylere dağıtmak veya o zamana kadar iskan edilmemiş bölgeleri sürgün yoluyla "şenletmek" ve yeni iskan sahaları, köyler, kasabalar ve şehirler kurmak an'anesi, Selçuklulardan intikal etmiş bir usuldü. Osmanlılar, zamanla bu usülü daha sağlam esaslarla tesbit etmişlerdir.
Osmanlı ları n, daha ilk zamanlarda fethettikleri memleketlerde yerleşip kalmak ve bu maksatla ellerinde mevcut olması lazım gelen bol insan malzemesini oralarda iskan ederek bir yurt haline getirmek arzuları o kadar kuvvetli ve feth edilen memleketlerin mukadderatı nı kat' î olarak tayin bakımından o kadar tehlikeli ve müessir bir teşebbüs idi ki, münasebette bulundukları komşu memleketlerle akdettikleri anlaşmalarda bazan, muhâcir yerleştirmek veya yerleştirmemek kayıt ve şartları , Çetin bir pazarlık konusu[12] teşkil ediyordu[13].
Elimizdeki tarih kaynaklarına dayanarak, fetihten hemen sonra ilk hicret ettirilen muhâcir kafilesinin [14], Süleyman Paşa zamanında 1356-1357 yıllarında Karesi vilâyetinden Gelibolu yarımadasiyle bu bölgenin kuzey kısmı nda iskan edilmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Süleyman Paşa, fethettiği yerlerde tutunabilmek için babası Orhan Gazi'ye mürâcaat ederek, buralarda iskân edilmek üzere Anadolu'dan müslüman halk nakledilmesini ve ayrıca, fiitühâtın devamı için takviye kuvvetleri sevkedilmesini istemişti. Bu arada, gelecek olan muhâcirleri yerleştirmek üzere, kardeşi Murad Bey (I. Murad) ile hazı rlıklara başladı. O sıralarda Anadolu'da yeni fethedilen Karesi topraklarından konargöçer Türkmen halkını sür'atle göçürtüp yeni fethedilen bölgelere yerleştirdi [15]. Daha sonra harap yerleri imar, boş sâhalarda iskân ve yeni köyler kurmak yolunda çalışmalarına hızla devam etti [16]. Rumeli'de bu ilk iskâna tabi tutulanlar, bir müddet Gelibolu'da sakin olduktan sonra, Hayrabolu civarına geçerek gazi ve füti:lhâta iştirak etmişlerdir[17].
1341-1354 yılları arasında sürekli tabii afetler, bulaşıcı hastalıklar, içsavaşlar ve nihayet Osmanlı akınları neticesinde nüfusu kırılmış yahut kaçmış bulunan Trakya toprakları üzerinde, hızla ve kolaylıkla müslüman Türk köyleri kurulmakta idi. Bu şartlar, büyük ölçüde topraksız kitlelerin Anadolu'dan Rumeli'ye hicretini temin ediyordu[18]; göç hareketleri ise, filtühâtı âdetâ zorlamaktaydı [19].
Fetihler yalnız kılıçla değil, genellikle "istimâlet" [20] denilen uzlaştıncı bir siyaset tâkip edilerek gerçekleştiriliyordu. Bu gaye ile Osmanlı ümerâsı faal bir propaganda yaparak, İslam Şeriat hükümleri çerçevesinde son derece geniş hoşgörü ve adâletle gaynmüslim halka can ve mal güvenliği ile dinlerinde serbestlik tanıyor; özellikle köylüleri, eski feodal bağlılıklanndan ve angaryalardan âzâd ediyordu. Yerli hıristiyan ahâli, Osmanlı hâlcimiyeti yerleştikten sonra, düzenli bir devlet idâresinin koruyucu güvenliğine kavuşmakta idi [21]. Osmanlılar, ila"' at idenlere mülk&r ve kentler viriip envit âyet iderlerdi... Ve ba`z: gyam olurd: ki, kefereden bin kişi imâna gelürdi"[22]. Fethedilen "vilâyetün halk: eyidürler idi kim: N'olaydı, kadim zamândan bunlar bize beg olalar idi. Ve çok köyler bu Türk kavmini gördiler, Mütelmân oldılar"[23]. İşte Osmanlılar, Rumeli fütilhâtında bu siyâsete dâima sadık kalarak, yerli halkı kendi taraflanna kazanmışlar; onlar da Osmanlılarla işbirliği yapmışlardır [24].
Bir yandan Islami esaslara, diğer taraftan da Türk geleneğine dayanan Rumeli'deki bu yeni rejim, Bizans'ın son döneminde ve Stefan Duşan Imparatorluğu'nun parçalanmasından sonra (1354) Balkanlar'ın büyük bölümünde ve Frank hâkimiyeti altındaki Yunan topraklarında görülen feodalleşmeye karşı köylüyü etkili koruma altına alan tarafsız, yerli halkın haklarına saygılı, kuvvetli bir merkezi idireyi ve onun getirdiği emniyet ve huziirtı temsil etmekteydi. Dolayısiyle bu rejim, feodal sistemin karşısında (anti-feodal) ve onda olmayan birçok husüsiyeti hâizdi [25].
Osmanlıların başvurdukları fetih siyaseti [26], komşu devletlerdeki hükümdarlı klan ele geçirip buralarda yerleşmek, sonra yerli hânedanlan, tedrici bir silrette oradan kaldı rarak, o bölgeler üzerinde hâkimiyet tesis etmek şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu usul, o bölgedeki ahâlinin asimile edilmesi yahut ihtidâ ettirilerek kimliklerinin ve dinlerinin değiştirilmesi demek değildir. Ortadan kaldırılan, sadece yerli feodal beyler ve idirecilerdir. Osmanlı idâresinin mükemmeliyeti, buradaki yerli halkın hayat şartlarında cldukça müsbet tesirler meydana getirmiştir. Bu hususta "timar" sisteminin rolü büyüktür. Timar sistemi, bir yandan da merkezi otoriteyi getirdiği için, Anadolu'dan Rumeli'ye olan muhâceretleri de kolaylaştırmıştır [27].
Süleyman Paşa, Rumeli'ye geçtikten sonra eski Türk geleneğine uyarak derhal "sağ, orta ve sol kollar"da "uclar teşkil etti. "Uc" geleneği ve diimi gazi, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun dinamik âmilidir[28]. Bu nevi "kol" taksimine, Orta-Asya Türk devletlerinde de rastlanmaktadır[29]. Osmanlılar, bu "gazi-uc" geleneğinden hareketle, XV. asırda bütün Islam dünyasının koruyuculan rolünü benimseyeceklerdir. Gazi, cihan-şümül hikimiyet için hamlelerin, devletin askeri karakterinin ve sıkı merkeziyetçiliğin ana prensibi olmuş ve öyle kalmıştır [30].
