Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğunda ülke yönetiminde asıl birim sancaktı. Birkaç sancağın oluşturduğu ve adına eyalet ya da vilayet denilen ünite, varlığını devletin kuruluşundan günümüze dek bazı değişikliklerle korumuş bulunmaktadır. Bu yönetim biçiminin oluşturulmasında askerî amaçlar göz önünde tutulmuş ve niteliği, Tanzimat’ın ilânına dek hemen hemen hiç değişmeden sürmüştür.
Başlangıçta eyaletlerin yöneticileri olan beylerbeyiler, o bölgenin hem mülkî-malî ve hem de askeri şefleri idiler. Kendileri “Paşa Sancağı” denilen ve eyalete merkezlik yapan bir şehirde otururlardı. Bağlı sancakları ise bunlar adına, fakat merkezden atanan sancakbeyleri yönetirlerdi.
İmparatorluğun kuruluş ve gelişme dönemlerinde beylerbeyinin sancakbeyleri üzerinde özellikle askerî denetimleri vardı. O, eyaletine bağlı sancaklardaki timarlı sipahilerin birinci derecede şefi sayılırdı. Ancak sivil yönetim bakımından Paşa Sancağında “Bey” olmaktan öte bir yetkisi yoktu. Ne var ki 1550’lerden sonra bu durum değişmiştir. Özellikle malî güçlükler yüzünden besledikleri askerleri barındırma sıkıntısı çekmeye başlamaları ile birlikte, sancakların iç yönetimine karışmaya ve kanunnamelerde yer almayan vergiler uydurarak bu vergileri kendi adlarına toplamaya yönelmişlerdir. Timarlı sipahi-Yeniçeri çekişmesinin giderek Yeniçeri ordusu lehine gelişmesi, timar sisteminin kuruluşunda var olan iç çelişkilerin gün geçtikçe artması, kısacası klâsik deyimi ile timar sisteminin bozulup yerini iltizamla idareye bırakması olgusu, ülke yönetiminde şeklen olmasa bile fiilen önemli değişikliklere yol açmış, merkezi otorite varlığını eyaletlerde duyurmakta büyük güçlüklerle karşılaşır olmuştur [1].
17. yüzyıla gelindiğinde harp güçlerinin oluşturulmasında artık eyalet askerleri içinde timarlı sipahiler, yerlerini valilerin kendi olanakları ile kapılarında besledikleri ve çeşitli adlarla anılan “kapu halkı” dediğimiz ücretli askerlere bırakmıştır. Valilerin güçleri, bu askerin sayı ve niteliğiyle ölçülür olmuştu. Bu gelişmeler, sancak yönetimini de olumsuz yönden etkilemiştir. Özellikle 17. yüzyılın ikinci yarısında vezir rütbesini almış yani beylerbeyi ya da vali olmaya hak kazanmış olanların sayılarındaki artışa karşılık, eyalet sayısını artırma olanağının bulunamayışı önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Hükümet bu gibi kimselere unvanlarına uygun görev veremeyince, dolaylı yollardan soruna çözüm aramış, bazı sancakları bağlı oldukları eyaletlerden ayırarak böylelerine geçim kaynağı olarak verir olmuştur.
Daha önceleri kadılık için başvurulmuş bulunan bu yöntemin, yönetimde de yürürlüğe girmesi, merkezî otoritenin ülke çapında silinmesine yol açmıştır denilebilir. Kendilerine “arpalık” olarak sancak gelirleri verilen üst düzeydeki kimseler, buralara gidip yönetimi doğrudan doğruya üzerlerine alma yerine, genellikle merkezde oturup, geliri ve idaresi kendilerine verilen küçük bölgenin yönetimini vekilleri eliyle yürütmeyi uygun görmüşlerdir. Önceleri “müsellim”, “kaymakam” daha sonra da "mütesellim” diye adlandırılan bu vekiller, çoğunlukla o bölgenin sivrilmiş ailelerine mensup kimseler idiler.
18. yüzyılda bu yolla yönetilen sancakların sayısı gittikçe artmıştı. Buna karşılık, klâsik dönemin eyalet sayısı değişmeksizin devam etmekle beraber, eyalete bağlı sancakların sayısında sürekli değişiklikler olmuştur. Çoğu sancak doğrudan doğruya merkezce atanan ve artık sancakbeyinin yerini almış bulunan mütesellimler eli ile yönetilir olmuştu. Öte yanda merkezde oturan vezirlerin atadıkları mütesellimlerin sayısı da artmıştı[2].
Bu dönemlerde özellikle askerlik alanında bazı yeni düzenlemeler yapılmak istenmişse de başarı elde edilememişti. Ülke yönetimi günden güne hükümete karşı bağımlılıkları azalan bir çeşit derebey kimselerin elinde kötüye gider olmuştur. Girişilen yenilikler çağın gereklerine cevap vermekten uzak, daha çok eskiyi canlandırmaya yönelik kalmıştır.
III. Selim (1789-1807), bütün kurumlara yeniden işlerlik kazandırmak için köklü atılımlar yapmışsa da bilindiği gibi Yeniçeri-Ulema işbirliği sonucunda gerçekleştirilen ayaklanma ile padişahlıkla birlikte hayatını da yitirmişti. O’nun ülke yönetiminde yapmak istediği düzenleme, vali ve mutasarrıfları dürüst kimseler arasından seçmek, menşeyi bilinmez, derebeyleşmiş ailelere üst düzeyde yönetim görevi vermemekti. Ayrıca vergilerin kurallara uygun biçimde alınmasını sağlamak amacında idi. Özellikle Nizâm-ı Cedîd askerinden yararlanarak iç güvenliği sağlama girişimleri, üzerinde durulmaya değer atılımlardı[3].
II. Mahmud, gerek iç ve gerekse dış koşulların hiç iyi olmadığı bir dönemde İmparatorluğun yönetimini ele almak zorunda kalmıştı. Onu bekleyen sorunlar oldukça karmaşıktı. Bir yandan 1789’dan beri hızla yayılmaya başlıyan milliyetçilik akımı İmparatorluğa bağlı Avrupa yakası eyaletlerde ulusal ayaklanmalara yol açarken, öte yanda halkı müslüman olan yörelerde de başka nedenlerle isyanlar olmaktaydı.
III. Selim devrinde başlayan sırp ayaklanması bu dönemde de aralıklarla sürmüştür. Rusya’nın karışması sonunda 1812 Bükreş Antlaşması’na onlarla ilgili bir madde konmuştur. 1816’da ise Sırplar imtiyazlı prenslik olmayı başararak, ayaklanmalarına ara vermişlerdi.. Bu olaydan bir kaç yıl sonra ise Yunan isyanı başgöstermişti. Bilinen aşamalardan sonra İngiltere ve Rusya’nın karışmaları sonunda Yunanistan bağımsızlığa kavuştu. Bunu Fransa’nın Cezayir’i ele geçirmesi olayı izlemişti.
II. Mahmud’un çözümlemek zorunda olduğu büyük sorunlar bitmiyordu. 1831’e dek İmparatorluğun gözde bir eyaleti olan Mısır’da diğerleriyle kıyaslanmayacak nitelikte bir ayaklanma başgöstermiş, halkı müslüman olan bu eyaletin valisi, Halife’ye karşı gelmekle yetinmemiş, Anadolu’da bazı eyaletleri alarak İstanbul için büyük bir tehlike olduğunu ispatlamıştı.
Osmanlı ordusunun eyalet valisi güçlerine yenik düşmesi içte ve dışta büyük yankılar yapmış, yine Avrupa devletlerinin karışmaları sonunda, sorun hiçte Osmanlı yararına olmıyan biçimde II. Mahmud’un ölümünden hemen sonra çözümlenmişti.
Bütün bunların yanısıra iç güvenliği sağlamak ve ekonomik güçlüklerin üstesinden gelmek zorunda kalan devrin yönetimi, ister istemez bir dizi köklü önlemler almak durumunda kaldı. İlk bakışta şeklen yapılmış değişiklikler gibi görünen II. Mahmud dönemi yenilikleri, giderek çağdaş bir merkezî örgüt ile yeni ordunun kurulmasına yol açmıştır. Ayrıca sağlık, eğitim-öğretim ve giyim-kuşam alanlarında yapılan yeni düzenlemelerle Osmanlı toplumunu çağdaşlaştırmak istemiştir. Öte yandan konumuzu oluşturan Türkiye yönetiminde de bu dönemde önemli değişiklikler yapılmış, bir çok eski kurumun yerine yenileri getirilmiştir.
