Trabzon’un güneyinde, Zigana’ların bir tepesinin yamacına yapışmış bir manastır harabesi vardır. Eteklerinde, ormanlar ile kaplı bir vadinin dibinde, Trabzon’a kadar uzanan Değirmen deresinin kollarından biri akar. Halk buraya kısaca Meryem Ana der. Eski adı ise Sumela manastırıdır. Trabzon’da Komnenos prensliği tarihine dair araştırmaları ile tanındığı kadar siyasî hayatında da önemli düşünceleri akisler uyandıran ve yazılarının üslûbu bakımından da Alman dilinin edebiyat tarihine girmeğe lâyık görülen yazarlarından sayılan J. P. Fallmerayer (1790-1861), bu manastırı 1840 yılında Trabzon’a yaptığı bir seyahati sırasında ziyaret ederek, yol hâtıralarında etraflı bir şekilde tasvir etmiştir[1]. Eskiden olduğu gibi bugün hâlâ çevrenin müslüman halkı tarafından da ziyaret edilen bu yerin kısaca tarihçesini ve mimarî tertibini, 1962’de yerinde yaptığımız incelemelere dayanarak burada belirtmeğe çalışacağız[2].
Anadolu’daki kilise ve manastırların hemen hemen birçoğunda olduğu gibi, Sumela’nın da kuruluşunu oldukça eski tarihlere çıkarmak isterler[3]. Bu havalinin evvelce Rum ahalisi arasında yaygın ve Trabzon hakkındaki Rumca kitaplarda tekrarlanan kuruluş efsanesine göre[4], manastırın esası Theodosius devrinde kurulmuş ve altıncı yüzyılda İmparator lustinianos devrinde kumandan Belisarius tarafından yeniden yapılmış idi[5]. Fakat bu rivayeti kabul ettirecek hiçbir ilmî dayanağın bulunmadığı, burasını inceleyen yabancı mütehassıslar tarafından kesin olarak bildirilmiştir. Buranın başlıca gelir kaynağı olan bir Meryem Ana resminin eskiliğine ve mucizeler yaratmağa kadir olduğuna halkı inandırmak böylece onun değerini büyültmek için uydurulduğu kolayca sezilen bir efsaneye göre güya bu resim, İsa’nın Havvarilerinden Lukas tarafından yapılmış idi[6], ve Lukas’ın terekesinden Atina’ya geçmiş fakat Theodosius devrinde, dördüncü yüzyılda, resim kendiliğinden buradan ayrılmak istemiş, birgün melekler tarafından gökte uçurularak Trabzon dağlarındaki bu kovuğa getirilip bir taşın üzerine bırakılmıştır[7]. Tam bu sıralarda Atina’dan Trabzon’a gelen Bamabas ve Sophronios adlarında iki keşiş de bu ücra dağın ıssız yamacında bu resmi bulmuşlardır. Fallmerayer’in yazdığına göre, daha 1840’da keşişler, bu “hârikulâde” resmin[8], Türkler tarafından yakılmak istendiğini fakat yanmadığını, balta ile parçalanmak istendiğini, fakat kırılmadığını, dereye atıldığını, fakat suyun sürüklemediğini anlatıyor ve resmin tahtasındaki bir çatlağı Türklerin baltasının izi olarak gösteriyorlardı. Halbuki Fallmerayer, belirli bir alaylı ifade ile resmin iddia edildiği gibi hiç de o kadar eski olmadığını, ve âdeta teşhis edilmez bir halde kararmış bulunduğunu, etrafında ise kabartmalar ile süslü gümüş çerçevenin onyedinci yüzyılda Trabzonlu bir sanatkârın elinden çıkmış olabileceğini yazmaktadır[9]. Fakat ne olursa olsun bu ikona, manastırın hıristiyan ve müslümanlarca ziyaret edilmesinin başlıca sebebi olmuştu. Bu çeşit rivayet ve efsanelerin, basit bir hıristiyanlık gayreti ile yaratıldığı ve mütemadiyen tekrarlanarak âdeta zorla etrafa kabul ettirildiği bilinir. Böylece hakkında böyle rivayetler çıkarılan tesisler de güya çok eski bir tarihe inmektedir. Sumela münferid bir örnek olmayıp, eş durumdaki birçok misalden sâdece biridir. Zaten, Hıristiyan ve üstelik Yunan sempatizanı olan Batılı ilim adamlarının bile sağduyuları, bu çeşit rivayetleri red etmelerine kâfi gelmiştir. Anadolu’nun daha birçok kilise ve manastırının kuruluşlarının, böyle efsaneler ile iddia edildiği gibi eski olmadığı artık anlaşılmıştır.