Gelibolu berzah şehirlerinde ve Gelibolu'da yerleştikten sonra Osmanlılar, üç istikamette "u c " teşkil ederek fetihlere devam ettiler. Birinci uc , sahilden Tekfur-dağı, Çorlu ve İstanbul yönünde; ikinci uc, onadan Konru-dağı [31] üzerinden Malkara, Hayrabolu ve Vize istikametinde; üçüncü uc ise Meriç Vadisinde İpsala, Dimetoka ve Edirne yönünde yapılan fetihlere üss oldu [32].
Osmanlılar, Rumeli füti:lhatında bu u c sistemini muhafaza edecekler; fetihler ilerledikçe uclar, üç koldan daha ileri bölgelere kaydı rılacaktır. Orhan Gazi zamanında Gelibolu merkez olarak, Trakya'daki bütün fethedilen yerler birer uc bölgesi sayılıyordu. Sonradan bu uclar sı rasiyle: İpsala, Gümülcine, Serez, Kara-ferye ve oradan iki kola ayrılarak Tırhala ve Üsküp'e; sağ koldaki uc ise Yanbolu, Karin-ovası ve Pravadi'ye; oradan ikiye ayrılarak biri Tırnova ve Niğbolu'ya, diğeri Dobruca'ya intikal edecektir. Orta uc ise Çirmen, Zağra ve Filibe'ye; oradan ikiye ayrılarak Sofya ve Niş'e yahut Köstendil ve Üsküp'e geçecektir [33].
Bu üç istikamette yapılan fetihler, Rumeli'nin "sağ-kol, sol kol ve orta- kol" sancaklannı teşkil etmiştir.
Osmanlı Devleti'nin orta-kol sancaklan, Edirne ve Sofya beylerbeyiliklerinin merkezleri olmuştur. Türk göç ve yerleşme hareketi de bu uc bölgelerini takip ederek bu istikametlerde yoğunluk lcazanmıştır [34].
Süleyman Paşa'nın yaptığı gibi Osmanlı idaresi, Rumeli'de her yeni uc'un teşkili ile beraber, Anadolu'dan o bölgeye muhacirler ve bilhassa savaşçı yörük grupları sevketmişdir. Bu uc bölgeleri ileriye intikal ettikçe, geride kalan eski uc merkezleri, kalabalık medeni Türk şehirleri olarak yükselmiştir [35].
Osmanlı Devleti, zaman zaman Anadolu'daki fetihleri de inkişaf ettirip doğuya doğru yayıldıkça, buradaki Türk sekenesinden bir kısmını Rumeli ve Balkanlar'a naklederek, bölgenin islamlaşmasında ve bir Türk yurdu haline gelmesinde her fırsatı titizlikle değerlendirmişlerdir [36]. Yeni fethedilen topraklardan büyük bir kısmı, "gazi alp, alp-eren" diye isimlendirilen atlı ve yaya olarak gazâya iştirak edenlere dağıtıllyordu. Bu erler arası nda, diğer ülkelerden ve Anadolu'dan gelmiş "garibler ve garib-yiğitler" de bulunuyordu" [37].
Rumeli'nin iskanı işinde, geniş ve münbit topraklar bulmak için kendiliğinden (ihtiyar?) göç eden, askerlik ve sair vazifelerle gidip de, sınır boylannda yerleşip kalan Anadolu halkının, dağ başlarında yer bulan ve toprağı açı p işleyen bir tip muhâcirlerin öncüsü ve mümessili kabul edilen [38] ve "Gazzyin-z Ram, Aln:ya'n-ı Rüm, Abdalân-ı Rı2m, Baczydn-z Rürn, Alp-erenler ve Horasan-erenleri"[39] tabir olunan d ervi ş ler in rolü de oldukça mühimdir. Bir kısmı fütühâta iştirak etmek üzere gazilerin yanında yer aldı kları gibi, diğer bir kısmı da -hatta onlardan daha ileride- tekke ve zaviyeler tesis ederek, sonradan gelenler için tutunma ve toplanma merkezleri meydana getiriyordu [40], hıristiyan halk arasına karışıp kendilerine mahsus -telkin, tebşir v.b.- usullerle İslam'ı tebliğ ve neşrediyor, geniş halk kitlelerinin islâmlaşmasında en mühim rolü üsleniyorlardı [41]. Bütün bu faaliyetleriyle dervişler, fütilhatın kolaylaşmasında da büyük ölçüde yardımcı olmuşlardır [42].
Kuruluş devrinde, askeri fetihlerle beraber batıya doğru vukubulan yerleşmelerde, birçok köylere isimleri verilen, ıssız yerlerde, dağ başlarında, geniş ve münbit topraklarda yerleşip oraları meskün ve mamür kılan bu dervişler ve onların faaliyet merkezleri olan tekke ve zaviyeler [43], kendiliğinden bir kolonizasyon ve iskan hareketini temsil ediyordu". Daha sonra, yavaş yavaş bu zâviyelerin etrafında yaptıkları inşaat (cami, medrese, imal-et, hamam vb.) mamiıreleriyle birer müslüman Türk köyünün doğması na zemin hazı rlıyorlarch [45]. Bu miistac mirler, ziraat ve hırfetle meşgul oluyorlar, hatta Rumeli'de bulunmayan bazı meyveleri bile getirip yetiştiriyorlardı [46]. Bütün bu faaliyetleri ile dervişler, fütuhâtın kolaylaşmasına büyük ölçüde yardımcı oldukları gibi, bulundukları ve yerleştikleri bu bölgeleri böylece birer zirai-iktisadi ve kültürel merkez haline getirmiş oluyorlardı.
Kuruluş devrinden itibaren, fethedilen yerlerde tatbik edilen iskân ve kolonizasyonların meydana getirmiş olduğu yoğun nüfus hareketleri, birçok yeni kasaba ve şehirlerin doğması ile sonuçlanmıştı r. Bunların zamanla, hem çok iyi ve gelişen şehirler halini alması, hem de islamiyetin ve İslami Türk kültürünün yayılmasını sağlayan birer yerleşim birimi ya da merkezler durumu arzedişleri, bu yerlerin iyi bir araştırma neticesinde seçildiklerini ortaya koymaktadır[47].
Anadolu'dan gelen Türk muhacirler, genellikle müstakil köyler kurmuşlar ve bu köyler, duruma göre çeşitli Türk adları almışlardır. Ekseriya köylerde ve şehirlerde müslüman halk, yerli hıristiyan ahâli ile kanşmamışlar; şehirlerde dahi hıristiyan mahalleleri daima ayrı olarak kalmıştır[48].
