Giriş
13. yüzyıl başlarında müthiş bir hızla Asya’nın büyük bir kısmını ele geçiren Moğollar, kısa sürede Karadeniz’in kuzeyini geçtiler ve Doğu Avrupa’nın içlerine kadar ilerlediler. Batı Avrupa’da yaşayanlar, daha önce adlarını bile duymadıkları bu halkın saldırıları ve sebep oldukları tahribat karşısında dehşete düşmüştü. Gerçekten de Moğolların 1241-1242’de Orta Avrupa’ya düzenledikleri sefer, kıtanın şimdiye dek gördüğü en büyük yıkım hareketlerinden biri olmuştu. Ancak Moğollar 1242’de saldırılarını sonlandırarak yurtlarına döndüler. Bu yeni siyasi güçle diplomatik temas kurmayı, haklarında bilgi edinmeyi ve onları Hristiyanlığa davet etmeyi arzulayan papalar ve krallar, birbiri ardına elçiler gönderdiler. İlk olarak Papa IV. Innocentius’un elçilik heyeti Moğolistan’a gitti; bunu Fransa Kralı IX. Louis tarafından gönderilenler takip etti. Bu elçiler, onları Hristiyanlaştırmayı başaramamalarına rağmen başlarından geçenleri yazıya dökerek Moğollar, egemenliklerindeki halklar ve yaşadıkları ülkeler hakkında önemli bilgiler içeren eserler sundular. Moğolları ziyaret eden bu seyyahların raporları, Batılıların Moğolları tanımasına yardımcı oldu. Johannes de Plano Carpini[1] , Willem van Ruysbroeck[2] , Marco Polo[3] ve daha başkalarının gözlemleri, Moğolların askerî güçleri hakkında bilgi vermenin yanı sıra gündelik hayatlarının panoramasını da çizdi. Bununla birlikte 13. yüzyıl literatüründe geniş yer kaplayan Moğol anlatıları, Moğol gücünün Avrupa’yı tehdit eden tarafının zayıfladığı düşüncesine paralel olarak 14. yüzyılda seyrekleşti. Fakat tamamen son ermedi. 14. yüzyılda Moğol meselesi, daha çok onlarla ittifak kurarak Memluk Sultanlığı’na pek çok koldan saldırmanın amaçlandığı bir bakış açısına doğru evrildi. Korykoslu Hayton[4] ve Guillaume d’Adam[5] gibi teorisyenlerin eserleri bu noktada dikkat çekicidir. Bu dönemde Moğolları gündeme taşıyan bir diğer kişi Philippe de Mézières’dir.
XIV. yüzyılın önemli simalarından biri olan Philippe de Mézières, Doğu’daki siyasi ve askerî kariyeri sayesinde Avrupa’da büyük ün kazanmış, Fransa Kralı V. Charles’ın dikkatini çekerek Fransa Sarayı’na danışman olmayı başarmıştı. Kralın ölümünden sonra Paris’te bir manastıra kapanmasına rağmen kendisini dünyevi hayattan tamamen soyutlamamış; yaşanan her gelişmeyi yakından takip ederek gerekli gördüğü yerlerde tavsiyeler vermekten geri durmamıştı[6] . Bu tavsiyelerini, ilgili kişilere sunmak üzere yazdığı kitap ve mektuplarına işleyen Philippe de Mézières, kendi tasarladığı Haçlı Seferi ve Haçlı Tarikatı projelerini hayata geçirebilmek için Fransa Kralı VI. Charles’a Le Songe du Vieil Pèlerin[7] adlı eserini sundu. Bu kitabının bazı kısımlarında Moğollara da yer verdi. İlerleyen yıllarda Burgonya Dükü Philippe le Hardi’ye hitaben kaleme aldığı Une Epistre Lamentable et Consolatoire: Adressée en 1397 Philippe le Hardi, duc de Bourgogne, sur la défaite de Nicopolis[8] adlı mektubunda da Moğollara değinmeye devam etti.
1389 yılında alegoriler kullanarak yazdığı Le Songe du Vieil Pèlerin’ın seyahatname özelliği taşıyan birinci kısmında, Philippe de Mézières’in rehberlik ettiği bir grubun Mısır’da başlayıp Fransa’da son bulan alegorik yolculuğu anlatılır[9] . Seyahat, yazarın Celestine Manastırı’nda gördüğü bir rüyayla başlar. Rüyasında, uyuyakaldığı şapele Cennetin Kraliçesi girer ve ticarete önem verilmediği için değerli bezantın ortadan kaybolduğunu, Hristiyanların günahları yüzünden de birçok erdemin dünyayı terk ettiğini söyler. Rüya bundan sonra, Philippe de Mézières’in bütün dünyayı dolaşarak bu bezantı bulmak ve erdemleri geri getirmekle görevlendirilmesiyle devam eder[10].
Niğbolu Meydan Muharebesi’nde Fransız şövalyelerin Yıldırım Bayezid’e esir düştüklerini öğrendikten sonra kaleme aldığı Une Epistre Lamentable et Consolatoire adlı eser ise, oğlu Jean de Nevers’ın esir edildiğini öğrenen Philippe le Hardi’yi avutmak ve onu, Osmanlılar üzerine yeni bir Haçlı Seferi düzenlemesi için teşvik etmek amacıyla yazılmıştır[11]. Bu eserinin bir bölümünde Moğollara da yer veren yazar, onların taşınabilir şehirleri ve sahip oldukları asker sayılarına değinir. Burada yazdıkları Le Songe du Vieil Pèlerin’daki kayıtla tutarlıdır[12].
Philippe de Mézières, bilindiği kadarıyla Moğollarla doğrudan ilişki içerisinde bulunmamıştır. Bu sebeple Moğollara dair bilgilerinin kaynağı, açık bir şekilde ifade ettiği Bargadin isimli bir arkadaşıdır. Une Epistre Lamentable et Consolatoire adlı eserinde Jehan Bargadin adıyla gösterdiği[13] bu kişinin Fransa’nın Lorraine bölgesindeki Metz şehrinde doğduğunu ifade ediyorsa da diğer hiçbir kaynakta bu kimseye ilişkin bir bilgi yer almaz. Philippe de Mézières’in verdiği malumata göre Bargadin, sekiz yıl boyunca Hanbalık (Pekin) şehrinde yaşamış ve Büyük Han’a paralı asker olarak hizmet etmiştir[14]. Bu sırada Moğolların dilini öğrenmiş, haşmetli Büyük Han’la tanışmış ve onun taşınabilir şehrini görmüştür[15]. Doğu’dan gelen kişilerin egzotik anlatılarının büyük ilgi gördüğü bir çağda Marco Polo gibi bir şöhrete kavuşamasa bile, Bargadin’in hayatı hakkında elimizde bulunandan daha fazlasının olmasını ummak asla boş bir beklenti değildir. Her ne kadar Jacques Paviot, onun 1368 yılı öncesinde orada bulunduğunu tahmin etse de gerçekten yaşayıp yaşamadığı hakkındaki kanaatini açıklamamıştır[16]. Bu yüzden Bargadin’in hayali bir kimse olduğu ihtimalini bir kenara bırakmamak gerekmektedir. Dolayısıyla Philippe de Mézières’in, Bargadin’e dayandırarak ifade ettiklerini Johannes de Plano Carpini, Willem van Ruysbroeck ve Marco Polo gibi yazarların anlatılarıyla karşılaştırarak bilgilerin orijinalliğini değerlendirmek, onun şahsiyetinin gerçekliği hususunu da ortaya koyabilir.
Moğollar Hakkında Kayıtlar
Burada yaşayan Hristiyanların güçlü kralı Rahip Jean Büyük Han[17] tarafından mağlup edildi. Inde Majeure’deki[18] tüm Hristiyanlık, Büyük Han’ın ve diğer Tatarların boyunduruğu altına girdi[19]. Philippe de Mézières Moğollarla ilgili bilgi verdiği pasaja, Orta Çağ seyyahlarının değinmeden edemediği Rahip Kral Johannes efsanesiyle başlar. Yaklaşık iki yüzyıl önce Hindistan’ın zengin ve güçlü kralı Rahip Johannes’in Büyük Han’a (Cengiz Han) mağlup olduğunu ve buradaki Hristiyanların Tatarlara boyun eğdiğini aktarır. Bu noktada Willem van Ruysbroeck ve Marco Polo kadar ayrıntı vermemesi dikkat çekicidir. Bunun sebebi Asya’da hüküm süren Rahip Johannes mitinin, 14. yüzyıldan itibaren Afrika’da yaşayan Hristiyan kral inanışıyla yer de ğiştirmesi olabilir[20]. Anonim Fransisken keşişin Libro del Conoscimiento de todos los reynos… adlı eserinde açık açık Rahip Johannes’i Nübye ve Etiyopya Patriği olarak zikretmesi ve hatta kullandığı bayrakları tasvir edip çizmesi[21], Asyalı Rahip Johannes imajını gözden düşüren kayıtların başında gelir. Buna rağmen Philippe de Mézières’in bu yeni bilgileri veya bakış açısını takip etmeyerek klasik anlatının izinden gitmesi, bilgi kaynağının yeni eserlerden ziyade eski kayıtlar olduğuna işaret eder. Bunlar, şüphesiz ki ilgili bilgileri aktaran Johannes de Plano Carpini, Willem van Ruysbroeck ya da Marco Polo’dur.
“Grup üyeleri denizin diğer tarafına geçtiler ve Büyük Han’ın bölgesi olan Tartarie’ye girdiler. Catay’a geldiler ve dünyanın en büyük şehirlerinden biri olan Saray adındaki şehre vardılar. Oradan büyük Tatar imparatorluğunun başkenti ve ana şehri Khanbalik’a[22] Büyük Han’ın ikamet ettiği yere geldiler. Her yerde iyi karşılandılar. Bir şehre veya şatoya yerleştirilen grup üyeleri, şehirde gözlem yapmaları için her yere hizmetçiler gönderdiler. Şehri dolaşan hizmetçilerin aktardığına göre burada yaşayan insanlar çok sayıda put yapmışlardı. Sekiz yıl boyunca Khanbalik şehrinde yaşayan, Lorraine bölgesinde yer alan Metz doğumlu Bargadin adındaki yakın bir arkadaşın bana söylediğine göre, bu iki büyük şehir, Babylonia’daki[23] Kahire’den dört kat daha büyüktür.”[24]
Anlatısına devam eden Philippe de Mézières, grubun Büyük Han’ın topraklarına girdiğini, Catay’a ulaştığını ve Saray adıyla andığı bir şehre vardığını söyler. Saray hakkında bilgi vermeyen yazar, burada büyük bir coğrafi hata yaparak Hazar Denizi’nin kuzeyinde yer alan Altın Orda başkentini Çin’de gösterir. Bu hata, Philippe de Mézières’in kaynağının gerçekten yaşamış bir kişi olsa bile, Moğol dünyasını pek de iyi tanımadığına işaret etmesi açısından önemlidir. Bunu, grubun Saray şehrinden sonra Büyük Tatar İmparatorluğu’nun başkenti Hanbalık’a ulaşmaları ve iyi bir şekilde karşılandıklarına ilişkin ifadeler takip eder. Bu şehrin Mısır’daki Kahire’den dört kat daha büyük olduğunu aktaran Philippe de Mézières, bölgede yaşayan insanların Tanrı’yı onurlandırmak yerine putlara taptıklarından da bahseder. Fakat aşağıda görüleceği üzere, eserinin ikinci kitabında, inançtan ve hukuktan habersiz Tatarlar Pagandı ve kendilerini doğa ve ahlak yasalarına göre yönetiyorlardı[25], diyerek Moğolların diniyle ilgili tutarsız bilgiler verir. Johannes de Plano Carpini, Willem van Ruysbroeck ve Marco Polo’nun eserlerinde de Moğolların ve onlara tabi bazı halkların putlara saygı gösterdiklerinden bahseden ifadeler yer almasına rağmen[26] Moğolların tek Tanrıya inandıkları, doğa ve atalar kültlerine de saygı gösterdikleri bilinmektedir[27].
Grup Hanbalık’a yaz aylarında geldiği için Büyük Han şehirde değildir, ordusuyla birlikte Tatar ovalarında dolaşmaktadır. Kraliçelerin Büyük Han’ın otağında hoşça karşılandıklarını söyleyen Philippe de Mézières, anlatısına şöyle devam eder:
“Bilinmelidir ki Büyük Han, kırsalın ortasında konuşlanmış çadır ve otağlardan, oldukça geniş ve hayranlık uyandıracak derecede düzenli sokaklar ve tezgâhlardan oluşan, tuvallerden yapılmış güzel duvarlar, kuleler ve çukurlarla çevrili gezici bir şehir kurmaktadır. Emrinde, bir milyon süvariden oluşan bir ordusu vardır. Büyük Han, atları yirmi lieue[28] (96 km) uzaktaki meralarda tamamen otlatılana kadar bu taşınabilir şehirde ordusuyla beraber yaklaşık üç ay kalır. Atların yiyeceği bir şey kalmadığında bütün ordusuyla oradan ayrılır ve yaklaşık 80 lieue (384 km) ötede zengin bir akarsu kaynağı arar. Yerleşmesi gereken yere gelir gelmez, orada aynı taşınabilir şehri, bıraktığı gibi tamamen aynı yapılanma ve organizasyonla bulur.”[29]
Moğolların konargöçerliği, Mengü Han’ın peşinde bozkırı arşınlayan Willem van Ruysbroeck’in de defalarca şahit olduğu ve pek çok Batı kaynağına yansıyan bir husustur. Anlatısında Batu’nun “orda”sına[30] ve Karakurum’a değinen Willem, Moğolların evlerinden, Karakurum’un fiziki özelliklerinden ve Moğol hanlarının göçlerinden bahseder. Ancak Moğolların belirli aylarda göç etmelerinin dışında, yukarıdaki bilgilerle çok fazla uyuşan yanları yoktur. Çünkü Philippe de Mézières’in bahsettiği olaylar daha geç bir tarihe, Hanbalık’ta yaşayan Kubilay Han’ın yaşam tarzına işaret etmektedir. Bu sebeple bu pasajda verilen bilgiler, Marco Polo’nun duvarlarla çevrili Ciandu (Chang-tou) şehrine ilişkin anlatısıyla örtüşmektedir. Ona göre Kubilay Han’ın yazlık sarayının bulunduğu bu şehirde, mermerden ve bambudan yapılmış iki saray bulunmaktadır. Han her sene haziran, temmuz ve ağustos aylarında, Hanbalık’a on günlük mesafedeki[31] bu şehirde ikamet eder. Ağustos ayının sonundaysa bambudan yapılan sarayı söktürür ve parçalarını saklar. Seneye buraya geleceği zaman sarayı yeniden kurulur[32]. Öte yandan Büyük Han, Hanbalık şehrinde de aralık, ocak ve şubat aylarında olmak üzere yılın üç ayı kalır. Philippe de Mézières’in yukarıda tarif ettiği saray, yazlık saraydan ziyade Han’ın kışın ikamet ettiği büyük saray tanımına uymaktadır. Marco Polo, burada bulunan kare biçimli sarayın etrafını hendeklerle çevrili olarak tasvir eder. Caddeleri ve sokakları da son derece düzenlidir. Öyle ki şehrin içi kareler hâlinde sanki bir satranç tahtası gibi tasarlanmıştır[33]. Odorico da Pordenone de Büyük Han’ın yılın büyük bir kısmında Hanbalık’taki sarayında olduğunu, yaz aylarını ise Sandu şehrinde geçirdiğini ifade eder. Han’ın buradaki büyük sarayının çok düzenli olduğunu söyleyen Odorico, sarayın duvarlarının kırmızı derilerle kaplı olduğunu belirterek, Marco Polo’nun anlattıklarına benzer bilgiler verir[34].
Bir diğer bilgi, Büyük Han’ın ülkesinde deriden ve katı kâğıttan yapılmış bir para biriminin kullanıldığıdır. Moğolların zenginliğinin kaynağını arayan grup, simya yoluyla bu parayı üretmeye çalışmış ancak başarılı olamamıştır. Bu yüzden Büyük Han’ın sarayında daha fazla kalmamaya karar verip ayrılırlar[35]. Johannes de Plano Carpini, muhtemelen daha erken bir dönemde seyahat ettiği için Moğolların kâğıt para kullandığından bahsetmez. Willem van Ruysbroeck’in ziyareti sırasında Moğollar arasında kâğıt para yeni yeni kullanılmaya başlanmıştı. Onun kaydına göre Moğolların Çin’de işgal ettikleri yerlerde bir avuç büyüklüğünde bir kâğıt para (carta de wambasio) kullanılıyordu. Bu paranın üzerinde Mengü Han’ın mührüne benzeyen çizgiler yer alıyordu[36]. Marco Polo ise Büyük Han’ın kullandığı kâğıt parayı ayrı bir başlık altında ele alır. Sözlerine, paranın simya yoluyla yapıldığını vurgulayarak başlar ve paranın üretimine dair daha detaylı bilgiler verir. Dut ağaçlarının kabuklarındaki ince deriyle pamuktan kâğıt benzeri yapraklar yapıldığını yazan Marco Polo, daha sonra bu kâğıtların çeşitli büyüklükte parçalar hâlinde kesilip mühürlendiklerini kaydeder. Büyük Han’ın mührünü taşımayan kâğıdın hiçbir değeri yoktur. Mühürlü kâğıt paraysa Moğol ülkesinin her yerinde geçerlidir ve oldukça rağbet görmektedir. Taşıması ve saklaması kolay olduğu için herkes bu parayı kullanır[37]. Son olarak Korykoslu Hayton da burada kare şeklinde, ana maddesi saz olan paraların kullanıldığını ve üzerlerinde damga bulunduğunu anlatır. Bir kimsenin elindeki para eskimişse saraya götürerek yenisiyle değiştirebildiğini de ekler[38]. Görüldüğü üzere Philippe de Mézières’in kâğıt para tasviri, Willem van Ruysbroeck’in, Marco Polo’nun ve Korykoslu Hayton’un anlatılarına benzemektedir. Ancak deriden yapılmış para kullanımı diğer kaynaklarda geçmemektedir.
İkinci kitapta Fransa Kralı VI. Charles’a çeşitli konularda öğütler verilir. Mesela etrafında çok fazla danışman bulundurduğu için uyarılmak istediğinde Moğollar örnek gösterilir. Bu kadar büyük bir imparatorluğu yöneten Büyük Han’ın bile on iki danışmana sahip olmadığını ifade eden Philippe de Mézières, kralın sağlıklı kararlar almasını engellediği için danışman sayısını azaltması gerektiğini tavsiye eder[39]. Bu ifadesi Marco Polo’yla çelişir. Çünkü o, Kubilay Han’ın işlerini yürüten on iki danışmanının bulunduğunu söyler. Hatta Han, bu on iki danışman dışında on iki danışman daha atamıştır. Bu kişiler daima Büyük Han’ın yanındadırlar ve eyaletlerin tüm işleri onlara emanet edilir[40].
Aynı bölümde, Fransa kralına adaleti sağlarken nelere dikkat etmesi gerektiğini anlattığı pasajda, yine Büyük Han’ının uygulamalarından örnek vermeye devam eden Philippe de Mézières şunları söyler:
“Tatarların Büyük Han’ının ordusunda genellikle bir milyon süvari vardır ve ordusu, yirmi veya otuz lieue (96-144 km) boyunca etrafına yayılır. Bu orduda bir yıl boyunca kavga ya da tartışma yüzünden tek bir adam bile öldürülmez. Hiçbir hırsız oraya girmeye cesaret edemez. Sıradan biri ya da yabancı olsanız dahi elinizde altın olduğu hâlde hiçbir şeyinizin çalınmayacağından korkmanıza gerek kalmadan ordu içinde güvenle hareket edebilirsiniz. Genç bir öğrencinin profesörüne itaat ettiği gibi askerler de Büyük Han’a, generallerine ve diğer memurlarına aynı şekilde itaat ediyorlar. Ancak inançtan ve hukuktan habersiz Tatarlar Pagandı ve kendilerini doğa ve ahlak yasalarına göre yönetiyorlardı. Bilgelik, adalet ve böyle bir asaletle onların iyi yönetiminin, Hristiyan prenslerin idareleri ve gururları için bir tenkit olduğunu söyleyebiliriz. Yine de konumuza geri dönersek, bütün bu orduda, generallerin ve hâkimlerin önünde (sanıktan) önce söz alacak tek bir avukat yoktur. Bir anlaşmazlık olduğunda herkes kendisini savunur ve hâkimler yalvarmanın ne olduğunu bilmeyen bu adamları (duruma göre) derhâl serbest bırakırlar.”[41]
Bu pasajda Büyük Han’ın emrinde bir milyon süvari olduğundan bahsedilir. Diğer kaynaklarda da bu sayıya yakın bilgiler verilir. Moğollara ilişkin erken dönem kayıtlardan Chronica Maiora’da, 13. yüzyıl ortalarında Moğol ordusunda hizmete alınan erkek sayısının altı yüz bin olduğu belirtilir[42]. Moğol ordusunda çok sayıda süvari bulunduğundan bahseden Marco Polo da Han’ı gece gündüz koruyan on iki bin atlı atlı asker[43] haricinde, bir sefer sırasında üç yüz altmış bin süvari toplandığını nakleder. Fakat Marco Polo’ya göre asıl Moğol ordusu on misli daha kalabalıktır ve ülkenin güvenliği için dört bir tarafa dağıtılmıştır[44]. Bu durumda ona göre Moğol ordusundaki asker sayısı üç buçuk milyonu geçmektedir. Şüphesiz ki bu yazarların verdikleri sayılar abartılıdır. Ancak Philippe de Mézières’in kayıtları daha geç bir dönemde yazıldığı için gerçekliğini ispatlamak diğerlerine göre daha da zordur.
Sonraki satırlarda Moğol ordusu içinde hırsızlık olayının görülmediği ifade edilir. Bu tür vakaların yaşanmamasının sebebi caydırıcı cezalardır. Moğolların Gizli Tarihi’nde geçen şu cümlelerle Cengiz Han’ın da hırsızlığa tahammülü olmadığı net bir şekilde anlaşılır: Bütün ulusundaki hırsızları cezalandır, yalanı ortadan kaldır, ölüm cezasına layık olanları öldürt[45]. Moğolların hırsızlık yapanları ağır biçimde cezalandırmaları Batı kaynaklarına da yansımıştır. Örneğin Chronica Maiora’da yalancılık, zina ve cinayet gibi suçların yanı sıra hırsızlığın da şiddetle cezalandırıldığı belirtilir[46]. Moğollar arasında hırsızlık ve gasp gibi suçların oranının çok az olduğuna dikkat çeken Johannes de Plano Carpini, bu nedenle zenginliklerin, ipeklilerin yahut kıyafetlerin bulunduğu otağların koruma altında olmadığını nakleder[47]. Willem van Ruysbroeck ise büyük ölçüde hırsızlık yapanın ölümle cezalandırdığını, koyun çalma gibi küçük hırsızlık yapanlarınsa yüz sopa yediklerini aktarır[48]. Marco Polo da öldürülmeyi gerektirecek bir suç olmadığı durumlarda hırsızlara sopayla dövülme cezası verildiğini söyler[49]. Görüldüğü üzere Philippe de Mézières, Batı’nın çok iyi bildiği bir hususu tekrarlamıştır.
Diğer taraftan kaynaklarda, Philippe de Mézières’in “Genç bir öğrencinin profesörüne itaat ettiği gibi askerler de Büyük Han’a, generallerine ve diğer memurlarına aynı şekilde itaat ediyorlar,” sözlerini destekleyen noktalar da bulunmaktadır. Komutanlarına itaat etmeyen ve görevini yerine getirmeyen askerlerin cezalandırılması bizzat Cengiz Han’ın emridir[50]. Chronica Maiora’da da Moğolların Büyük Han’a itaat ettikleri ve ona derin saygı gösterdikleri ifade edilir[51]. Dünya üzerinde Moğollardan daha itaatkâr insanların olmadığını söyleyen Johannes de Plano Carpini ise hükümdarlarına en fazla saygı gösteren ulusun Moğollar olduğunu iddia eder[52]. Korykoslu Hayton da bu iddiayı destekleyici ifadeler kullanır. Tatarların komutanlarına diğer milletlerin tamamından daha fazla itaat ettiğini, hiçbirinin efendisinden maaş almamasına rağmen o ne emrederse yerine getirdiğini ve komutanların güçlük çekmeden onları idare ettiğini aktarır[53].
Philippe de Mézières’in Moğollar hakkındaki son kaydı Büyük Han’ın yönettiği ve bizzat iştirak ettiği bir oyundur. Bu kaydı özel kılan husus diğer kaynaklarda yer almamasıdır. Önceki bölümlerde sürekli şüpheyle yaklaştığımız Philippe de Mézières, gerçekten şaşırtan sürpriz bir anekdot aktarır. Fizik kurallarını zorlar gibi görünen bu oyunun ne olduğu belirsizdir. Jacques Paviot, “Bargadin, Moğolların pelote oyununun kaynağı mıdır?”[54] şeklinde bir soru sormuş fakat kendisi de cevabını vermekten kaçınmıştır. Söz konusu oyuna dair kayıt şu şekildedir:
“Büyük Han, askerlerine karşı nazik ve yakın olmak için belirlediği bir zamanda, üstün gücüyle topladığı yüz ya da iki yüz bin atlıyla büyük bir ovaya gelir. At sırtındaki askerler yayları ellerinde çekmeye hazır bir şekilde çok büyük olmayan oklarla hazır dururlar. Hepsi efendileri Büyük Han’ı izler. Elinde hafif bir kırmızı top tutan Büyük Han, onu şövalyelerine doğru fırlatır ve top, onu havada tutan sayısız ok yüzünden yere düşmez. Tatarlar bu eğlencede (turnuvada) o kadar yeteneklidirler ki topa vurmak için çok kalabalık olmalarına rağmen karışıklık olmaz ve topa vurmak için asla başka bir yere gitmezler. Titiz bir düzen sayesinde, eğer başının üzerinde değilse kimse topa vurmaz. Oklarla vurularak havada tutulan top sayısız atlının başı üzerinde yavaş yavaş hareket eder. Bu eğlencenin bitme zamanı geldiğinde, dört ya da beş saat boyunca havada tuttukları topu, efendilerinin emriyle Büyük Han’a götürürler. Büyük Han küçük borusunu çaldığında kimse artık ok atmaya cesaret edemez ve top, onu Büyük Han’a götürecek şövalyelerden birinin eline düşer. Topu iyi vuranlar için ödüller ve mükâfatlar vardır. Büyük Han’ın huzurunda herkesin katıldığı bu eğlence, onun ihtişamını gözler önüne sermek ve dünyanın sayılı ve en hünerli okçularından müteşekkil kalabalık bir orduya sahip olduğunu göstermek amacıyla tasarlanmıştır.”[55]
Sonuç
Philippe de Mézières, Moğollara dair anlatısını Batı’daki Moğol algısının eski heyecanını kaybettiği bir zaman diliminde yazmıştır. Moğollardan potansiyel bir tehlike olarak bahseden Papaz Julian’ın raporunun, onları Hristiyanlaştırmayı arzulayan Johannes de Plano Carpini’nin ve Willem van Ruysbroeck’in anlatılarının, Doğu’daki egzotik dünyayı Avrupa’ya taşıyan Marco Polo’nun seyahatnamesinin, Moğol hanlarıyla ittifak kurarak Haçlı Seferi düzenlenmesini planlayan Korykoslu Hayton’un projesinin üzerinden çok zaman geçmiştir. 13. yüzyılın başlarında Moğolları Hristiyanlaştırarak ittifak kurmanın yollarını arayan Batı Hristiyanlığı, yüzyıl sonlarına doğru artık onları Doğu’nun bir köşesinde hüküm süren ve diplomatik ilişki kurulabilecek bir devlet olarak görmeye başlamıştı. Le Songe du Vieil Pèlerin adlı eserinde Kral VI. Charles’a etrafındaki dünyayı tanıtmak isteyen Philippe de Mézières de Moğollardan bahsetmiş ve yazdıklarını Jehan Bargadin isimli bir arkadaşından öğrendiğini söylemiştir. Ancak henüz hiçbir belgede Bargadin adlı birinin gerçekten var olup olmadığını kanıtlayacak bir bilgi bulunamamıştır. Bu sebeple Philippe de Mézières’in anlattıklarına ilk tahlilde şüpheyle yaklaşmak doğaldır. Bu yüzden onun verdiği bilgilerin doğruluğunu ölçebilmek için Moğolları gerçekten ziyaret eden seyyahların yazdıklarıyla kıyaslamamız gerekti. Bu kıyaslama sonucunda, yazarın verdiği bilgilerin büyük bir kısmının diğer seyyahların anlatılarıyla uyuştuğu tespit edilmiştir. Ayrıca bazı noktaların Moğolların Gizli Tarihi ve Chronica Maiora gibi kaynaklardaki örneklerle de benzediği görülmüştür. Bu bağlamda, Bargadin’i referans göstererek bilgi veren Philippe de Mézières’in anlatısının otantik bir tarafının olduğu görülmüştür. Fakat “Philippe de Mézières’in anlattıkları gerçekten de orada 8 yıl yaşayan Bargadin’in gözlemleri miydi?” veya “Yazar bu bilgileri diğer seyyahların eserlerinden mi öğrendi?” gibi sorulara cevap verebilecek kanıtlardan yoksunuz. Tam bu noktada, şansölyelik görevi sebebiyle uzun yıllar Kıbrıs’ta ikamet eden Philippe de Mézières’in, bazı bilgileri oraya gelen tüccarlardan veya seyyahlardan öğrendiği ihtimalini de aklımızın bir köşesinde bulundurmamız gerekiyor. Bütün muğlaklıklara rağmen bu anlatının kendine has orijinal gözlemler barındırdığı, tamamıyla doğru olmasa bile diğer kaynaklardan farklı içeriklere sahip olduğu ve büyük ölçüde orada bulunmuş kişi veya kişilerin gözlemlerine dayandığı görülmektedir. Diğer kaynaklarda hiç bahsedilmeyen, Büyük Han’ın Moğol askerleriyle oynadığı oyun bize daha büyük bir ipucu verebilirdi. Ne yazık ki bu husus, ilerleyen yıllarda yapılacak kaynak taramalarında karşımıza benzer ya da farklı bir kayıt çıkana kadar belirsizliğini korumaya devam edecektir.