Meryem (Panaghia) adına kurulan bu manastırın, grekçe Sumela adının esasını, kara, siyah, karanlık anlamlarına gelen Melas kelimesinden aldığı söylenir. Bu, acaba bu tesisin kurulduğu vadinin ve dağın koyu renginden dolayı mı verilmiştir? Bu fikirde olanlar vardır. Fakat kanaatimize göre, Sumela kelimesi, buradaki Meryem ikonası (tasvirinin bir sıfatı da olabilir. Onun Fallmerayer’in de dikkatini çektiği gibi renginin koyu, hattâ teşhis edilemiyecek derecede siyah oluşu bu adın esasını teşkil etmiş olması mümkündür. Gürcü resim sanatında, XII. yüzyılda sanat âleminde Siyah Madonna ismi altında tanınan bir takım Meryem ikonalarının yapıldığı ve yayıldığı bilinir. Esrarlı ifadesini daha da arttırmak gayesiyle, Meryem Ana resimlerinde yüz siyah boya ile boyanıyordu.[10] Gürcistan’a bu usulün eski Hind sanatından gelmiş olabileceği de ayrıca ileri sürülmüştür. Sumela manastırının Kafkasya’ya yakınlığı düşünülecek olursa, burada saygı gören Meryem tasvirinin, böyle bir Siyah Meryem olduğuna ve manastırın, Sumela adını bundan aldığına ihtimal vermek yerinde olur. Böylece dağın da adı, manastırdan dolayı Oros Mela=Kara dağ olmuştur. İstanbul’da Bizans çağında yine Lukas elinden çıktığı iddia olunan bir İkonaya sahip Hodegitria manastırının da bu adı resimden “Yol gösterici” Meryem resminden aldığı anlaşılmaktadır[11]. Sumela manastırına âit Siyah Meryem resminin hangi devre ait nasıl bir şey olduğunu daha fazla araştırmağa imkân yoktur. İkona’nın eskiden çekilmiş oldukça iyi bir fotoğrafından anlaşıldığına göre[11a], bu üzerinde herhangi bir çizgi, boya daha doğrusu resme benziyen bir unsur teşhis edilemiyen simsiyah, çatlak ayrıca da ortadan ayrılmış bir tahtadan ibaret idi. İkonanın çevresini belirten gümüş çerçeve ise motiflerinden ve yazılarından anlaşıldığına göre 1700 tarihine ait olup alelade bir işçilik arz ediyordu. Bu fotoğrafdan edindiğimiz intibaa göre Sumela’daki Meryem ikonasının, hakikî bir Siyah ( = Kara) Meryem bile olması çok şüphelidir[11b].
Kısacası Trabzon’un Sumela manastırı, bu adı ile tarihde ancak Trabzon Komnenos’ları devrinde ortaya çıkmaktadır. Her köşesinde irili ufaklı bu çeşit binalar olan bu bölgenin, peyzaj itibariyle en hârikulâde bir yerinde Sumela manastırı kurulmuş ve Osmanlı devri Türk idaresi sırasında devamlı gelişmeler ile tam mânası ile muazzam bir tesis hâlini almıştır. Hemen hemen 1200 m. rakımlı bir noktada ve vâdinin dibinde akan suyun 300 metre kadar yükseğinde, dimdik denilebilecek kadar sarp bir yamacın ortalarında oldukça geniş ve yüksek bir mağara, daha doğrusu bir kovuk bu tesisin çekirdeğini teşkil etmiştir. Bu, erişilmesi zor ve yorucu kovuk önündeki dar çıkıntı, zamanla burada büyüyen, genişliyen ve zenginleşen manastıra zemin olmuştur.
Bu manastırın kurulduğu, kayalık ve dik yamacın ortasındaki büyük kovuğun, acaba tarihin karanlık çağlarından itibaren bir kült yeri olması ayrıca mümkün görülebilir mi? Dağlara, yüksekliklere ve mağaralara bir kült yeri olarak daima özel bir değer verildiği bilinir. Belki bu mağaranın içinde de evvelce böylece bir sunak yapılmıştı. Hıristiyanlık yayıldıktan sonra burasının bilinmiyen bir tarihde ufak bir keşiş inzivagâhı haline getirildiği de düşünülebilir. Tabiatıyla bu tahminler, benzeri eserlerde müşahede edilen hususlardan çıkarılmaktadır. Ancak mağara kısmında yapılacak etraflı ilmî araştırma ve sondajlar bu tahminlerin doğruluk derecesini belki aydınlatabilir[12]. Yoksa şimdiki halde müsbet hiç bir dayanak yoktur.
