Giriş:
Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi’ni takip eden günlerde Türk yurdu yer yer işgallere uğrarken Çukurova yöresi de 1918 yılının Kasım ve Aralık aylarında Fransız ve İngiliz ortak işgaline uğramıştı. Çukurova bölgesi, ortak bir işgale uğramasına rağmen, bu bölgede İngilizlerle Fransızlar arasında nüfuz yönünden siyasi bir çekişme kendini gösteriyordu. Fransa, İngiltere üzerinde yaptığı baskıdan başarıyla çıkacak, Suriye ve Kilikya bölgesini kendi nüfuzu altına alacaktı[1]. Nitekim 15 Eylül 1919 tarihinde Suriye ve Kilikya'da işgal kuvvetlerinin tebdili hakkındaki "İngiliz-Fransız Mukavelesi"nin imzalanması ise[2], bu yörelerin Türk halkını büsbütün dehşete düşürmüştü. Çünkü, bu sözleşmeye göre Maraş, Antep ve Urfa şehirleri İngilizler tarafından boşaltılarak, Fransızlara terk edilecekti. İngilizler bu suretle durmadan kaynayan ve Türkler tarafından mutlaka savunulacağını düşündükleri bir toprak parçasını Fransızlara bırakır ve onların Arap memleketleri üzerindeki dikkatlerinin dağılmasını sağlarken[3], aynı zamanda bu bölgede yaşayan Türk halkını da Fransız zulmüne terketmiş oluyorlardı[4]. Zaten Mustafa Kemal, bu sözleşmeden haberi olunca, derhal çok acil olarak, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Merkeziyesi'ne çektiği telgrafta;
"Eylül ayının 15. günü (1919) İngiltere ile Fransa, 1916 yılında imzala-dıkları antlaşmayı esas kabul ederek, "Suriye İtilafnamesi" adı altında milletimizi yakından ilgilendiren bir mukavele üzerinde anlaştılar. Bu mukavelenameye göre, İngilizlerin haksız olarak işgal ettikleri yerleri tahliye eyledikleri bölgeleri, Fransızlar haksızlık üzerine haksızlık yaparak işgale başlayacaklar, Halep 'i hariçte bırakarak, Urfa, Ayıntap, Maraş ile Adana vilayetlerimizdeki çoğunluğu İslâm ve Türk olan ve zengin topraklarımızı işgal bölgelerine dahil ederek, kuzeye doğru da Harput ve Sivas'a kadar uzanıp, buraları da dahile alarak Mersin'in batısına kadar uzanan ve Batı Anadolu ile Doğu Anadolu'yu birbirinden ayıran bu bölgeler Fransız nüfuz ve idaresine girecektir" diyerek, durumun ciddiyetini belirtmiş ve bu konunun idarecilere ve gazetelere duyurulması gerektiğini bildirmiştir[5],
Fransa’nın Çukurova’daki Emelleri:
Bu sözleşmeye göre Fransızlar Çukurova'nın verimli topraklarını ellerine geçirmişler ve ayın zamanda Suriye'yi uzun süre ellerinde tutabilmeleri için, Orta Toros Geçitlerine de hakim olmuşlardır. Bu hususta Fransız yetkilileri bu yöreler için şunları söylemişlerdi[6]: "Kilikya'nın Fransızlar tarafından işgali, stratejik ve ekonomik sebeplerle Suriye'nin tarihi müdafaasını teşkil eden Toros Geçitleri'ni ele geçirmeyi istilzam etmektedir..." Suriye’de kurulacak Fransız hakimiyetinin devamını sağlamak için Toros Tünellerini ele geçirmek, aynı zamanda Çukurova'ya da hakim olmak demekti. Burada, göz önünde bulundurulan stratejik önem yanında Çukurova'nın zirai açıdan büyük bir potansiyele sahip olması da Fransız sanayii için ayrı bir hammadde kaynağı teşkil etmesiydi. Zaten Fransız yetkilileri, Çukurova'yı ekonomik açıdan değerlendirmekte ve kendi iktisadî çıkarları için bu bölge üzerinde hassasiyetle durmakta idiler[7].
Bu bölge üzerinde Fransızların tatbik etmeyi düşündükleri başka fikirleri de vardı. Fransa daha önce tehcir kanunu ile bölgeden uzaklaştırılan Ermenileri tekrar Çukurova'ya getirip, eski yerlerine yerleştirmek istiyordu[8]. Fransızlar Ermenileri niçin buraya yerleştirmek istiyorlardı sorusuna gelince; bunun sebebi gayet açıktı. Çünkü onlar Ermenilerden istifade etmek[9] ve bu doğrultuda da Ermenileri Türk insanına karşı maşa olarak kullanmak isterken, aynı zamanda da Ermenilere Çukurova’da bir devlet kurmayı vaad ediyorlardı[10]. Ayrıca Fransızlar, bölgeyi terketmek durumuna gelince; burada ortaya çıkacak boşluğu bir Ermeni devletçiği ile doldurabileceklerini de düşünüyorlardı.
Böylece Türk Devleti ile, güneydeki yani Suriye'de yaşayan müslüman Araplar arasında bir tampon devlet kurulacak ve ınüslümanların birleşmeleri de önlenmiş olacaktı. Bu konuda Mustafa Kemal Büyük Nutuk’ta meseleye şöyle bir açıklık getirmektedir: "...Halen ecnebi taht-ı işgalinde bulunan manatıktan, Kilikya'yı Arabistan ile Türkiye arasında bir etat tampon vücuda getirmek maksadiyle anavatandan ayırmak arzusunda bulunulduğu mevzû bahis edildi. Anadolu'nun en koyu Türk muhiti ve en mahsuldar ve zengin bir mıntıkası olan bu kıtanın hiçbir surede ayrılmasına muvafakat edilmeyeceği..."[11]. Böylelikle bu bölgede Fransa'nın denetiminde bir Ermeni Hıristiyan devleti oluşturularak, iki İslâm ahalisi arasına bir nifak sokmak niyetinde olduklarını görebiliriz.
