ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

F. ABDULLAH TANSEL

Vefik Paşa’nın çocuk denilecek yaşlardaki husûsî hayatını, şah-siyetinin nasıl teşekkül ettiğini aydınlatan bilgiyi, çok samimî arkadaşı Sir Austen Henry Layard’ın eserinde buluruz. 1817’de Paris’te doğan ve ondan altı yaş büyük olan bu İngiliz, o sırada Morning Chronicle’ın muhâbiri olarak İstanbul’da bulunuyordu. Sir A. Henry Layard, kendi hâl-tercemesini içine alan Autobiography and Letters adlı eserinde Vefik Paşa hakkında —ona dâir neşriyatta bugüne kadar hiç kimsenin faydalanmadığı— zengin malzemeyi önümüze sermekte, yetiştiği çevreyi, aile ve arkadaş muhitini, o gençlik çağlarında kimlerin hangi eserlerini okuduğunu, ne gibi mes’elelerle alâkalandığını, muhtelif karakterlerini v. b. birçok husûsiyetlerini canlandırmaktadır.

Sir A. Henry Layard, Vefik Paşa ile — onun Terceme - odası’nda çalıştığı sırada— 1839’da tanışmıştır. Autobiography'sinde verdiği bilgiye göre, Vefik Efendi, babasıyle birlikte, su kemerlerine yakın eski tarz, ahşab, büyük bir evde oturuyorlardı. Morning Post'un muhâbiri, edebiyata meraklı, serbest düşünceli bir kimse olan Mr. Longworth da, Layard’ın yakın dostu idi ve İstanbul’da ahbap olmuşlardı ; bir başka arkadaşı, İstanbul’a muhâbirlik vazifesiyle gelen, çok iyi bir âileye mensup Colonel White’di; o esnâda İstanbul hakkında hazırladığı eseri (bunu sonradan neşretmiştir) için, Türk-Müslüman hayatına dâir hususlarda Vefik Efendi’den istifâde ediyordu. Sonradan vezirliğe kadar yükselen Vefik Efendi bu sırada onaltı-onyedi yaşında bir gençti. Babasıyle Paris’te bulunduğundan, Fransızca’yı bir Fransız gibi konuşuyor ve yazıyordu. Babasını, İngiliz ve Fransız klâsiklerini içine alan bir kütüphane teşkili için ikna’ etmişti. Vefik Efendi, ayni zamanda Acemce ve Yunanca’yı, Şark edebiyatnı da iyi biliyordu. Vefik Efendi ile Longworth’un, haftada iki gece biribirlerinin evinde yemek yemeleri âdet hâline gelmişti. O günlerde ecnebilere, güneş battıktan sonra Galata’dan öteye, Müslümanlar tarafına geçmek yasak edilmişti; fakat bu İngiliz’e, Rûhü’d-Din Efendi’nin konağına gitmek için izin veriliyordu. Bu iki arkadaş beraber geçirdikleri geceleri okumağa, çalışmağa hasretmişlerdi; bu toplantılara Sir A. Henry Layard da, Vefik Efendi tarafından da‘vet edildiğinden, İstanbul’da kaldığı müddetçe, fırsat buldukça, muntazaman haftada iki def’a su kemerleri civarındaki konağa, yaz aylarında da Boğaziçi’ndeki yalıya gitmişti. Beraberce, İngiliz klâsiklerini, bu arada Gibbon, Roberston, Hume’u okuyor, siyasî iktisada çalışıyor, Adam Smith’in, Ricardo’nun kitaplarını mütâlea ediyorlardı. Longworth, kuvvetli bir protectionist'ti; bir memleketin tüccar ve esnafını başka memleketler halkının rekâbetinden himâye için gümrük resmi v. b. nizamların konulmasını lüzumlu bulan bir görüşe sâhipti; A. Henry Layard ise, serbest ticaret tarafını tutuyordu. Birçok saatlerini bu mes’elelerle alâkalı münâkaşalarla geçiriyor, Ahmed Vefik de bunlara kuvvetle iştirâk ediyor, kuru mübâhaseleri şakalarla, misallerle canlandırıyordu. Bâzı Ahmed Vefik, bâzı kendileri Shakespeare’in tiyatro eserlerini okuyorlardı; Vefik Efendi bunları anlıyor, kıymetlendirebiliyor, Charles Dickens’ın romanlarını okurken komik sahnelerde kahkahalarla gülüyor, bilhassa bu muharririn Pickwick ve başka eserlerinden çok zevk alıyordu. Bu komik sahneleri, ekseriya, sonradan nakletmek de âdeti idi; görülmemiş derecede kuvvetli bir hâfızası vardı ve okuduğu şeyleri nâdiren unuturdu. Daha o sırada, onaltı-onyedi yaşında iken her mevzu'da sağlam bilgisi vardı; Şark’a ve Garb’a âit bu bilgisini son-raları bir hayli genişletmiştir. Onun hayrete şâyan isti'dâdı, dürüst tabiatı, arkadaşlarını daha o zaman, hükümette yüksek bir yer kaza-nacağına inandırmıştı. Çok şen, neş’esiyle bulunduğu çevreyi de eğ-lendirici bir karaktere sâhip olan Ahmed Vefik, Türkler’in ecnebilere, bilhassa Avrupalılar’a kendilerine