Atina’dan gelen iki rahip, Barnabas ve Sophronios’un Theodosios devrinde burasını kurmuş ve lustinianos’un kumandanı Belisarios’un da tamir ettirmiş olduğu yolundaki kuruluş efsanesinin sağlam bir esasa dayanmadığını yukarıda işaret ettik. Bu efsane bir tarafa bırakılacak olursa, manastırın şimdiki halde hiç değilse onüçüncü yüzyıldan itibaren, tarihini takip mümkündür. Bu sırada artık Bizans İmparatorluğundan apayrı bir devlet halinde doğarak, başlıbaşına gelişmeğe başlamış olan Trabzon Komnenos’ları prensliği, başkendi Trabzon şehri olmak üzere bu çevrede hâkim durumda bulunuyordu[13]. Kendilerini Bizans İmparatorluğunun meşru vârisi olarak gören ve kendilerini İmparator olarak tanıtan Trabzon prenslerinin bu üvanını, 1261 ’de yeniden İstanbul’a sahip olarak eski Bizans devletini ihya eden hakikî Bizans İmparatorluğu kabul etmemiştir. Başlıbaşına bir politikaları, bilhassa komşu Türk beylikleri ile çok yakın ve girift temasları bulunan Trabzon Komnenos’larından III Alexios (1349-1390) bu manastırın esas kurucusu sayılabilir. İki kızkardeşi Türk beyleri ile evli olan, kendi dört kızını da komşu Türk beylerine veren III. Alexios’un Sumela’ya özel bir ilgi gösterdiği kaynak ve vesikalardan anlaşılmaktadır[14]. Buradaki keşiş höcrelerine, onun büyük dede, dede ve babasının da bazı bağışlarda bulunmuş oldukları bu vesile ile öğrenildiğine göre, Alexios’un büyük dedesi II. loannes (1280-1285) zamanındanberi burada dinî bir merkezin mevcut olduğuna ihtimal verilir. Yine başka bir efsaneye göre, büyük bir kasırga sırasında Meryem sayesinde canını kurtaran III. Alexios burasını yeni bir tesis halinde inşa ettirmiş, zengin vakıflar bağışlamış bir khrysobullos yâni bir ferman ile de bu vakıflarını sağlam esaslara bağlamıştır. Manastırın 1650’ye kadar dış kapısı üzerinde görülebilen 1360 tarihli, beş mısralık bir manzum kitabede III. Alexios, bu tesisin kurucusu (ktetor), “Doğu ve Batı ( = İberia)nm hâkimi İmparator” olarak gösterilmişti. Alexios 1361 yılındaki bir güneş tutulmasını burada karşılamıştır. Hattâ, bu prensin sikkelerinde güneş resmi bu olayla ilgili kabul edilmektedir[15]. 1365 tarihli “vakfiyesi” ile de manastırın bütün idarî şartlarını, arazisini, gelirlerini düzene koyduktan başka, Trabzon’a gelecek bir tehlikeyi, bir Türk akınını önlemek üzere, buradaki keşişlerin daima uyanık bulunmalarını da bildirir[16]. III. Alexios aleyhine bir takım tertiplere karışan Metropolit Niphon, yakalanarak Sumela’ya kapatılmış ve burada 1364 de ölmüştür. Alexios’un oğlu III. Manuel (1390-1417) babası gibi dinî tesislere bağlılığı olan bir şahıs idi. Tahta çıktığı yıl, saray hazînesinde bulunan değerli bir stavroteği (içinde İsa’nın çarmıhının bir parçası bulunduğu iddia edilen müzeyyen bir haç) Sumela’ya hediye etmişti. Son Trabzon Komnenos’ları da Sumela manastırını yeni fermanlar ile zenginleştirmişler veya vakıflarını tasdik etmişlerdir. Trabzon ve havalisi Türk idaresine geçtikten sonra Osmanlı Sultanları, Aynaroz’da, Sina’da ve daha birçok manastırda da olduğu gibi, manastırın eski hak ve hukukunu dikkatle korumuşlar, hattâ buraya imtiyazlar vermişler, bazı hediyeler de yollamışlardı. Nitekim Sumela’da bulunan iki şamdan, Yavuz I. Selim (1512-1520) in bir hediyesi olarak biliniyordu. Burada ayrıca Trabzon fatihi II. Mehmed’in de manastırın haklarını tanıdığını bildiren bir fermanı muhafaza ediliyordu. Daha başka fermanların muhafaza edildiği, burası hakkındaki yayınlardan öğrenilmektedir[17]. Burada Sultan II. Bayazıd, I. Selim, II. Selim, III. Murad, İbrahim, IV. Mehmed, II. Süleyman, Mustafa ve III. Ahmed tarafından verilmiş fermanlar bulunduğu bildirilmektedir. Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren manastır ile Eflâk voyvodalarının ilgilendikleri ve devamlı yardımlar ve yazılar gönderdikleri tesbit olunmuştur. Ghikas (1755), Stephan (1764), Hypsilantes (1775)’in böylece ilgilendikleri bilinir[18]. Tabiatıyla manastırın arşivinde, İstanbul patriklerinin bütün Osmanlı devri boyunca yolladıkları yazılar da muhafaza ediliyordu. Sumela bilhassa onsekizinci yüzyılda Voyvodaların himayesinde gelişmiş ve birçok kısımları yeniden yapılmış, Ignatios adında bir Başpiskipos 1749’da duvarların bütün satıhlarını yeniden fresko resimler ile süsletmiştir. Sumela, Anadolu’da bütün Rum-ortodoks topluluklarının görülmemiş bir zenginlik ve heyecan içinde teşkilâtlandıkları, kilise ve manastırlarım her taraftan akan paralar ile yeniden inşa ettikleri, muhteşem şekilde süsledikleri ondokuzuncu yüzyılda en parlak çağını yaşamıştır. Bu, sıralarda manastırda misafir olan ve Trabzon tarihi ile ilgili vesikaları inceleyen alman Fallmerayer, manastırda yaşayan keşişlerin ne derece menfaat düşkünü olduklarından ve ilmi şeylere karşı cahilce davranışlarından şikâyet eder. Üzerinde III. Alexios’un ve karısının minyatürleri bulunan[19], fakat altındaki altın mühürleri koparılmış, tezhipli muhteşem fermanı (khrysobullos) incelediği sırada, başındaki rahibin can sıkıntısı göstermesi üzerine, ona türkçe olarak söylediği: "Karabaş sen ne söylersin, senin aklün dairesinden çıktı (havsalan böyle şeyleri almıyor demek istiyor), Frenk semtlerinde (memleketlerinde) bu şey, hem ekmek hem ikram verir!", sözü hem buradaki keşişlerin ilgisiz ve cahil oluşunu hem de, onların rumca değil, türkçe konuştuklarını gösterir. Nitekim aynı tarihçi buradaki keşişlerin yalnız türkçe konuştuklarına başka vesile ile de işaret eder. Bu hususda şunu da belirtelim ki, Eflâk voyvodası Skarlatos Ghikas tarafından 1768 yılında Bükreş’de bastırılan Hıristiyanlık akidesi hakkındaki kitap Sumela manastırı mensuplarından Parthenios Metaxopoulos adında bir ruhanî tarafından türkçeye çevrilmiş ve rum harfleri ile basılarak aynı zamanda yayınlanmıştı[20]. Aynı kitabın içine : “Sumela manastırının kuruluş efsanesi hakkında Azım Padişahlık[21] ve Patriklik Sumela Panagia'nın manastırı için güzel nakliet ( = Άζήμ ΠατησσαΧλήκ βέ ΙΙατρικλΙκ Σουμελά Παναγίχνην μοναστήρή ϊτζην κιουζέλ νακληγέτ) başlıklı bir de bölüm bulunmaktadır. Ayrıca burada yine rum harfleri ile türkçe, Sumela Meryemi adına manzum bir ilahi vardır. Yine Fallmerayer'in 1840’da yazdığına göre, Sumela’nın gezgin keşişleri bütün Anadolu, Kafkasya, Balkanlar ve hattâ Rusya’yı dolaşarak, Meryem ikonasının kötü bir kopyasını satmak suretiyle iane topluyorlar, bu paraları müesseselerine getiriyorlardı. Nitekim bunlardan bir tanesi, üzerinde kırkbin kuruşluk bir servet ile dolaşırken, Kayseri’de öldürülmüştür. Osmanlı devleti katilleri yakalatmış, idam ettirmiş ve çalınan paraları da manastıra teslim etmişti. Geçen yüzyıl içerilerinde iyice zenginleşerek[22], 1860’a doğru büyük binalar inşası suretiyle muazzam bir tesis halini alan Sumela manastırı[23], 19. yüzyılın yabancı seyyahları tarafından ziyaret edilerek kısa tasviri yapılmıştır. Rusya hizmetinde uzun yıllar çalıştıktan sonra Tiflis’den memleketine dönen Albay Rottiers, 1818’de Trabzon’da bir müddet kaldığında Gümüşhane’ye giderken öğle yemeğini Prodromos manastırında yediğini, geceyi ise Meryem Ana manastırında geçirdiğini, keşişlerin misafirperver olbuklarını, duradaki bir Meryem resminin her yıl kalabalık ziyaretçi kitlesi çektiğini yazmakla iktifa eder[24]. C. Ritter’in işaret ettiği Ermeni coğrafyacıları (biri İnciciyan)nın verdikleri bilgileri kontrol edemedik. Sumela’yı ziyaret eden yabancılardan biri de E. Zachariae’dır. 24 Temmuz 1838’de gördüğü bu tesis o devirde çok güç tırmanılan, ancak ahşap iskeleler ile çıkılan ve yalnız ziyaretçiler için indirilen asma köprüler ile kapısına kadar yaklaşılabilen, sağlam demir kapılı, fakat içinde sadece yirmi-otuz kadar keşişin barındığı fakir görünüşlü bir manastırdı[25]. Yukarıda