Bu sözleşme ile İngilizler, işgalleri altında bulunan Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgesini Fransızlara bırakırken, bundan çeşitli şekillerde faydalanacaklarını düşünüyorlardı. Bir kere devamlı olarak kaynayan bir bölgenin sorumluluğunu Fransızlara devretmek suretiyle onları Türklerle karşı karşıya bırakmışlardı. Diğer bir husus ise, İngilizler bölgeden çekilme kararıyla buradaki kuvvelerinin serbest kalmasını sağlamışlardı. Ayrıca İngilizler, Türklerin kutsal vatan toprakları olan bu bölgeleri sonuna kadar müdafaa edeceklerini anlamış olduklarından, Fransızları bu bölgede meşgul ederek, dikkatlerini de Arap ülkelerinden çekmişlerdi. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir de Robeck'in 12 Kasım 1919 günü Lord Curzon' a göndermiş olduğu rapor, bu düşünce ve görüşleri doğrulamaktadır[12]:
"Suriye ve Güneydoğu Anadolu'nun İngiliz işgalinden Fransız işgaline devri hususundaki kararın açıklanması üzerine burada gösterilen tepki, Adana bölgesinin Türkiye'nin tabii ve ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğini bir kere daha ortaya koymuştur. Nitekim bu karar üzerine İstanbul'daki Müttefik devletlerinin yüksek komiserlerine memleketin çeşitli yerlerinden gönderilen telgraflarla Fransızların Antep, Urfa ve Maraş işgalleri protesto edilmiştir. Gelen telgrafların hemen hemen aynı formun tekrarından ibaret bulunuşu milli hareketin teşkilatlanışının yaygın ve süratli olduğunu,...", göstermektedir. Ayrıca diğer bir hususta İngiltere, Irak ve Mısır’a karşılık bu bölgeleri Fransa'ya terk etmişti[13].
Böylece, Yıldırım Orduları Grubu Komutanı Mustafa Kemal'in bütün çabalarına rağmen Mondros Mütarekesi gereğince 7 Kasım 1918 tarihinden itibaren bölgede başlayan İngiliz-Fransız ortak harekatı bir müddet sonra "Suriye İtilafnamesi" ne göre tam bir Fransız işgaline dönüşmüştü. Fransızların tarihi, kültürel ve askerî bakımdan bölgedeki varlıklarını uzun süre de-vam ettirmeleri mümkün olamazdı. Ermenilerin, millî emelleri, Fransızların sömürgeci gayelerinin tahakkukunda bir vasıta olarak kendisini gösterirken, dikkat çekici bir paradoks da meydana getirmekteydi. Zira, bu sömürgeci emeller, Ermeni isteklerinin, istikbaldeki yegane dayanağını oluşturacaktı.
Bütün bunlara dayalı olarak, Ermeni liderlerinin Anadolu toprakları üzerinde bağımsız bir Ermenistan Devleti kurulması için çalıştıklarını biliyoruz. Bunlar yalnız, Doğu Anadolu vilayetlerini değil; Maraş ve Kilikya'yı da Ermenistan sınırları içinde gösteriyorlardı. Fransızlar ise, bir yandan Ermenileri silahlandırıp eğiterek, Güney Anadolu'ya savaş ortağı olarak sürerken, bir yandan da Ermenilerin Adana ve İskenderun üzerindeki isteklerine karşı duruyorlardı. Buralarda kendilerinin tarihi rolü bulunduğunu ve bölgenin Fransızlara ait olabileceğini kesinlikle ifade etmekteydiler[14].
Diğer taraftan "Suriye İtilafnamesi" ne göre İngilizlerin yerini önce Fransız askeri elbisesi giyinmiş Ermeni Gönüllü Taburları aldı[15]. Bunu Fran-sız askerleri takip etti. Daha sonra da, bu bölgedeki Türk çoğunluğunu yok etmek isteyen Fransızların, taşıt gemileriyle getirdiği Amerika, Mısır, Suriye ve Fransa'daki muhacirler takip etti[16]. Olayların bizzat içerisinde bulunan Gani Girici ise; "işgal esnasında Çukurova'ya 200.000 Ermeni geldi"[17] diyerek, hadiseleri doğrulamaktadır. Böylece Çukurova'ya bir Ermeni akını başlamıştı[18]. Çukurova'ya Ermenilerin gelmesi üzerine Adana valisi Nazım Bey istifa ederek, görevini vekaleten yürütmeye başladı. Nazım Bey işgalden sonra İstanbul'a çektiği telgrafta, sağlık durumu ve mahallin icabından dolayı istifa ettiğini bildiriyor ve vilayetin halini pek acıklı bir surette tasvir ediyordu. Fransızların amacı orada bir Ermeni Cumhuriyeti kurmak ve Ermenilerin halen zayıf bir azınlıkta bulunmalarından dolayı, şimdiki halde buna muvaffak olamazlarsa, geçici olarak müstakil bir hükümet teşkil etmek olduğunu ve işgal askerlerinin yüzde sekseninin Ermeni Gönüllüleri'nden[19] olmasının buna dahil olduğunu belirtmişti[20]. Ayrıca Fransızlar Çukurova'yı işgal ederken, Ermeni Gönüllüleri'nin yanı sıra diğer sömürgelerinden getirdiği Tunus, Cezayir ve Senagal'li askerlerden de yararlanma yoluna gitmişlerdi[21].
Böylece, Fırat nehrinin batısında Kilikya ve Suriye'ye yerleşmiş olan Fransız kuvvetleri dört tümene ulaşmıştı. Suriye-Kilikya Fransız Baş Mümessili ve Doğu Ordusu Başkomutanı General Gouraud kumandasındaki Fransız kuvvetlerinden Birinci Doğu Tümeni karargahı ile beraber büyük bir kısmı Adana'daydı. Ayrıca 7. Süvari alayının karargahı Adana’da ve birlikleri de piyade alaylarının emrinde bulunuyordu. Bu tümenin bir alayı Tarsus’a, bir alayı da Mersin'e yerleşmişti. İslahiye, Bahçe, Ceyhan ve Pozantı'da Birinci Tümenden birer takviyeli tabur bulunmaktaydı. Fransızlar geniş bir alana yayılmış olan bu tümenin her yerde zayıf olduğuna hükmederek, 1920 yılı Şubat ayında Suriye'deki İkinci Tümeni de Anadolu'ya getirmişler, ayrıca sırf Antep'e karşı zaman zaman taksiye kuvvetleri de sevketmişlerdi[22].
Ayrıca Fransız komutanlığına bağlı olarak, bölgedeki Ermeni kuvvetlerinin mevcudu 10.000 civarında bulunuyordu. Bunların bir kısmı Fransız askeri gibi teşkilatlanmış ve Fransız üniforması taşıyan birlikler halindeydiler. 4.500 mevcutlu bir alay olan bu birlik, daha Birinci Dünya Savaşı bitmeden önce, Fransızlar tarafından Mısır'da kurulmuş olup, Lejyon Doryan (Legion D'orient) adını taşıyordu. Güney Anadolu işgal edilirken, Fransız kıtaatı ile beraber eski yurtlarına dönen Ermenilerin bir kısmı, askeri düzen içerisinde millî kuvvetler halinde örgütlenmişlerdi. Ermeni kuvvetlerinin üçüncü kısmını ise çeteler teşkil ediyordu. Bu Ermeni kuvvetlerinin bölge itibarıyla dağılımı şöyledir[23]:
Bu paradoks, Çukurova’da Fransız-Ermeni işbirliğini devam ettirmiş ve müşterek hareket Türkleri tehdit etme şekline dönüşmüştü. Böylelikle kısa sürede Çukurova bölgesinde Ermeni-Fransız zulmünün Türklere yönelmesi neticesini doğurmuştur. Hakim bir millet iken bir anda üçüncü sınıf bir sömürge ahalisi durumuna düşen ve sahip olduğu toprakları elinden çıkarmaya zorlanan Türk halkının, bu duruma rıza göstermesi düşünülemezdi. Nitekim bütün yurtta ferdi girişimler şeklinde ve daha çok intikam gayesine dayalı direniş hareketlerinin ortaya çıkmasını engellenememiştir.