Bir iskân sahasının meydana gelmesinde bir mescid yahud bir camiin, fonksiyonel bir âmil olarak ne kadar önemli bir yer işgal etmiş olduğu, Osmanlı iskân siyasetinde apaçık olarak müşahede edilmektedir. Binaenaleyh böyle bir yerleşim merkezinde, bir çekirdek teşkil eden cami ile, onun etrafında bir medrese, imâret, tekke, tabhâne (misafir evi), darüşşira, han, hamam vb. dini, kültürel ve sosyal hizmet müesseselerinin yer aldığı bir yerleşim sahasının, o bölgeye islami Türk karakterli bir şekil ve hüviyet kazandıracağı pek tabiidir. Bu hususta vakıf müessesenin rolü, hiç şüphesiz en başta gelmektedir[49]. Küçük bir yerleşme biriminden ibaretken, zamanla kasaba ve şehir haline geliniyorsa, birtakım muayyen şart ve kaidelerin de yerine getirilmiş olması icab ediyor demektir. Bu yerleşme birimi en az bir camiye sahip olursa, bir çatısı bulunursa ve bir ölçüde ekonomik ve kültürel gücü varsa, orası kasaba yahut şehir defterine kaydedilirdi; bu kayıt, kadıların kararı ile yapılırdı [50].
Rumeli'nin fethi sı rası nda, bir yandan Anadolu'dan külliyetli miktarda müslüman halk bu bölgede iskan ve kolonize edilirken[51], diğer taraftan da ülkenin tamamı, en ücra köşelerine kadar arazi ve vergi kaynakları itibariyle il-yazıcı ları tarafından tahrir defterlerine kaydediliyor ve bu esâsa göre timarlı sipahiler yerleştiriliyordu. Devlet, 'üzüm gördüğü zaman mükellefiyetleri olmayan halk üzerine mükellefiyetler koyduğu gibi (derbendci, martolos, madenci, doğancı, eflak, voynuk vb.), onları icâb eden yerlerde iskan etmek üzere bulundukları yerden kaldırabilirdi. Fütilhat genişledikçe ve devletin idari sistemi yeni ve sağlam kaidelere oturtuldukça, sürgün ve iskân usülünde de buna muvazi bazı yeni esaslar tayin ve tesbit edilmiştir. Buna göre mesela, bazı köy ve kasabalardan büyüklüğüne göre her on haneden bir veya iki hâne olmak üzere sürgün çıkarmak meclAriyeti getirilmiştir[52].
Rumeli'ye yapılan sürgün ve iskanların en önemlilerini, I. Murad ve Yı ldı rım Bayezid zamanlarında Saruhan'dan gelen Türkmenlerle [53], Timur istilası esnasında Kı rım'dan, Rumeli'ye kaçarak Osmanlı Devleti'ne sığınan Tatarlar teşkil eder [54]. I. Murad zamanında Lala Şahin Paşa'nın Kavala, Drama, Serez ve Kara-ferye havalisini fethetmesinden sonra, Saruhan'daki göçer yörüklerin Serez tarafına nakledildiklerini görmekteyiz (1374-1375) [55]. Rumeli ve Balkanlar'ın fethi sı rasında bu şekilde yapılan nakil ve iskanlardan başka, bilhassa Ankara savaşından sonra, Timur'un Anadolu'yu istilası esnasında büyük bir halk kütlesi de Rumeli'ye kaçmış [56] ve buralarda yerleşerek, bölgede Türk nüfiısun artmasında önemli amil olmuşlardır.
Rumeli'deki ilk fetihleri müteakip, Anadolu'dan sevkedilen muhâcirlerin daha ziyade şehir ve kasabalarla' sahil bölgelerinde[57] iskan edilmesine önem verilmiştir. Bu şekilde vukubulan kolonizasyona genellikle yörüklerle tatarlar müstesna medeni, yani Anadolu'daki şehir ve kasabalarda yaşayan ve yerleşik hayata alışmış ahâli geniş ölçüde iştirak etmiştir[59]. Bu sürede kıyı bölgelerinin, buralara iskan edilen müslüman nüfus vâsıtasiyle herhangi bir düşman tecaviizüne karşı tahkim ve kontrol altına alınabileceği[60], şehir ve kasabalarda tatbik edilen iskanla da, islâmiyetin ve Osmanlı lığın şehir hayatı yoluyla yayılabileceği düşülmekte idi. Bu sebeplerden dolayıdır ki, Rumeli'de Osmanlı muhâceret ve iskanlan, evvela ve büyük ölçüde şehir ve kasabalarla, kıyı bölgelerine yapılmıştı r. Kırsal bölgelere, yâni köylere yapılan iskan hareketleri ise, genellikle Bulgaristan ve Makedonya toprakları nda görülmektedir[61]. Büyük tarihi yollar ile ticari ve stratejik bölgelerdeki şehirlere de, sistemli bir şekilde müslüman halk yerleştirilmek süretiyle büyük kültür merkezlerinde ekseriyetin te'minine çalışılmıştır [62].
Kuruluş devrinde, Rumeli'ye yapılan sürgün ve iskanlann, yalnız batıya doğru uzanan tarihi yollar ve vadiler istikametinde değil, kuzeyde Tuna hudutlannı tutmak ve Kırım'la emniyetli bir temas ve münâsebet vücüda getirmek için doğu ve kuzey Bulgaristan'da da yapılmış olduğu tahrir defterlerinden anlaşılmaktadır[63]. Yörüklerin büyük bir kısmı bu bölgede bulunduğu gibi[64], buradaki Türk çiftçilerinden birçokları da sürgün olarak bu sahalarda yerleştirilmiştir [65]. Genellikle bu nevi sürgünler, "avdrız-ı divânty ye" tabir olunan örfi tekâlifden ve fevkalade zamanlara mahsus vergilerden muaf olduklarından başka, diğer normal vergilerde de bunları n lehine bir hayli tenzilât yapılmış ve bu gibi sürgünler, muhtelif köylerde dağınık bir halde bulunmakla beraber, hepsi birden müstakil bir sübaşıya tabi kalmışlardır. Sürgün edilen muhacirlere bu kabil kolaylı klar göstermek stı retiyle onları yeni muhitin şartlarına alıştırmak, sürüldükleri yerlerde kökleştirmek maksat ve siyaseti güdüldüğü anlaşılmaktadır[66].