âit şeylerden bahsetmemeleri husûsiyetine aykırı olarak, her zaman birşeyler öğretmeğe hiç çekin-meksizin hazırdı. A. Henry Layard bu münâsebetle, “Ben ondan Türk hayat ve âdetlerine dâir pek çok şey öğrendim. Babası da bildiklerini söylemekten sakınmazdı; Fransızça’yı herkese benzemez tarzda konu-şur, lâkin maksadını kâfi derecede iyi anlatırdı; nâzik, zarif tavırları, vakur görünüşü, kar gibi beyaz sakalı, — o zamanlarda henüz bugünki gibi sivillerin giydiği avrupâî tarzda giyinilmediğinden— sarığı ve elbisesiyle mükemmel bir Türk centilmeni idi” diyor. Rûhü’d-Din Efendi’nin konağı da, o devirdeki emsâli gibi, harem ve selâmlığa ayrılmıştı, avrupâî tarzda döşenmemişti ; masa, iskemle v.b. eşyâ Türk evlerinde henüz kullanılmıyordu. Vefik Efendi’nin babasının konağında da yerler hasırla kaplı idi; bunların üzerine renk ve desenleri güzel Kürd ve Acem halıları serilmişti. Etrafta, üzerleri Bursa ve Şam ipekli kumaşlarıyle örtülü divanlar bulunuyordu; dayanmak için, yine Bursa ve Şam ipeklisinden büyük yasdıklar vardı. Misâfirliğe gidilince, onların evlerinde de pabuçlar çıkarılıyordu. Rûhü’d-Din Efendi’nin, evi eski tarzda döşenmekle, kendisinin giyinişi eski tarzda olmakla beraber, o devir an'anelerine uymayan tarafları da vardı. Onlar baba oğul, kendi mevkı'lerinde bulunanlardan farklı olarak, hizmet işlerinde köle, harem-ağası, câriye kullanmağı câiz görmemişlerdi. Evlerinde harem ve selâmlık bulunmakla, kadınlarnı akrabâları dışında kimseye göstermemekle beraber, Reşid, ‘Âlî, Fuad ve Kabûlî Paşa gibi münevverlerin, Rûhü’d-Din ve Vefik Efendi’nin de bir tek zevceleri vardı. Yemeğe da‘vetli oldukları, geceyi beraber geçirecekleri günlerde Longworth ve A. Henry Layard, Rûhü’d-Din Efendi’nin evine erken, ikindi vakti gidiyorlar, güneş batıncaya kadar Vefik Efendi ile eserler okuyor, çalışıyorlardı. Yorulunca, Ahmed Vefik namaz için hareme gider, bir saat kadar sonra —birçok Türkler gibi evleri herkese açık, misafir-sever olduklarından — yemek için toplanırlardı. Onların da yer sofrasında, çatal ve bıçak kullanmayarak eski usûlde elleri ile yemek yediklerini, bu yemek merâsimini, yenilen yemekleri uzun uzun tasvir eden, resmî Türk ziyâfetlerinde yemek nev'inin kırkikiden az olmadığını, Rûhü’d-Din Efendi’nin sofrasında bunun nâdiren otuzu geçtiğini kaydeden Layard, birçok Türk evlerinden farklı olarak, onların evlerinde yemekten önce iştihâyı açmak için meze, rakı da ikram edilmediğini kaydediyor. Rûhü’d-Din Efendi’nin sofrasındaki misafirler Bâb-ı âlî’den, umûmiyetle Hâriciye Vekâleti’ne mensup bâzı me’murlar, pek sık olarak dışarıdan gelen nüfuzlu, sözü geçer ve bunların birkısmı hükümetle alâkalı işler için İstanbul’a gelen şahsiyetlerdi; meselâ bir Kafkas reisi, Asya’dan bir Türkmen Beyi hac için Mekke’ye giderken uğrardı. Ahmed Vefik bunları arar ve da’vet eder, böylece uzak Müslüman memleketlerinin siyasî mes’eleleri hakkında sık sık bilgi edinirdi. Sir A. Henry Layard da, ekseriya, Vefik Efendi’nin evinde rastladığı Biritanya’nın Osmanlı İmparatorluğu elçisi Sir Stratford Canning’den siyasî ve başka saha-larda haber alma fırsatım buluyordu; bunlar, onun sonraları Morning Chronicle v. b. gazetelerdeki yazıları için malzeme teşkil etmişti. Rûhü’d-Din Efendi’nin da'vet ettiği, veya onun misâfir-severliği dolayısıyle kendiliğinden gelen misafirler yemekten sonra bir saat kadar oturup sigara ve kahvelerini içtikten sonra gidiyorlar, bundan sonra Ahmed Vefik, A. Henry Layard ve Longworth çalışma ve münâkaşalarına tekrar devam ediyorlardı. Ahmed Vefik saat bir, veya ikiden önce yatmağa nâdiren gider, haremde yatar, sabahleyin de diğer Türkler gibi erken kalkardı. Misafirleri Layard ve Longworth, selâmlıktaki pek temiz yataklarında rahat rahat uyur, ev halkı sabah namazı için güneş doğarken kalkınca onlar da kalkar, kendilerine yıkanmak için leğen ve ibrikler getirilir, sigara ve kahvelerini içtikten sonra evden ayrılırlardı[1].