1—Askerlik Alanındaki Yeniliklerin Yönetime Yansıması
II. Mahmud, kendisinden önce yapılmış olan yenilik girişimlerinin sonuç vermemesinin nedenlerini biliyordu. Onun için asıl sorun güvenilir bir ordu ile merkezî bir yönetimi gerçekleştirip, ekonomik kalkınmayı sağlamaktı. Devrinin ilk yıllarında Bayraktar Mustafa Paşa’nın öneri ve desteği ile Yeniçeri Ocağını bir yana bırakarak, “Nizâm-ı Cedîd” kuruluşuna benzer “Sekbân-ı Cedîd” ocağını oluşturdu. Çağdaş yöntemlerle eğitilen bu askerlerin yanısıra, Yeniçeri Ocağına da düzen verilmek istendiğinde, Yeniçeriler ayaklanarak Bayraktar Mustafa Paşa’yı öldürmüşlerdi. Olaydan sonra yenilik girişimleri savsamış, buna paralel olarak Yeniçeriler, zorbalıklarını artırmışlardı. Kadın ve erkeklere sarkıntılık, birbirleriyle kavga, tüccar ve esnafla işçileri haraca bağlama, savaşlarda başarı göstermeme ve kaçma gibi davranışları gittikçe artmıştı. Kısacası, kendi çıkarları dışında bir şey düşünmeyen ve hiçbir değer tanımayan, çeteleşmiş ocağın geleceği üzerinde durmak sırası gelmişti.
Başta Padişah olmak üzere İstanbul halkı ve devlet adamları bu ocağın kesin bir biçimde islahı ya da ortadan kaldırılması görüşünde birleşmişlerdi. II. Mahmud’un emriyle ileri gelenler toplanarak sorunu uzun uzadıya görüştükten sonra “Eşkinci” adı altında Nizâm-ı Cedîd ve Sekbân-ı Cedîd kuruluşlarına benzer, yeni askeri birlik oluşturulmasını kararlaştırdılar.
Yeniçeri Ocağı dışında kurulan bu ocak, bağımsız bir kuruluştu. Eğitim ve öğretime başladıktan hemen sonra geleceklerinin tehlikede olduğunu anlayan Yeniçeriler, eşkinci askerini bahane ederek geleneksel propagandalarına başladılar. 15 Haziran 1826’da saray’a ve yeni düzene karşı klâsik ayaklanma başladı. Yeniçeriler kazanlarını At Meydanı’na çıkardılar. Yağma ve korkutma hareketlerine giriştiler.
Padişah, ileri gelen devlet adamlarının görüşlerini aldıktan sonra, isyancılara karşı koyma kararını verdi. Hükümete bağlı topçu, lağımcı, kalyoncu askerleri ve halkın da desteğiyle isyan bastırıldı. II. Mahmud yayınladığı fermanla ocağın resmen kaldırıldığını ilân etti. Sadrazam da valilere vilâyetlerdeki Yeniçeri garnizonlarının dağıtılması emrini verdi[4].
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla yıllardan beri her ileri atılımı engelleyen en büyük güç tarihe karışmış oldu, İmparatorluğun içinde bulunduğu durum vakit geçirmeksizin yeni bir ordunun oluşturulmasını zorunlu kılıyordu. Nitekim çalışmalar kısa sürede tamamlanarak “Asakir-i Mansure-yi Muhammediye” adı ile çağdaş ülkelerin askeri kuruluşlarına benzer yeni bir ordu kurulması kararlaştırıldı. Temmuz 1826’da kuruluşun kanunnamesi yayınlandı. Kanuna göre öncelikle 12.000 kişilik olması düşünülen bu ordu, 1500’er erden oluşan ve “Tertip” adı verilen sekiz “Birlik”e ayrılmıştı. Her birliğe binbaşı rütbesinde bir subay komuta edecekti. 1828’de uygulamanın ortaya çıkardığı sorunlar göz önünde tutularak kuruluşta bazı değişiklikler yapıldı. Tertip “Alay”, Kol “Tabur”, Saf “Bölük” olarak adlandırıldı. Her alay 500 erden oluşan üç taburun birleştirilmesiyle oluşuyordu. Komutanına “Miralay” unvanı verildi. Tabur komutanları ise “Binbaşı” unvanını aldılar. Zamanla kuruluş geliştikçe bazı değişiklikler yapıldı, iki alay bir “Liva” sayılarak “Mirliva” komutasına verildi. Ayrıca Alaylar “Hassa” ve “Mansure” olmak üzere ikiye ayrıldı. Başlarına “Ferik” rütbesinde birer subay getirildi. 1832’de önce Hassa Ferikliği, sonra da Mansure Ferikliği “Müşir”liğe yükseltilerek askeri rütbeler Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerine dek sürecek biçime konuldu.
Asakir-i Mansure-yi Muhammediye modern bir kuruluş olarak düşünülmüş, eğitim için Prusya’dan piyade, süvari ve topçu subayları getirtilmiştir. Giyim ve kuşam da çağdaşlaştırılmıştır. Diğer taraftan Harp Okulu, Askeri Tıp Okulu açılmış, Avrupaya harp sanatını öğrenmeleri için öğrenci gönderilmiştir[5]. Konumuz yönünden yeni düzenlemenin önemi eyalet ve sancaklarda güvenliğin sağlanmasında düzenli askerden yararlanmanın yanısıra, Yeniçerilerin yüklendikleri bazı taşra görevlerinin açıkta kalmış olmasıdır.
1826’ya kadar gerek İstanbul ve gerekse taşrada Yeniçerilerin önemli etkenlikleri bulunuyordu. Güvenlik büyük ölçüde bunlarca sağlanıyor, vergi toplanmasında ve benzeri hizmetlerin görülmesinde zaman zaman Yeniçerilerden yararlanılıyordu. Ocağın kaldırılmasından hemen sonra İstanbul’un güvenlik sorunu Serasker’e bırakılmış, ayrıca ihtisab Ağası'na da yeni görevler verilmiştir. Bunlar Asakir-i Mansure-i Muhammediye’den ayrılan birliklerle görevlerini yerine getiriyorlardı. Ancak, eyaletlerde henüz bu kuruluş bulunmadığından, buralarda Redif Askeri Teşkilâtı kuruluncaya kadar güvenlik işlerinde valiler yine düzensiz askerden yararlanmak zorunda kalmışlardı. Bunun yanısıra birçok eyalet ve sancağın geliri, yeni ordunun giderlerini karşılamak amacıyla oluşturulan Mansure Hazinesi’ne devredilmişti. Böylesi eyaletlerin yöneticileri bu hâzinece atanmaktaydı.
Alınan bütün önlemlere karşın başlangıçta yeni ordudan istenilen başarı elde edilemedi. Bunun nedenleri arasında ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntı başta gelmekle beraber, askerlik için belirli bir sürenin konmamış olması, modern eğitim ve öğretimin çok pahalı olması da yer almaktaydı. Hazine gelirleri istenilen düzeye çıkarılmadığından, yeni kışlalar ve eğitim alanları yaptırmakta zorluk çekiliyordu. Bu yüzden düzenli askerin sayısını artırmak mümkün olmuyordu. Yöneticiler, klâsik dönemin eyalet askerlerine karşılık olabilecek yeni bir ordu daha oluşturmakta yarar gördüler. Asakir-i Mansure’nin kuruluşundan sekiz yıl sonra eyaletlerde Redif Askeri adı altında bir ordu daha oluşturuldu.
Kuruluş bakımından Asakir-i Mansure-i Muhammediye’ye benziyen, fakat işleyiş ve görev yönünden değişik yapıya sahip bulunan Redif Askeri Teşkilâtının oluşturulmasına 1834 yılı Ağustosu başlarında toplanan “Meclis-i Şura” da karar verilmişti. II. Mahmut bu kararı yerinde görerek onayladıktan sonra bir fermanla bütün ülkeye duyurmuş, kuruluş hakkında bilgi vermişti. Karar gereği İmparatorluğa bağlı bütün sancaklarda subayları ile birlikte 1400’er kişilik birer tabur oluşturulacaktı. Redif askeri olacaklar 23-32 yaşlarında bulunacaklar, askerliğe engel sakatlıkları olmayacaktı. Subaylar bölgenin “hânedan ve kişizâdeleri’ arasından valilerce seçilip merkeze bildirilecekti. Uygun görülenler subay olarak taburların eğitimini üstleneceklerdi. Bunların yönetim işlerine karışmamaları kural olmakla birlikte eğer bir âyân veya voyvoda hem yönetim işlerini hem de subaylığı bir arada yürütebilecek yetenekte görülürse, böylelerine olanak tanınacaktı. Subay seçilenler İstanbul’a gidecekler, orada kısa bir eğitimden geçirildikten sonra rütbe alarak geldikleri bölgelere Redif subayı olarak görev yapmak üzere geri gönderileceklerdi[6].