Anadolu'dan Rumeli'ye yapılmış olan ihtiyari ve mecbüri nüfus akınları nın yanısıra, yeni fethedilen memleketleri iskan husiısunda Anadolu'da rahat durmayan ve huzursuzluk çı karan, siyasi ve dini bir gaile meydana getirmelerinden korkulan bazı "heterodox" unsurların şerlerinden kurtulmak için, siyasi ve askeri maksatlarla hudut boylarında ve büyük askeri yollar üzerinde[67] "cezaen sürmek" usülü tatbik edilerek[68] yapılan iskanlar da[69], sürgünlerin mühim bir kısmını teşkil etmiştir. Böylece bu nevi iskan ve kolonizasyonla, hem Anadolu'daki bazı kabile ve aşiretlerin sebep olduklan sosyal ve ekonomik çatışmalar önlenmiş oluyor, hem de Rumeli'de yoğun bir müslüman Türk kitlesinin meydidiyeti temin ediliyordu ki, bu siyaset XVII. yüzyıla kadar devam etmiştir[70].
İşte, Rumeli ve Balkanlar'da bu şekilde göçüp yerleşen müslüman Türk unsurlar, sonradan Ev la d -1 Fatihan adı verilen Rumeli yörük ve müsellemlerini teşkil etmişlerdir[71].
Osmanlı Devleti'nde maya, ekseriya doğup büyüdüğü memlekette, kendi halinde ve kaderi ile başbaşa bıralulmamış, kendisi ve dolayısiyle devlet ve devleti temsil edenler için en verimli topraklar üzerinde nakil ve iskan edilmiş, oralarda tutunup çoğalabilmeleri için de her türlü tedbirlerin alınması hususu ihmal edilmemiştir. Devlet, kendi gelirini arttırmak için elde mevcut imkanları en akılcı bir şekilde değerlendirmiştir. Bu cümleden olarak, bulunduğu yerde kafi miktarda toprak bulamayan nüfus fazlasını yahut çok verimsiz topraklar üzerinde çalışmakta olan köylülerden bir kısmını zaman zaman, mesela yeni fethedilmiş olan daha verimli bölgelere nakil ve iskan etmiştir. Bu nüfus ve ekonomi siyaseti ile Osmanlı idaresi, nüfusun belli bazı bölgelere yığılmasını önlemiş ve en verimli bir şekilde yayılıp, en akılcı bir iş-bölümüne tabi tutulmasını ve koyduğu kanunlarla da azami randımanın elde edilmesini sağlamıştır[72].
Kuruluş devrinde Osmanlı ordusunun ihtiyaçları günden güne arttığından, satın-alma gücü yükseliyor, reâyânın mahsülü devamlı olarak kıymetleniyordu. Balkanlar'ın ıssız kalmış verimli bölgelerine yerleştirilen muhâcirler, Rumeli halkının iktisâdi hayatını da takviye etmekteydi [73]. Hatta pamuk ve pirinç ziraatini de ilk defa Balkanlar'a bu muhâcirler sokmuş ve yaymışlardır[74]. Bu itibarla, devletin gelirini arttırmak gayesi ile ve eski bir idârecilik geleneğinin tecrübelerine dayanan basit ve pratik usullerle reâyânın, en verimli bölgelerde ve en rasyonel bir şekilde çalıştırılmak maksadiyle de sürgün ve iskâna tabi tutulduğu anlaşılmaktadır[75].
ZarCıri ve ihtiyâri olarak uygulanan bu sürgün ve iskânlar, sadece devletin gelirini arttırmak gayesiyle yapılmamıştır. Belki bundan ziyade, yeni fethedilen harap bir memleketi "şenlendirmek”, askeri sevkıyâtı ve erzak tedârikini kolaylaştıracak şekilde, yollar ve hudutlar boyunca köyler ve kasabalar kurarak nakliyat ve seyâhati teştilâtlandırmak ve nihâyet, yabancı bir memlekette diğer gayrimüslim unsurlar arasına yerleştirilecek müslüman ahâli ile siyâsi ve askeri emniyeti sağlamak gayesine mâtufdu[76].
Ancak, burada şu husus da belirtilmelidir ki, kuruluş devrinde Osmanlı hükümdarları, Anadolu'daki nüfüsun bir kısmını Rumeli'ye geçirmek silretiyle ne sadece bir tehcir ameliyesi yapmışlar ve ne de bu nüfüsun tamamını Rumeli'de mevcut köy ve kasabalarda iskan ederek, yalnız gaynmüslimlere (hıristiyanlara) karşı emniyeti sağlamak siyaseti gütmüşlerdir. Arşiv kayıtları ve tahrir defterleri, Osmanlı hükümdar ve ümerâsının yeni fethettikleıi arazi üzerinde mevcut birçok boş sahalarda yeni köyler kurmak süretiyle buraları içtimal yönden kalkındırmaya çalış tı klarını da göstermektedir. Mülk, vakıf veya iktâ şeklinde, timar ve zeâmet erbabı ndan hükümdarlara kadar birçok kimselere taksim edilen bu toprakların imarı , devletin görevleri arasında daima ilk planda yer almıştır[77].
Devletin, boş ve ıssız yerler üzerinde, belli prensipler çerçevesinde köyler kurdurduğu ve bilhassa Balkan yarı rnadasını n muhtelif istikametlerine uzanan yol güzergahları nda mevcut derbendlerin, köprülerin ve geçitlerin muhafazası ve tamiri ile menzil noktalarında yolcuları n istirahat ve emniyetini, maden sahalarında madenlerin işletilmesini sağlamak maksadiyle de köyler teşkil ettirdiği bilinmektedir. Bunlardan başka mülk, vakıf ve mukataa şeklinde taksim olunan arazi üzerinde, muhtelif sebep ve şekiller dahilinde daha birçok köylerin kurulmuş olduğu da arşiv kayı tlarından anlaşılmaktadır[78]. Bilhassa, -yukarıda da belirtildiği üzere- vakfa dayanan dini, sosyal ve ticari müesseseler, kasaba ve şehirlerin gelişmesinde esas rolü oynamıştır[79].
Osmanlı hükümdarları, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devletlerinde tatbik edilmiş olan usüle uygun olarak, Rumeli'de fethettikleri yerlerin mühim bir kısmını, evvela "uc-beyleri"ne, yani fatih kumandanlara temlik etmişler ve kendilerine de geniş yetkiler vermişlerdir[80]. Hudut boylarında daimi gaza ve mücadele halinde olan bu nevi arazi sahibi ümera ve uc-beylerinin ise, kendilerine temlik edilen toprağın düşman eline geçmemesi için bütün gayretlerini harcayacakları ve onu bütün varlı klariyle muhâfazaya çalışacakları tabiidir. Yeni elde ettikleri arazi üzerinde kendi adamlarını ve yakı nlarını yerleştirmek, meskün köyler meydana getirmek, nihayet bu topraklardan en iyi şekilde faydalanabilmek, kendi menfaatleri gereği idi. Hükümetin bunlara bahşetmiş olduğu bazı vergi muallyetleri ise, ellerindeki toprağı daha ziyâde imara teşvik ediyordu[81]. Edirne, Filibe, Serez, Üsküp, Sofya, Silistre, Manastı r, Yenişehir, Tı rhala, bu imar edilmiş ve daha sonra Rumeli'nin bugüne kadar önemini koruyan başlıca şehirleri haline gelmiştir [82]. Bu bakı mdan mülk sahipleri, topraklarının genişleyebilmesi ve daha fazla gelir temin edebilmeleri için, içtimai yönden büyük gayret gösteriyorlardı [83].
