Düşünmek ve düşüncelerini açıklayabilmek ... Özellikle de iktidar sahiplerinin, güçlülerin, güçlü oldukları için de kendilerini daima haklı sananların, yapmış bulundukları yanlışlık ve haksızlıkları korkmadan, çekinmeden belirtebilmek ve onlara doğru olanları, uygun bulunanları ve yapılması gerekenleri anlatmaya çalışmak ... Sanırım düşünebilen insanoğlu, düşünmeye başladığından beri, daima, bunların özlemini çekmiş, bu uğurda, çeşitli zorluklara göğüs germek zorunda bırakılmış; bütün bunlara rağmen, gene de düşüncelerini açıklayacak ilginç birtakım yollar bulmuştur. İnsanoğlunun bu konuda bulduğu yollardan birisi, gerçekten, onun üstün yaratılışının bir simgesi durumundadır. Her halde düşünceleri yüzünden bir hayli çektiği anlaşılan insan, nihayet hayvanlara düşünme ve duyma nitelikleri kazandırıp, onları konuşturmak suretiyle düşüncelerini açıklama yolunu bulmuş olsa gerektir. Bildiğimiz kadarıyla ilk çağların Anadolulu ünlü Ezop (Aesopus) (doğ. M.Ö. 620)’undan bu tarafa[1] düşünen, düşünce üreten insanlar, düşüncelerini, düşünce yoksunlarına, düşünceden korkanlara, korkularını öfke ile bastırmaya çalışanlara, çeşitli hayvanları konuşturmak suretiyle hem de eğlendirici ve dinlendirici bir şekilde anlatmaya çalışmışlardır. Böylece bir yandan sakınılması gereken birçok şeyi onlara, üstelik öfkelerini de yatıştıracak bir biçimde, eğlence yolu ile açıklarken, öte yandan da düşünce yoksunlarının kötülüklerinden kendilerini korumaya çalışmışlardır. Bilindiği üzere batıda Ezop’tan sonra, Milâttan birkaç yıl önce Güney Makedonya’da doğmuş olan Lâtin yazarı Phaedrus ya da Phaedcr, M. S. IV. yüzyıl sonları ile V. yüzyılın başlarında yaşadığı sanılan Avianus, bu geleneği devam ettirmişler[2]; XIV. yüzyılda, 1333 “ 1347 yılları arasında da adını bilmediğimiz bir çevirici, Avianus’un hikâyelerini Fransızcaya çevirmiş; bundan sonra İtalyan Nicolas Perotti (1440-1480) de Phaedrus’un hikâyelerine ilâveler yapmış (Appendix Perottina: Fabellae .Kovcu) ve nihayet ünlü Fransız şairi La Fontaine (1621 - 1695) de daha çok Ezop (Aesopus)’un etkisinde kaldığı anlaşılan Avianus’un öykülerini taklit ederek bu öykü ve fıkraların daha çok tanınmasını sağlamıştır.
Batı dünyası ile ilgili bu kısacık hatırlatmadan sonra doğuya dönecek olursak, insanların, bu şekilde hayvanlara düşünme ve duyma nitelikleri kazandırıp, onları konuşturmak suretiyle düşüncelerini açıkladığı gerçekten önemli bir eserin, M. S. 300 yıllarında Hindistan’da yazılmış bulunduğunu görürüz. Sanskrit dili ile yazılmış olan bu eserin yazan olarak gösterilen Bidpay (Pilpayya da Beydaba) aslında bir ad değil, bilginlerin başkanı (Reisu’l-Ulema) anlamına gelen bir ünvandır. Yazarın Vişnu mezhebinden bir Brahman olduğu sanılmaktadır. İşte hayvanlan konuşturmak suretiyle halkın kaderine egemen olanları eğiterek halkı bunlann kötülüklerinden korumak amacını taşıyan bu ahlakî ve siyasî eser, M. S. VI. yüzyılda İran Şaşan î hükümdarı ünlü Nuşirevan (531-579) zamanında hükümdann özel hekimi Burzoe (Berzeveyh) tarafından Pehlevî diline, M. S. 570 yılında Süryanî diline, daha sonra da Abdullah İbnu’l - Mukaffa (ölm. M. S. 760) tarafından Kelile ve Dimne adı ile Arap- çaya çevrilmiştir. Eser, hükümdarlara mahsus ahlakî ve siyasî bir Hind masalları derlemesi niteliğindedir. Adı da eserin iki baş kahramanının yani iki çakalın, Sanskritçe adı olan Karataka ve Damanaka' dan gelmektedir. Süryanî diline yapılan çeviride bu iki ad, Kalilag ve Damnag şeklini almıştır. Bu çevirilerden sonra Hıristiyan ve İslâm edebiyatlarında büyük bir ilgi gören bu eser, aslında bir giriş