Redif Askeri teşkilâtının kurulmasını emreden ferman eyalet valilerinin ellerine geçer geçmez, valiler harekete geçmişler, asker yazımını başlatarak taburları oluşturmuşlardır[7], Ancak, önceden düşünülmeyen bazı sorunlar ortaya çıkmış, uygulama ilerledikçe güçlükler de artmıştır. Özellikle ileri gelen ailelere mensup kimselerin kısa sürede asker eğitecek bilgileri İstanbul’da öğrenip askere aktarmaları mümkün olmamıştı. Öte yanda sancak merkezlerinde yapılacak eğitimlere ziraat mevsiminde askerin katılmasını sağlamak zordu. Ayrıca yılda iki defa eyalet merkezlerinde yapılması öngörülen topluca eğitime katılmak kolay olmuyordu. Bunlar göz önünde tutularak 1836’da Redif askerinin daha uygun şartlarla eğitim ve öğretim yapmasını sağlamak için yeniden bir düzenlemeye gidildi[8]. Redif teşkilâtının bulunduğu sancaklar yeniden belirli merkezlere bağlanarak mülkî bölünmede yeni bir düzenleme yapıldı. Valilik unvanı “Müşir” olarak değiştirildi. Türkiye’de uygulamaya 2 Eylül 1836'da başlandı. Askerin eğitim ve öğretimi sıraya kondu. Sancak sınırları içindeki taburların üçer aylık süre ile sancak merkezinde eğitim ve öğretim yaptıktan sonra memleketlerine dönmeleri, yerlerine diğer bir taburun gelmesi kuralı kondu. Böylelikle hem sancak merkezi askersiz kalmayacak hem de erler işlerini yürütebileceklerdi. Ayrıca talimlerin ziraat mevsimine rastlatılmamasına çalışılacaktı. Böylece Anadolu’da yılda iki kez yapılmakta olan genel talimler bir defaya indiriliyordu.
Eyalet ve sancak merkezlerinde güvenliğin sağlanması, vergilerin toplatılması ve benzeri hizmetlerde Redif askerinden yararlanılmaya başlandı. Ancak istenilen derecede yarar sağlanılamadığından, Tanzimat’ın ilânından sonra askerlik alanında yeni düzenlemeler yapılırken, Redif teşkilâtı da önemli değişikliklere uğradı[9].
2 — Bu Dönemde Ülke Yönetimi
a) Eyalet Yönetimi: Bilindiği gibi eyalet ya da vilâyet denilen ve bir kaç sancağın oluşturduğu ünitenin yöneticisi önceleri beylerbeyi daha sonra vali diye adlandırılmıştır. Beylerbeyi ya da vali o bölgenin en yüksek askerî-idari ve malî amiri olarak kalmıştır. II. Mahmut döneminde de bu durum hemen hemen aynen devam etmiştir.
Valiler doğrudan doğruya hükümet merkezince atanmaktaydılar. Bu göreve getirilebilmenin ön şartı “Vezir” rütbesine sahip olmaktı. Ayrıca yönetimin alt kademelerinde başarılı hizmet görmüş olmak, güvenilir bir sarrafla kethüdayı kefil gösterebilmek aranılan şartlardı. Sadrazamın arzı ve padişahın onayı ile atama kesinleşirdi[10].
II. Mahmut, merkezî bir yönetimi gerçekleştirmek amacında olduğundan, yerli ailelerden gelme derebey çıkışlı kimselere iltifat etmemiş, bir ikisi hariç eyalet yönetimini denenmiş ve başarı göstermiş kimselere vermiştir. Özellikle Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra, kurulan yeni ordunun başarılı yüksek rütbeli subaylarından bazılarına bu görev verilir olmuştur.
1836’da Redif askerinden daha iyi yararlanmak amacıyla düzenlemeler yapılırken valilik unvanı “Müşir” olarak değiştirilmiş, müşirlere hem askeri ve hem de malî-idarî yetkiler verilmiştir. Bu klâsik anlayışa uygun düşen bir girişimdi.
Tanzimat’ın ilânı sıralarında valiler atandıkları eyalet merkezinde otururlardı. Kendilerine bağlı sancaklara ise mütesellimlerini gönderirlerdi. Atandıkları merkeze varır varmaz ilk iş olarak bir “buyruldu” ile şehrin kadısına, bağlı sancaklar kadı ve naiblerine, mütesellimlere ve diğer ilgililere göreve padişahın isteği ve fermanı ile atandıklarını duyururlardı. Bu buyruldunun sureti eyalet merkezindeki mahkemede şehir ileri gelenlerinin de hazır bulundukları toplantıda yüksek sesle okunuyor ve şer’iyye siciline kaydediliyordu. Elimizde bu buyruldulardan örnekler bulunmaktadır. Bu buyrulduların ortak yönleri, valilerin halk’a zulüm yapılmamasını, fakir fukaranın korunmasını, kanunlara uyulmasını istemeleridir. Ayrıca kendilerinin de bu konulara çok dikkat edeceklerini belirtiyorlardı[11].
Valiler, eyaletleri sınırları içinde kalan bölgenin en üst düzeyde sorumluları idiler. Asker yazım ve toplatılması, her çeşit verginin alınarak zamanında hâzineye gönderilmesi, mütesellimlerin atanıp denetlenmeleri onların sorumlulukları altında idi. Eyalete bağlı bütün iltizam ve mukataaların yönetimi III. Selim zamanında valilere bırakılmıştı. Bu durum II. Mahmut döneminde de devam etmiştir. Bütün iltizam ve mukataa gelirlerinin zamanında toplanarak bağlı bulundukları hâzinelere gönderilmelerini valiler, garanti ediyorlardı. Bunu merkezde bulundurdukları hâzinelere gönderilmelerini valiler, garanti ediyorlardı. Bunu merkezde bulundurdukları sarrafları eli ile gerçekleştirmekteydiler. Böylelikle herhangi bir gecikmede hâzinenin zarara girmesi önlenmek istenmişti.
Özellikle 1826’dan sonra hemen hemen bütün Türkiye’deki timar, zeamet ve diğer mukataaların yönetimi, emanet usulü ile valilerce mütesellim ve voyvodalara bırakılmıştır. Onlar da olageldiği üzere bu tür gelirleri hazine adına başkalarına iltizama vermişlerdir[12].
Eyalet işlerinin halkın da destek ve katkısı ile yürütülmesinin yararlı olacağını kavramış olan bazı valilerin, her yıl sancakların ileri gelenleriyle genel bir toplantı yaptıklarını saptamış bulunuyoruz. Bu toplantıya vilayete bağlı sancakların mütesellim, kadı, naib, voyvoda, âyân ve ileri gelenleri katılıyorlardı. Bölge sorunlarının ele alındığı toplantıda, eyaletçe hâzineye ödenecek vergilerin sancaklara bölüştürülmesi, iç güvenliğin sağlanması için alınması gereken önlemler ve benzeri sorunlar tartışılarak karara bağlanıyordu. Tanzimat’la birlikte bütün eyaletlerde oluşturulacak “Eyalet Meclisleri”nin ilk şekli diyebileceğimiz bu tür toplantılar hükümet merkezinin isteğine bağlı olmaksızın valilerin kendi yetkilerini kullanmaları ile gerçekleşiyordu. Alınan kararlara uyulması zorunluydu.
Karaman Eyaletinde böyle bir toplantı yapıldığını bildiren 3 Mart 1834 tarihli vali buyruldusunda “… rü’yet-i umûr-ı mehâm-ı seniyye ve tensik-i mesâlih-i ahâli ve fukara-yı duaciye zımnında senede bir defa Konya ve Akşehir sancaklarının hâvi olduğu kazaların hükkâmı efendiler ile çend nefer ihtiyâr ve voyvodalarının makkar-ı vülât-ı i’zâm olan medine-yi Konya’ya gelüb...” toplantıya katılması Larende kadısı ile voyvodasından isteniyordu[13] . Böylesi toplantıların Osmanlı İmparatorluğunun diğer bölgelerinde de yapıldığını biliyoruz[14].
Osmanlı İmparatorluğunda ayrıca şehir merkezlerinde kadı, esnaf dernekleri temsilcileri, şehir kethüdası, mütesellim ve ileri gelen kimselerin gerektiğinde bir araya gelerek şehrin sorunlarını görüşüp karara bağladıklarını biliyoruz. Özellikle narh’ın saptanması, altı ayda bir sancak giderlerinin hesaplanarak tevzi defterlerine geçirilmesi gibi konularda kararlar veren bu kurul yılda bir kez değil sık sık toplanırdı. Bu toplantılarla az önce sözünü ettiğimiz ve eyalet merkezlerinde yapılan toplantıyı bir birine karıştırmamak gerekir[15] .
Valilerin eyalet merkezlerinde muhteşem konakları vardı. Konakların yakacak, onarım ve benzeri giderleri eyalet halkınca karşılanıyordu. Olageldiği gibi bu dönemde de valilere maaş ödenmiyordu. Buna karşılık eyalet halkından toplanan çeşitli vergilerin bir kısmı onlara bırakılıyordu[16]. Ayrıca bütün valiler kendileri için “İmdad-ı hazeriye” adı altında yılda iki taksitle önemli bir vergi daha toplarlardı, örneğin Karaman valisine 1837 yılında imdad-ı hazeriye olarak 24750 kuruş ödenmişti. Kayseri Sancağı bu tarihte Karaman Eyaletine bağlı idi ve imdad-ı hazeriye vergisinden payına 1010 kuruş düşmüştü[17].
Valilerin savaşlara katılmaları gerektiğinde kendilerine “İmdad-ı seferiye” vergisi ödenirdi. 1828’de Karaman valisi vezir Mehmed Emin Paşa’nın sefere katılması için emir verilmiş ve kendisine 40.750 kuruş imdad-ı seferiye ödenmesi Padişah tarafından istenmişti[18].