Ermenilerin Çukurova Politikası:
Ermenilerin bölgedeki politikalarına ve faaliyetlerine gelince; Ermeniler eski çağlarda yaşadıkları toprakları Asıl Ermenistan adıyla iki kısıma ayırmışlardı. Birincisi "Büyük Ermenistan" İkincisi ise "Küçük Ermenistan". Büyük Ermenistan 15 vilayete bölünmüştü[24]. Küçük Ermenistan ise, üç vilayete ayrılmış ve Kilikya Ermeni Krallığı adıyla da belirttikleri prensliğin toprakları Kilikya'da, sahil ve dağlık Kilikya olmak üzere iki kısıma ayrılmıştı[25]. Kilikya Ermenistanı'nın sınırları esneklik gösteren ve yüzyıllar boyunca bir çok devletlerin işgal ve istilasına uğramış bir geçit ve çarpışma sahası olan bu bölgelerde hiç bir zaman devamlı, mütecanis ve millî bir Ermenistan devleti mevcut olmamıştır. Küçük küçük krallıklar, çoğu zaman bölgedeki büyük devlet-lere bağlı olarak, muayyen yörelere hükmetmişlerdir[26].
Burada şunu da ifade etmek yerinde olur kanaatindeyim; Ermeniler yaratılış itibariyle ancak güçlü olanın yanında yer almışlardır. Örneğin Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle Bizans'a karşı Türklerin yanında yer almışlardır[27]. Çünkü Türkler o sırada güçlüydüler ve bu asırlarca böyle devam etmişti[28]. Mondros Mütarekesi’nden sonra ise Türkler zayıf duruma düşmüş bulunuyordu. Üstelik Türk yurdu ucundan kıyısından istila edilmişti. Böylelikle güç başkasının eline geçmiş gibi görünmekteydi. Öyle ise, güçlü olanın yanında yer almaları tabiatları gereği idi.
Ayrıca bir başka husus da; İtilaf Devletleri, Kafkasya'dan Kilikya’ya kadar uzanacak "Büyük Ermenistan" fikrinden vazgeçmeyeceklerini ve böyle bir politikayı da Türklere kabul ettirebilecek güce sahip olduklarını tahmin ediyorlardı[29], Bu düşünceye ve bu geçmişe dayanarak politikalarını çizmeye çalışan Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken, mutlu sona ulaşabileceklerini zannettiler. Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Çukurova'da kargaşa yaratmaya çalıştılar. Mondros Mütarekesi'nden sonra bu kargaşa daha da artmıştı. Bunun üzerine Çukurova yöresine bir Amerikan soruşturma heyeti gelmişti. Çeşitli din, dil ve ırklara mensup halkın ileri gelenlerini toplayarak, Adana’nın idaresi hakkındaki fikirlerini sordu. Bunlardan ortodoks ve katolik Ermeniler Fransa himayesinde bir Ermenistan kurulmasını istediler[30]. Zaten Fransızlar da, kendi denetimlerinde Kilikya adıyla bir Ermenistan meydana getirmek istiyorlardı[31].
Mondros Mütarekesi'nden sonra, İstanbul Paniği ve Sis Ermeni Katalikosluğu’nun organizatörlüğünde, Fransız işgalinin kısmî olarak gösterdiği müsamahadan da yararlanma yoluna gitmişlerdir[32]. Fransızların Ermenilere göstermiş oldukları bu müsamaha ise; tarihî, kültürel ve askerî bakımdan bölgedeki varlıklarını uzun süre devam ettirmek isteyen Fransa'nın politikasını gerçekleştirmede bir araç olmasıdır. Böylece İtilaf Devletleri Ermenilere müstakil-bağımsız bir devlet vaad etmişlerdi[33]. Bu durum Fransız, İngiliz veya Rusların Ermenileri çok sevmelerinin bir sonucu değildi. Bilakis bölgede başta Fransızlar olmak üzere, müstevlilerin çıkarları söz konusuydu. Örneğin Fransa, Çukurova'da kurulacak olan bir Ermeni Devleti'yle Türkiye'nin Suriye'ye doğrudan müdahalesini önleyecek ve bu ise Suriye’deki Fransız egemenliğine bir güvence teşkil edecekti.
Diğer taraftan, Fransa'nın Çukurova politikası başlıca iki doğrultuda kendini gösteriyordu: Ermenilere askerî harekatta yer verilmesi ve Çukurova'nın İdarî yönden Ermenileştirilmesi[34]. Ayrıca Ermenilerin Kilikya'daki isteklerini destekleyen Fransa, Adana ve İskenderun üzerinde Ermenilerin tarihî rolleri bulunduğunun kabul edilmesine taraftardı. Fransızlar, Ermeni isteklerini desteklemekle beraber, bu verimli topraklardan ayrılmayı da düşünmüyorlardı[35]. Böylece o zamanlar Fransa Başbakanı Briand da bu hususta şunları söylemiştir[36]:
"Adana bölgesi ve Mersin limanıyla İskenderun, doğal ve mükemmel bir körfez teşkil eder. Buna karşılık stratejik savunmayı sağlayacak dağlar, körfezden bir hayli uzaktır. İşte bu sebepledir ki, askerî tesir sahamızın sınırlarını, Ermenilerin rıza ve istekleri üzerine, daha ötelere götürmek istedik. "
İşte bu olaylara paralel olarak, Fransızlar işgalden hemen sonra, vaktiyle Türkiye'den göç ettikleri kabul edilen 100.000 Ermeni’nin Türkiye'ye dönmelerini istedi[37]. Bunun üzerine 1915 tehcirinde Anadolu'dan çıkarılan Ermenilerden 100.000 kadarı Çukurova'ya gelerek, 70.000'i Adana ve köylerine, 12.000'i Dörtyol'a, 8.000'i Hacın'a, geri kalanı da Kozan civarına ve ayrıca Maraş ve Zeytun'a da 50.000 Ermeni yerleştirilmiştir[38].
Ermenilerin Çukurova'ya gelişlerini Bremond eserinde şu şekilde an-latmaktadır; bunun için okullar, iş yerleri ve atölyeler organize olundu. Aynı zamanda 1919 yılı sonlarında 60.000 Ermeni'nin bulunduğu Adana'daki yığılmayı önlemek için, aşağıdaki şekilde yeniden yerleşme oluşturuldu: Hacın 8.000, Hassa 1.000, Dörtyol 12.000, Osmaniye 1.000, Misis 1.200-1.500 arası, Abdioğlu 1.000 civarında, Nacarlı 1.000 civarında, İncirlik 1.200, Tarsus 34.000 arası, Mersin 2-3.000 arası. Bundan sonra ise Kilikya'daki Ermenilerin sayısı 1919 yılı sonunda 120.000 kişiye ulaşmıştı[39]. Bu olayı yaşayanlardan Ceyhanlı Hamit Selçuk şöyle anlatmaktadır[40]: "Fransız işgaliyle beraber eski göçen Ermeniler geldiler. Sonra da beraber geri gittiler". 4-6 Kasım 1919 tarihlerinde Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın 12. Kolordu Komutanlığına gönderdiği bir yazıda; Ermeni nüfusunun çoğalması için Anadolu'dan ve Amerika'dan Adana'ya gönderilen muhacirlerin durdurulması[41] istenmektedir.
Zaten İngiliz ve Fransızlar, güneyi Ermeni milisleriyle birlikte işgal etmişler, Adana’da bulunan Ermeniler işgalcileri yollara halılar sererek karşılamışlardı[42]. Böylece Fransız-Ermeni işbirliği devam etmiş, müşterek hareket[43], Türkleri tehdit etme şekline dönüşmüştü[44]. Bu davranış Çukurova ve Güneydoğu Anadolu için bir felaket olmuştu. Bu durum bölgede Fransız- Ermeni işbirliğini ve bunun tabii sonucu olarak da Ermeni taşkınlıklarını görüyoruz.
Bu sırada Ermeniler bazı cemiyetler kuruyor ve bu cemiyetler vasıtası ile faaliyete geçiyorlardı. Bu cemiyetlerden birisi Gençlik Dernekleri idi. Çukurova'ya gelen Ermenileri müstahsil duruma getirmek, Türkleri Fransız makamlarına jurnallemek ve gençlerini siyasi cemiyetlerle yetiştirmek yönünden gayret sarf ediyorlardı. Sık sık gösteriler düzenliyorlar ve her fırsattan yararlanarak, hülyasını güttükleri Ermenistan krallığının bayrağını çekiyorlardı[45]. Ermeniler bu fırsattan azami derecede istifade etmek ve Fransızların gözüne girebilmek için Türklere karşı tecavüzlere başlayarak, ikinci bir cemiyet olarak da Ermeni İntikam Alayı'nı kurdular[46]. Bu konuda Ali Saip[47]:
“Adana'da teşkil edilen Ermeni İntikam Alayı alenen zulüm ve itisaf bayrağını açmış idi. Fakat bu alay kimden intikam alacaktı? Ordu terhis edilmiş, Adana vilayeti kontrol altına alınmış idi. Fransızlarca bu unvan altında bir alay teşkiline nasıl muvafakat ediyorlardı. Bu intikam alayına ne lüzum vardı. Fakat onların hedefi yalnız Türk Hükümeti, Türk hakimiyeti değildi, bizzat Türk hayatına kast idi ve bilhassa onu yaşatmamak, onu boğmak öldürmek idi" demektedir. Nitekim Ermeni intikam hareketleri Şubat 1919'da korkunç bir artış göstermiştir. Fransızlar bile buna tahammül edememişler ve Ermeni Gönüllüleri’nden bir taburu dağıtarak, 1 Mart 1919'da Port Said'e göndermişlerdi[48]. Buna rağmen, Ermenilerin vahşiyane hareketleri oldukça hızlı bir şekilde devam etmişti[49].
Ayrıca Fransızlar Çukurova’da, Türklerin elindeki silahları toplamışlar ve diğer yandan ise Ermenileri Türklere karşı silahla donatmışlardı[50]. Bunun üzerine Temsil Heyeti Başkanlığı tarafından, Albay Refet Beye gönderilen bir telgrafta; Adana'da halkın durumunun iyi gitmediği, Fransızların Maraş ve Urfa'da yaptıklarını aynen Adana'da da tatbik ettikleri, Ermenileri silahlandırdıkları ve bunları müslüman halka saldırttıkları, Kozan civarında müslümanlardan toplanan silahları ve hatta hayvanatı dahi Ermenilere verdikleri, adı geçen civarda Hamamköyü, Kurdoğlu Çiftliği, Toklubey Çiftliği, Çolakhasan, Yassıçalı, Mehmetağa ve Kabasakal köyleri Ermeni jandarma ve gönüllüleri tarafından tamamen tahrip edildiği ve bu köylerden kaçan müslüman halkın Ceyhan ve Karsantı taraflarına hicret ettikleri ve Bucak civarında diğer bir kaç köyün yakıldığı haber alınmıştır. Fransızlar bu durumda Çukurova'da yaşayan halk arasında intikam tohumlarını ekerek, Ermenilerin Türkleri katletmesini teşvik etmekteydiler[51], şeklindeki haberiyle de olayların korkunç boyuta ulaştığı belirtilmekteydi.
Adana'da kısa bir süre vali vekili olarak bulunan Esat Bey ise anılarında şunları söylemektedir[52]:
"Adana'nın Ermeni murahhası Muşıh vardı. Avrupa'da tahsil görmüş, genç ve halis bir komitacı idi. Kendisinin oturduğu binanın altındaki dükkanlarda bomba yapılıyordu. Bir gün bir bomba infilak eder, bina berheva olur. Binanın enkazı altında ve sandık içinde bombalar çıkar. Kiliseleri ve reis-i ruhanilerin oturdukları yerleri bile böyle silah depoları ve birer fesat ocakları haline getirmişlerdi. Bundan başka mukaddesata, ibadethanelere kadar el uzatmışlardı, ezcümle akşam ve yatsı ezanları minarelerden okunurken Ermeniler tarafından kurşun atılmak suretiyle müezzinlerin hayatlarını tehlikeye koymuşlardı. Bu kabil sarkıntılıklar işgal memurlarının gözleri önünde ve memleketin içinde yani nüfus kesafeti inzibat vesaiti kuvvetli bir yerde oluyordu. Kırlarda köylerde artık ne yapmazlardı.... "
Bu durumlara şahit olan Gani Girici, bir olayı şöyle anlatmaktadır: "Ermeniler, Adana 'daki Hacı Bayram Camiinin minaresine köpek çıkardılar ve havlattılar. Bundan sonra, Türkler ezanınız okunuyor, namaz kılmaya gidin dediler”[53]. Ayrıca Ermeniler Türk dükkanlarını 10 Şubat 1919 tarihinden itibaren yağmalamaya başladılar. 25 Şubat da ise, sarraf Vanlı Ahmet Efendi’nin evi talan edilerek ve kendisi süngülenerek, delik deşik bir vaziyette şehit edildi[54]. Böylece Fransızlar, haksız işgallerinden sonra, halka karşı çok fena hareketlerde bulundular ve bunları Fransız üniforması altında Ermenilere yaptırdılar[55]. Bu konuda TBMM Gizli Oturumunda M. Kemal şöyle demiştir[56]:
"...Denebilirki, her ne sebeple olursa bu memlekette Ermenilerle mille-timiz arasında bir takım kanlı vekayi cereyan etmiştir. Bu iki milletin birbirine ve bilhassa Ermenilerin milletimize karşı kuvvetli buuz ve adavetleri vardır. Binaenaleyh Ermenileri bize taslit etmek, ahali-i islâmiyeye taslit etmek, bittabi gayet yanlış hareketti. Çünkü, Ermenilerin gayesi -bilhassa himaye ve siyanet görüldükten sonra- Kilikya'da, Antep'te, Maraş'ta, Urfa'da, her nerede bulurlarsa ahali-i islâmiyeyi imha etmektir. Oralarda bulunan zavallı kardaşlarımız pek acı muamelelere maruz kalmışlardır...".
Fransızların desteği ile Ermeniler, Çukurova’da yaşayan Türk halkına karşı aşırı bir şekilde acımasız olarak eylemlere giriştiler. Ermeniler yapacakları bu eylemlere silah temin etmek için, Türk jandarmalarının idaresinde bulunan ve içerisinde silah bulunan depoya yaptıkları baskın sırasında Jandarma Okulu Muallimi Osman Efendi ve iki jandarmayı, ayrıca sivil halktan da iki kişiyi şehit ettiler[57]. Bu hadiselerden başka, 11 Haziran (1920) günü öğleden sonra ise çaresiz bir grup halk Kâhyaoğlu Çiftliğine vardıklarında, otuz kadar Ermeni’den oluşan bir çetenin saldırısına uğrayarak, bütün erkekler bir eve, kadınlarla çocuklar diğer bir eve doldurularak, kırküç erkek, yirmibir kadın ve sayısı tespit edilemeyen çocuklar kamadan geçirilmiş ve kadınların kollarını ve kulaklarını kesmek suretiyle bilezik ve küpelerini de almışlardır[58].
Çukurova'da olan bu hadiseler üzerine M.Kemal Paşa, Bursa’da 56. Fırka Komutanı Miralay Bekir Sami Efendi'ye gönderdiği telgrafta; "Gelecekteki durumun General Gouraud'ya bildirilmesi ve kumandan Brissot'ya vaziyetin hemen tebliğ edilmesi maksadıyla; Çukurova'da, İslâm ahalisine karşı yapılan bu hareketler, halkın galeyana gelmesine vesile olmuştur. Bu hadiselere derhal son verilmesi istenilmiş, aksi takdirde vuku bulacak hadiselerden hiç bir mesuliyeti kabul edemeyeceğini" bildirmiştir[59]. Bu telgrafa rağmen, Çukurova'daki Ermeni mezaliminin önüne geçilememiştir. Yine 12 Haziran 1920’de Yüreğir ovasında 150 kişiyi öldürmüşler ve bir o kadarını da yaraladıkları yetmezmiş gibi Çotlu Köyünde de 5 çobanın gözlerini oymuşlardır[60]. 15 Haziran 1920 tarihinde ise, Camili ve Dedepınar köylerinde Türk çeteleri var bahanesiyle Feytullah Çiftliğine toplanan Ermeni komitecileri 500 kadar kuvvetle iki köyün halkından ve etraftaki aşiretlerden biriken 175-200 kişi kadar silahsız kadın ve çocukları şehit ederek, evlerini de yakıp yıkmışlardır[61].
Başka bir hadise de şöyle cereyan etmiştir: işgalcilerden Sancak Guvarnörü ve Harp Divanı Başkanı olan Kolonel Normand, sanki Ermeni komitecilerinin elinde bir maşa olmuştur. Bir çok Türk’ün haksız yere, müdafaası alınmadan idamına emir vermiştir. Kolonel Normand eski garaj (şimdiki Merkez Camii) civarından geçen Seyhan nehri kenarında gözlerini bağlatmadan yirmi iki Türk'ü kurşuna dizdirmiş ve bu işi de bizzat Ermeni çetelerine yaptırmıştı[62].
Fransızlardan yüz bulan Ermeniler, yaptıkları yetmezmiş gibi bir de Şişmanyan Hükümeti’ni kurdular (16 Haziran 1920)[63]. Türk-Ermeni davalarını halletmek üzere kurulmuş olan bu Ermeni Hükümeti, şimdiki merkez bankasının yerinde bulunan büyük kiliseyi merkez yapmış ve bu vesileyle, Ermeni Hükümeti polis, jandarma ve askerî teşkilatını da kurmuştur. Ermeniler bu hükümetin varlığından faydalanarak, uydurma alacak veya seferberlikte sürgüne giderken Türklere emanet olarak hayvan, eşya vesair gibi şeyler bıraktıklarını bahane ederek, davacı olmaya başladılar. Dava edilen Türk zengin ise hem parası alınıyor, hem de parası olmayanlarla birlikte kilisedeki Şişmanyan Hükümetine götürülerek, akıbeti meçhul hale getiriliyordu. Bu meçhuliyet Adana’nın düşman işgalinden kurtarılmasından sonra, adı geçen kilisenin aranması sırasında alt kısmında tespit edilen sığınaklarda yüzlerce Türk'ün katledildiğinin görülmesiyle aydınlığa kavuşmuştur[64].
Çukurova yöresinde adeta Ermeni mezbahaları kurulmuş, buralarda Türkler kesilmiş, Adana’da Türk kanı kıyasıya akıtılmış, insan mezbahalarına sürüklenerek götürülen Türkler, buralarda boğazlanmıştı. Bu olaylarda, Ermeni Kilisesi baş rolü oynamıştı. Adana sokaklarında çocuk, ihtiyar, kadın, kız, genç demeksizin insanlar parçalanarak, çengellere takılmış, böylece bu vahşet hareketleri tarihe lanet ve esef dolu sahifeler halinde geçmişti. Çengellere çok defa diri diri geçirilen talihsizler de olmuştu. Feryad ve ıztırap içinde diri diri çengele takılmış olan Türk çocukları satırlarla parçalanmıştı. Ermeniler böyle hareketlerde birbirleriyle yarış halindeydiler[65].
Adana'da kilise avlusu kazılarak derin bir mezarlık haline getirilmişti. Bu mezarlık 2.000 kişi alacak kadar kazılmıştı. Mezbahada parçalanmasına gerek duymadıklarını bıçaklayarak çukura atmışlardı. Çukura atılanların çoğu kurşunlanmış, veyahut da başına bir çekiçle vurularak öldürülmüş, ölmese de atılmış olduğu çukurda inleyerek can vermişti[66]. Bu durumdan endişe duyan Türk insanını, şehrin hemen yakınında bulunan, bağına ve bahçesine gidemez hale getirmişlerdi[67].
Böylece işgalciler, şehirde yaşayan Türkleri kaçırmak için şiddeti arttırdılar. Her gün ölüm korkusu ve katliam havadisleri yaydılar; bir yandan da işkence ve zulmü fazlalaştırdılar[68]. Bu haberler ve olaylar üzerine halka karşı katliam yapılmasından endişe ediliyordu. Bu endişeyi Mustafa Kemal şöyle dile getirmiştir: "Adana vilayeti dahilindeki müslümanlar, tepeden tırnağa kadar teslih edilen Ermenilerin tehdidi altında, her dakika katliama maruz bulunuyorlardı"[69]. Mustafa Kemal'in de belirttiği gibi müslüman ahali Er-meni katliamı ile karşı karşıya gelmişti.
Kaç-Kaç Hadisesi:
Kaç-Kaç[70] olayına da gelince; yavaş yavaş şehri terkeden Türk aileleri 10 Temmuz 1920'de tamamen genel bir kaçışa başladılar. 10 Temmuz'daki katliam söylentisi hemen hemen bütün şehirdeki Türkleri kaçmaya mecbur etmişti[71]. Ermenilerin kasıtlı olarak yaptıkları katliamlar ise şehirde asayişi bozmuş ve halkın kaçmasına zemin hazırlamıştı. Bu durumu anlayan halk da düşmandan temizlenmiş Toroslara sığınmak için harekete geçti. Fakat, Adana’dan çıkış zor idi. Her tarafta Ermeni çeteleri her an müslüman Türk'ün can güvenliğini tehdit ediyorlardı. Bu büyük bir tehlike idi. Asıl mesele bu olup, Toroslara sığınmaktan amaç ise kaçıp kurtulmaktan daha çok, orada teşkilatlanıp, Adana'yı düşman istilasından kurtarmaktı.
Bu durumun farkına varan Fransızlar, 9 Temmuz 1920 tarihinde Ermeni komitecileri ile düzme bir oyun tertip ederek; müslüman halkın şehri boşaltmalarını kolaylaştırmak için güneydeki bahçeler tarafına Cezayirli müslüman askerlerini nöbetçi koyup, bu duruma müsamaha gösterdiler[72].10 Temmuz sabahı iki saat süren silahların müslüman mahalleleri üzerine sıkılmasından sonra Türkler, koltuklarında birer bohça ile Oba yoluna doğru kaçmaya başladılar[73]. Çarşıdaki Türkler dükkanlarını kapamadan, evde kadınlar eşyalarını ve giyecek bir şey almadan şehrin batı ve güney taraflarına, yani oba semtlerine kaçmaya başladılar[74]. Kaç-Kaç yolculuğuna ova köylüleri de, paniğe kapılarak iştirak etmişlerdi[75]. İşte bu ana-baba yurdunu ve evini mahşeri bir vaziyette terk ederek kocası karısını; çocuğu anasını bulamayan, bu günün adına işgal tarihinde Kaç-Kaç denilmiştir[76]. Kaç-Kaç gerçek anlamda bir millî kıyam olup, zulme karşı yapılan bu sessiz direniş nesillerden nesillere intikal edecek, hiç bir zaman unutulmayacaktı[77].
10 Temmuz günü Fransız uçakları, sabahın erken saatlerinden, öğlene kadar bu Kaç-Kaç kafilesine katılanların üzerlerine bomba ve sivri çiviler atmışlardı. Zalim Fransızlar Türkleri burada da rahat bırakmamışlar ve böylece bazılarının ölümlerine sebep olmuşlardı[78]. Kaç-Kaç sırasında bulunan Abdulkadir Bilginer kitabında olayı şöyle yazmaktadır[79];
"...Bizler dikenli ve tozlu yollarda, kuşları uçurtmayan kasıp kavuran güneş tepemizde; etrafımızda vicdansız süngülü askerler, durup dinlenmeden yürüyorduk....askerler arasında çok sayıda Ermeniler de vardı. Ellerine istedikleri fırsat geçmiş, bizlerden intikam alıyorlardı. Ara sıra: 'Alçak Dacikler' deyip gülüyorlardı-Dacik Ermenice Türk demekmiş-. Kafilenin arasına tüfeklerle giremiyorlardı. Canı yananlar bir hadise çıkarabilir korkusu vardı. Bir ara solumuzda acı bir kadın sesi, bağırışlar, itişip kakışmalar oldu. Yaşlı bir nineye çabuk yürü diye dipçik vurmuşlar. O ana kadar ufak tefek homurdanmalar dışında yürüyüş oldukça sakindi. İhtiyar nineye yapılan bu alçaklığa halk dayanamadı. Askerlere saldıranlar bile oldu. Fransız askerleri daha çok ateş açarak, halkı tehdide başladılar. Askerlerin bütün güvenceleri havaya silah sıkmaktı. Ermeni olduğu anlaşılan bir asker ise: 'Sinirlenmeyin sonunuz daha fena olur dedi ve yürüdü.... " artık halk yavaş yavaş Toroslara göç ederken, paralı olanlar ise daha içerlere kaçmışlardı[80].
O günlerde Pozantı'da yayın yapan Yeni Adana Gazetesi daha sonra bu Kaç-Kaç olayından şu şekilde bahseder[81]:
"Adana'nın Kara Günü (10 Temmuz 1336/1920)
Geçen sene Fransızlarla akd edilen mütarekenin nihayet bulduğu günleri takip eden günlerde Fransızlar, ateşlenmiş Ermeniler, gayz ve ihtirasla zavallı islâmların başına bela kesilmişlerdir. Her geçen gün Adana için kanlı bir matem gölgesi bırakıyordu. Kafkas dağlarından gelen haydut 'Şişmanyan' Ermeni kilisesinde bir hükümet tesis etmiş burada sokaklardan toplanan islâmlar bin bir türlü engizisyon cezalarıyla idama gönderiliyordu. Bütün şehri zulüm, felaket doldurmuştu.
Sırtlan hisli Bremond, Dufieux celladlarına emir vermiş memleket kan ve ateşle boğuluyordu. Bu hainlikler gittikçe artıyor. Bu son müslümanların kalbi zulüm korkusuyla titriyor. Kafile kafile kadın, çocuk yollara dökülmüş şehrin cenubuna doğru akıp gidiyordu.
Temmuz'un onuncu günü şehir bir mezbaha halini aldı. O gaileden yarım saat sonra tertip edilen ihtilal başlamış, şehrin Ermenilerle meskun olan akşamından cehennemi bir ateş açılmıştı. Yollarda, sokaklarda bir çok zavallıların cesetleri yatıyor. Kızlar, kadınlar canlarını kurtarmak için yalın ayak, baş açık temmuz güneşinin kızgın alevleri içinde yükselen, kesif tozlara boğularak akın, akın hicret ediyorlardı. Anasını kayıp eden yavrular, göğsü delinmiş yavrusunun üzerine kapanan ak saçlı analar namusu üzerine titreyen bakirelerle ovalar, obalar dolmuştu.
Hicret başlamış, kanlı eller ufka doğru yükselmiş sırtlan sadaları bu kafaların arkasından yükseliyordu. Günler geçti. Gülistan gibi kıymetli memleketimiz baykuş yuvalarına döndü. Kanlı eller saf-ı Seyhan kenarında yıkandı. Türk hâzineleri yağma edildi.
Bu gün hâlâ kulaklarımızda uğuldayan bir çok zehirli sedalar var. (Geliyorlar, doldururlar...... ah namusum... yavrum) bu sözleri her ağız ayrı ayrı söylüyor.
Beş yüz senelik yuvasından uzaklaşıp gidiyordu. 10 Temmuz kara gün, binlerce İslâm mezarının açıldığı gündü".
Kaç-Kaç olayı Adanalıları gerçekten sarsmıştı. Bu hadise Fransızlar için de kötü bir puandı. Türkler kaçmışlardı ancak bunun intikamını almak için hazırlanıyorlardı. Onlar sadece canlarını kurtarmak için kaçmamışlardı, Toroslarda Millî Teşkilât’a dahil olarak Adana'nın kurtuluşu için savaşmak amacıyla kaçmışlardı. Kaç-Kaç'ta gizlenen millî ruh bu idi[82]. 10 Temmuz 1920'de binlerce Adanalının, cehennemi bir sıcakta, toz toprak içinde, sefil, perişan bir vaziyette gerçekleştirdikleri bu kaçış, Fransızlarla Ermenileri memnun etmişti[83].
Ermenilerin Kilikya Devleti Kurma Girişimleri:
Meydana gelen Kaç-Kaç olayından sonra, Ermeniler ve bilhassa Ermeni Şişmanyan Hükümeti ve komitecilerin; "Şehirde Türk kalmadı. Bize verdiği-niz vaadinizi yerine getiriniz. Biz Kilikya Hıristiyan Cumhuriyeti kuracağız" diyerek, resmen Fransız Genel Valisi'ne müracaat etmişlerdi[84].
Bu arada Ermeniler Fransızların Çukurova'dan çekileceği propagandasını yaymaya başlamışlardı. Bunun üzerine, Ermenilerin lideri durumunda bulunan Dr. Mihran Damadian hemen Beyrut'taki Ermeni komitesi başdelegesi Dr. Malezian’la haberleşerek, harekete geçmiştir. Durumdan haberdar olan "Guiliguia (Kilikya)" adındaki Ermeni gazetesinin baş yazarı Veradzine, Abdioğlu Köyü'nde bir kaç komiteci ile yerleşerek, Fransız mandası altında, Kuzey sınırı demiryolu; doğu ve batı sınırı Ceyhan ile Seyhan nehirleri olmak üzere "Kilikya Mezopotamya Cumhuriyeti"ni kurdular. Bunun üzerine Veradzine'i, Fransızlar almış oldukları tedbirlerle sürgün etmişlerdi[85]. Bundan sonra da Çukurova'da bulunan bütün Hıristiyan delegeleri bir bildiri yayınlayarak, eylemlerini sürdürmeyi düşündüler. Bu olaydan cesaret alan Dr.M.Mihran Damadian 5 Ağustos 1920 sabahı saat 10.00'da Ermeni şefleri ile vilayete gelerek, cumhuriyetin geçici hükümet başkanı olduğunu belirtip, kabinesiyle hükümet konağına oturdu. Ermeni şefleri Damadian'ın bu hareketini açıkça alkışlayarak desteklediler[86]. Bremond ise eserinde; halk yığınları ve Ermeni mahallesi de dahil olmak üzere, bu olaya kayıtsız kalmışlardı demektedir[87].
Bunun üzerine Bremond, beklenmedik bu olay karşısında, önce Beyrut'taki askerî kumandanı ve sonra da Paris'i durumdan haberdar etti. Bremond'un her iki yerden aldığı emir: "Kaça mal olursa olsun, bu cüretkarların haddini bildir." olmuştur[88]. Bundan sonra da Bremond, Damadian'ın telefonunu kestirdi ve özel sekreteri Teğmen Georges Perrien i göndererek, vilayetten ayrılmasını istedi. Damadian; "Ermeni ahalisine danışmadan bulunduğu yerden ayrılmayacağını" bildirdi. Damadian'ın bu direnişini kırmak için, Bremond güç kullanmaya karar verdi. Bunun üzerine Fransız avcı bölüğünden erler yollanarak, kabinesi ile beraber Damadian oradan atıldı. Damadian'ın hükümet binasından atılmasından sonra ise. Ermeniler gösteriler yaptılar ve Fransız kuvvetleri bu gösterileri bastırarak, asayişi sağladılar[89]. Bremond gerekeni yaparak, bunları Fransa işgalindeki başka şehirlere sürgüne göndermiştir. Böylece bu Ermeni Devleti'nin ömrü iki saat onbeş dakika sürmüştür[90].
Ermenilerin bağımsız bir devlet kurmaları veya buna teşebbüs etmeleri Fransızları sükutu hayale uğratmıştı. Zira Türk’ü öldürmek için onbinlerce verdikleri silahların kendilerine çevrilmesinden dolayı endişeleri artmıştı. Şimdi bu silahları geri nasıl toplayacaklardı[91]. Bir başka olay da Mavera-ı Kafkas'ta İngilizlerin başına geldiği gibi, Fransızlar da Ermeni müttefikleriyle kötü tecrübeler edindiler. Bundan sonra da Fransızlar Türk dostluğunu açıktan açığa aramaya başladılar[92]. Bu olaylar üzerine Fransızlar Ermenilere vermiş oldukları desteği geri çektiler. Bu durumu protesto etmek üzere Damadian ve Ermeni Başpapazı ortak olarak bir bildiri yayınladılar buna göre; bu desteğin devamını istediler, aksi takdirde kendi üzerlerine düşen görevleri yapmayacaklarını ilan ettiler[93].
Bütün bunlara rağmen, Çukurova’daki Ermeniler, Fransızların desteği altında bir varlık göstermek amacıyla Türklere karşı akla gelmeyecek insanlık dışı davranışlarına devam etmişlerdi. Hacın, Şar, Zeytun, Urundu bölgeleri Fransız işgali altındayken bölgedeki silahlandırılmış Ermeniler, Türklere yapmadıklarını bırakmamışlardı[94]. Görüldüğü gibi, bu Ermeni hareketleri vahşet halinde devam etmiş olup, bu vahşetin sonunun ne zaman geleceği ve neye varacağı belli değildi. Fransızların peşi sıra giden Ermeniler vardıkları yerlerde yerli Ermenileri de ayaklandırdılar. İşgalden sonra Adana'ya bir Ermeni Polis Müdürü tayin edilmişti. Abdurrahman ismindeki Arap asıllı bir vali de İstanbul Hükümetinden ziyade, Fransızların ve Ermenilerin emrinde çalışmaktaydı. Zaten asıl vali Dufieux isminde bir Fransız idi. Hacın gibi yerler de fiilen Ermeni idaresine geçmişti[95]. Ali Saip Adana'dan ayrılıp Urfa’ya gidince, oradaki halkı şu şekilde uyarmıştı[96]:
"Adana'ya Fransız ayağı bastığı günden itibaren, din, namus, haysiyet ve şerefe tecavüz başladı. Burada da aynı zulümler başlamak üzere bulunuyor. Fransız kumandanı, muvazzaf jandarmaların terhisiyle kaydettireceğini söyledi. Bundan maksat da hazırladıkları 300 Ermeniyi jandarma kaydettirmektir. Adana ve Kozan'da kulağı kesilen ve gözleri oyulan müslümanları gözümle gördüm. Bu felaket görmüş bölgeden, bağrım, ciğerim yanık olarak, buraya geldiğim ve burada da aynı kötülüklerin başlamak üzere bulunduğuna vakıf olduğum için, sizi uyarmayı verilmiş bir görev sayıyorum ".
Ermenilerin yaptıklarından bir kaç örnek daha vermek istiyorum; “Saimbeyli (Hacın)’ye gitmekte olan Kamavorlar[97] Eskikarakol yerine yakın Gölyeri çayırlığında Çerkez İsmail Bey’in Yılkı adıyla adlanan at sürüsünü otlattığını gördüler. Onu soymaya kalkıştılar. İsmail bey direnince silahlı düello başladı. İsmail Bey öldürüldü ama, ölmeden önce de bir Kamavoru öldürdü. Sağ kalanlar İsmail Bey’in gövdesini yarık yarık ettiler. Ellerini kalçalarından açtıkları yarıklara soktular. Ölü arkadaşlarını da, ata yükleyerek Saimbeyli’ye taşıdılar”[98]. Tavaslı ve Hacılar köyünden Ahmet ve Mustafa ile arkadaşı ve daha kaydedilmemiş olan bir çok Türk, gözleri oyulmak ve burunları kesilmek suretiyle şehit edilmişlerdi. Kozan’ı işgal sırasında dağlarda ve yollarda parça parça edilmiş vaziyette 140 Türk ölüsü bulunmuştu[99].
Ali Saip hatıralarında bu olayları şöyle anlatmaya devam etmektedir[100];
"Bu denli ve her türlü kayıtlardan, mesuliyetlerden azade kudurmuş canavarlar gibi etrafa saldıran fedailer, eti kemikten ayrılmış Türklere pek çok hakaret ve eziyet etmek için, müslüman kadınlarını tehdit ve sıkıştırma ile ve nümayişlerle kiliselerde hıristiyan yapıyorlardı. Bu acıklı olayı hakkıyla nakil ve tasvir etmeyi ağır başlılık, izzet-i nefis ahlâk anlayışımıza uygun görmüyorum". şeklinde yazarak, olayların boyutunun korkunç olduğunu vurgulamak istemiştir.
Sonuç:
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz; Çukurova yöresine yönelik Fransa’nın sömürge politikası, gelecekteki Ermeni isteklerin yegane dayanağını oluşturmuştur. Bu durum ise Çukurova’da Ermeni-Fransız işbirliğini ortaya çıkarmış ve neticede bu hareket Ermeni zulmüne dönüşerek, Türkleri tehdit eder bir hal almıştır. Ermenileri böyle davranmaya sürükleyen en büyük sebep, Fransa’nın Çukurova’da onlara müstakil bir devlet kurma sözü vermesidir[101]. Fransa, Çukurova’da kurulucak olan tampon bir Ermeni Devleti ile Türkiye’nin Suriye’ye doğrudan müdahalesini önleyecek ve bu ise Suriye’deki Fransız hakimiyetine bir güvence meydana getirecekti.
Zaten Fransa’nın Çukurova politikası başlıca iki doğrultuda kendisini göstermekteydi. Ermenilere askeri harekatta yer verilmesi, Çukurova’nın ise idari yönden Ermenileştirilmesi[102]; bunun sonucu olarak da bölgede Ermeni mezaliminin şiddetlendiğini görmekteyiz. Fransa’nın bu politikası doğrultusunda Çukurova’daki Ermeniler Fransız desteği altında bir varlık göstermek hevesiyle Türklere karşı akla gelmeyecek insanlık dışı davranışlarına devam etmişlerdir. Hacın, Şar, Zeytun, Urumlu bölgeleri Fransız işgali altındayken bölgedeki silahlandırılmış Ermeniler Türklere yapmadıklarını bırakmamışlardı[103]. Görüldüğü gibi bu Ermeni hareketleri vahşet halinde sürmekteydi.
Türk insanının bu duruma müsaade etmesi düşünülemezdi. Nitekim kısa sürede ferdi teşebbüsler şeklinde ve daha çok intikam amacına dayalı mukavemet hareketlerinin ortaya çıkması engellenememiştir. Bu milli direnişleri tek bir çatı altında toplamak amacıyla Mustafa Kemal Paşa 5 Ağustos 1920 günü Pozantı’da bir kongre toplayarak, Pozantı’yı Çukurova’nın il merkezi yapmış ve bu bölgenin milli kurtuluş hareketlerini Ankara’ya bağlamıştır. Böylece Çukurova’daki Milli Mücadele yeni bir boyut kazanmış ve Mustafa Kemal Paşa’nın takip ettiği başarılı dış politika sonucu 20 Ekim 1921 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında imzalanan, bölgenin Fransa tarafından boşaltılmasını sağlayan Ankara Anlaşması ile görmüştür.