Rumeli'deki ilk fütiihât sıralarında Orhan Gazi'nin silah arkadaşlarının ve daha sonra Evrenos Gazilerin, Mihal-oğullan'nın, Paşa-Yiğit Beyle-rinin ...ilh. uclarda yerleşmiş soy ve soplannın akıncı beyleri, gazi teşkilatının an'anevi şefleri ve füttıhâtın faal ajanları olarak hâiz bulundukları nüftız ve otorite ile elde ettikleri gelir kaynaklarının büyüklüğü ne olursa olsun, Osmanlıların bir "cihan devleti" kurma teşebbüslerinde, kendilerine rakip ciddi bir siyasi kuvvet ve aristokratlar cephesi teşkil etmekten uzak kalmışlar; bilhassa XVI. asırdan itibaren, merkezi devlet idâresinin kaatkar aletleri, basit askeri şefleri haline düşmüşlerdir. Devletin kuruluşunda tarihi rolleri pek büyük olan bu ailelerin Rumeli'deki bu akıbetleri, Anadolu'daki kabile çevrelerinden kopup Rumeli'ye sürüklenen bütün diğer büyük arazi sahibi, zengin ve nüfuzlu Türk beyleri için de mukadder olan 'akıbetti. Anadolu'daki eski ailelerine mensübiyet rabıtasiyle beylik iddia edebilecek durumda olan binlerce asker ve idârecinin, sürekli harplerin ve devletin memur ve asker rejiminin idari özelliklerinin neticesi olarak, daima daha büyük dirliklere kavuşabilmek arzu ve heyecanı içinde mahalli beyler olmaktan çıkarak, askeri vazifeler almalannda ve bilhassa Rumeli'ye aktanlmalannda büyük faydalar mülâhaza edilmiştir. Bu işin önem ve manasını çok iyi değerlendirmiş ve tecrübe etmiş bulunan devlet adamları ve padişahlar, Anadolu'da kaldıkları müddetçe cihan devleti ideali için bir tehlike ve tehdid unsuru olabilecek beyler sınıfından bir kısmını, her fırsattan faydalanarak Rumeli'ye aktarmadıkça kendilerini emniyette hissetmemişlerdir [84]. Böylece, tamamen devletin insiyatif ve denetiminde yapılan bu gibi sürgünlerin, memlekette feodalizmin ve aristokrasinin yerleşmesine kesin olarak mani bir mahiyet arzetmiş olduğu da açıkça anlaşılmaktadır.
Sürgün ve iskan politikasının tatbiki hususunda, diğer halk kütlelerinden daha müsait bir malzeme teşkil eden ve yaşamış oldukları hayat tarzları bakımından da esasen göçmeye alışık bulunan konar-göçerlerin de rolleri oldukça mühimdir[85]. Ayrıca cergaverlik hasletlerini, diğer yerleşik halktan daha iyi muhâfaza eden, kabile teşkilatı ve disiplini içinde askeri bir kuvvet olarak kıymeti pek büyük olan bu unsurların yörük, müsellem, ellici ... vb. hususi bir teşlcilâta tabi askeri sınıflar halinde, cihad ve gaza ordularını takviye eden birer savaşçı olarak da istihdâm edildikleri düşünülürse bunların, ilk devirlerin fütfihât harplerinde ve düşman memleketlerinde orduların dayanak merkezlerini teşkil etmek hususunda oynamağa muktedir oldukları rol daha iyi anlaşılabilmektedir. Bu sebeple, ilk fırsatta ordularla birlikte veya orduların arkasından düşman memleketlerine bu unsurların tehcir edilmesinin, Osmanlı Devleti'nin askeri stratejisi bakımından önem verilen usullerden biri olması, kolaylıkla izah edilebilmektedir [86].
Bundan başka, kavim ve kabile asabiyeti ve teşkilatı içinde, disiplinli bir kuvvet halinde, merkeziyetçi bir devlet idaresine ve yerleşik halkın huzur ve emniyetine karşı tecâvüzkâr hareketleriyle her zaman ciddi bir tehlike teşkil eden ve ayrıca, sünni müslümanlığa düşman "het&odox” dini cereyanlann işlediği geniş bir saha olarak devletin bütünlüğünü tehdid eden her türlü siyasi hareketleri besleyen kalabalık konar-göçer aşiretleri, mütecânis kütleler halinde, muhtelif fırsat ve zamanlarda Anadolu'daki yerlerinden kaldırarak parçalayıp dağıtmak, önemli bir siyasi tedbir ve hareket olarak karşımıza çıkmaktadır[87].
Yörüklerin Rumeli'ye iskânlannda ise iki gaye takip edilmiştir: Evvela, bulundukları yerlerde huzursuzluk çıkardıkları için te'dib edilmiş oluyorlardı. Diğeri ise, yeni zabtedilen yerlerdeki gayrimüslim unsurlar arasında bir istinad noktası, diğer bir ifade ile emniyet süpabı olarak, müstakbel fütfihatta veya idari ve iktisadi münâsebetlerde güvenilecek bir kuvvet meydana getirmiş bulunmalarıdır. Ayrıca, yeni fethedilen yerlerdeki halkın, ilk şaşkınlık anlannda memleketlerini bırakıp kaçmalanndan sonra bu yerlere müslüman unsurların yerleştirilmesi zarüretini de hesaba katmak gerekir. Esasen yörüklerin Rumeli'ye geçişlerini, yeni fethedilen yerlerin iskânı husüsunda devlet tarafından, takip edilen genel iskan siyâsetinin çerçevesi içinde düşünmek gerekir. Anadolu'dan Rumeli'ye muhâcereti teşvik için, bütün akraba ve taallükatiyle geçecek olanlara yurtluk, toprak, timar, vergi muâfiyeti v.b. imtiyazlar verilmesi, fütühâtı teşvik arzuları kadar, memleketin iskânı ve şenlendirilmesi gayesini de istihdâf eden genel siyaset ve prensibin tatbikatından ve metodundan ibarettir. Diğer taraftan Anadolu'da henüz "sedanter” hayata geçmemiş ve binâenaleyh, nakilleri ve yaşayış tarzlarına aynı derecede uygun yerlerin Rumeli'de de temini kolay olan yörüklerin bu bölgede iskânı da, bu siyâsetin bir salhasını teşkil etmiştir[88].