17. yüzyıldan beri valiler sık sık yer değiştirmek zorunda kalmışlardı. İncelediğimiz dönemde de bu böyle olmuştur. Atandıkları eyalete varıncaya dek yol boyunca uğradıkları yöre halkı, valilerle yanlarında bulunanları misafir etmek ve ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüydü. Kural olarak valilerin bu tür hizmetler için ücret ödemeleri gerekirdi. Ancak uygulamada çoğu zaman kuralın dışına çıkılmaktaydı. Halktan bedava yem ve yiyecek alınmaması için sık sık fermanlar yayınlanmışsa da Tanzimat’a dek bunun önü alınamamıştır. Sancakların yıllık giderlerini gösteren tevzi defterleri incelendiğinde, gelip geçen valiler için yapılmış masrafların çokluğu görülmektedir. Örneğin Bursa’dan Erzurum valiliğine atanan birisinin 500 kişilik hizmetlileriyle yola çıkması, yol boyunca misafir edilip masraflarının karşılanması büyük bir yük olmaktaydı[19].
Valilik unvanı 1836’da Redif askeri teşkilatında yeniden düzenleme yapılırken, “Müşir” olarak değiştirilmiştir. Askerî amaçlarla yeni eyaletler oluşturulmuş, Asakir-i Mansure’nin üst düzeydeki subayları müşir olarak atanmışlardı. Ancak, istenilen sonuç alınamamış, Redif askerinin eğitim ve öğretimi sivrilmiş derebey menşeli kimselerin elinde kaldığı gibi, sancak yöneticileri de geleneksel olarak müşirlerce bunlar arasından seçilmişlerdir. Çeşitli nedenlerle ayan ve voyvodalıktan alınmış kimseler, aşiret beyleri ve benzerleri Redif taburları subaylıklarına getirilmişler, bunlar askerlerin giderleri için merkezden gönderilen paraları kendi çıkarları için kullanmaktan başka, halktan da bu vesileyle vergi toplamaktan geri kalmamışlardır[20].
Eyalet yönetiminde vali ile aynı yetkiye sahip “Mutasarrıf’ diye anılan bir yönetici daha bulunmaktadır. Vezir rütbesini almış olan bazı kimselere devlet çeşitli nedenlerle valilik görevi veremeyince, bunların geçimlerini sağlamaları için tıpkı “arpalık”ta olduğu gibi bir veya birkaç sancağın yönetimi verilmekteydi. Bazen de başka görevi olan vezir veya paşalardan birisine ek gelir olarak birkaç sancağın yönetimi bırakılırdı. Böyleleri asıl görevleri başında bulunmak zorunda olduklarından, mütesellim göndererek kendi adlarına buraları yönetirlerdi. Valilerden önemli farkları, çoğunun mutasarrıf oldukları sancak veya sancaklardan birisini merkez seçip orda oturmamaları idi. Örneğin, Asakir-i Mansure seraskeri olan Mehmed Hüsrev Paşa’ya 1826’da Karahisar-ı Sahib ve Ankara ile Sultanönü sancakları mutasarrıflığı verilmişti. Bir yıl sonra ise Anadolu eyaleti ile birlikte, Ankara, Kastamonu, Bolu, Viranşehir, Çankırı Sancaklarının mutasarrıflığı ona veriliyordu[21].
Şunu da belirtelim ki bazen bir veya birkaç sancağın yönetimini üstlenen vezir rütbeli mutasarrıflardan kimilerinin başka işleri olmadığından, sancaklardan birini merkez seçerek yönetimi doğrudan doğruya üzerlerine aldıkları da olurdu. Kayseri Sancağı bir ara mutasarrıflıktı ve Osman Nuri Paşa orada mutasarrıftı. Halkın zulmünden şikayet etmesi üzerine kendisine uyarıda bulunulmuş, aldırmayınca da 1834’de görevine son verilerek sancak Mansure Hazine’sine bağlanarak mütesellimlikle yönetilir olmuştu[22].
Eyalet yöneticisi olarak Tanzimat’ın ilânından önce az da olsa “Muhassıl’larla da karşılaşılmaktadır. Ancak, Tanzimat’la birlikte getirilen muhassıllık ile bunlar arasında sadece isim benzerliği bulunmaktadır. Muhassıl, başlangıçta geliri doğrudan doğruya Padişah’a ait olan hasların yönetiminde görevli kimse iken, sonraları tıpkı mutasarrıflık gibi bir eyalet veya sancağın hem valiliğini yapan hem de hasılatını toplayan kimse olarak bilinmektedir. İncelediğimiz dönemde valilerden bazılarına eyaletleri sınırları dışında kalan sancakların da “muhassıllık” olarak verildiğini görüyoruz. Bazen de İstanbul’da oturmakta olan eski bir sadrazama eyalet bütünüyle muhassıllık olarak verilebilirdi. Örneğin, Niğde Sancağı bir süre Mansure Hazinesince yönetilirken 1834’de Karaman Valisi Ali Paşa’ya muhassıllık olarak verilmişti[23]. İstanbul’daki sahilhanesinde oturmakta olan eski sadrazam Reşit Paşa’ya Sivas Eyaleti “bervech-i muhassıllık” verilirken, yine eski Rikâb-ı Hümâyûn Kaymakamı Ahmed Hulusi Paşa’ya mütesellimle yönetmek üzere Menteşe Sancağı bu biçimde verilmiş bulunuyordu[24].
Görülüyor ki valiliğin yanısıra, mutasarrıflık ve muhasıllık da hemen hemen aynı görevi yüklenen en üst düzeyde birer yönetim kurumudur. Ancak, gerek muhasıllık ve gerekse mutasarrıflık bu dönemde valilik gibi genel ve yaygın bir yönetim biçimi olmaktan uzak, özel durumun ortaya çıkardığı geçici yönetim biçimi olmaktan uzak, özel durumun ortaya çıkardığı geçici birer kurumdurlar. Tanzimat’tan sonra da mutasarrıflık yer yer devam etmiştir. 1867 Vilâyet Nizamnamesinde yer alan “Liva” birimi yöneticisine “mutasarrıf’ denilmiştir.
II. Mahmut devraldığı yönetim biçimini Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışına kadar aynen korumuştu. Bu tarihten sonra fırsat buldukça yeni düzenlemeler yapmıştır. 1826'dan hemen sonra bütün ülkede genel bir nüfus sayımı yapılarak, insan varlığı ve vergilere esas olacak mal-mülk sayımı gerçekleştirilmek istenmişti. Ancak, araya Osmanlı-Rus savaşının girmesi, bu tasarıyı geciktirmiş, savaş biter bitmez 1830’da bütün ülkede sayım işi yeniden başlatılmıştı. Bu sayımın sonuçlarını değerlendirmek ve bundan böyle nüfus işleriyle uğraşmak üzere İstanbul’da “Ceride Nezareti” kurulmuştu. Eyalet ve sancak merkezlerinde ise aynı görevle Defter Nazırlığı oluşturulmuştur.
Bu dönemde ülke yönetiminin en üst düzeyi olan valilik kurumunda istikrar söz konusu değildi. Kural olarak görevlendirmeler bir yıl için yapılırdı. Ancak, çoklukla bir yıl içinde birkaç kez vali değiştirildiğini belgelerde görmekteyiz. Atama işlerine Dahiliye Nezareti kuruluncaya dek sadrazam adına sadaret kethüdası bakardı. Onun hazırladığı liste sadrazamanı onayından sonra padişaha sunulur ve alınan fermanla yürürlüğe konulurdu. Dahiliye Nezareti kurulunca sadaret kethüdasının görevleri buraya aktarılmış, atama listeleri nezaretçe hazırlanır olmuştur. Her yılın Şevval ayı başlarında vali, mutasarrıf, mütesellim ve voyvodaların atanmaları yapılmaktaydı. Bunu gösterir “Tevcihat-ı Hümâyun Defterleri” ilgililerce hazırlanıp Padişah’ın onayına sunulurdu. Bu listeler ayrıca Takvim-i Vekayi’de de ilân edilerek her tarafa duyruldu. 1831 yılı Şevval tevcihi listesini incelediğimizde Türkiye’de eyaletlerin bağlı oldukları hâzineleri ve kimler tarafından yönetildiklerini görebiliyoruz.
Buna göre Anadolu, Sivas, Maraş ve Adana eyaletleri Mukataat Hâzinesine bağlı idi. Valileri doğrudan doğruya bu hâzinece atanmaktaydı. Buralar dışında kalan, Karaman, Diyarbakır, Erzurum, Çıldır, Van, Kars, Trabzon, Eyalet-i Cezair ve Kaptanlık-ı Derya ise her hangi bir hâzineye bağlı olmaksızın doğrudan doğruya sadrazamlığa bağlı bulunuyordu[25].