ile her biri Tantra yani “insanın zekâsını kullanacağı hal” adını taşıyan beş kitaptan oluşmaktadır. Kitabın amacı, mükemmel bir Sanskritçe ile yazılmış hayvan masalları ile hükümdarlara hikmet öğretmektir. Ancak eserin içeriği onu kısa zamanda bir halk kitabı haline getir- iniştir. İbnu’l-Mukaffa’nın düz yazı şeklinde yaptığı çevirisi, üç kez Arapça nazma çekilmiş, daha sonra da bir kez düz yazı şeklinde Samanoğulları hükümdarı Nasr b. Ahmed (914 —943) zamanında vezir Bel'ami’nin emri ile, bir kez de Gazne hükümdarı Behram Şah zamanında 539/1144 yılında Nasrullah b. Muhammed tarafından Farsçaya çevrilmiştir. Bu kitabın Farsça manzum bir çevirisi, Anadolu Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykâvus (1244 - 1263) için Celâleddin-i Rumî’nin çağdaşı Ahmed b. Mahmud et-Tûsî Kâni’i tarafından Konya’da yapılmıştır. Daha sonra Hüseyin Baykara zamanında Nasrullah b. Muhammed in düz yazı şeklindeki çevirisi Hüseyin Vâ'iz Kâşifi (ölm. 910/1504) tarafından gözden geçirilip düzeltilmiş ve bu çeviriye vezir Ahmed Süheylî’nin adına izafetle Envâr-ı Suheylî adı verilmiştir. Bu eserin tumturaklı ifadesine bir tepki olarak Babürlü hükümdarı Ekber (1556-1605), eserde gerekli düzeltmeleri yaparak yeniden yazmak üzere veziri Ebu’l-Fazl’ı görevlendirmiş ve bu iş de 996/ 1588’de tamamlanmıştır. Bu eser, ilkin, Nasrullah ın Farsça çevirisinden doğu Türkçesine, daha sonra Mes ud tarafından Aydınoğ- lu Umur Bey (ölm. 748/1347) için Anadolu Türkçesine çevrilmiştir. Bu metin daha sonra kimliğini tespit edemediğimiz biri tarafından nazma çekilerek Osmanlı Sultanı I. Murad (1359_1369) a sunulmuştur. Çok daha sonraları Kanunî zamanı (1520-1566)’nda Ali Vâsi ya da Ali Çelebi adı ile ünlü Ali b. Sâlih, Hüseyin Vâ‘iz Kâşifî’nin Farsça çevirisi Envâr-ı Suheylî'yi Türkçeye çevirerek bu çevirisine Hümâyûn-nâme adını vermiş ve onu Kanunî ye sunmuştur. Hümâyûn-nâme İstanbul’da ve Mısır’da Bulak basımevinde birçok kez basılmış, çeşitli Avrupa dillerine de çevirileri yapılmıştır. Bu çevirilerin en ünlüsü de, XVII. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul a da gelerek o dönemin ünlü tarihçi ve düşünce adamı Hezârfen Hüseyin Efendi (ölm. 1103/1691) ile de görüşmüş olan An- toine Galland’ın Fransızcaya yaptığı çevirisidir. Böylece genel olarak hayvanlarla ilgili edebiyatın çok kısa bir özetini yapmaya çalışmış bulunuyoruz. [3] Şimdi de kuşlarla ilgili edebiyata dokunmak istiyoruz.
Bilindiği üzere bu konuda, özellikle İslâm edebiyatında Risaletu t- Tayr ya da Mantikti’t-Tayr adları ile bazı eserler yazılmış bulunduğunu görüyoruz. Tasavvufî nitelikte olan ve tasavvufun “vahdet-i vücud”, “varlıkta birlik” felsefesini temsilî bir tarzda açıklayan bu eserlerin konusu genel çizgileriyle şöyledir: Kuşlar, bir araya gelip kendilerine bir padişah seçmek isterler. Bu toplantıda bulunan Hüdhüd, “ben, Tanrı’nın habercisiyim, yaratılışın sırrını biliyorum. Süleyman Peygamber’e yoldaş oldum. Onunla birlikte bu âlemi dolaştım. Padişahımı biliyorum. Benimle birlikte gelirseniz onu bulursunuz. O, Kafdağının ardındadır, adı da Sîmurg’dur. Fakat yol uzun, denizler derin, karalar sarptır. Kendimizden geçip yola düşelim. Eğer ondan bir nişan bulabilirsek bize ne mutlu” der. Kuşlar sevinerek Hüdhüd’ ün etrafında toplanırlar. Fakat yol zahmetli olduğu için özür dilerler. Sırasıyla, Bülbül, Papağan, Tavus, Kaz, Keklik, Humâ, Doğan, Balıkçıl, Baykuş, Kuyruksalan ve sonra da bütün kuşlar, birer sebep göstererek mazeretlerini bildirirler. Hüdhüd bunların hepsine ayrı ayrı cevaplar verir. Sonunda kuşlar, Hüd- hüd’ün ardına düşüp