Kuruluş devrinde, birtakım aşiret ve kabilelerin (yörük, türkmen, tatar vb.), kendi beyleriyle (mesela, aşiret beyi) ve reisleriyle; veya toprak sahibi olarak Anadolu'da mühim siyâsi ve içtimâi mevki sahibi eski beylerin bir kısmının, kendi yurtlanndan uzaklara ve ekseriya hudut boylanna, yahut devletin nizâmına sokulması için çetin mücadelelere sahne olan bölgelere sürgün edilmesi ve oralarda kendilerine mühim askeri vazifeler tayin edilmiş bulunması, tesâdüfi ve münferid birer hâdise değildir. Bilâkis, hakikatte bu nevi sürgün usülü; devletin siyasi, iktisadi ve içtimâi emniyetini sağlamak bakımından birtakım sebeplere dayanılarak ve özellikle tatbik edilmiş olup, Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde merkezi devlet otoritesinin kuvvetlendirilmesi hususunda sistemli ve şuurlu bir şekilde kullanılmış müessir bir idârecilik geleneği olduğunu göstermektedir. Bu sı:ıretle sürgüne tabi tutulmuş eski beylerin, Anadolu'daki köklerinden koparılarak Balkanlar'daki hudut boylarında Osmanlı hizmetinde önemli görevlere tâyin edilmiş olmaları, bunların kendilerine tamamiyle yabancı bir çevre içinde kısa bir zamanda tasfiyesini ve dolayısiyle siyasi birliğin kolaylıkla temini mümkün kılmıştır[89].
Böylece kuruluş devrinde, akıllıca bir siyasi tedbir olarak devlet, Anadolu'daki nüfuz ve otorite sahibi beylere karşı giriştiği mücadelenin bir safhasını tamamlamış oluyordu. Bu sayede tehcire tabi tutulmuş olan beylere Rumeli'de dirlik ve vazife vermek stıretiyle, Balkan memleketlerinde askeri ve idari kadroları emniyetli unsurlarla takviye etmek mümkün olduğu gibi, onları Anadolu'da zararlı siyasi faaliyetlere girişmeye müsait kabile çevrelerinden ve aile yurtlanndan kopanp, yabancı bir bölgede düşman karşısına koymakla, devlete daha fazla bağlı bir duruma sokmak imkanı da bulunmuş oluyordu [90]
Osmanlıların, daha başlangıçtan itibaren takip etmiş oldukları iskân ve kolonizasyon siyâsetinin dikkati çeken huseısiyetlerinden biri de, bir taraftan Anadolu'dan Rumeli'ye devamlı olarak gönüllü yiğitleri ve bazı aşiretleri geçirme işi devam ederken, diğer taraftan yeni fethedilen memleketler halkından bir kısım hıristiyan ahâliyi de Rumeli'den Anadolu'ya göçürmek şeklinde, yani aksi istikamette bir insan nakli ve iskânına önem vermiş olmalandır. Çok zaruri durumlarda ve bazan tatbik edilen bu gibi muamele ve harekattan, bunlardan devlete karşı gelebilecek herhangi bir "mazarrat"a karşı [91] emniyet maksadı [92] güdülmüş olduğu anlaşılmaktadır. Bu nevi sürgünler, genellikle fetihten hemen sonra o bölge halkının, harp esiri olarak memleket dahilinde "ortakçı kul"[93] nâmı altında cereyan etmiştir. Fakat çoğunlukla, fethedilen memleketler halkının büyük bir kısmı, "ehl-i zirnmet" rey a halinde yerlerinde bı rakılmıştır. "Ortakçı kul" olarak sürgün usülünün, genellikle muhârebelerde esir edilen bizzat muharip sınıfa tatbik edilmiş olduğu zannedilmektedir[94].
1393 yılında, Yıldırım Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi kumandasında bir ordu, Tımova'yı muhâsara ve hücum ile aldıktan sonra, halkını Anadolu'ya sürmüştür[95]. Yine bu devirde Ayaslonya Kalesi fethedildikten sonra ahâlisi, kadın ve çocuklariyle Anadolu'ya nakledilmiştir [96]. Yıldırım Bayezid de, 1397'de Evrenos Bey'i Mora'nın eski başkenti olan Argos'u zaptetmeye memür etmiş ve Evrenos Bey, burayı ele geçirdikten sonra 3o.000'den ziyade Rum ahâliyi esir olarak Anadolu'ya sürüp iskân etmiştir [97].
Eski hı ristiyan sipahi ve beylerinden olup Osmanlılar'a istimâlet- 1 e gelerek sığınan veya muayyen bir bölgede insan toplayıp, orayı "şenlendirme" işini ("şenletmeğe trailtezim olarak") üzerine alanlara da timarlar ve askeri vazifeler verilmiş ve bunlar, "müsellem" nâmı altında ayrı teşkilâta tabi tutularak hizmetlerinden faydalanılmıştır[98]. Bununla birlikte, yerli hı ristiyan beylerden pek azı kendi arazileri üzerinde eski vazifelerinde bırakılmış [99], diğerleri ise bulundukları yerlerden uzaklara sürülmüşlerdir. Bu süretle, yerli hıristiyan beylerden bir kısmıyla işbirliği siyâseti takip edilirken, diğer taraftan çeşitli sebeplerle onları köklerinden koparıp, gerektiğinde daha az tehlikeli olabilecekleri memleket dâhilindeki diğer bölgelere nakletmek fırsatları da kaçı rılmamıştı r. Böylece eski aristokrat ailelerin, kısa zamanda Osmanlı timar sisteminin nizam ve teâmülleri içinde eriyerek, Osmanlıların cihan devleti kurmak teşebbüslerinde kendilerinin itaatkâr aletleri haline geleceklerinin düşünülmüş olduğu muhakkaktır. Kuruluş devrinde Rumeli'nin iskan ve teşkilâtlandı rı lması hususunda, bu usulden geniş ölçüde faydalanı ldığını gösteren misaller oldukça fazladır. Arşiv ‘esikaları ile tarihi kaynaklarda bu hususta aydı nlatıcı mâlâmat bulunmaktadır[100].