Redif askeri örgütü oluşturulduktan bir süre sonra, ortaya çıkan sorunları çözümlemek amacıyla 1836’da ülke yönetiminde yeniden bir düzenlemeye gidildi. II. Mahmud’un doğrudan doğruya ilgi ve çabası sonunda İstanbul’da bulunan valilerin de katılmalarıyla oluşturulan “Meclis-i Şura”da bu kuruluşun durumu uzun uzadıya tartışılmış ve oy birliği ile Anadolu’dan başlamak üzere ülke yönetim birimleri yeniden düzenlenmiştir. Gerekçe, çok dağınık olan Redif Taburlarını birleştirip tek elden yönetilmelerinin sağlanarak, halkın huzur ve güven içinde geçinip gitmelerine yardımcı olmaktı.
Alınan karara göre Redif Taburları takım takım birleştirilecek, yönetimlerine vezirlerden “Müşir-i Redif-i Hassa ve Mansure” unvaniyle birer muktedir zevat getirilecekti. Buna göre Türkiye’de şöyle bir düzenleme yapıldı:
Hüdâvendigâr Müşirliği adı ile, Hüdavendigâr (Bursa) merkezi, Kocaeli, Bolu, Karesi, Eskişehir sancakları birleştirilip, müşirliğine Ahmed Fevzi Paşa getirildi. Kütahya ve Karahisar-ı Sahip sancakları ise “Ferik”lik olarak bu müşirliğe bağlandı.
Redif-i Mansure Konya Müşirliği unvanıyla, Konya, Akşehir, Beyşehir, İçel, Niğde, Aksaray sancakları birleştirilerek müşirliğine Karaman Valisi Hacı Ali Paşa atandı. Teke, Hamid Sancakları ile Türkmen Hassı da feriklik olarak bu eyalete bağlanarak Antalya muhafızı Osman Paşa’ya verildi.
Redif-i Mansure Ankara Müşirliği diye, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Viranşehir (Safranbolu) ve Çorum sancakları bir araya getirildi, İzzet Paşa müşir oldu.
Aydın Redif Müşirliği ise, Aydın, Saruban, Sığla ve Menteşe sancaklarından oluşturuldu. Yönetim Aydın muhassılı Yakup Paşa’ya verildi.
Erzurum Redif-i Mansure Müşirliği, Erzurum, Van, Bayezit sancaklarından oluşturuldu. Esat Paşa müşir oldu. Çıldır ile Kars eyaletleri de feriklik olarak bu müşirliğe bağlandı ve buraların mutasarrıfı Ahmet Paşa ferik oldu.
Edirne Müşirliği adı ile de Edirne’nin eski kazaları ile Çirmen sancağı, Yanbolu, Nahiye-i Yanbolu, Kızanlık-ı Çırpan, Yeni ve Eski Zağra, Filibe, Pazarcık kazaları birleştirilip, müşirlik görevi Mustafa Nuri Paşa’ya verildi.
Kayseri, Bozok, Kırşehir sancakları ile Yeni İl voyvodalığı “Maden-i Hümâyun ve has kazalar” olduklarından bağımsız bir feriklik olarak ele alındı.
Bu düzenleme yapılırken İstanbul’da bulunan müşirlerden Ahmet Fevzi, İzzet, Mustafa Nuri, Esat ve Ali Paşalar II. Mahmud’un huzuruna kabul edildiler. Kendilerine müşirlik unvanı törenle verildi. İstanbul’da bulunmayanlara ise kapı kethüdaları aracılığı ile yeni görevleri duyuruldu[26].
Böylece valilik göreviyle Redif askeri komutanlığı aynı kimseye veriliyordu. Bu bir bakıma eski dönemin beylerbeyi görevine benzerlik gösteriyordu. Eyalet askerinin yerini artık Redif askeri almış bulunuyordu. Ne var ki bu düzenleme ile redif sorunu çözümlenememiş, Tanzimattan sonra askerlik yeni baştan ele alınarak çağdaş ülkelerdeki biçime konulmuştur. Redif askeri ise yedek asker durumuna getirilmiştir.
b) Sancak Yönetimi (Mütesellimlik)
Osmanlı ülke yönetiminde 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra yer almaya başlayan mütesellimlik, Tanzimat’ın ilânına kadar varlığını sürdürmüş bir kurumdur. Hangi gereksinmelerle ortaya çıktığı ve ne biçimde geliştiği hakkında elimizde yeterli bilgi olmamakla beraber, incelediğimiz dönemde kurumun durumunu aydınlatacak sayısız belge bulunmaktadır[27].
Klasik Osmanlı düzeninde sancakbeyi diye anılan görevliye karşılık olan mütesellim, sözünü ettiğimiz dönemde sancak yöneticisi olan kimse idi. Bilindiği gibi 17. yüzyıldan beri Osmanlı kurumlarında önemli değişiklikler yapılmış, bu arada mütesellimlik de yeni bir görünüm kazanmıştır. Özellikle 1627’den sonra yüksek yönetim kademelerinde görev alanların sayılarındaki artış, bunlardan bir kısmının rütbelerine uygun iş bulamamalarına yol açmıştı. Vali olmaları gerekirken kendilerine boş eyalet bulunmadığı için görev verilmeyen bir çok bey ve paşalara bazı sancakların idarî geliri “arpalık” olarak verilmiştir. Çoğu kez rütbeleriyle uygunluk göstermeyen bu görevlere kendileri gitmemişler, adamlarından birisini göndermişlerdir. Bazen de vezir rütbesinde bulunanlara asıl görevleri yanısıra ek bir gelir olarak ülkenin bazı sancaklarının yönetimi bırakılmıştır. Buraların idare işlerini böyleleri doğrudan doğruya üzerlerine alamadıklarından yerlerine birini görevli olarak yollamışlardır. Bunlar sancağın hem malî ve hem de idarî işlerini yürütüyorlar, karşılık olarak gelirin bir kısmını kendileri alıyorlardı.
Öte yandan çeşitli etkenlerle timar sisteminin bozulması sonucu, timar ve zeametlerden boşalanların “mukataat” haline sokularak mültezimlere ihalesi yaygınlaşmıştı. III. Selim, giriştiği yenilikleri sürdürmek ve yeni bir yönetim biçimini gerçekleştirmek için paraya gerek duymuştu. Bunun için de bazı ekonomik çareler aramış, boşalan timarların çoğunu mukataa haline getirerek Darphane Müdürlüğü’ne bağlamıştı. Daha sonra Nizâm-ı Cedîd askerinin giderlerine karşılık bulmak üzere kurulan “İrâd-ı Cedîd” hâzinesine gelir sağlamak gerekince önemli bazı sancakların yönetiminden sağlanacak gelirler sözü edilen hâzineye bırakıldı. Böylesi yerlerin yönetimi için hâzinece mütesellimler atandılar.
II. Mahmud dönemi Türkiye’sinde sancakların büyük çoğunluğu Mukataat Hazinesi’ne bağlıydı. Anadolu, Sivas, Maraş ve Adana eyaletleri de bu hâzinece atanan vali ve mutasarrıflar tarafından yönetiliyordu. Hamid, Teke, Hüdâvendigâr, Eskişehir, Aydın, Niğde, Kastamonu, Karesi, Bolu, Viranşehir, Ankara, Çankırı, Saruhan, Aydın, Niğde, Beşyehir, Kırşehir, Çorum, İçel, Kocaeli sancakları bu hâzineye bağlı sancaklar olup, mütesellimleri doğrudan doğruya buraca atanmakta idiler. Ancak, yönetimde istikrar sözkonusu olmadığından saydığımız sancaklardan bir kısmı 1832’de Mansure Hâzinesine bağlanmıştı[28].
Öte yanda, bu dönemde vali ve mutasarrıflarda yönetimlerine verilen sancaklara mütesellim atamaktaydılar. Bu atama iki biçimde gerçekleşirdi. Geçici görevle başka bir yere giderlerken valiler, yerlerine birilerini “Mütesellim” olarak bırakırlardı. Daha önceleri böylelerine “Kaymakam” denilmekle birlikte incelediğimiz devirde mütesellim olarak anılmakta idiler[29]. Bunların görev süreleri valilerin geri dönmeleriyle son bulurdu. Diğeri ise doğrudan doğruya sürekli olarak sancağın yönetimiyle yine valilerce görevlendirilenlerdi. Burada söz konusu ettiğimiz sürekli olan mütesellimliktir.
Bir eyalet valisi veya bir kaç sancağı tasarruf eden mutasarrıfların, yönetimlerine bırakılan bütün sancakları tek başlarına idare etmeleri olanaksızdı. Buralara çoğu kez kendi kapı halkından güvendiklerini mütesellim olarak atıyorlardı. Bazen de o yörenin ileri gelenlerinden mütesellim seçtiklerini görüyoruz. Her iki halde de atama padişahın onayı alındıktan sonra kesinleşirdi. Daha önce de belirttiğimiz gibi geliri doğrudan doğruya merkezdeki hâzinelere bağlanmış olan sancakların mütesellimleri ise, o hâzinelerin nazırlarınca atanırlardı. Bu tür atamalarda da Padişah onayı aranırdı. Şunu da belirtmek gerekir ki mütesellim atanacak kimsenin “kapucubaşı” rütbesinde olması gerekliydi.