yola çıkarlar. Yolda bitkin bir hale gelen kuşlar, tekrar Hüdhüd’ün etrafında toplanıp yola devam için şüphelerinin giderilmesini isterler. Hüdhüd gene her birine ayrı ayrı cevaplar vererek önlerinde “istek, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve fakr u fena” denilen yedi vadi daha bulunduğunu, bunları geçince Sîmurg (Zümrüd-i Anka)’a ulaşacaklarını söyler. Kuşlar, yine yola düşerler. Ancak kimi yolda kalır, kimi yem bulmak için yere iner, kimi de açlıktan ölür. Nihayet yüzbinlerce kuştan ancak 30 kuş, hasta ve bitkin, yüce bir “Dcrgâh”ın önüne varırlar. Ansızın bir çavuş gelip, kuşlara kim olduklarını, nereden geldiklerini sorar; kuşların isteklerini anlayınca geri dönmelerini söyler. Bunu duyan kuşlar büsbütün umutsuzluğa düşerler. O sırada bir çavuş daha gelir, kapıyı açarak bunları içeri alır ve her birini birer tahta oturtur, önlerine birer kağıt koyup “bunları okuyun” der. Bütün yaptıklarının o kağıtlarda yazıh olduğunu gören kuşlar, şaşırırlar. Bu sırada Sîmurg “tecelli” eder. Fakat gördükleri Sîmurg, kendilerinden başka bir varlık değildir. Sîmurg’da kendilerini, kendilerinde Sîmurg’u görürler. Bir anda hem kendilerine, hem de Sîmurg’a bakarlar. Sîmurg’un ardsız arasız tecelli etmekte olduğunu görünce büsbütün şaşırırlar. Bu sırada bir ses duyulur: “Siz buraya otuz kuş geldiniz; bu aynada otuz suret belirdi. Daha çok ya da daha az gelseydiniz o kadar görünürdünüz”. Sonunda hepsi de Sîmurg’da yok olurlar. Böylece gölge, güneşte kaybolur. Hatırlatmaya gerek yoktur ki Farsça bir sözcük olan Sîmurg’un anlamı da “otuz kuş” demektir[4]. Bu tasavvufî nitelik dışında bu tip eserlerde toplum hayatının yankıları da görülür. örneğin kuşlar toplandıkları sırada bir taraftan öğünürler, bir taraftan da yer kavgası ederler. Bu ifadelerle, kuşkusuz, devirlerinin devlet adamlarının durumu anlatılmak istenmektedir. Bu tür eserler arasında en fazla ün kazanmış olanı da Ferîdüddîn ‘Attâr (1119 ? — 1193 ?)’ın Alantlku't-Tajr adlı mesnevisidir. Bu eser, bir çerçeve hikâye ile araya sokulan birçok küçük hikâyelerden oluşmuştur. Çerçeve hikâyenin aslı ise Muhammed ya da Ahmed Gazalî’nin hem Arapça, hem Farsça şekli zamanımıza kadar gelmiş bulunan Risâle- tu’t-Tayr adlı eseridir[5]. Attâr’ın bu eseri, daha sonraları Türkçeye çevrilmiş olduğu gibi, bu eser örnek tutularak ve ondan ilham alınarak aynı konuyu işleyen eserler de yazılmıştır. Bu sonuncular arasında özellikle Gülşehri[6], Nevâî (1441 - 1501)[7] Şemsî[8] ve İbrahim Gülşenî[9]’nin eserlerini sayabiliriz. Bu arada belirtmemiz gerekir ki 'Attâr’ın bu konu ile ilgili, ancak sözü edilenlerden ayrı bir kuş hikâyesi olan bir de Bülbül-nâme' sı vardır. 333 beyitlik küçük bir mesnevi olan bu eserde tasavvuftaki aşk ve birlik konusu ele alınır. Kuşlar, Bülbül’ün sabahlara kadar ağlayıp inlediğini, böylece kendilerini rahatsız ettiğini söyleyerek, onu, Süleyman Peygamber’e şikâyet ederler ve cezalandırılmasını isterler. Süleyman Peygamber’in huzuruna çıkarılan Bülbül, aşk şarabı içip mest olduğunu, bu yüzden ah edip inlediğini söyleyerek kendisini savunur ve şikâyetçi kuşlara karşı haklı bulunur. Şikâyetçiler utanırlar. Bülbül -nâme' nin daha sonraları Türkçeye çevrilmiş olduğu görülmektedir. Onu 956/ 1549 yılında Türkçeye çeviren Münîrî, yeni bazı öyküler ekleyerek, eseri genişletmiş ve ona Gülşen-i Ebrâr adını vermiştir. 1046/1636 yılında da Ömer Fuadî, Bülbül-nâme'yı, Bülbülliyye adı ile manzum bir şekilde Türkçeye çevirmiş, Ömer Fuadî’nin bu manzum çevirisi, 1127/1715 yılında Manisah Birrî tarafından tekrar nesir haline getirilmiştir[10].