adı geçen Fallmerayer, üç yıl sonra, hazırladığı Trabzon prensliği tarihi için vesikalar aramak üzere buraya gelmiştir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında ise İngiliz seyyahlarından H. F. Tozer[26] ile M. P. Warkworth[27] bu manastırı ziyaret ederek burası hakkında kısa fakat faydalı bilgiler verirler. Manastır’dan en etraflı surette bahsedenlerden biri, G. Palgrave (1826-1888), 1871 Şubatında Fraser's Magazine’de çıkan ve kitap halinde de ayrıca basılan makalelerinin bir tanesini The monastery of Sumelas başlığı ile bu yere tahsis etmiştir. Yazar, Sultan Murad’ın buradan geçerken manastırı güya topa tutturduğu yolundaki efsanenin yalan olduğuna işaret ile, Murad’ın buradan geçmiş olmasına imkân olmadığım belirtir. Palgrave buraya geldiğinde o sırada “yeni bina” denilen kışlavârî büyük yapı henüz yapılmış idî ve biteli üç sene kadar oluyordu. Bu İngiliz yazarının müşahedesine göre, bu binanın uçurumdaki kemerler dahil yedi katı vardı ve esas mesken kısmı dört sıra pencereye sahip olup ayrıca üstte de bir galeri uzanıyor idi. Boydan boya içinde tek sıra halinde her katta sekizer oda vardı ve genel olarak çok sağlam bir bina olduğu anlaşılıyordu. Palgrave Murad ve I. Selim’in hediyelerini de zikr ederek, III. Alexios’un minyatürlü fermanını da gördüğünü bildirir Manastırda II. Selim’in bir fermanını gören Palgrave, keşişlerin Sultan II. Selim aleyhine atıp tutmalarını pek boş karşılamadığını da açıkça ifade eder[27a]. Yirminci yüzyılın başlarında burasını ziyaret eden bir Alman subayı, E. von Hoffmeister, kitabında manastırın genel görüşünü uzaktan aksettiren güzel bir resminden başka, merdivenin sol tarafında sıralanan ahşap çardaklı bugün hiçbir izleri bulunmayan çok pitoresk evlerin de iyi bir fotoğrafını yayınlamıştır. Meryem ikonasının perişan bir şey olduğunu ifade eden yazar, Türklerin güya manastırı tahribe çalıştıkları yolunda anlatılan yalanları red ile, bu koca tesisde o sıralarda yaşayan onbeş kadar keşişin çok yalancı olduklarını ve yabancılara kendilerini israrla fakir[27b] göstermeğe gayret ile birşeyler elde etmeğe çalıştıklarını belirtir. Kısacası Sumela manastırını ziyaret eden yabancı seyyahların ekseriyetinin, arazinin tabii güzelliği karşısında hayranlık duymakla beraber, manastır halkından pek müsbet intibalar ile ayrılmadıkları anlaşılmaktadır.
Trabzon’un 18 Nisan 1916’dan, 24 Şubat 1918’e kadar süren Rus işgali, burada bir hıristiyan Pontus devlerinin tekrar kurulacağı ümidlerini doğurmuştu[28]. İstiklâl savaşı sonunda, bu ümid kapılarını kapamak üzere 1923’de bütün Rumların Yunanistan’a gönderilmeleri ile Sumela manastırı boşaltılmıştır. Hicret eden Rumlar, eski hâtıralarına bağlılıklarının bir belirtisi olarak, Makedonya’da Verria (Türk devrinde: Kara Ferye) yakınında aynı adla yeni bir manastır kurarak buraya modern bir Meryem Ana resmi yerleştirmek suretiyle, eski geleneği yaşatmağa başlamışlardır[29].
Sahipsiz ve kontrolsuz kalan bu koca tesis, hızla harap olmağa başlamış, bir yangın ahşap kısımları silip süpürmüş, bu arada gizli defineleri aramak bahanesi ile lüzumsuz bazı büyük tahribler de yapılmış, kagir kısımlar yıkılmıştır[30]. Manastırın son kalan yıkıntıları, bugün bir enkaz yığını halinde olmasına rağmen bir dereceye kadar muhafaza altına alınmıştır. 1962’de ziyaretçiler, Orman Bekleme memurluğunda bulunan bir anahtarla kapısını açtırmak suretiyle içeri girebiliyorlardı. Fakat içeri daha ilk bakışda dikkati çeken husus darına dağın bir harabe görünüşü ve duvarlardaki freskoların, ustalıklı bir şekilde muntazam kareler halinde kesilerek yerlerinden sökülüp götürülmüş olması idi. Son derecede zor olan bu işin başarılı şekilde yapılmış olması, bunu oralıların değil, bu çeşit hâtıralara meraklı ve gerekli bilgiye sahip “bilgili” yabancı ziyaretçiler tarafından yapıldığını gösteriyordu[31].
Sumela manastırının hazînesinin en değerli eseri, mucizeler gösterdiğine inanılan, etrafı gümüş çerçeveli “Kara Meryem Ana” ikonası idi[32]. İsa’nın havvarilerinden, ve İncil yazarlarından biri olan Lukas’ın bizzat elinden çıktığı iddia olunan bu ikona’nın bu bakımdan daha başka birçok benzerleri vardır. Sumela’daki resmin aslında belki de bir Gürcü ikonası olduğuna yukarıda işaret ettik. Zamanla, Karaferye (Verria)’daki resmin de, yeni yapıldığı unutulduktan sonra, bir efsane ile süslenerek, Trabzon dağlarından Makedonya dağlarına uçup geldiğine herkesin inandırılacağı muhakkaktır. Halbuki, Sumela manastırı eşyası arasında Trabzon prensi III. Manuel tarafından buraya verilen üzeri kitabeli ve 1390 tarihli stavrotek (haç şeklinde, İsa’nın çarmıhı parçası muhafazası), hakikaten değerli bir eser tesiri bırakıyordu. Ayda bir defa olmak üzere bununla takdis edilen su, buraya şifa umarak gelen ziyaretçilere dağıtılıyordu. Burada evvelce, manastırın ilk kurucuları olarak gösterilen Barnabas ve Sophronios’un rölikleri de bulunmakta ise de, bunlar hemen hemen unutulmuş bir halde âdeta bir kenara atılmışlardı.
Fallmerayer’in burada kaldığı günlerde, ışıksız bir mağarada kitapları toplanmış bulunuyordu. Ancak bir dayama merdivenle içine girilebilen bu mağara kütüphanede alman tarihçi fazla önemli bir şey bulamamış, ekseriyetle Avrupa baskılı kitaplar görmüştür[33]. Fakat çok daha sonraları, Papadopoulos - Keramevs hurdaki yazmaların bir katalogunu yapmış[34], ve diğer araştırıcılar, buna bir kaç yazma adı daha ilâve etmiştir. Sayılan 85 - 90 kadar olan bu elyazmalar, manastır boşaldıktan sonra dağılmıştır. Bunlardan bir tanesi şimdi Atina Bizans müzesinde[35], büyük bir kısmı ise Ankara’da bulunmaktadır. Diğer taraftan bu manastıra ait bazı vesika ve yazılar, piyasaya dağılmış ve bir kısmı Yunanistan’a gitmiştir. Ankara’da muhafaza edilen yazmaların ekseriyeti 17. yüzyıldan sonraya aittir. Yalnız bunların arasında, 11/12. yüzyıllara âit olarak tarihlendirilen üç ayrı Dört İncil ( Tetraevangelium) bulunuyor idi. Bunların tezhipli ve minyatürlü oldukları anlaşılmakta ise de, hayli harap bir halde idiler. Çoğu 17 - 18. yüzyıllara ait dinî kitapların arasında 2 adet, Aziz Barnabas ve Sophronios’un Akoluthia'larına rastlanır. Profan konulu iki yazmadan biri, Manuel Malaxos tarafından 16 yy. sonunda yazılan Bizans İmparatorları ve Osmanlı Sultanları kronografyası ; diğeri 1691 ’de Stephanos oğlu Khristophoros’un tertiplediği, Sinop şehri hıristiyan ahalisinin listesidir. Ankara’daki yazmalar arasında ayrıca 18- 19. yüzyıllara ait manastırın mektup, protokol ve masraf defterleri de tesbit olunmuştur[36]. Muhakkak ki piyasada ve hususî ellerde, bazı vesikalar ve kitaplar vardır. Nitekim on yıl kadar önce, İstanbul’da satışda, üzerinde manastırın temellük mührü olan bazı evrak görülmüştür, içinde değerli minyatürler olan bir dört İncil (Tetraevangelium) nüshasının ise İstanbul Arkeoloji müzesine intikal ettiği söyleniyor[37]. Yine burası ile ilgili bazı vesikalar şimdi Atina’da bulunduğu gibi[38], Sumela manastırı menşeli iki kilise eşyası da şimdi Atina’da Benaki müzesinde bulunmaktadır. Bunlardan biri, Hristiyan üçlemesi (Teslis)ni tasvir eden gümüşden bir madalyon, diğeri ise üzerinde bir vakıf yazısı bulunan, 1438 tarihli bir epitaphios yani işleme bir örtüdür [39].
Sumela manastırına, ormanın içinde bir patikadan tırmanılır. Manastırın girişi çok sıkı emniyete alınmış ve dar uzun bir merdivenle, son kısma tırmanılması mümkün kılınmıştır[40]. Bu merdivenin yanında yamaca yaslanmış büyük bir su kemerinin, tesise evvelce su getirdiği anlaşılmaktadır. Eski fotoğraflarda geniş kavisli on kadar gözü ile mükemmel bir halde farkedilen bu kemer[41], şimdi yıkılmış ve çok harap bir haldedir. Kapıdan geçildiğinde, kapıcı hücreleri vs. geçildikten sonra bir merdivenden küçük iç avluya inilir. Burada merkez, solda bulunan ve kilise haline getirilmiş olan tabiî kovuktur[42]. Kovuğun önünde muayyen bir düzene sahip olmaksızın inşa edilen çeşitli manastır binaları görülür. Bu avlunun sol tarafında şimdi kısmen yıkılmış ve içine moloz dolmuş bir halde, yukarıdan kayadan süzülen ve damlayan kudsal suyun toplandığı çok yeni tarihlere ait, şimdi harap bir şadırvan vardır[43]. Yine sol tarafta mağaranın içine, manastırın en eski kısmı olan kilise yerleştirilmiştir. Avluya doğru çıkıntı teşkil eden ayrıca bir şapel bitişik bulunan bu kilisenin gerek iç duvarları, gerek avludan görülen dış duvarı tamamen fresko resimler ile kaplıdır. Ancak yakından dikkatli incelendiğinde bu resimlerin bir çoğunun geç bir tarihe ait oldukları ve altlarındaki başka tabakalarda daha eski ve çok daha değerli duvar resimlerinin bulunduğu fark edilir. Zaten bu husus bazı yazılar ile de belirtilmiştir. Avlunun sağ tarafında ise, 1860 yılına doğru inşa edildikleri bilinen bir takım misafir odaları ve kütüphane olarak kullanılmış olan salon bulunmaktadır. Bu sonuncunun ön duvarı tamamen yıkıldığından, iç duvarında duvara gayet süslü iri harfler ile yazılmış Bibliotheka kelimesi avludan görülür. Avlunun etrafında daha birçok küçük şapeller vardır. Manastır şimdiki duruma girmeden çekilen eski fotoğraflarda[44], bütün bu binaların avluya bakan yüzleri önlerinde birbirinin üzerine binen, ahşap balkonlar, sundurmalar bulunduğu görülmektedir. Talbot-Rice’ın bildirdiğine göre, bunlarda ahşapdan yontulmuş güzel parçalar da mevcuttu. Bugün çok harap bir halde bulunan buradaki küçük şapellerden bir tanesinde ondört veya onbeşinci yüzyıllara ait oldukları tahmin olunan resimler tesbit edilmiştir. Avlunun ilerisinde dar bir koridor, kayalığın önündeki ensiz bir çıkıntı üzerinde uzanmaktadır. Burada doğrudan doğruya yamaca yaslanmış heybetli bir bina uzanır. Sumela manastırının uzaktan görünüşünde daima ön plâna geçen bu kısım, burada yaşayan keşişlerin barındıkları esas manastır yapısıdır. Üç esas kattan başka, ayrıca altta bir kaç sıra mahzeni ve üstte bir de çekme katı olduğu anlaşılan bu yapının saçak dibinde sıralanan kemerli galerileri ile heybetli, ihtişamlı bir görünüşü vardır. Âdeta kitlesi ile dağın kayalarında uzaklardan beyaz bir leke halinde taşan bu kışla biçimli yapı, manastırın 1860’daki büyük tamir ve genişletilmesinde inşa olunmuştur. Büyüklüğünden başka, kayda değer hiçbir mimarî özelliği olmayan alelade bir binadır. Evvelce geniş saçaklı olan ahşap çatısı, içinin bölmeleri, ahşap katları yok olduğundan bugün dört duvardan ibaret bir harabedir. Bu duvarların arasında içi, derine doğru inen büyük bir boşluk halindedir. Dışarı bir çıkıntı teşkil eden ortadaki kulesinden aşağı bakıldığında, bu binanın yapıldığı yerin baş döndürücü yüksekliği ve korkunçluğu iyice anlaşılır. Sumela manastırının, görünüşünü aksettiren eski bir gravürü, bir bitki türü (genus Crocus) hakkindaki bir kitapda bulunmaktadır[45]. Bu bölgede görülen bir bitki dolayısiylc yayınlanan gravürde manastırın esas giriş kısmının üst tarafında, yamaca yaslanmış, âdeta üst üste binen ahşap bir çok yapılardan mürekkep bir topluluk farkedilir. Bunlar eski fotoğraflarda olmadıklarına göre, daha manastırın faaliyette olduğu sıralarda kaldırıldıkları anlaşılıyor.