Layard, Autobiography'sinde İstanbul’da 1845 yılına kadarki hayatını anlatırken, bu hayatiyle sıkı münâsebeti bulunan Vefik Efendi’nin muhtelif karakter husûsiyetlerinden ve fikirlerinden, resmî hayatından da yer yer bahsetmektedir: Birçok Türk arkadaşları arasında — cünbüş ve eğlence için de— kıymetli arkadaşı Ahmed Vefik’tir ki, her zaman yaramazlığa hazır olan o, Müslüman arkadaşları arasında nasıl uslu, ağırbaşlı, vakur olmak lâzım geldiğini çok iyi biliyor, avrupalı arkadaşlarıyle toplantılarda bu tavırlarını bırakıyordu; içlerinde en yüksek onun sirâyet edici gülüşüydü ve delice el şakalarından eğlenmesi önlenemezdi. Layard, bir bayram gecesi nasıl toplandıklarım, ona yaptıkları bir mu'zibliği de naklediyor: Ahmed Vefik, ertesi günü Sultan’a bayram tebrikine gideceği için resmî elbisesini de giymiş, o gece Orta-köy’de arkadaşlarıyle kalmıştı. Hepsi, üzerlerine paltolarını örterek uyumuşlardı. İçlerinden biri, Vefik Efendi’nin paltosundan, rütbesini (H wâcegânlık) gösteren nişanını çıkarıp saklamıştı. Vefik Efendi sabahleyin paltosunu giymiş, Orta-köy’den henüz pek uzaklaşmadan nişanının yok olduğunun farkına varmıştır. Heryeri aramışlar, fakat bu mu’zibliği yapan nereye sakladığını da unuttuğundan bulamamışlardı. Vefik Efendi, merâsim saati yaklaştığından, ödünç bir nişan bularak tebrike gidebilmişti. Layard, “Birçok günlerden sonra, hizmetçiler odayı temizlerlerken, bir divânın minderi altında bulmuşlardı” diyor[2].

Layard, İngiltere elçisi Sir Stratford Canning’in müstebid siya-setini anlatırken; ona karşı durmağa yalnız bir kişinin, Ahmed Vefik’in kaşlarını çatmağa cesaret ettiğini kaydeder; bu yüzden, elçilik çevresinde bir kırgınlık da uyandırmıştı: Vefik Paşa bir iş sebebiyle Sefâret-hâne’ye yemeğe da'vet edilmiş, Sir Stratford Canning ile arasında, İngiliz teb'asından Yunanlı, veya Maltız bâzı kimselerin Türk polisi tarafından habsedilmesi dolayısıyle şiddetli bir münâkaşa olmuştu. Bunlar şübhesiz suç-üstü yakalanmış ve hak ettiği cezâyı bulmuşlardı; Vefik Efendi Türk hükümetinin hareketini yerinde buluyordu. Sir Stratford Canning, oradakilerin dikkatini çekecek yolda yumruğunu masaya vurarak, bir İngiliz teb'asının resmen sorguya çekilmeden habsedilmeleri ile kapitülasyonların ihlâl edildiğini söyleyip, “Ben bu mahbusları serbest bırakmak için bir kavas ile Galata’ya gitse idim, sizin hükümet otoriteniz ne yapmağa cesaret ederdi?” deyince, Vefik Efendi sükûnetle, “Herhâlde sizi ve kavasınızı da onlarla beraber habsederlerdi; onlar vazifelerini yapacaklardı!” cevabını vermişti. Layard, Canning’in hiddetini tasvirin güç olduğunu, böyle bir cevap karşısında susmağa mecbur kaldığım, bu dikkate değer Vefik Efendi’nin zekâ ve kudretini takdir de ettiğini yazıyor[3]. Bu hâdise, bize, Vefik Efendi’nin, kendisi için çok elverişli olan Londra Sefâret Kâtibliği vazifesinde (1840-42), neden kısa bir süre çalıştığım da aydınlatmaktadır.