Tuna ve Sava nehirleri ötesindeki Orta-Avrupa memleketlerinin kapılarını müdafaa ve kontrol eden bir bölgede, göçebe ve köylü hı ristiyan ailelerin bir kısmını n, "eflâk" veya "martolos" yahut "voynuk" adı altında askeri bir teşkilâta tabi bulundurulmuş olması da [101] dikkati çeken bir husustur. Türk yörük ve müsellemlerine tekabül eden bu hı ristiyan halkın tabi tutulduğu askeri teşkilât sayesinde, memleketin müdâfaasiyle bu mühim stratejik bölgede âsâyişin ve Orta-Avrupa'yı isfilâ edecek ordulara yardımcı askeri kuvvetlerin te'min edildiği tahmin olunabilir[102].
Osmanlı idârecilerinin dikkati çeken diğer bir iskan usül ve siyâseti de, stratejik yahut seyahat emniyeti bakımından önemli olan geçit, bataklık, ormanlı k veya çorak ve ıssız bölgeleri evvelâ cami, imâret, köprü ve sâşre ile mâmür ve yaşanır hale getirip, ondan sonra (icâbında bir derbend, menzil, han veya bir köy olarak) "şenlendirmek" üzere buralara sürgün yoluyla ahâli sevk ve iskân ederek emniyet ve refâhını sağlamak, halkını da "avânz-z divâniyye"den "mudf ve miisellem" eylemek şeklinde karşımıza çıkmaktadır [103].
Fethedilen ülkeleri iskân ve imar için idari-mali' müstakil birer müessese mâhiyetinde olan birtakım arazi vakıflar' tesisi, devletin kuruluşundanberi tatbik edilmekte olan bir usuldü. Bu usül, uzun müddet muvaffakıyetle kullanılmış ve memlekette umran ve refahın artması na, iktisadi ve içtimai hayatın canlanmasına sebep olmuştu[104]. Vakıf yoluyla bataklı k ve ıssız yerlerde mamikeler tesis edilerek o yerler şenlendirilmiş ve buralara yerleştirilmek üzere getirilen halk, "resm-i benndk, caba, aviirız-ı clfvâniyye ve tek"dlif-i örftyye" denilen vergilerden muâf tutulmuştu. Bu gibi bölgelere iskân edilen halkın işçi, tüccâr, esnaf, san'atkâr vb. muhtelif zümrelerden olması da dikkate alınmıştı. Yine vakıf yoluyla birçok büyük arazide sulama tesisleri ve zirai ıslahat da yapılmıştı [105]. Bu gibi muâfiyet ve imtiyazlardan faydalanmak hevesi ile buralara gelip yerleşen halkın, eski sahipleri sipahIler veya beyler tarafından cebren kaldı rı lı p eski yerlerine götürülmemesi ve hiçbir şekilde rahatsız edilmemesi için de, devlet ayrıca tedbirler almış ve bu hususta emir ve hükümler ısdar olunmuştur. Böylece bu vakı f müesseseler (cami, han, imâret vb.) civarında, dâima muhâfaza edilen bir insan kalabalığı ve yolcuların her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak hizmetleri yapmağa ve hanları muhafaza ve tâmire hazır kimseler toplanmıştır [106].
Osmanlıların diğer sistemli bir iskân metodu da, d erbend ve geçitlerde tatbik edilmiş olanıdır. Askeri ve ticari yolların muhâfazası ile beraber halkın emniyetini sağlamak için k öprüc ü, suyolcu ve d e r - bendci gibi, geri hizmet sınıfları mevcuttu. Derbendci ve köprücü tâyin edilmiş bulunanlar, gördükleri hizmetler karşılığında tekâlif-i örfiyye ve avânz-ı divâniyyeden muâf tutulmuşlardı. Bu görevleri ifâ etmek için, Osmanlı Devleti'nde pek çok köy, derbendcilik ve köprücülük hizmeti ile mükellef kılınmıştır [107]. Memleketin bütün yol boylarının ve köprü-başlarının hep böyle birtakım muâfiyetlerle o civânn emniyet ve âsâyişini te'min ile hizmetlerini yapmağa hazır insanlarla iskan edilmiş olduğu ve bu tür genel hizmetler için, devlet gelirinden vakıflar halinde muayyen tahsisat ayrılmış ve tâyin edilmiş olduğu düşünülürse, bu teşkilâtın büyük rolü ve önemi ortaya çıkar. Esasen, cihad maksadiyle teşkilâtlanmış büyük bir ordu manzarası arzeden memleket dahilinde, genel bir seferberlik havası ve zihniyeti içinde herşeyi etrâfiyle gören ve hesâbeden düzeleyici bir kuvvet, medeni ve askeri maksatlarla bütün memleketi görevlendirmiş ve teşkilatlandırmıştı. Büyük yollar boyunca, yaz ve kış mevsimlerinde veya muhtelif mâniler ve şartlar altında iki köy arasındaki merhaleler hesâbedilmiştir. Birçok hükümlerle, iki köy arasında vaktiyle tâyin edilmiş olan mesâfenin uzunluğu, tecrübe ile sâbit olduğundan aralarında bir üçüncü köyün tesis edildiği, mühim köprü-başlarına köyler sürülüp yerleştirildiği görülmüştür. Bütün bu tertibat düşünülerek alınmış, uzun tecrübelere istinâden çalışan bir idâreciliğin geleneklerine bağlı kalınarak hiçbir şey tesâdüflere bırakılmamıştır [108].
Bu itibarla, memleketin muhtelif yerlerine dağılmış bulunan derbendcilerin durumu, bilhassa dikkat çekici bir mâhiyet arzetmektedir: Dağlarda, önemli yol geçitlerinde, "maldif ve muhâtaralı" yerlerde, eşkiya yatağı tenhâ bucaklarda, nehirlerin geçtiği dar boğazlarda inzibat ve emniyeti sağlamak için sistemli bir şekilde köyler meydana getirilmiştir. Konak ve emniyet tertibâtını muntazam bir şekle sokmak için, fermanlader - ben dc i kaydedilen köyler, uzun yollar boyunca nöbet beklerler ve bulundukları civânn âsâyişini temin ederlerdi [109].
Derbend mahallelerinin emniyet gibi avantaja sahip olması, diğer bazı kimselerin gelip yerleşmeleri için bazı bölgelerde en büyük teşvik oluyordu. Her derbend mahalli, müstakbel bir iskân topluluğunun daimi olarak oturacağı bir yer olacağından, derbendcilerin ikametleri ve ziraat yapıp geçimlerini sağlayabilmeleri için, kendilerine muayyen miktarlarda arazi dağıtılmakta idi[110].
Bir derbend mahallinde iskanı cazip hale getirmek için hükümet, burada vakıf yoluyla mamüreler, evler, sulama tesisleri ile büyük işlermeler (dükkanlar, değirmenler vb.) meydana getirmiştir. Bu gibi marra:ıre ve tesislerin inşasında, boş bir arâziyi şenlendirmek gayesi güdüldüğü gibi, topraksız ve evsiz insanları, ekecek toprak ve yurt sahibi yapmak düşüncesi de rol oynuyordu. Neticede bu gibi yerler, zamanla küçük birer kasaba ve şehir halini alıyordu [111].