Hiçbir sanat ve tarihî değeri olmadığı halde, son yıllarda Sumela’ nın başlıca alâmeti olan bu büyük yapıya karşılık, bu tesisin en önemli kısmı, iç avlunun bir kenarında bulunan kilisedir. Bu kilise, kudsal mağara veya kovuğun iç satıhlarının düzeltilmesi, ve ağzının düz bir duvarla kapatılması suretiyle elde edilmiştir[46]. Bu duvara bitişik, bir çıkıntı teşkil eden küçük bir şapel vardır. Burada iç ve dış satıhlar, 18. yüzyıldan bu yana birkaç tabaka halinde üst üste fresko resimler ile süslenmiştir[47]. Bazı yerlerde üç tabaka açıkça farkedilmektedir. En alt tabaka renkleri ve kalitesi bakımından, üsttekilerden çok farklı ve daha iyidir. Her tabakada konuların da değiştiği dikkati çekiyor. Buradaki freskoların 1710, 1732 yıllarında yapıldıklarını bildiren yazılar tesbît olunmuştur. Halbuki mağara-kilisesinin içinde, avluya komşu duvarda III. Alexios devrine ait freskolar da tesbit edilmiştir. Burada III. Alexios, iki yanında oğulları III. Manuel ve Andronikos ile tasvir edilmiş idi. Bugün bu portrelerden hiçbir iz kalmamıştır[48]. Dışarıda, kaya sathına işlenmiş ve bugün yalnız üst şeritleri kalabilmiş olan büyük bir mahşer sahnesinin dökülen sıvalarının altından başka sahnelerin gün ışığına çıktığı görülmektedir[49]. Üzerinde bir ejder ile süvari iki aziz (Georgios ve Demetrios) tasvir edilmiş bulunan küçük bir şapelin duvarında biz, bu tabakanın altında iki tabaka daha resim bulunduğunu tesbit ettik[50]. Nitekim bir yerde en alt tabakada İmparator kıyafetinde diademli bir figürün üstünde diademli başka bir figür, bunun üstünde de Metamorphosis, yâni Tabor dağında İsa’nın görünüşünün değişmesi (suretinin değişmesi) sahnesi işlenmiş bulunmaktadır. Bu durum karşısında, Sumela manastırının eski ve o nisbette de değerli duvar resimleri, sıvaların tamamen dökülmediği yerlerde alt tabakalarda durmaktadır denilebilir. Şüphesiz bu ayrı bir araştırma konusudur.
Avlunun etrafındaki binalarda yer yer, Türk sanatı tesirleri de kendilerini belli ederler. Nitekim odalarda dolaplar, höcreler ve ocaklar bu küçük mekânlara bir Türk enteryörü havası vermektedir[51]. Kudsal suyu toplayan şadırvan da, sivri kemerleri ile Türk mimarî karakterindedir. Fakat en dikkat çekici nokta, bazı duvarlarda koyu kırmızı boya ile yapılmış duvar süsleridir ki, bunlar 18. yüzyıl Türk binalarındaki tuğla derz süslemelerinin boya ile yapılmış taklitleridir. Manastırın eski fotoğrafları, bilhassa merdivenli giriş kısmı tarafında, yamaca sanki asılmış gibi ahşap, güzel binaların bulunduğunu gösterir Hattâ bazı resimlerde bunların Trabzon bölgesi ev mimarisine uygun olarak işlenmiş parmaklık, kiriş gibi akşamı da fark olunmaktadır.
Manastır yukarıda da belirtildiği gibi, çok harap bir durumdadır ve freskolarında da büyük tahribat ile parçalar çalındığı görülmektedir. Freskoların üzerlerinde ziyaretçilerin sivri bir uçla kazıyarak yazdıkları adlar ve tarihlerin bir kısmı yeni olmakla beraber birçoğu da hayli eskidir ve hıristiyan ziyaretçilerin hâtıralarıdır[52]. Freskoları bozan bu yazıların arasında, rumca, ermenicc, rusça yazı ve tarihler hayli çoktur ve bunların 18. yy. âit olanları bile görülür. Fakat ne olursa olsun bugün Trabzon bölgesinin turistik bir köşesi olarak yerliler ve yabancılar tarafından, ya kudsal suyundan faydalanmak veya görmek üzere hâlâ ziyaret edilmekte olduğu da inkâr edilmez bir vakıadır[53]. Bu durum karşısında hiç değilse tarihî olan ve sanat değerine hâiz kısımların tesbiti ile bu kısımların dikkatle korunması düşünülebilir[54]. Geri kalan ve çok menfî bir görünüş yaratan enkazın ayıklanması ve manastırın işe yarar kısmında bir kahve ve dinlenme yeri tesis edilebilir. Yoksa 1962’de çektiğimiz resimde görüldüğü halde durması muhakkak ki hoş değildir[55].
Bu yazımız ile son yıllarda pek aşırı bir derecede önem verilen bu yerin hakikî tarihî hüviyetini ortaya koyabildîğimizi tahmin ediyoruz. Hurafeler veya kasitli yaratılmış rivayetlerin de bundan böyle artık üzerinde durulmaması lâzım geldiğini zannediyoruz.