Morning Chronicle'ın kendisine verdiği muhâbirlik te’lif ücreti az olduğundan, Beyoğlu’na göre hayat şartları daha ucuz bir yerde yaşamağı düşünen Layard’ın, Longworth ile beraber Kandilli’de bir yer kiralamağa karar vermelerinde Vefik Efendi ile dostluklarının da te’siri vardır; çünkü Fuad Efendi (Paşa) Kandilli’de bir yalıda, Vefik Efendi de Boğaziçi’nin ayni sâhilinde yine bir yalıda oturuyorlardı. Bu iki İngiliz muhâbiri böylece onlarla sık-sık görüşmek, siyasî ve başka haberleri elde etmek fırsatını buluyorlardı[4].

Siyasî Tanzimat’a, avrupâî yeniliklerle alâkalı fikirlere de Autobiography sinde yer veren A. Henry Layard, Ahmed Vefik Efendi’nin de bu husustaki düşüncelerini kaydetmiştir: Avrupai yenilikleri memleketimize tatbik için cehâlet, taassub, hodbinlik, Riza Paşa v. b. bâzı kimselerin yalnız askerlik sâhasında kuvvetlenme tarafını tutmaları gibi güçlüklerle karşılaşan Reşid Paşa’nın muârızları arasında Ahmed Vefik de bulunuyordu. O, Reşid Paşa’nın ta'kıbettiği siyasetle, bozulmuş devlet müesseselerinin yenileştirilip temizlenebileceği husûsunda endişeli idi; bunun verimli olması için, bir hazırlık devresi, Avrupa medeniyetini eski Türk politika sistemi an'anelerine aşılamak lâzımdı; ayni zamanda, eğer tekemmül ettirilirse, medeniyet, idâre sistemi ve terakki unsurlarım içine alan İslâmiyet’ten de faydalanmak lâzımdı; Reşid Paşa’yı, başka muârızları gibi bu yenilik hareketinde sür'atli bulan Vefik Efendi de, aksi hâlde başarı elde edilemeyeceği, zâten zayıflamış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun çâresiz olarak, mutlaka, hâlen mâlik olduğu şeyleri, istiklâlini de kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı fikrinde idi[5].

Vefik Paşa’yı, memleketimizde rastladığı şahsiyetler arasında “fevkal'âde münevver” olarak vasıflandıran Layard’ın[6] yukarıda naklettiğimiz ifâdelerinden anlaşıldığı gibi, onun daha onaltı-onyedi yaşında iken kendisinden birkaç yaş büyük İngiliz gazetecileri ile dostluğu, biribirlerinden karşılıklı faydalanmaları, şahsiyetinin teşekkülünde te’sirli olduğu kadar, Batı dünyasındaki şöhretine de yol açmıştır. Esâsen, yetiştiği çevre, gördüğü tahsil ve terbiye, yabancı dilleri çok iyi bilmesi sebebiyle Ahmed Vefik Paşa’nın ecnebilerle münâsebeti sonraları da devam etmiştir; nitekim, Lamartine Türkiye’ye hicret etmeğe karar vererek, Sultan Abdü’l-Mecid ile Reşid Paşa’ya birer mektup yazıp, İzmir’de kendisine bir çiftlik verilmesini recâ ettiği zaman da Vefik Paşa’dan faydalanılmıştır. Mes’elenin halli için, Reşid Paşa’nın tasvibi ile, o sırada Terceme-odası hulafâsından bulunan Vefik Paşa, Lamartine’in vekili Charles Roland’la Aydın civârındaki çiftliği görmek için gönderilmiştir[7]. İstanbul Latinliği adlı eserin müellifi Bellen de, tarihî bâzı hususlarda bilgi edinmek için Vefik Paşa’dan istifâde etmiştir; Bellen, adı geçen eserinde, Vefik Paşa’nın ifâdesine dayanarak, