Giriş
Anadolu’nun en eski ve en büyük şehirlerinden birisi olan Erzurum; Fırat Nehri’nin yukarı havzasında geniş bir ovanın kenarında, Palandöken Dağı’nın eteğinde meyilli bir satıh üzerine tesis edilmişti. Erzurum’un Anadolu ile Kafkaslar, İran ve Trans - Kafkasya’nın bağlantısı konumunda bulunması, tarihi süreç içerisinde pek çok devlet gibi Osmanlıların da ilgisini çekti. XV. yüzyılda Anadolu’ya büyük ölçüde hâkim olan Osmanlılar, İpek Yolu’nun kuzey güzergâhını denetimleri altına almak için teşebbüse geçtiler. 1461 yılında Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ve 1473’de Akkoyunluları devre dışı bıraktıktan sonra Erzurum’a doğru ilerleyerek İpek Yolu üzerindeki nüfuzlarını artırdılar. Buna karşılık Safevîler; İran, Irak ve Azerbaycan’ı ele geçirdikten sonra Anadolu’ya doğru genişlediler[1]. XVI. yüzyılın başlarında Safevîleri mağlup eden Osmanlılar, doğuda yayılmacı bir siyaset takip ettiler. Bu ilerlemenin sonucunda 24 Ekim 1517 ile Ekim 1518 tarihleri arasında Erzurum, Osmanlı hâkimiyetine alındı[2]. Bölgedeki çatışmalar o denli etkiliydi ki 1520 yılında Erzurum; “hâli ve harab olmağın timara virülmeyüb dâhil-i muhasebe değildir” şeklinde tarif edilmişti[3].
Erzurum, 1535 yılında Bayburt ve Kemah sancaklarından müteşekkil bir beylerbeylik olarak ihdas edildi[4]. Ancak Safevîler ile Gürcü Beyleri, başta Erzurum olmak üzere diğer stratejik merkezlere aralıksız saldırılarda bulundular[5]. Gerek Gürcüler, gerekse Safevîler açısından batı ile olan münasebetlerinde Erzurum, önemli bir kavşaktı. Gürcüler, Tiflis - Erzurum - Trabzon ile Tiflis - Erzurum - Halep istikametindeki İpek Yolu ticaretinden ciddi kazançlar elde etmekteydiler[6]. Keza Safevîler de Batılı ülkeler ile ticarî ilişkilerinde Tebriz-Erzurum hattını yoğun bir şekilde kullanmaktaydılar. Bu sebepten her iki kesim, Osmanlı hâkimiyetine şiddetle karşı çıktılar.
Osmanlı yönetimi doğudaki sınırlarının güvenliği için Erzurum’un müstahkem konuma gelmesine özen gösterdi. Kanuni Sultan Süleyman zamanında Doğu’da yeni yapılanma içerisinde olan Osmanlılar, muhtemel bir Safevî saldırısının ana hedeflerinden olan Erzurum üzerinde durdular[7]. 1540 yılına ait resmî kayıtlarda, Erzurum’un imar ve iskânına çalışıldığı anlaşılmaktadır[8]. Özellikle Anadolu’ya giriş yapan kervanlar, Diyarbakır - Halep ya da Bursa - (Erzurum) - Tebriz yolunu takip ettiklerinden[9] transit ticaretle uğraşan tüccarın Erzurum’da güvenli bir ortamda kalmaları için Veziriazam Rüstem Paşa tarafından, 1555 - 1560 yılları arasında müstahkem bir kervansaray yaptırılmıştı[10].
Erzurum Gümrüğü’nün Teşekkülü
Osmanlı Devleti’nde gümrük, iki devlet arasındaki sınırdan başka, kara ile deniz arasındaki ayrımı ifade etmekteydi. Bu sınır veya ayrımı geçen, yani karadan gelip deniz yolu ile giden ve denizden gelip karaya çıkan mal, hemen her yerde gümrüğe tabiiydi. Ayrıca şehir ve bölgeler arasındaki ticaretten de gümrük alınırdı[11].
Osmanlı idaresi altında Erzurum gümrüğünün ne zaman faaliyete geçtiği konusunda kaynaklarda kesin bir bilgi olmamakla birlikte XVI. yüzyılın son çeyreğinde gümrükle ilgili verilere rastlanmaktadır. 8 Mart 1574 tarihli belgede, Erzincan gümrük mukataası, Erzurum defterdarlığına ilhak edilmişti[12]. Yaklaşık bir yıl sonra 1575’de ipek için Erzurum’dan gümrük vergisi tahsil edilmemesi istenmişti[13]. 1577’de Erzincan gümrük yetkilileri, gümrük vergisinin son üç aydan beri Erzurum’da alındığından dolayı zarara uğradıklarından yakınmışlardı. Bu durum üzerine mağduriyeti gidermek için gümrük vergisinin Erzincan’dan alınmasına karar verilerek sorun çözüldü[14]. Ancak bu tarihlerde Erzincan gümrüğü hakkında herhangi bir bilgi yoktur[15]. Netice itibariyle Erzurum’daki gümrük, tıpkı Paşa Sarayı gibi iskânın yetersiz ve güvenliğin tam olarak sağlanamadığı tarihlerde şehirde değildi. Ancak daha sonra, muhtemelen XVI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Erzurum’daydı.
Osmanlı yönetimi ticaretin kontrol altına alınarak vergilendirilmesinde önemli rolü olan gümrük bölgelerini birer mali birim olarak organize ederlerdi. Bu bağlamda Erzurum gümrüğü, teşekkül olunduktan sonra transit ticaretin daha kontrollü ve verimli işletilmesine çalışıldı[16]. Yeni yapılanma faaliyetleri kapsamında bir taraftan ticarî potansiyel artırılırken, diğer taraftan da ticarî bakımdan stratejik yerler kontrol altına alındı. Bu yaklaşım içerisinde, XVI. yüzyılın sonlarına doğru İran’da ortaya çıkan iç karışıklıklar, Osmanlılar açısından bulunmaz bir fırsat oldu. Osmanlı idaresi, 1578 ile 1590 yılları arasında uluslararası ticaretinin de önemli merkezlerinden Gürcistan, Şirvan, Luristan ve Tebriz’i ele geçirdi[17]. Barışın tesisinden bir yıl sonra, faal bir şekilde işleyen Erzurum gümrüğünün 9 550 akçe geliri vardı[18].
Osmanlı idaresi, kendi topraklarında gerçekleştirilen İpek Yolu ticareti kapsamında elde edilen kazançları vergilendirerek hem hazine-yi hümâyunun hem de taşra yönetimlerinin ihtiyaçlarını karşılardı[19]. Bu anlamda Osmanlıların tutumu hakkında özellikle gümrüğe ait kayıtlardan fikir elde etmek mümkündür. Resmî kayıtlarda ipekten alınan gümrük vergisi, Hârir-i Gümrük ya da Mizân-ı Hârir olarak yer almaktadır. Gümrüğe gelen veya nakledilen her türlü mal ve ticarî eşyadan “Amediye” vergisi alınırdı. Eğer gelen mal ve ticarî eşya, Erzurum’da tüketilmeyerek başka bir mahalle sevk edilecek olursa “Reftiye” vergisi ödenir; Erzurum’da değerlendirilecekse “Masdariyye” vergisi verilirdi. Yabancı bir memleketten gelip de Erzurum’da sarf olunmayan malın başka bir yabancı memlekete sevk edilmesi durumunda ise “Mürûriye” vergisi tahsil olunurdu[20].
Uluslararası ticaret kapsamında, gümrüğe ait kayıtlardan, Erzurum’daki ithal mallarla ilgili bilgi elde etmek de mümkündür. Buna göre; ipek, kara kumaş, kadife, kemha, darayi, dülbend, hind elbiseleri, halı, keçe, post, samur, vaşak, nâfe-i kurd, telâtin, sâhtiyan, darçın, karanfil, şeker, fülfül, ravend, çub-i çini, cevzi, çivid ve pamuk gibi mamullerin ithal olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca çuka ve boga gibi kumaş ve bezden oluşan mallarla kahve ve şeker gibi tüketim mallarının Halep ve Şam’dan getirilmesi de ilgi çekici bir durumdur[21].
Erzurum transit ticaret kapsamında sürekli mal akışı olduğu gibi, haliyle buradan da mal çıkışı gerçekleşmiştir. Erzurum’dan ihraç olunan mallar arasında; papuç, çizme, bez ve sabun gibi mamullerin olduğu belirlenmiştir[22]. Bununla birlikte, bilhassa İran’a giden tüccarın gümüş, bakır, demir, kurşun ve kalay gibi madenlerden imal edilen malları götürmeleri kesinlikle yasaklanmıştır[23]. Ancak talimatlara rağmen Erzurum üzerinden gizli yollarla madeni eşyalar, İran’a götürülmüştür[24]. Zaman zaman Osmanlı idaresi, bizzat bu mesele üzerinde hassasiyetle durmuştur. Erzurum gümrük eminine İran’a giden tacirlerin gümüş para ve malzeme götürmemeleri için net bir şekilde emir verilmiştir[25]. Osmanlı yönetiminin madeni eşyaların ihracını engellemesinin temelinde yatan etmen ülkede sınırlı miktarda madenlerin olmasıydı.
Gümrüğün İşletimi
Osmanlı idaresi; özellikle büyük orduların teşkili, idamesi ve uzak mesafeli savaşlardaki yüksek maliyeti nedeniyle muazzam miktarlarda nakit paraya ihtiyaç duymuştur. Bu sebeple coğrafî sınırları, vergi tür ve miktarları belirlenmiş hazineye ait önemli gelir kaynakları mukataa olarak tanımlanmıştır[26]. Mukataa, hazineye gelir temin eden bir müesseseydi. Konusu; maden ocağı, tuzla, darphâne, dalyan gibi gerçek bir işletmenin tasarruf hakkı veya gümrük, ispençe gibi bazı resim ve vergilerin tahsili olabilirdi.
Hazinenin gelir kalemlerinden ibaret olan bazı mukataalar, muayyen zamanlarda artırma ile satılırdı. Mukataaları, devlet muhasebesi dilinde, tahvil denen, umumiyetle üç yıllık bir süre ile işletmek ve istismar etmek hakkını alan kimselere âmil veya mültezim denir, tahvil aynı zamanda mukataaya zikredilen süre içinde tasarrufu da ifade ederdi[27].
Osmanlılar, gelir kaynaklarına ait vergilendirme prensibini temelde iki usul çerçevesinde gerçekleştirmişlerdi. Hemen her devlette görüldüğü üzere maaşlı memur kadroları ile vergilendirme yapılabildiği gibi özel müteşebbislere belirli şartlar dâhilinde vergi toplama işi devredilebilmişti[28]. Malî ihtiyaçlar açısından vazgeçilmez bir metot olarak benzeri iktisadî şartlar içindeki bütün devletlerde az veya çok değişik şekilleri ile uygulanan iltizam usulü[29], Osmanlı Devleti’nde de kuruluşu takip eden yüzyıl içinde ortaya çıktı.