Mütesellimler, sancakları başkaları adına (ya bir vali veya devlet hâzineleri adına) yöneten birer memur idiler. Kurala göre görev süreleri bir yıldı. Ancak, buna çoğu kez uyulmadığını görüyoruz. Bazen birkaç ay içinde görevden alınanları olduğu gibi yıllarca mütesellimlik yapanlarla da karşılaşılmaktadır. Valiler gerek gördüklerinde, mütesellimlerin yerlerini değiştirirler ya da görevlerine son verebilirlerdi.
Sözünü ettiğimiz dönemde mütesellimlerin görevlerini şöylece belirtebiliriz: Öncelikle iktisadi bir ünite olarak sancağın hâzineye çeşitli ad ve biçimlerde ödemek zorunda bulunduğu vergilerin toplanıp zamanında gönderilmesini sağlamakla yükümlü bulunuyorlardı. Vergi gelirlerinin iltizama verilmesi, ya da doğrudan doğruya toplanarak hâzineye yollanmasından sorumlu idiler. Ayrıca buna bağlı olarak iç güvenliğin sağlanmasından da sorumluydular. Özellikle 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra modern bir ordunun oluşturulması bu tarihe kadar eyalet askeri olarak da bazı görevler yüklenmiş olan Ocak yerine geçecek bir gücün bulunmaması, mütesellimleri güvenlik sağlamada zor durumda bırakmıştı. Yanlarında barındırdıkları az sayıda başı bozuk askerle istenilen başarıyı göstermek şöyle dursun, küçük ayaklanmaları bile bastıramıyorlardı[30].
Eyaletlerde Redif askeri teşkilâtı kurulunca, güvenliğin korunması bu kuruluşa bırakıldı. Özellikle 1836 düzenlemesinden sonra Redif ferikleri sancağın iç güvenliğini korumakla görevlendirildiler. Mütesellimler Tanzimat’ın ilanına kadar vergi toplama işleriyle uğraştılar. Tanzimatla birlikte bu görevleri muhassıllara verildi. Böylece bu kurum da tarihe karışmış oldu.
Halk’la yakın ilişkileri otan mütesellimlerin bu dönemde bir çok olaya karıştıklarını biliyoruz. Vergi toplatılmasında ve benzeri hizmetlerin görülmesinde kendi çıkarları doğrultusunda davranmaları onlardan bazılarının, yer yer ayaklanmalara bile neden olduklarını görüyoruz. Halk, hoşnutsuzluğunu çoğu zaman kadı aracılığı ile Padişah’a arz edip gerekenin yapılmasını diliyordu. Ancak, eğer kadı ve halkı temsil eden ileri gelenler mütesellimle işbirli yapıyorlarsa bu yol kapanmış demekti. Kadı’nın ilâmı alınmaksızın kural olarak şikâyet etmek mümkün değildi. Ayrıca şikâyetlerin genellikle çok geç sonuçlanması, halkı umutsuzluğa düşürüyordu. Bunun sonucu yer yer isyanlar görülüyordu. Özellikle vergilerin dağıtımı ve toplanmasında kendini gösteren anlaşmazlıklar büyümekte, çaresiz kalan yoksul halk ayaklanmaktaydı. Bu durum II. Mahmut devrine özgü değildir. Celâli İsyanları ile başlıyan ve ardı arkası kesilmeyen bu tür olaylar, Tanzimat’la da sona ermeyecek, İmparatorluğun dağılmasına dek sürecektir.
c) Voyvodalık
Tanzimat öncesi en küçük yönetim birimi olarak “voyvodalıklar”ı göstermek pek de yanlış olmasa gerekir. Gerçi, resmî yönetim bölümleri arasında eyalet ve sancaktan sonra voyvodalık diye bir birim söz konusu değildir. Başka bir deyişle eyalet sancakların birleştirilmesinden oluşturulurken, sancaklar, voyvodalıkların bir araya getirilmesiyle ortaya çıkmıyordu.
Bildiğimiz kadarı ile başlangıçta “has” denilen gelir bölgelerinin yönetimini sahibi adına yüklenen kimseye “voyvoda" deniliyordu. Daha sonraları “serbest timarlar’ın, vali veya mutasarrıflara verilen bazı gelirlerin de voyvodalara yönetildiğini görmekteyiz. Özellikle timar sisteminin giderek değişikliğe uğraması, iltizam ve mukataa usulünün yaygınlaşması, voyvodalığın gelişme ve yayılmasına neden olmuştur, 17. yüzyıldan itibaren hükümetin para sıkıntısı çekmesi, geliri fazla küçük bölgelerin doğrudan doğruya hâzineye bağlanarak yönetilmesine yol açmıştı. II. Mahmud döneminde ise birçok kasaba, köy ve hatta şehir bu biçimde voyvodalıkla idare ettiriliyordu[31].
Hâzinenin yanısıra vali ve mutasarrıfların da gelirleri kendilerine bırakılan sancaktan küçük yerlere voyvoda gönderdiklerini belirtmiştik. Bunlar daha çok, o yöreyi iyi bilen, ayanlık yapmış olan kimseler arasından voyvodalarını seçerlerdi. Buyruldu ile mütesellim ve kadıya kimin voyvoda olarak atandığını bildiren valiler, bunlara müdahale edilmemesini özellikle vurguluyorlardı[32]. Bu atamada ilgimizi çeken bir nokta da o bölge ileri gelenlerinin voyvoda seçtirmek istedikleri kimseleri saptayarak valilere bildirmeleri idi[33].
Hâzineye bağlı olup voyvoda ile yönetilen yerlere ise kural olarak her yılın mart başında atama yapılırdı. Görev süreleri bir yıl olmakla birlikte daha uzun süre voyvodalık yapmak mümkündü.
Voyvodalar, bölgelerinin vergilerini bizzat toplayarak hâzineye veya ilgiliye ödemekle yükümlüydüler. Bunun yanısıra yönetimlerine verilen yerin güvenliğini sağlamak, gerektiğinde ve istendiğinde halktan asker toplayıp seferlere katılmak da görevleri idi. Voyvodalıklara eyalet ve sancak yöneticileri karışamazlardı. Daha doğrusu karışmamaları gerekirdi. Tanzimat öncesinde bunun hiçte böyle olmadığını, hükümet merkezine yapılan şikâyetlerden anlıyoruz.
Öte yanda voyvodalar da devrin diğer yöneticileri gibi yaptıkları yolsuzluklar sonucu görevden alındıklarında, kolay kolay boyun eğmiyorlardı. Devlet otoritesi iyice sarsıldığından ayaklanan voyvodalarla bile çoğu kez başa çıkılamıyordu. Ya afediliyorlar, ya da başka bir göreve atanıyorlardı.
Tokat voyvodası kapıcıbaşılardan Lütfullah Bey, görevi sırasında ileri gelenlerle işbirliği yaparak bakır tüccarlarından sekizer, onar kese akçe aldığı, bu yüzden kentte bakır alacak kimsenin kalmadığı, kalhane gelirinin azaldığı gerekçesiyle şikâyet edilmişti. Voyvodanın diğer yolsuzlukları da dile getirilmişti. Bunun üzerine rütbesi alınarak, Sinop Kalesinde kalebent olunması Bozok Sancağı mutasarrıfı Cebbarzade Süleyman Bey’den isteniyordu. Ancak Tokat naibi ile ileri gelenleri voyvoda hakkındaki şikâyetlerin doğru olmadığını, kendisine iftira atıldığını, affedilmesini ya da Sinop yerine Çankırı'ya sürülmesini dilemişler, bunun üzerine serbest bırakılmıştı[34].
Hacegân-ı Divân-ı Hümayundan Abdülkadir Bey’in Ankara Sancağında mütesellimlik yaptığı yıllarda (1808'de mütesellim olmuştu) Ayaşta voyvoda olan Esat Ağa (1803-1808 yılları arasında bu kentte mütesellimlik yapan ve zulmü bilinen Mesut Ağa’nın kardeşidir) etrafına topladığı kimselerle Ankara üzerine yürümüştü. Bunun üzerine kent halkı toplanarak her ne dileği varsa karşılayacaklarını, yeter ki çoluk çocuklarına dokunmamasını istemişlerdi. Külliyetli para talep edince, bu kadar parayı hemen sağlamanın güçlüğü karşısında mütesellim Abdülkadir Bey’e başvurulmuş ve hazine gelirinden 69115 kuruş borç alınarak zorba voyvoda Esat Ağa’ya verilmişti. Bu paranın Ankara Damga vergisiyle iki Haymana mukataasının 1808 yılı geliri olduğunu başka bir belgeden öğreniyoruz. Gelir zamanında hâzineye gönderilmeyince mütesellim İstanbul’a çağrılmış, nedeni sorulunca da olayı olduğu gibi anlatmıştır. Bunun üzerine paranın Ankara Sancağı tevzi defterine eklenerek acele toplanması emr edilmişti[35].
Bazen voyvodalar halkı soymakla yetinmiyorlar, devlete karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmelerini de engelliyorlardı. Örneğin Kütahya Sancağına bağlı Şeyhli Kazası voyvodası Hacı Ahmet ve halktan Hacı Mehmet ve Berber Mestan adlı kimseler söz ve işbirliği yaparak Sancaktan her yıl Baruthane-i Amire’ye gönderilmekte olan güherçileden paylarına düşen kısmı af ettirdiklerini ileri sürerek halkı güherçile imal ve tedarikinden menetmişlerdi. Anadolu valisi Vezir Hasan Paşa’nın müdahalesi sonunda 1822’de voyvoda ve adamları Ankara’ya sürülmüşlerdi[36].
Yörükan-ı Ankara Kazası Ankara Sancağı dahilinda olduğu halde Beypazarı voyvodası, buranın birkaç yıldan beri Darphaneye bağlatılmış olduğunu ileri sürerek vergi toplamak istemişti. Bunun üzerine halk şikâyetçi olmuş, durum merkezden sorulmuş ve böyle bir işlemin olmadığını, halkın vergilerini Ankara Sancağı mutasarrıflarına ödeyecekleri bildirilmişti[37].
Örnekleri çoğaltabiliriz. Ayvacık voyvodası Ahmet Bey, görevi boyunca halktan yedi yükten fazla akçeyi tahsil ettiği için hapsedilmiş, aldığı akçenin de geri iadesi yoluna gidilmişti[38]. Kayseriye bağlı Develi’de 1834-1835 yılları arasında voyvodalık yapmış olan Yusuf Bey, ayrıldıktan sonra yerine geçen Mehmet Ağa ve kaza ileri gelenlerince Kayseri naibine şikâyet edilmişti. 1837’de yapılen yargılamada şikâyetçiler, eski voyvodanın 1834 yılında “Taahüdiye” adı ile halktan 6 000 kuruş; 1835’te aynı adla 9 000 kuruş, başka adlarla 5 000 kuruş ve uşağına hizmet 500 kuruş, oğluna at bedeli (Esb baha) 100 kuruş olmak üzere toplam 21 500 kuruşu yasa dışı olarak aldığı belirlenmişti. Muhasebesi yapılırken bu paranın borçları arasında gösterildiği, bunu kabul ettiği, başkaca bir işleme gerek olmadığı kararına varılmıştı[39].
Voyvodalar da kimi mütesellimler ve âyânlar gibi görevden alındıklarında veya cezalandırıldıklarında isyan ediyorlardı. Devlet otoritesinin iyice sarsıldığı sıralarda yöneticiler bunlarla bile başa çıkamıyorlardı. Anlaşma yoluna gidiliyor veya bağışlanıyorlardı. Başka bir göreve atanıyorlardı. Örneğin, Karahisar-ı Şarkî Sancağına bağlı Milâs kazasında voyvodalık yapmakta olan Mehmet Ağa, halka zulm ettiği için sık sık şikâyet edilmiş, Hükümet önceleri kendisine nasihat ettirip bundan vazgeçmesini sağlamaya çalışmıştı. Fakat voyvoda gittikçe halkı ezmeye ve kendisi için çeşitli adlarla vergi toplamaya devam edince, görevden alınarak yerine Gümüşhane ileri gelen ailelerinden Kurbağazade İbrahim atanmıştı. Kurbağazâde görevine başlayınca, sabık voyvoda Mehmet, etrafına topladığı 300-500 kadar adamı ile üzerine yürümüş mal ve mülkünü yağmalayarak evini ve değirmenini ateşe vermişti. Kazanın 1829 yılına ait hazine gelirlerini de (Emval-ı mirî) zorla tahsil etmişti. Devlete ayrıca 10 000 kuruş borcu olan bu asi voyvodanın yakalanıp Kayseriye sürgünü için Gümüşhane Madeni Emini Yusuf ile Kayseri naibine Ferman gönderilmişti[40].
Voyvodalık yapıp halka ve devlete yararlı hizmetlerde bulunanlar da vardı. Ancak, mevcut belgelerden bunlar hakkında fazla bilgi edinmemiz mümkün olmadı. Edincik voyvodası Dergâh-ı Alî Kapucubaşılarından Abdülaziz Ağa, yararlı işler yapanlardandı. Göreve başladıktan sonra yirmi yıla yakın süreden beri, kazada harabe şeklinde bulunan iki hamamı, kasabanın su yollarını, kaldırımlarını onartmış, ayrıca yeniden üç çeşme yaptırtmıştı. Bursa yolu üzerinde bulunan nehire kargir köprü inşa ettirmiş, kasabaya bağlı köylere de el atmıştı. Akçapınar Köyünün mescidini onartmış, Hamamlı Köyüne yeni okul yaptırmış, su yollarını onartmıştı. Halkın refahı için de bazı önlemler almıştı. Kasabada iki adet zeytin mağazası ile bir yağhane açtırmış, Adaklı ve Hamamlı köylerinde üç taş değirmeni yaptırıp civarına ikibinden fazla dut ağacı diktirmişti. Ayrıca Dutluk adlı bölgeye de 350 adet zeytin ağacı diktirmişti. Düzler ve Taşkebiri denilen yerlerde ise otuz dönümlük bağ yaptırmıştı. Aynı voyvoda üç dönümlük diğer bir arazi parçası üzerinde açtırdığı boya kuyularını “Evkâf-ı Hümâyun”a bağlamış bu vakfın geliri ile Edincik’te bulunan çeşmelerin tamir ve masrafları ile çeşitli tekkelerde Kur’an okutulmasını sağlamıştı[41].
Tanzimattan hemen sonra yapılan düzenleme ile voyvodalık kurumu tamamen ortadan kaldırılmış, mülkü teşkilatta sancağın bir alt birimi olarak “Kaza” ünitesi oluşturulmuştur. Kaza müdürleri seçimle bu göreve getirilerek, voyvodaların görevleri bir bakıma bunlara devredilmiştir. Yapılan mali düzenlemelerle de hazine gelirlerinin toplanmasınında yeni yöntemlere baş vurulmuş, voyvodalık tarihe karışmıştır.
d) Âyanlık ve Muhtarlık
Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan yıkılışına dek süren uzun dönemde taşra yönetiminde âyân ve eşrafın etkin bir biçimde söz sahibi oldukları bilinmektedir. İleri gelen kimselerin oluşturduğu bu zümrenin kimlerden oluştuğu ve hangi yollarla yönetimi etkiledikleri ayrıca incelemeye değer. Burada sözünü edeceğimiz âyânlık, ileri gelenler arasından seçimle niteliğini aşağıda vereceğimiz göreve getirilen kimselerin oluşturdukları bir kurumdur. Bu anlamda ayanın ileri gelenler diye belirttiğimiz âyân ve eşrafla isim benzerliğinden başka bir ilişkileri yoktur.
Resmî âyânlığın Osmanlı İmparatorluğunda nasıl ortaya çıktığı üzerine son yıllarda araştırma ve incelemeler yoğun bir biçimde sürdürülmektedir[42]. Burada kurumun ortaya çıkışı ve geçirdiği evreler üzerinde duracak değiliz. Ancak, konumuzu oluşturan dönemdeki durumu üzerinde kısa ve özlü bilgi vermekle yetineceğiz.
II. Mahmut dönemi Türkiye’sinde olageldiği gibi her şehir ve kasabada hükümet görevlileriyle halk arasında vergi ödenmesinde, askere almada ve benzeri ilişkilerin sağlanıp yürütülmesinde aracılık yapan âyânlar, vali, mütesellim ya da voyvoda gibi, merkezce, veya yöneticilerce atanmıyorlardı. Bunlar yörenin ileri gelenlerince seçimle iş başına getirilirlerdi. Bu bakımdan yerel yönetimin oluşmasında ve halkın yönetime katılması yönünden âyânlık ilginç bir kurum olarak Osmanlı yönetimine geçmiş bulunmaktadır.
Kurala göre, kadı, müftü, müderrisler, nakibü’l-eşraf kaymakamı, esnaf dernekleri yöneticileri ve iş bilir sözden anlar bir kaç kişi diye de adlandırılan şehrin sivrilmiş kimseleri aralarında toplanarak birisini âyân seçmeleri gerekirdi. Ancak zaman zaman buna uyulmadığını görüyoruz. Vali ve mutasarrıfların sözünü ettiğimiz kimselerin oyunu almadan âyân atadıkları olurdu. Özellikle seçimde uyuşmazlık çıktığında ya da olağanüstü durumlarda bu yola sık sık başvuruluyordu.
Kural gereği ileri gelenlerce seçilen âyânın adı şer’iye siciline yazılır ve kadı’dan alınan ilâmla durum sancak yöneticisine bildirilirdi. Onun da uygun görmesiyle seçim kesinlik kazanırdı.
Ayânların görevlerine gelince, şehir, kasaba ve köylerden sefer sıralarında istenilen asker, yiyecek, malzeme ve benzeri gereksinmelerin karşılanmasında yönetici ve görevlilere yardımcı olmak, vergilerin dağıtım ve toplanmasında halkı temsilen hazır bulunmak ve gerektiğinde bazı vergileri bizzat toplamak şeklinde özetleyebiliriz. Ancak, bölgelerin iktisadî özelliklerine göre bunlara başka görevler de verilirdi. Maden işletilmesi, odun nakli, nüfus ve mal-mül sayımı, asker için yiyecek hazırlatılıp depolandırılması gibi işlerde âyânlardan yararlanılmaktaydı.
Bunlara yaptıkları hizmetler karşılığında sancak halkınca ücret ödenirdi, âyâniyye denilen bu ücret yılda iki kez sancak giderleri hesaplanırken ayrı bir kalem olarak kayda geçirilmekteydi[43].
Devrin diğer yöneticileri gibi, âyânların da halk’la ve birbirleriyle ilişkileri genellikle iyi değildi. Kendi çıkarları için vergi dağıtım ve toplanmasında yolsuzluk yaptıkları, diğer yöneticiler ve görevlilerle birlikte halk yararına olmayan işlere karıştıkları hakkında elimizde belgeler bulunmaktadır. Özellikle âyân seçimlerine hile karıştırıldığı, ya da halk’a rağmen ileri gelenlerce istenmeyen kimselerin bu göreve atandıklarına tanık oluyoruz. Öte yanda âyân olmak için bazı ailelerin bir birleriyle yıllar yılı mücadele ettiklerini de biliyoruz[44].
II. Mahmud, halkın refah ve güvenini sağlamak amacı ile yönetimde düzenlemeler yapmanın gerekli olduğunu bildiğinden âyânlığa da çeki düzen vermek istemiştir. Kurumu bütünüyle birden bire kaldırmanın boşluk yaratacığı bilindiğinden, 1826’dan hemen sonra sancak merkezlerinde “Sandık Eminliği” oluşturulmuş, âyânın bazı görevleri bu kuruma verilmişti. Daha sonra 1829’da İstanbul mahallelerinde Muhtarlık Örgütü kurulmuş, 1833’de ise bütün köy ve mahallelerde muhtarlık işlerlik kazanmıştır. Böylece âyânın görevi kendiliğinden son bulmuş, işsiz kalan bu görevlilere Redif askeri teşkilâtında görev verilmiştir. Tanzimat’ın getirdiği yönetim biçiminde ise artık âyânlığa yer yoktur.
İlk kez İstanbul dışında Kastamonu mahallelerinde ve sancağa bağlı kazalarda ayanlık yerine kurulan muhtarlık örgütü, kısa bir sürede bütün Türkiye’de Padişahın emri üzerine kurulmuştur[45].
Kastamonu müteselliminin muhtar seçiminde uyguladığı yöntem, örnek alınmış, diğer şehir, kasaba ve köylerde aynen uygulanmıştır. Buna göre, her mahallede denenmiş, iyi huylu oldukları anlaşılmış becerikli kimselerden I. muhtar ve II. muhtar adı ile ikişer kişi seçiliyordu. Her muhtar, mahallesi halkına ve muhtarlara da imam kefil olduktan sonra, ileri gelenler de birbirlerine kefil ediliyorlardı. Böylece mahallede güvenliğin sağlanması ve bir uygunsuzluk yapılmaması için herkese sorumluluk verilmiş oluyordu.
Muhtar seçilenlerin adları şer’iye siciline geçiriliyor, ayrıca Defter Nazırına ve Ceride Nezaretine de bildiriliyordu. Nezaret’e bildirilen isimler incelendikten sonra Padişah’a sunuluyordu. Onun onayından sonra her muhtar için özel bir şekilde Darphane’de mühür kazılıyor ve kendilerine gönderiliyordu.
Muhtarların önde gelen görevleri mahallelerinde güvenliğin sağlanması idi. Bunun için başka şehir ve köylerden mahalleye gelenlerin durumlarını öğrenmek, yanlarında bulundurmaları zorunlu olan mürur tezkerelerini tetkik edip, niçin geldiklerini, nerede kaç gün kalacaklarını anlamak, tezkeresiz gelenleri mahalleye sokmamak başka bir kasaba veya köyden mahalleye gelen, devamlı oturmak amacında ise, yerleşeceği mahallede kendisine ev göstermek, mahalle halkından birisini yeni gelene kefil etmek, adını mahalle defterine kaydedip, Defter Nazırına bildirmek.
Muhtarlığını yaptıkları mahalleden başka bir yere gitmek istiyenlere “Mühürlü Pusula” vermek. Bu pusula “Mürur Tezkeresi” almak için gerekiyordu. Suç işlemiş olanlarla, seyahatinin amacı anlaşılmıyanlara bu pusula verilmiyordu.
Mahallede doğan, ölen, kaybolan, başka mahalleye gidenlerin kayıtlarını mahalle defterinden silmek, yerleşmek amacıyla gelenlerin de kayıtlarını yapıp günü gününe Defter Nazırına bildirmek.
Gerektiğinde mahalle halkını temsilen yapılacak toplantılara katılmak, mahallesi halkına düşen verginin dağıtım ve toplanmasına yardım etmek, haksızlık yapılmasını önlemek için mahalle giderlerinin defterini tutmaktan ibaretti.
Mahalle ve köy muhtarları, 1830 nüfus sayımından hemen sonra sancak merkezlerinde kurulan Defter Nazırlarına, Defter Nazırları da bu tarihte İstanbul’da ihdas edilmiş olan Ceride Nezaretine bağlı idi. Ancak, muhtarların denetimi Defter Nazırları tarafından yapılmıyordu. Sancağın yönetici olan mütesellimler muhtarların amiri idiler.
Muhtarlık örgütünün kurulmasında amaç, ülkede iç güvenliğin sağlanmasını kolaylaştırmak, halkı âyânın baskısından kurtarmaktı. Ne var ki asıl problemlere eğilme yerine geçici bazı önlemlerle bunu gerçekleştirmek olanaksızdı. Alınan bütün tedbirlere rağmen halkın huzursuzluğu gün geçtikçe artmış, Tanzimatla birlikte oluşturulan güvenlik örgütü de soruna çözüm getirmekten uzak kalmıştır. 1833’te oluşturulan muhtarlık görev ve yetkileri değişmeksizin günümüze dek süregelmiş bir kurum olup Tanzimat’tan sonra ufak tefek değişiklikler geçirmiştir.
e) Defter Nazırlığı
II. Mahmud dönemi Türkiye’sinde muhtarlıktan sonra oluşturulan yeni bir kurum da Defter Nazırlığı’dır. 1830’da genel bir nüfus sayımının başlatılması, sayım sonunda peyder pey İstanbul’a gönderilen nüfus defterlerinin değerlendirilmesi için hükümet merkezinde ayrı bir kuruluşa gerek duyulmuştu. Bunun için Ceride Nezareti adı ile yeni bir nezaret kuruldu. Sancak merkezlerinde ise bu nezarete bağlı olarak Defter Nazırlıkları oluşturuldu. 1831 yılından itibaren sancak merkezlerinde faaliyete geçen bu kuruluşun görevi, günümüz nüfus müdürlüklerininki ile hemen hemen aynı idi. Sancak merkezinde bulunan nazıra bağlı olarak kasabalarda görev alan mukayyid veya jurnal memurları aracılığı ile doğan, ölen, göç edenleri günü gününe kayıtlara geçirip altı ayda bir merkeze bildirmek bu kuruluşun görevi idi. Ayrıca yeni sayımların yapılmasında görev alanlara yardımcı olmak, men-i mürûr’un uygulamasını kontrol ederek iç göçün önlenmesini sağlayıp, güvenliğin korunmasını kolaylaştırmak da defter nazırlarının görevleri idi.
Sancak ileri gelenlerince seçilen defter nazırları ile mukayyidlere, maaş ödenmekteydi. Ancak bu vergi olarak halktan alınıyordu[46] .
Defter nazırları, mukayyidlerin her ay gönderdikleri nüfus olayları ile ilgili defterleri özetleyip yeniden bir deftere geçiriyorlar ve altı ayda bir Ceride Nezaretine gönderiyorlardı. Daha önce de belirttiğimiz gibi bunlar ayrıca “Mürur Tezkeresi” vermekle de görevli idiler. İç seyahatin izne bağlı olduğu İmparatorlukta bu hiçte küçümsenecek bir iş değildi. İşlerin görülmesi ayrı bir çalışma yerine gerek gösterdiğinden her sancak merkezinde defter nazırına ait bir daire bulunuyordu. “Jurnalhâne” ya da “Defter Nazırı Dairesi” diye de adlandırılan bu dairenin giderleri ve kirası sancak halkınca karşılanıyordu.
Defter nazırları için de Darphane’de mühürler kazılarak gönderiliyordu. Verdikleri mürur tezkerelerinde ve diğer yazışmalarda bu mühürlerini mutlaka kullanmaları gerekirdi.
Tanzimat’ın ilânı ile birlikte yeniden mal-mülk sayımı yapma gereğinin doğması bu kuruluşun görevlerini artırmış, bazı değişikliklerle kurum varlığını nüfus daireleri olarak günümüze kadar sürdürmüştür.