Kuşlarla ilgili edebiyat konusundaki sözlerimizi sona erdirirken Tûtî-nâme [Papağan Kitabı) adını taşıyan eser hakkında da, kısaca bilgi vermemiz yerinde olacaktır. Bir çerçeve hikâye ile bunun içine yerleştirilmiş küçük hikâyelerden oluşan bu eser, aslında Sanskritçe Çuka- saptati'ye dayanmaktadır. Daha sonra Farsçaya çevrilmiştir. Bu çeviriyi kaba ve san’atsız bulan Şeyh Ziyaüddîn Nahşebî (ölm. 75I/I350)» 73O/X33O yılında eserin yeni bir çevirisini yapmıştır. Nahşebî, kitabı, “gece” adını verdiği 52 bölüme ayırmış, ayrıca kendisine pek ilginç görünmemiş olan bazı hikâyelerin yerine daha güzellerini koymuştur. Bu yeni eserin dili son derece güzel, mecaz ve teşbihleri (benzetileri) cür’etli idi. Ancak bu durum, daha sonraki nesillerce fazla özentili bulunduğundan Babürlü hükümdarı Ekber’ in emri ileEbu’l-Fazl b. Mübarek, bu eseri, daha sade bir şekilde yeniden kaleme almıştır. Bu yeni şekli, XVII. yüzyılda Mu- hammed Kâdirî daha da sadeleştirmiş, ayrıca bölüm adedini de 35’e indirmiştir. Eserin bu şeklinin bazı Hind dillerine, Anadolu ve Kazan Türkçesine çevrildiği görülmektedir. Eserin Türkçe çevirileri ve çevirenlerin kimlikleri hakkında ciddi araştırmalar yapılması gerekmektedir. Aynı konu, İran’da Çihil Tûtî (Kırk Papağan) adı ile bazı halk kitaplarında da işlenmiştir. Batı dünyasının Nah- şebî’nin eserini 1792’lerden itibaren tanıdığı anlaşılmaktadır. Eser, İngilizce, Almanca ve son olarak da Rusça’ya çevrilmiş bulunmaktadır. [11] İşte bu tür edebiyatın özellikle doğuda bu eserler dışında başka örnekleri bulunup bulunmadığı, kuşkusuz, araştırılması gereken önemli ve ilginç bir konudur. Ayrı ve uzun bir çalışmayı gerektiren bu konuyu şimdilik bir kenara bırakarak bu tür çalışmalara bir başlangıç olması dileğiyle biz, bu yazımızda, özellikle kuşlarla ilgili edebî geleneğin, değişik bir şekilde, bir mahkeme hükmü şeklinde de olsa, XVIII. yüzyıl Osmanlı Türkiyesi’nde ne kadar canlı bir şekilde yaşamakta olduğunu gösteren, gerçekten ilginç bir belgeyi, hem de yargıcı, davacıları, davalıları, şahitleri ve nihayet şahid- lerin şahitliklerine inanılabileceğini belirten toplumun ileri gelenleri kuşlardan oluşan ilginç bir mahkeme hükmü suretini yayınlamak ve ilgililerin dikkatine sunmakla yetineceğiz.
I
“Güğercinlik” başlığını taşıyan bu mahkeme hükmü, Ispanya’da Madrid Milli Kitaplığı “Biblioteca Nacional de Madrid” nda 12119 Nu. da kayıtlı olan Türkçe el yazması eserin sonunda bulunmaktadır. Bu yazma eser, Hain Ahmet Paşa isyanından sonra 931/i524 yılında Mısır’a giden Vezir-i azam Makbul İbrahim Paşa’nm Mısır eyaleti için hazırlattığı Kanun-name'nın Mısır defterdarı Ali tarafından Kahire’de 1036/1626 yılında istinsah edilmiş bir nüshasıdır. Yazmanın sonunda bazı şairlerin şiirleri ile, başlangıçtan ıi43/I73° yılına kadar gelen manzum kısacık bir Osmanh tarihi bulunmaktadır. işte “Güğercinlik” başlığını taşıyan ve iki zalim kuşun yani “Kazdağlı Çakır Pençeli dimeğen meşhur Şahin Ağa ibn Sungur ve Balaban Bölükbaşı ibn Doğan”m mahkûmiyetleri ile ilgili mahkeme hükmü sureti, bu yazma eserin en sonunda dört yapraklık bir yer işgal etmektedir. Böylece bu hüküm suretinin de büyük bir olasılıkla XVIII. yüzyıl ortalarına doğru yazılmış olabileceği ileri sürülebilir. Gerçekten bu hüküm, XVIII. yüzyıl Osmanh toplumunun, özellikle de toplumu oluşturan bazı meslek mensuplarının bir eleştirisi niteliğindedir, öte yandan, kuşlara düşünme ve duyma nitelikleri kazandırıp onlara bazı düşünceleri söyletmesi bakımından da doğuda ve batıda yaygın olan hayvan öyküleri özelliğini taşımaktadır.
Bu mahkeme hükmünde açık bir şekilde belirtildiğine göre “Güğercinlik kasabası” mahallelerinden “Üveyik mahallesi”nde oturan Atmaca oğlu Karagöz Çelebi adlı kuş, zayıf bir kuş olup, adası mahkemesine “ihzar ıtdirdiği” “Kazdağlı Çakır Pençeli diye ünlü Sungur oğlu Şahin Ağa ve Doğan oğlu Balaban Büyükbaşı adlı iki arkadaşın “muvacehesinde üzerlerine dava” (açıp), durumu şöylece arzetmiştir:
Ben, burada bulunan “yoldaşım Çaylak Sipahi ile Kaz ovası tarafından gelürken ’ yol üzerinde olan “Turna gölünün üst tarafında Kartal tepesi adlı yerde, kuşluk vakti dinlendiğimiz sırada yanımızda bulunan Tuti, Kumru, Kanarya, İskete ve tspinos adlı cariye- lerimize Tavşancıl türküsünü yırlatıp, Keklik adlı kölemiz karşımızda seke seke oynarken (adı geçen) kandökücü Şahin ve merhametsiz Balaban Bölükbaşı, “birer çakırgöz semiz bıldırcın gibi çil” beygirlere binip hiç çekinmeden üzerimize gelip, uçarak bir çayırlık mahalle kondukları saat “bizden izinsiz ve icazet talebsiz zikrolunan • cariyelerimize fuzûlcn Kuzgun gibi düşmanlık murad eylediler. Biz ikimiz birbirimize kol kanat olup” rica yollu yaşlandığımızı, bu ihtiyarlıkta bize zulmün “insâf” olmadığını söyledi isek de yanıtlan şu oldu: Ayyârlıkda (Hilekârlıkta) bizi kaz zannidüb toy düşürmek için kokonasluk ve hile idersiz ve böyle şikân (avı) elimizden lak lak ile istersiz diye ricamıza iltifat etmediler. Haksız yere bunlan almaya kalktıklannda “sizden şikâyet için Hüdhüd Çavuş ile padişahımız Zümrüd-i Anka’ya arzuhal ...” gönderip, onun huzurunda zulmünüz sabit olduğu zaman Ugu kuşu gibi bir viraneye” sürmek ya da başka bir tarzda (cezalandırmak suretiyle) “yırtıcı kuşun ömrü az olur sözünün yerini bulmuş olacağını söyleyerek “korkutmak sevdasında olduğumuzda” kimse bizim tuzağımızı bozmaya kadir olamaz, diyerek gazaba geldiler ve “üzerimize hücûm ve alayımızı Akbaba tepesinden aşağı uçurub”, bu mücadele sırasında tüylerimiz yolunup bizi kanadı kuyruğu yolunmuş Uğru Kargası’na döndürdüler ve her birimizi başka başka çil Palazlar gibi etrafa dağıtıp, sonuç olarak, bunlardan kurtuluncaya kadar çok meşekkatler çektik. Durumun adı geçenlerden sorulmasını, “şer'an ve kanunen” hakkımız ne ise yerine getirilmesini istiyoruz, dediler.
Durum kendilerine sorulduğunda onlar da şu yanıtı verdiler: Bizim bu hususta asla ve kat’a haber ve agâhımız yoktur”. Adı geçenler dünyevî bir düşmanlık yüzünden (ğaraz-ı dünyevîden nâşî) “Karga koza (cevize) bakar gibi daim bize bakub” bu türlü uygun olmayan fiilleri bize iftira ederler. “Karga gibi gammazlık ve Saksağan gibi hilâf (yalan) yere feryad eylemek” bunların âdetidir. “Bizim bu işten haberimiz olsa”, resmî yazınıza uyarak mürafaa için
“mahkemeye gelmez idik; belki varıp Kaz dağında ördek ve Kaz avlardık” diyerek doğru gibi görünen sözler ile kendilerini savundular ve (şikâyet konusunu) tamamiyle inkâr ettiler. Bunun üzerine, adı geçen davacı Karagöz Çelebi ve arkadaşından davalarını ispat etmeleri için “bî-ğaraz şahidler” istendi. Hoş sesli, kuşların doğru söyleyenlerinden, kurallara uygun, doğru bir anlatım diline sahip olan Hacı Kırlangıç Efendi, Hafız Bülbül Efendi, Müezzin Molla Horoz, Seyyid Yeşilbaş Beşe, pîr-i fâni, yaşlı Şeyh Baykuş ve Akbaba hazretleri ve öteki bir çok nadide kuş, şahitlik yapmak üzere mahkemeye gelip, “her biri makâm-ı şehâdette durup, dediler ki”: İşin aslı, dava olunduğu üzere o gün sabahtan önce hepimiz Horoz sadasında uyandık. Vird ve zikirlerimizi tamamladıktan sonra kuşluk yemeğimiz için “Kuş üzümü ve Kuş öte tedarik itmek üzere Kuş adası taraflarına uçup gelürken” sözü edilen yerde davacı Karagöz Çelebi ile yoldaşı Çaylak Sipahi’yi gördük. Şahin Ağa dedikleri zalim, şahpazlanıp ve Balaban Bölükbaşı dedikleri gaddar, iki eteğini beline sokup kendilerine tabi kuşlardan Is- bir, Karakuş Kartal, Kerkenes, Zağanos ve Devlegüç adlı zalimler de ardlarınca alay bağlayıp Karagöz Çelebi ile Çaylak fakirin yoluna inerek yolunu kesip, neleri varsa alıp tahrip etmek düşüncesiyle kavga çıkarıp hepsi de bu iki zavallıyı avlamak, çengele asmak ve işkence etmek için hücum ettiler. Bu ikisi karşı koyamadılar. Kuşça canları takla atan Güğercin gibi döne döne kanatlan ve kuyrukları kınldı. Kaçacak yer yok mu, kaçacak yer yok mu diye bağırıyorlardı. Bazan da “bari sığınacak bir yer olsa” diye tazarrû- lar ediyorlardı. Bunları önlerine katmışlardı. Ellerinden kurtuluncaya kadar kanatlan kırıldı, halleri perişan olup mecalsiz kaldılar. Sonuç olarak, bunlann her birisi, davacıların iddialarının vaki olduğuna şahidleriz, dediler.