İltizam uygulaması, timar sistemi ile bir bütünü meydana getirerek birbirini tamamladığı gibi aynı zamanda çatışan iki temel unsur olarak yan yana var oldu. İltizam usulünün oluşmasındaki temel faktör, devletin artan mas-raflarını karşılamak gayesiyle vergi haklarını süratle nakdî mekanizmasının içine katmak zaruretiydi[30].
Osmanlı yönetimi, bilhassa Doğu bölgelerindeki mukataa gelirlerini, doğrudan hazineye dâhil etmek yerine, adem-i merkeziyetçi bir tutum izleyerek mevcut masraflara tahsis etmiş ve böylelikle de muhtemel bir para sıkıntısının olmasını engellemeye çalışmıştı[31]. Tîmâr sisteminin haricinde kalan bilhassa merkezdeki askerî görevliler, maaşlarının karşılanmasının için kendi bölgelerindeki mukataaları iltizam usulüyle değerlendirerek mevcut masraflarını karşılayabilmişlerdi[32].
XVI. yüzyılın sonlarına doğru Erzurum gümrük mukataası, kimi zaman emanet (ber vech-i emânet) kimi zaman da iltizam (ber vech-i iltizâm) olarak işletilirdi. XVII. yüzyılda değişen koşullar çerçevesinde, Erzurum gümrük mukataası genelde iltizam olarak tahsis edilirdi. Osmanlı Devleti’nin iktisadî anlayışı doğrultusunda genelde iltizama verilse de bu emanet olarak verilmediği anlamına gelmemektedir.
Gümrük Tarifesi
Osmanlı gümrük rejimi, vergilendirme prensibi olarak (ad valorem)’i yani malın değerine oranlayarak vergi miktarını belirleyen sistemi benimsemişti[33]. Bu anlayış doğrultusunda genellikle devlet görevlisi veya gümrük mültezimi tarafından tespit edilen kıymet üzerinden (ad valorem) tahsilât gerçekleşirdi[34]. Ancak uygulamada karşılaşılan zorluklar nedeniyle vergi oranlarının her mala tekabül eden fiili miktarları, her gümrük bölgesinde belirli periyotlarla ayrı ayrı hesaplanarak tespit edilen spesifik tarifelere göre tahsil edilirdi[35].
Osmanlı gümrük rejimi anlayışı doğrultusunda ad valorem olarak belirlenen Erzurum gümrüğünde, vergi oranlarının her mala tekabül eden fiili miktarları, kendi mıntıkasında ayrı ayrı hesaplanarak tespit edilen spesifik tarifelere göre tahsil edildiği görülmektedir. Nitekim Acem’den gelen her bir batman[36] harirden[37] yani yaklaşık olarak yedi yüz seksen üç kg. ipekten birer riyâlî kuruş[38] (1 riyalî kuruş 80 akçe)[39]; kadife, kemha[40], darayî[41], dülbend ve sâ’ir Hind kumâşlarından başlangıçta yirmide bir alınırken, daha sonra at yükü[42] hesabına göre yirmi iki hasene[43] (3 960 akçe)[44] alınmıştı. Aynı şekilde İran üzerinden Erzurum’a gelen halı, keçe, post, samur, sahtiyan[45], attâr ürünlerinden darçın, karanfil, şeker fülfül, râvend[46], çûb-ı çînî[47], cevz-i bevvâ[48] ile hırdavatın her yirmi kuruşundan bir kuruşunun gümrüğe verilmesi uygun görülmüştü.
Acem’den gelen a‘lâ çividin[49] her bir batmanından seksen sekiz akçe ve ednâsından altmış dört akçe ve pamuğun her bir yükünden bir kâmil kuruş (70 akçe)[50] vergi alınmasının yanı sıra Bitlis ve muhtelif diyârdan gelen mazı[51] yüklerinin her bir yükünden kırk akçe tahsil edilmesine hüküm verilmişti.
Gümrüğe Bağlı Mukataalar
Osmanlı Malîyesi tarafından coğrafî sınırları, vergi tür ve miktarları belirlenmiş, hazineye ait önemli gelir kaynağı olarak tanımlanan mukataa[52], malî yapısı içerisinde tek bir kalemden oluşabildiği gibi, birden fazla kalemden de meydana gelebilmekteydi[53]. Her gümrük merkezi, kendi dairesi içindeki şehir ve merkezlerde yer alan ihtisâb, damga, beytü’l-mâl vb. gibi çoğunluğu nakdi olan birtakım gelir kalemleri ile bir arada, müstakil vergi birimi anlamında birer “mukataa” teşkil etmekteydi. Hemen hemen hiçbir yerde ve hiçbir zaman timar ve zeamet olarak tahsis edilmeden, doğrudan doğruya merkezi devlet hazinesinin nakdî gelirleri arasında yer alırdı[54].
Erzurum gümrüğü, her gümrük merkezi gibi kendi dairesi içinde yer alan gelir kalemleri ile bir arada müstakil bir vergi birimi mukataa durumundaydı. Gümrük; İhtisâb, Kassâbiyye, Darphâne, Boyahâne, Beytü’l-mâlı ‘Âmme ve Hâssa, Maden-i Ardanuç gibi kendisine bağlı ikinci derece mukataalardan meydana gelmişti[55].
Gümrüğe tabi ihtisab mukataası ile ilgili olarak “Acemden gelen ipek yükleri açılub Erzurum bazarında satılursa ihtisâb eminleri üzerine varub vezn itdirüb her bir batman hârirden buçuk kuruş mirî için resm-i mizân-ı ihtisâbiye alındığı üzre dahi ol-minval üzre alınmak ferman olındığı”[56] tarifesi tespit edilmişti. Bu tarifeye göre; 7,83 kg. ipek için 40 akçe ihtisab vergisi ödenirdi.
“’Acemden gelen ipek yükleri vezn olınub gümrüğü alındıkdan sonra her bir batman hârirden mirî için rûb kuruş resm-i kassabiye alındığı üzre ol-vechle alınmak fermân olındı” ifadesinde açıkça belirtildiği üzere 7,83 kg. ipek için 20 akçe kassabiye adı altında vergi de verilirdi[57].
Gümrüğün Gelişimi
XVII. yüzyıldaki Osmanlı-Safevî mücadelesinin en önemli nedenlerinden ipek[58], Erzurum gümrüğünün hayatî gelir kaynağıydı. İpek Yolu, batı dünyasının ihtiyaç duyduğu ipeği elde etmek için Orta Asya’nın büyük çöllerinden, yüksek dağlarından ve uçsuz bucaksız bozkırlarından geçerek, doğuya yönelen kervanlarının taşıdıkları ipekten dolayı, isimlendirdikleri ticaret yoludur. Başlangıçta Çin’den Akdeniz’e kara ve deniz olmak üzere genelde iki koldan ulaşan İpek Yolu, zamana ve şartlara bağlı olarak sonradan açılan ikinci derecedeki yollarla ticarî bir yol şebekesi haline geldi. Batı Asya ve Akdeniz’e kadar uzanan 6.400 km. uzunluğundaki İpek Yolu’nun en eski güzergâhları Çin’den başlayarak Afganistan ve İran üzerinden Akdeniz’e ve buradan batılı ülkelere ulaşırdı[59].
Bursa ve Halep gibi ticaret merkezlerine karşı, İzmir’in ön plana çıkmasıyla tüccar taifesi,[60] Tebriz - Erzurum hattından ilerleyen Tokat - Ankara - Afyon - İzmir güzergâhını tercih etti[61]. Uzun mesafeli bir yol olmasına karşılık, uluslararası ticaret yapan tüccarın, bu yolu tercih etmesinde İzmir’in cazibesinin yanı sıra diğer güzergâhlara göre daha güvenli ve daha düşük gümrük vergisi alınmasının etkili olduğu söylenebilirdi. Tebriz – Erzurum - İzmir istikametindeki ticaretin canlı bir şekilde devam etmesi, elbette Erzurum’daki ticarî potansiyeli olumlu yönde etkilemiştir.
Doğudan gelen kervanların uğrak noktasındaki Erzurum, Osmanlı - Safevî mücadelesinden olumsuz etkilense de ticaretin devam ettiği gümrük kayıtlarından anlaşılmaktadır. Osmanlılar açısından kıymetli bir gelir kaynağı olan ipek, dolayısıyla İpek Yolu’nun kontrolü için Safevîler ile mücadele, 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması’na kadar aralıksız sürdü[62].
XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin İstanbul ve İzmir’den sonra üçüncü büyük gümrüğü, şehrin kuzey kesimindeki Gürcü-kapı varoşundaydı[63]. Günümüzde ise Yeğen-ağa mahallesinde Gümrük Camii’nin karşısındaki Gümrük otelinin yanında bulunan yapı, oldukça yıpranmış bir durumdadır.
18 Ekim 1601 ile 17 Eylül 1602 tarihleri arasında Erzurum gümrüğünün geliri 2 822 460 akçeydi[64]. 1603’de Şah Abbas’ın Osmanlı topraklarına ani tecavüzü ile savaş çıktı[65]. Savaşın patlak vermesiyle Erzurum’daki ticaretin nasıl etkilendiği hususunda tatminkâr bir bilgi yoktur. 1603 yılına ait Erzurum eyâletinin muhasebe kayıtlarında gümrük mukataasının dört aylık geliri; 34 812 akçeydi[66]. Osmanlılar, saldırı karşısında hemen toparlandılar ve gerekli tedbirleri aldılar. Bu arada Erzurum’daki mukataa gelirlerinde kayda değer bir düşüş görülmektedir. Durumun vahameti karşısında öncelikli olarak mukataalar teftiş edildi. İltizam olarak tahsis edilen gümrük, emanet olarak verildi[67].
Devlet, bilhassa doğu bölgelerindeki mukataa gelirlerini doğrudan hazineye dâhil etmek yerine, adem-i merkeziyetçi bir tutum izleyerek mevcut masraflara tahsis etti. Böylelikle muhtemel bir para sıkıntısı engellendi[68]. Timar sisteminin haricinde kalan ve özellikle merkezde bulunan askerî görevlilerin maaşları, kendi bölgelerindeki mukataalardan karşılandı[69]. Genelde iltizama verilen Erzurum gümrük mukataası, şehirdeki askerî personelin maaşlarına ayrıldı[70]. Safevîlere karşı tedbirler alınmasına rağmen beklenmedik savaş ciddi anlamda buhranlara neden oldu. Öyle ki mukataa gelirlerindeki düşüşten ötürü askerlerin maaşları ödenemedi[71].
Safevîlerle savaş, zaman içerisinde Erzurum’daki ticareti olumsuz yönde etkiledi. Daha savaşın ilk yıllarında gümrük gelirleri azaldı. Ancak ilerleyen zaman içerisinde alınan tedbirler sayesinde mukataa gelirlerinde sürekli bir artış yaşandı. 1606’da 2 600 000 akçe, 1607’de % 28’lik artışla 3 333 333 akçe, 1608’de % 20’lik artışla 4 000 000 akçe ve 1609’da ise %12,5’lik yükselişle 4 500 000 akçe gelir elde edildi. 17 Kasım 1609 ile 11 Mart 1610 arasındaki dört ayda gümrük mukataasının geliri, 12 400 akçeydi[72].
XVII. yüzyılda ipekli dokuma sanayinin gelişimiyle İngiltere, Fransa, Hollanda ve Venedik gibi devletler, ihtiyaç duydukları ipeği genelde Osmanlı pazarlarından karşılarlardı. Bu uluslararası ticaret, özellikle Osmanlı hazinesi için ciddi bir gelir kaynağı teşkil ettiğinden, ticaretin aksamadan devam etmesine özen gösterilirdi. Ancak İpek Yolu üzerindeki giderek artan Osmanlı nüfuzu, Safevîler nezdinde memnuniyetsizlikle karşılandı[73].
İpek Yolu ticaretinde eskisi kadar etkin olamayan Safevîler, I. Şah Abbas’ın hükümdarlığı döneminde bu görüntüyü değiştirmek için harekete geçtiler. Şah Abbas, öncelikli olarak kaybettikleri ticarî merkezleri yeniden elde etmeyi amaçladı. Bu amaçla Tebriz’i ele geçirdi. Abbas, bununla da yetinmeyerek ilk defa çok cüretkâr bir girişimde bulundu. Osmanlıları İpek Yolu ticaretinden men etmek amacıyla, güzergâhı değiştirerek alternatif ticaret yolları oluşturdu[74].
1608 - 1611 yılları arasında mukataa için senelik 4 000 000, üç yıl için 12 000 000 akçe ödemeyi taahhüt eden emin, iltizam hakkını aldı[75]. Savaşın sonlarına doğru 1611’de gümrüğün geliri 4 500 000 akçe[76] ve 1612’de 5 000 000 akçeye ulaştı[77].
Üç yıl süren Osmanlı - Safevî barışı, Şah Abbas’ın taahhüt ettiği 200 yük ipeği vermemesi üzerine sona erdi[78]. 1615 yılında savaşın tekrar başlaması ile Erzurum ve havalisi yine çatışma sahası içerisinde kaldı. Mukataanın savaştan önce yani 1614’de 4 500 000 akçe yıllık geliri vardı[79]. Ancak savaş süresince ne kadar geliri olduğu hususunda bir bilgi yoktur. Bununla birlikte 18 Mart - 12 Temmuz 1617 arasında yaklaşık dört ayda gümrüğün geliri 1 534 792 akçeydi[80]. 1619’da barış tesis edilmiş olsa bile gümrük, savaştan önceki potansiyeline ulaşamadı. Şah Abbas’ın ipek yolu güzergâhını değiştirme gayretleri, Osmanlı ekonomisini olumsuz yönde etkiledi. Hatta devrin önemli ticaret merkezlerinden Halep’te dahi bu kriz hatırı sayılır ölçüde hissedildi[81]. Osmanlı ekonomisinde yaşanan ticarî durgunluğun Erzurum’a da yansıdığı gümrük kayıtlarından anlaşılmaktadır. 1621 yılında gümrüğün 4 400 000 akçe geliri olduğu görülmektedir[82].
XVII. yüzyılın ilk yarısında Sultan II. Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesiyle birlikte Anadolu’da meydana gelen kargaşa, Erzurum eyâletinde büyük bir galeyana dönüştü. 1621 - 1628 yılları arasında Abaza Mehmed Paşa’nın liderliğindeki isyan, merkezî otoritenin güçlü olmaması ve Safevîler ile olan mücadeleden dolayı çözümlenemedi. Sultan II. Osman’ın intikamını alma düşüncesinde olan Abaza Mehmed Paşa üzerine ordular sevk edildi ve bir ara affedilerek yeniden beylerbeyi olarak Osmanlı idarî kadrosuna dâhil edildiyse de kısa süre içerisinde ikinci defa isyan etti. İlki kadar taraftar toplanamayan isyanda, Osmanlı idaresi, Abaza meselesini kesin olarak çözmek üzere Veziriazam Hüsrev Paşa’yı görevlendirdi. Vakit kaybetmeksizin harekete geçen Hüsrev Paşa, 1628’de şehri dört bir taraftan kuşattı. Hazırlıksız yakalanan Abaza Mehmed Paşa, kuşatmadan kurtulamayacağını anladı ve Erzurum kalesini veziriazama teslim etti. Böylece uzun yıllar devam eden isyan sona erdirildi[83]. Mehmed Paşa ayaklanma sırasında gümrük mukataasını doğrudan kendi kontrolü altına alması muhtemeldir. Nitekim 1622 ile 1628 tarihleri arasındaki hazine kayıtlarında gümrük mukataasıyla ilgili herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır.
1628 yılında isyanı sona erdiren Osmanlı hükümetinin işi bitmemiş ve Veziriazam Hüsrev Paşa, Erzurum’da birtakım düzenlemelere giderek gümrükle ilgilenmişti[84]. Hüsrev Paşa tarafından tertip edilen kanunnâmeyle eski düzen yeniden tatbik edilmişti[85]. Yeni uygulamaları takiben 1629’da gümrüğü işletmesi için Halep’ten Sanos Çelebi davet edilmişti[86]. 19 Ekim 1629 ile 6 Ocak 1630 tarihleri arasındaki 2 - 3 aylık bir süre zarfında muka-taanın geliri; 1 062 150 akçeye yükselmişti. Yıllık gelir ise 3 600 000 akçe olarak kaydedilmişti[87].
Mültezim Sanos, mukataanın gelirini yaklaşık % 100 arttırdı. Uzun zaman süren savaşların sona ermesi ile birlikte ortaya çıkan huzur ortamını değerlendiren ve ikili ilişkileri kuvvetli olan Sanos, iltizam olarak tasarruf ettiği gümrüğün bağlı mukataalarla[88] birlikte, 1631’de yıllık geliri 80 000 kuruş / 8 000 000 akçeydi[89]. Sanos, 1632 ile 1636 yılları arasında senelik 80 000 kuruş / 8 000 000 akçeye mukataanın iltizam hakkını yeniden elde etti[90]. Sanos’un tasarrufunda olan gümrük, Osmanlı idaresi için en kritik anlarda çok önemli fonksiyonları yerine getirdi. Keza, Revan seferi esnasında askerin maaşları ve muhtelif masraflar için mukataadan istifade edildi[91].
XVII. asırda Erzurum Şehri’ndeki gümrükten elde edilen gelirlerden ticaretin ne denli canlı cereyan ettiği anlaşılmaktadır. Mevkisinin yanı sıra kervanlar için güvenli olmasından dolayı transit ticaret ile uğraşan tüccar, Erzurum’a gelmeyi tercih etmişti. 1632 yılında bir ticaret kervanıyla gelen Tavernier, tüccarın gümrükte oldukça sıkı bir denetimden geçtiğine ve onlara karşı adaletli davranıldığına dikkat çekmektedir[92]. Gümrük işlemleri sırasında tüccarın mağdur edilmemesine özen gösterildi[93]. Tüccar ve bazirganlar, genellikle transit ticaretin yoğun olarak devam ettiği şehir dışındaki mahallelerde kaldılar. 1642 yılında bazirganların ikametleri için Ali Paşa mahallesinde 31 hâne tahsis edilmişti[94]. Erzurum’un ticarî hayatını yakından bilen Evliya Çelebi, Arabistan (Arab), İran (Acem), Hindistan (Hind), Sind, Çin, Hıta ve Hoten (Doğu Türkistan)’den gelen bazirganların, Gürcü-kapı mahallesinde kaldıklarına işaret etmişti[95].
1638 yılında Erzurum gümrüğünün tahsisi noktasında ilginç gelişmeler yaşandı. Gerçi Bağdat seferinde gümrük mukataası Sanos’a yılda 8 000 000 akçeye tahvil oldu. Ancak gümrüğün gelir durumu dikkat çektiğinden olsa gerek Muharrem Bey, hazineye müracaat ederek daha yüksek bir teklif ile mukataanın tasarruf hakkını almayı çalıştı[96]. Gerçi iltizam sisteminde mültezimlerin aşırı kâr elde etmemeleri noktasında bu tarzda uygulamalar olası bir durumdu[97].
Muharrem Bey, Sanos zamanında geliri olağanüstü artan gümrüğün, iltizam hakkının kendisine verildiği takdirde yılda 9 600 000 akçe ödeyeceğini taahhüt etti. Bu teklife karşı Sanos’un da farklı bir rakam önermemesi üzerine Osmanlı hazinesi, Muharrem Bey’in teklifi kendisi açısından uygun bularak mültezimlik hakkını verdi[98]. Özellikle Bağdat seferinin masraflardan ötürü para ihtiyacı had safhaya ulaşmıştı. Bu nedenle en küçük fırsatlar dahi göz ardı edilmedi.
Muharrem Bey, dört ay boyunca ödemeyi taahhüt ettiği meblağdan, hazineye bir akçe dahi vermedi. Bunun üzerine 27 Kasım 1638’de mukataa, Muharrem Bey’den alınarak geçici bir süre için defterdarın idaresine bırakıldı[99]. İltizam olarak verilinceye kadar mukataanın bütün işleri bizzat defterdar tarafından yürütüldü[100]. Bu süre içerisinde 21 Temmuz - 23 Eylül 1639’da mukataanın geliri; 48 159,5 kuruş / 4 815 950 akçeydi[101]. Bağdat seferinde de gümrük mukataasından yararlanıldı. İntihâ-yi serhâdd-ı Acem’den Bayezid, Şosik, Makü, Koniye, Ahıska, Hırtus, Magazberd ve Kars kalelerinin maaş, zahire ve mühimmat gibi çeşitli masraflar karşılandı[102].
1643 yılında gümrük mukataasının mültezimi, Bedros’du[103]. 1644’deki “sıvış yılında”[104] mukataa, defterdar ile şehir halkından birisinin idaresine verildi[105]. Hazinenin sıkıntı yaşadığı hatta veziriazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın katledilmesine sebep olan buhranda[106], gümrük mukataasının 10 Mayıs 1644 ile 7 Şubat 1645 tarihleri arasındaki geliri, 16 421 kuruş / 1 313 807 akçeydi[107]. 1645’de mukataanın iltizam hakkını yine Bedros elde etti[108] ve 1645 - 1647’yi ihtiva eden üç sene süresince mukataanın mültezimiydi. Gümrük ve bağlı mukataalar[109] için peşin 40 000 kuruş / 3 200 000 akçe, senede 92 250 kuruş / 7 380 000 akçe ödedi[110]. 14 Haziran 1647’de 10 000 kuruş peşinat ödeyen İbrahim mültezimliği elde etti[111].
1644 yılındaki sıvış yılı krizinde hazine, mukataalar üzerinde birtakım yeni düzenlemeler yaparak yıllık gelirlerini artırdı. Nitekim yeni uygulama ile 1645’de Erzurum gümrük mukataasının yıllık geliri % 15 arttı. Ancak bu durum akçe bazında değerlendirildiğinde daha farklı bir tablo ile karşılaşılmaktadır. 1631 ile 1635 yılları arasında bir kuruşun 100 akçe, 1636 ile 1638 arasında 120 akçe ve 1645’de ise 80 akçe olduğu göz önüne alındığında mukataa gelirinin akçe bazında düşmüştür. Girit seferine kadar mukataanın gerek akçe ve gerekse kuruş bazındaki gelirinde fazla bir değişiklik olmadı. Ancak XVII. yüzyılın ikinci yarısında müttefik devletlerle yapılan savaşlarda hazine; Erzurum gümrük mukataasında birtakım ayarlamalarda bulunarak yıllık geliri artırdı.
Sultan İbrahim’in tahttan indirilerek yerine Sultan IV. Mehmed’in tahta çıktığı bunalımlı devrede, 25 Ekim 1648 ile 20 Mart 1649 tarihleri arasındaki beş ayda gümrük mukataasının geliri 33 868 kuruştu[112]. 1650 ile 1652 tarihlerinde yıllık geliri 92 250 kuruş olan mukataanın mültezimliği için Bedros ile İbrahim arasında kıyasıya bir mücadele yaşandı[113]. 22 Temmuz 1652’de 20 000 kuruş peşinat ödeyen İbrahim, rekabetten galip çıktı[114]. Gerçi İbrahim’in üstün taraf olarak ayrılmasında Bedros’un son zamanlarda yaptığı hareketlerin etkisi fazlaydı. Gümrük malını zarara uğratması, tüccar taifesinin serzenişleri, askerin maaşları için tahsis edilen meblağları zamanında ödemesi ve gümrük görevlilerinin tahsisatını vermemesi, gümrüğü deruhte etme şansını ortadan kaldırdı[115].
1667 yılında Girit seferiyle meşgul olunduğu sıralarda mukataa; peşinatı 32 000 kuruş olup senelik 96 094 kuruşa iltizama verildi[116]. Savaşın devam ettiği, 1667 ile 1668’de mukataa, 96 094 kuruşa mevcut mültezimin uhdesindeydi[117]. 1669 ile 1670’de ise mukataanın geliri % 15’lik bir düşüşle 81 300 kuruş / 9 756 000 akçeye geriledi[118].
Hem Lehistan hem de Avusturya ile savaşın sürdüğü 1672 ile 1673 yıllarında senelik 96 094 kuruş / 11 526 480 akçe geliri olan mukataa, mültezim tarafından işletildi[119]. Savaşın devam ettiği ve sefer masrafları için paraya ihtiyacın olduğu 1674 ile 1677 tarihleri arasında mukataanın senelik geliri 96 094 kuruş / 11 526 480 akçe olup Hasan Ağa’nın idaresindeydi[120].
Gümrük mukataasının Hasan Ağa’ya tahvil olduğu 1677 sıvış yılıydı. Sorunun yaşandığı sırada hazinenin 637 206 348 akçe masrafı olmasına karşılık, 612 528 960 akçe geliri vardı[121]. Açığı kapatmak için ülkedeki bütün kaynaklar seferber edildi. Erzurum gümrük mukataası da aynı anlayış içerisinde değerlendirildi. Nitekim mukataa akçe bazındaki en yüksek gelirine ulaştı.
Avusturya’ya harp ilan edilmesi ve 1683’de Viyana’daki muvaffakiyet-sizliğin faturası Osmanlılar için ağırdı. Başarısızlıktan cesaret alan batılı devletlerin ittifakı karşısında zor durumda kalan Osmanlılar, sefer ve askeri harcamaların giderek artması neticesinde ortaya çıkan nakit ihtiyacını vergi kaynaklarından azami ölçüde yararlanarak gidermeye çalışmışlardı. Bu sıkıntılı süreç içerisinde gümrük mukataasının 1688 ile 1690 yıllarına ait gelirleri bütün tafsilatı ile ayrı ayrı hesaplandı. 1688’de 97 471,5 kuruş, 1689’da 91 280 kuruş ve 1690’da ise 115 341,5 kuruş mukataanın yıllık geliri vardı[122]. Mukataa, kuruş bazındaki en yüksek gelirine ulaştı.
1691’de Sultan II. Ahmed’in tahta çıktığında hazine darlık içerisindeydi. Öyle ki askerin cülus bahşişi dahi ödenemedi. Ülke genelindeki buhran, Erzurum’da da hissedildi. Hatta görevli askerlerin 45 965 kuruş / 7 754 000 akçe tutarındaki cülus bahşişi ödenmedi. Gümrük mukataasının geliri; 95 094 kuruş / 11 411 280 akçe olup mültezimin tasarrufundaydı[123].
Gümrük Emini
XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde gümrük eminlerinin özellikle iltizam sistemi içerisindeki dinî kimliklerine bakıldığında Müslümanların sayıca fazla olduğu görülmektedir. Gayrimüslimlerin sayısında ise azalma söz konusu olmuştur[124]. Bu kanaati Erzurum gümrüğü içinde söylemek mümkündür.
Erzurum gümrük eminleri, şehir yaşantısında dikkat çekici bir konuma sahiplerdi. 1629 yılında Sanos Çelebi, Halep’ten gelerek Erzurum gümrük mültezimi oldu[125]. Padişahın iltifatına nail olan Sanos, şehirde büyük bir nüfuz kazandı. 1631 ile 1638 yılları arasında gümrük mukataaları Sanos tarafından işletildi[126]. Uzun yıllar mukataaları idare eden Sanos, şehrin önde gelen zenginlerindendi. Öyle ki, şehir merkezinde eski bir kilise olan fakat zaman içerisinde ev haline gelen binayı satın alarak kilise haline getirdi[127]. Bu da göstermektedir ki Sanos’un yadsınamayacak bir nüfuzu vardı.
Gümrük eminleri, Erzurum kalesindeki yeniçerilerin ellerindeki paraları değerlendirirlerdi[128]. Yeniçeriler esnaf olarak faaliyet göstermelerinin yanı sıra gümrük eminine borç para vererek transit ticaret oluşması için gerekli krediyi sağlamışlardı[129]. Ticaretle uğraşan askerler ile tüccar sınıfı arasında zaman zaman anlaşmazlıklar da çıkmıştı. Transit ticaretle uğraşan yerli tüccar(beratlı tüccar), padişah tarafından kendilerine ferman verildiği iddiasıyla gümrük vergisini ödememişti. Hatta Hâce Nariki adındaki zimmî, Erzurum beylerbeyi Nasuh Paşa’nın kâtibi olduğu iddiasıyla on yük kumaşın gümrük vergisini vermemişti.
Görünüşte mesele askerî sınıftan olanlarla ilgili gözükmemektedir. Ancak Erzurum kalesi muhafızlarına ocaklık olarak tahsis edilen gümrüğün zarar etmesi üzerine sorun, Divân-ı hümâyun’a taşınmıştı. Hükümet, “kanûn-ı kadim” üzere tüccar taifesinin vergi ödemesine karar vermişti[130]. 1692’de yeniçeriler, tütünün ihtisab vergisini ödememişlerdi. Bu duruma Erzurum kalesi gönüllüleri itiraz etmişlerdi. Ocaklık olarak tahsis olunan ihtisab mukataasının zarara uğramasından dolayı gönüllüler, hükümete müracaat etmişlerdi. Yapılan tahkikat neticesinde yeniçerilerin vergiyi ödemelerine karar verilmişti[131].
Sonuç
XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı idaresine giren Erzurum, terk edilmiş ve harap bir halde iken yeni yönetimin gayretleri neticesinde imar ve iskân edilmişti. Özellikle doğu-batı ve kuzey-güney istikametinde yolların kavşağı konumunda olmasından ötürü XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren büyük bir gelişme göstermişti. Erzurum’daki potansiyel ile birlikte ticaretin kontrol altına alınarak vergilendirilmesinde önemli rolü olan gümrük, mali bir birim olarak organize edildi. Nitekim XVI. yüzyılın son çeyreğinde gümrük faal bir şekilde işlemekteydi.
Erzurum gümrüğü, teşekkül olunduktan sonra transit ticaretin daha kontrollü ve verimli işletilmesine çalışıldı. Uluslararası ticaret kapsamında, gümrüğe ait kayıtlardan, ipek, kara kumaş, kadife, kemha, darayi, dülbend, hind elbiseleri, halı, keçe, post, samur, vaşak, nâfe-i kurd, telâtin, sâhtiyan, darçın, karanfil, şeker, fülfül, ravend, çub-i çini, cevzi, çivid ve pamuk gibi mamullerin ithal edildiği tespit edilmiştir. Ayrıca çuka ve boga gibi kumaş ve bezden oluşan mallarla kahve ve şeker gibi tüketim mallarının Halep ve Şam’dan getirilmiştir. Transit ticaret kapsamında Erzurum’dan ihraç olunan mallar arasında; papuç, çizme, bez ve sabun gibi mamullerin olduğu belirlenmiştir. Bu arada İran’a giden tüccarın gümüş, bakır, demir, kurşun ve kalay gibi madenlerden imal edilen malları götürmeleri kesinlikle yasaklanmıştır.
Coğrafî sınırları, vergi tür ve miktarları belirlenmiş, hazineye ait önemli gelir kaynağı olarak tanımlanan birimler mukataa olarak tanımlanmıştır. Nitekim XVI. yüzyılın sonlarına doğru mukataa olan Erzurum gümrüğü, kimi zaman emanet (ber vech-i emânet) kimi zaman da iltizam (ber vech-i iltizâm) olarak işletilirdi. Değişen koşullar çerçevesinde, Erzurum gümrük mukataası genelde iltizam olarak tahsis edilmişti. İltizam sistemi içerisinde gümrüğü deruhte edenlerin dinî kimliklerine bakıldığında Müslümanların sayıca fazla olduğu görülmektedir.
Osmanlı gümrük rejimi anlayışı doğrultusunda ad valorem olarak belirlenen Erzurum gümrüğünde, vergi oranlarının her mala tekabül eden fiili miktarları, kendi mıntıkasında ayrı ayrı hesaplanarak tespit edilen spesifik tarifelere göre belirlenmişti.
XVI. yüzyılın sonlarına doğru faaliyete geçen Erzurum gümrüğü, kısa zamanda adında söz ettirmiştir. XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin İstanbul ve İzmir’den sonra üçüncü büyük gümrüğü konumuna gelen Erzurum, ticaretin ne denli canlı cereyan ettiği gümrük gelirlerinden anlaşılmaktadır. XVII. yüzyılın başlarında 2 882 460 akçe geliri olan gümrük, yüzyılın sonlarında 11 411 280 akçelik bir gelire ulaşmıştı. Dikkati çeken bir nokta ise XVII. yüzyılın ilk yarısında Şah Abbas’ın Osmanlı topraklarına ani saldırısı ile başlayan savaşa rağmen doğudan gelen kervanların uğrak noktasındaki Erzurum’da ticaretin devam ettiği gümrük kayıtlarından anlaşılmaktadır. Osmanlı idaresinin özelikle XVII. yüzyıldaki sefer ve askeri harcamaların artışı ile ortaya çıkan nakit ihtiyacını gidermeye çalıştığı ve zaman zaman ciddi rekabetlerin yaşandığı vergi kaynaklarından birisi de Erzurum gümrüğüdür.