Kuruluş devrindeki fütühât esnasında orduların yanısıra ilerliyen, boş ve ıssız yerlerde tekke ve zaviyeler tesis ederek, oraları iskan eden "d e r vi şler" den yukarıda bahsetmiştik. Dervişler aynı zamanda derbend bekliyerek asayişin te'minine da gayret ediyorlardı. Bu bakımdan zâviye ve tekkelerini, genellikle derbend ve geçit yerlerinde kuruyorlardı. Bir zaviye kurulduktan sonra, etrafında yavaş yavaş o zâviyenin merkez olduğu bir iskan topluluğu teşekkül ederek, zamanla o bölgenin şenlenmesine sebep oluyordu. Zâviyeler, hükümet tarafından, asayişin tehlikeye düştüğü mıntakalarda te'sis edilmek üzere teşvik ediliyordu. Derbendcilik yapan bu gi-bi dervişler, aynı zamanda derbendci nizamına göre, bazı vergilerden affedilirlerdi [112].
Netice:
Kuruluş devrinde, Osmanlıların bir cihan devleti kurma yolunda yapmış oldukları fetihlerin hemen akabinde, Anadolu'dan Rumeli ve Balkanlar'a doğru sistemli olarak mecburi ve ihtiyâri büyük bir nüfus akını meydana gelmiş [113], bunun neticesinde Rumeli'nin muayyen bölgelerinde, kasaba ve köylerinde hâkim bir müslüman Türk ekseriyeti te'rnin edilerek buraları , hârici şekil ve hayat tarzı bakımından olduğu kadar, ruh ve kültür bakımından da tam bir Türk ve İslam memleketi hâline gelmiştir [114]
Anadolu'dan bir kısım İslâMi Türk unsurun Rumeli'ye nakil ve iskânı, muayyen bir devrede ve muayyen bazı hadiseler üzerine vukubulmuş mahdut bir göç hareketi değildi. Bu tehcir ve iskânlar, zaman zaman olmak üzere Osmanlıların Trakya'nın doğusunu zabtetme teşebbüslerinden önce başlamış ve uzun zaman sistemli bir şekilde devam etmiştir. XIV. ası rda nüfuz ve kudretleri za'fa uğrayan Bizans krallarına yardım maksadiyle Trakya'ya geçen Anadolu beyliklerine mensup kuvvetlerin bir kısmı buralarda kalıp yerleştikleri gibi, Gelibolu yarımadasının Osmanlılar tarafından fethedilmesi üzerine Anadolu'dan Trakya'ya yoğun bir şekilde İslâm muhâcirler sevkedilmeğe başlamıştır [115].
Gerek sürgün sureti ile, gerek kendi arzusu ile Rumeli'ye geçen islâmi urısurlar, sadece siyâsi bakımdan bölgenin Osmanlı Devleti'ne bağlı kalmasını sağlamakla kalmamışlar; aynı zamanda içtimai sahada da buraları kalkındırmışlar ve asırlarca mevcüdiyetlerini muhâfaza edecek mâmüreler te'sIs etmeğe çalışmışlardır [116].
Osmanlılar, yalnız fetih ordusu ve iskân için muhâcirler göndererek fethettikleri memleketleri uzaktan bir koloni gibi idâre etmemişler; alı nlarmın teri ve ellerinin emeğiyle buraları şenlendirmişler ve kendilerine hakiki bir vatan yapmışlardı r. Ancak bu suretle anlaşılması lazım gelen fetihleri müteakip, uzun müddet iç içe ve bütün satı hlariyle temasa gelen iki ayrı âlem (İslam ve Hıristiyan) arasındaki münasebetlerin sonunda, eğer bu âlemlerden biri diğerine kendi dilini kabul ettirmiş ve kurulan devlete Osmanlı damgası vurulmuşsa; bu neticenin izâhını, ancak bu sürede temas halinde bulunan iki kütlenin hacimleri ve tevettürleri arasındaki farkta aramalıdır. Gerçekten, herhangi bir kültürün taşıyıcısı mevkiinde bulunan bir milletin, bu kültürün ehemmiyeti ve yayılma sahalanyle mütenâsip bir kuvvet ve hayâtiyeti hâiz bulunması icabeder. Bazı ideallerin, tarihin muayyen zamanlanndaki muhitlerinde bir sadâ aksi bırakmaları ve kahramanlarını yaratarak, kütleleri peşlerinden sürüklemeieri içinde birtakım şartlar vardır. Her idealin kudret ve kıymeti, halletmek mecbüriyetinde bulunduğu mes'elelerin ve tarihi ânın büyüklüğüne ve harekete getirdiği kuvvetlerin mâhiyet ve ehemmiyetine göre belirir. Binaenaleyh, gayrimüslim unsurlar arasında yeni bir din ve dili yayabilmek kuderini gösteren Anadolu Türklerinin bu sayede gerçekleşen geniş bir kültür birliğine dayanan bir cihan devleti kurabilmeleri için, müsâit bir vaziyette bulunmaları ve hizmetlerinde maddi ve mânevi kuvvetleri kullanmış olmaları lâzımgelir[117].
Rumeli'nin muayyen bazı bölgelerinin Türklüğü ve Müslümanlığı, çok defa zan ve iddia edildiği gibi sadece dinlerini değiştirip Müslüman olmuş milletlerin isim değiştirmekten ibaret kalan Türklüğü ve Müslümanlığı değildir. Bu hususta ihtidânın rolü her ne kadar büyük olmuşsa da [118], Balkanlar'da Osmanlı hâkimiyeti devrinde Türkleşen ve hatta sadece İslâmlaşan bölgelerin pek çoğunun, füttıhâtı takip eden ilk devirlerde Anadolu'dan kütle hâlinde insan nakil ve iskânına sahne olan yerler olduğu söylenebilir [119].
Ancak bu sılretle, iskân yoluyla işgal edilmiş yerler ve kazanılmış pozisyonlar sâyesindedir ki bazı bölgelerin, Türk devrinin sonuna kadar hâkim Türk ve müslüman karakterini muhâfaza etmesi mümkün olmuştur. Hâkim unsurun din ve lisânının tesiri altında yerli halkın Türkleşme ve islâmlaşması, kuvvetle tutulmuş etrafında veya şehirlerde ve bu bölge ve şehirlerdeki Türk ve Müslüman kesâfetine yani demografik sebeplere dayanarak [120] müessir olabilmiştir [121].