Ancak bu sözler üzerine davalı Şahin Ağa ile Balaban Bö- lükbaşı Ağa (şahidlerin şahidliklcrine itiraz ettiler). Onlara göre evvelâ Hacı Kırlangıç Efendi, “ilmiyle âmil olmayub” izinsiz olarak “halkın hanelerine ve mescidlerine” girip, alet ve silâhlarını asıp, terslemekte (pisletmekte) ve çok konuştuğu için halkı rahatsız etmektedir. İkinci olarak, Hafız Bülbül Efendi, “farzı bilmesi farz iken”, kesinlikle tecvid bilmeyip, şarkı söylemek (teganni) haram olduğu halde, daima çalgıcı sadası ile şarkı söyler (teganni eyler). Üçüncüsü, Müezzin Molla Horoz Çelebi ise vakitleri gözetmeyip, kendi bildiğince (keyfince) vakitsiz ezan okur, halkı taciz ederek, beyhude uykudan uyandırır. Dördüncüsü, Yeşilbaş Beşe’nin ise elinde Nakîbu’l-Eşraf’tan soy kütüğü (şeceresi) bulunmamaktadır. Gerçekten “Seyyid” olmadığı halde “başına yeşil sarub hilâf (yalan) irtikap etmiş bir müteseyyiddir”. Beşincisi, Baykuş ile Akbaba’nın ise, ikisi de akılları ermeyen, bunak, sözleri (kelâmları) karışık (müşevveş) kimselerdir. Geri kalanların halleri ise tamamiyle meçhul olup, doğru ya da yalan söyledikleri bilinmemektedir. Bunlarda bu hastalıklar mevcut iken şahidlikleri “şer'an” kabul edilemez. “Tezkiye olunsun dediklerinde” kuşların ileri gelenlerinden doğru sözlü Şeyh oğlu Şeyh Baba Laklak, Hacı Tavus Efendi, Balıkçı Kethüda, Derviş Saka Kuşu ve Kuğu Dede Kuşu namındaki halife ve sairlerinden, daha önce adı geçen şahidlerin durumları “şer'an ve alâniyyeten” soruldu. Bunlar da “zikrolunan şahidler, müstakim (doğru), dindar ve her vecihle ehl-i Hak ve per- hizkâr ve bî-ğaraz kimesnelerdir, üzerimize şehadet itseler, makbûlü- müzdür” diyerek onların iyi hallerini haber vermeleriyle adı geçenlerin şahidlikleri kabul edilerek davalı kandökücü Şahin ile Bala- ban’ın “ta'zîr-i şedîd (şiddetli ta'zîr) ve habs-i medîd (uzun müddet hapis)” cezalariyle cezalandırılmalarına ve “zu'men leheb” yani yanıp pişmeleri ve bu yolla ıslah olmaları, düzelmeleri için “üç gün aç kalmalarına” hükm olundu.
Bu olanlar talep üzerine, Kuşgöçdü senesinde Laklakların gelişlerinin ilk on günü içinde yazıldı. Şahidler:
EK I
KUŞ ADASI MAHKEMESİNCE VERİLEN HÜKMÜN SURETİ
GÜĞERCÎNLlK
Sebeb-i tahrîr-i letâ'if, bâ'is-i tastîr-i tarâ’if oldur ki:
Güğercinlik kaşabası mahallâtından Üveyik mahallesi müte- mekkinlerinden Tâ’ife-i Tuyûr’dan işbû bâ‘işu’l-veşîka Karagöz Çelebi ibn Atmaca nâm murğ, za'ifkuş olub adası mahkemesine ihzar ittirdiği Kazdağlı Çakır Pençeli dimeğen meşhûr Şahin Ağa ibn Sungur ve Balaban Bölükbaşı ibn Doğan nâm muhiblerin muvâcehesinde üzerine da'vâ ve tazallum-i hâl eyledi ki:
“Ben, işbû hâzır-ı bi’l-meclis, yoldaşım Çaylak Sipâhi ile Kaz ovası tarafından gelürken eşnây-ı râh’da vâki* Turna gölünün üst tarafında Kartal tepesi nâm mevzi'de, li-ecli’l-istirâha, Kuşluk vakti kesb-i yedimiz ile tedârik ve mâlik olduğumuz Tûtî ve Kumru ve Kanarya ve İskete ve îsbinos nâm câriyeler memlu- kûmuz(a), Tavşancıl türküsünü yırladub Keklik nâm gülâmımız dahî karşumuzda seke seke oynar iken, Şâhin-i hûnrîz ve Balaban Bölükbaşı-i bî-emân birer çakırgöz semiz bûldîrcîn gibi çil bârgîr- lere süvâr ve bî-mehâben üzerimize gelüb, bâl u pervâz ile bir mevzi'-i çemenistanda kondukları saat, bizden izinsiz ve icâzet talebsiz zikr- olunan câriyelerimize fuzûlen Kuzgun gibi düşmanlık murâd eylediler. Biz ikimiz birbirimize kol kanad olub, bizler, rica tarîkiyle, elhamdülillah! ta'ala kocalub kartladığız; bu ihtiyârhkda bize zulm u ta'addi ve ğadr eylemek insâf değildir, dediğimizde, cevab eylediler ki”:
“‘Ayyârlıkda bizi kaz zannidüb toy düşürmek içün kokonasluk ve hile idersiz ve böyle şikârı elimizden lak lak ile istersiz” deyu kat'a ricâmıza iltifat itmeyüb hâh na-hâh bi-gayr-i Hakkin zabt ve tasarruf itmeğe şurû* eylediklerinde,
“Sizden şikâyet içün Hüdhüd Çavuş ile pâdişâhımız Züm- rüd-i ‘Ankâ’ya ‘arzuhal irsâl eyleyüb, huzûrunda zulm u ta'ad- diniz şâbit olduğu zaman sizi Ugu Kuşu gibi bir vîrâneye nefy ile yâhûd tarz-ı âher ile, aldığınız tertîb ve beyne’n-nâs meşhûr olan ‘yırtıcı kuşun ömrü az olur’ dinildüğinc mâ-şadak olursuz”, deyu korkutmak sevdâsında olduğumuzda, ‘bir kimesne bizim ta'rikimize değmeye kâdir olamaz’ deyu gazaba gelmeleriyle üzerimize hücûm ve alayımızı Akbaba tepesinden aşağa uçurub keşret-i muhâveleden nâşî tüylerimiz yolunub bizi kanadı kuyruğu yolunmuş Uğru Kargası’na döndürdüler ve herbirimizi başka başka çil Palazlar gibi etrâf u eknâfa dağıdub, netice, andan tahlîs-i girîbân idince, hezâr meşekkatler çektik. Mersûmlardan su’âl olunub şer'an ve kânûnen icâb eden hakkımızı ihkâk-i hak ve icrâ olunmak matlûbum (uz)dur dediklerinde, ğibbe’s-su’âl, cevâblarında, bizim bu husûsda aşla ve kat'a haber ve agâhımız yokdur. Mezbûrân ğaraz-ı dünyevîden nâşî Karga koza bakar gibi dâ’im bize bakub, bu makûle ef'âl-i nâ-hemvârı, üzerimize mahz-ı ifk ve iftira iderler; höd halleri dahî ma'lûmdur ki, mezbûrlar, Karga gibi gammazlık ve Saksağan gibi hilâf yere feryad eylemek de’b-i müstedimleridir; bizim bu işten haberimiz olsa bu def'-i terâfü* içün sâdır olunan mü- râselenize itâ’at ile mahkemeye gelmez idik, belki varub Kaz dağı’- nda ördek ve Kaz avlardık’ deyu sıdka müşâbih kelimât ile mürâfa’a ve huşûş-ı mezbûru bi’l-külliye inkâr itmekle; müdde‘i-i mezbûr Karagöz Çelebi’den ve refikinden da'vayı ışbât (içün) bi-ğaraz şâhidler taleb olundukda:
Hoş clhân ve rast-gûyân-ı Murğân, faşîhu’l-lisâni’l-beyân’dan Hacı Kırlangıç Efendi ve Hâfız Bülbül Efendi ve Mü’ez- zin Molla Horos ve Seyyid Yeşilbaş Beşe ve pîr-i fânî-i mu- sinn ve ihtiyârdan Eş-Şeyh Baykuş ve Akbaba Hazretleri ve sâ’ir cem‘-i keşîr-i Tuyûr-ı nâdîde, li-ecli’ş-şchâde, mahkeme-i mez- bûreye hâzırûn olub ve her biri makâm-ı şehâdetde durub, dediler ki:
“Nefsü’l-emr, da'va olunduğu üzere, ol gün kable’s-şabah cümlemiz Horos şadâsında uyanub evrâd ve ezkârımıza mübâşeret idüb ve ba'de’l-itmâm, Kuşluk ta'amımız içün Kuş üzümü ve Kuş öte tedârik itmek üzere Kuş adası taraflarına uçub gelürken mahall-i mezbûrdan müdde'i-i mezbûr Karagöz Çelebi ile yoldaşı Çaylak Sipâhi nâm derdmendleri gördük ki Şâhin Ağa dedikleri zâlim, şahpazlanub ve Balaban Bölükbaşı dedikleri gaddar, iki eteğin beline sokub kendü ahvallerine tâbi’ Tuyûr-ı süfehasmdan İsbir ve Karakuş Kartal ve Kerkenes ve Zağanos ve Devlegüç nâm zâlim dahî ardlarınca alay bağlayub merkûm Karagöz Çelebi ile Çaylak fakîr’in yoluna inüb kat‘-ı tarîk ve mâmeleklerin nehb u ğârât itmek sevdasına beynlerinde mücâvese ve feryadî ve ğavğa ko- barub, cümlesi, kemâl-i şehâdetlerinden nâşî ol iki derdmendleri şayd ve çengele ve işkence urmak içün havale ve hücûm eylediklerinde, mezbûrlar, takat getürmeyüb kuşça canlarına taklabâz-ı Kebûter gibi döne döne kanadları ve kuyrukları kırılub nâçâr karar iktizâ itmekle, gâhî bunlar söyler ki: “Eyne’l-meferr, eyne’l-meferr”; gâhî tazarru'lar iderler: “Bârî bize mustekarr.” Ahirkâr derdmendleri önlerine katub ellerinden kurtulunca münkesiru’l-bâl ve perîşân-ı ahvâl-i bî-mecâl oldular. Elhâsıl da'vacıların iddi'âsı vâki'u’l-hâl olduğuna şahidleriz deyu her birleri mantıku’l-lafz olmağın, edâ’-i şehâdet eylediklerinde, mezbûrân Şâhin Ağa ve Balaban Bölük- başı Ağa kelâm idüb:
“(Zikr) olunan şâhidlerden evvela Hacı Kırlangıç Efendi, ‘ilmiyle 'âmil olmayub, bilâ-izin halkın hânelerine ve mescidlere girüb, âlât ve pusatların asub, tersleyüb ve kesîru’l-kelâm olmağla dâ’imâ halkı ta'ciz itmediği hâli değil. Sâniyen Hâfız Bülbül Efendi, farzı bilmesi farz iken, kat'a tecvîd bilmeyüb; teganni haram iken, kendüsi dâ’imâ cşvât-ı mutrıba ile teganni eyler. Sâlisen Mü’ezzin Molla Horos Çelebi dahî evkatı gözetmeyüb kendü kabûl-i havtıyle bî-vakt ezan virub halkı ta'ciz (idüb) bey- hûde uykudan uyandırır. Râbi'an Yeşilbaş Beşe dahî Nakîbu’l-Eş- râfdan yedinde şeceresi olmayub ve seyyid-i şahîhu’n-neseb değil iken başına yeşil sarub hılâf irtikab itmiş bir müteseyyiddir. Hâmisen Baykuş ve Akbaba beraber ma'tuh-i lâ-ya‘kıl, kelâmları müşevveş kimesnelerdir. Ve bâkilerinin halleri meçhûl olub sıdk (u) kizbleri na-ma‘lûmdur. Anlarda bu ‘illetler mevcûd iken şer'an şehâdetleri makbûl değildir, tezkiye olunsun dediklerinde; kibâr-ı Tuyûr’dan sefâ-i şahîhu’l-kelâm acâyibu’n-nüfûsi’t-Tuyûr Eş-Şeyh ibnu’ş- Şeyh Baba Laklak ve Hacı Tâvus Efendi ve Balıkçı Kethüda ve Derviş Saka Kuşu ve Kuğu Dede Kuşu nâm halîfe ve sâ’irlerinden sâlifu’z-zikr şâhidlerin keyfiyet-i hallerin şer'an ve ‘alâniyyeten tafahhus ve tezkiye olunduktan sonra “zikr olunan şâ- hidler, müstakim ve dindâr ve her vecihle ehl-i Hak ve perhizkâr ve bî-ğaraz kimesnelerdir; üzerimize şehâdet itseler makbûlümüzdür” deyu ahsen-i hâllerine haber virmeleriyle merkûmların şehâdetleri makbûl olmağın, mucibince, mersûm Şâhin-i hûnrîz ve Balaban-ı hûnfeşân, ta'zîr-i şedîd ve habs-i medîd ve zu'men leheb üç gün aç kalmalarıyla tenbîh ve hükm olunub mâ-vaka' bi’t-taleb ketb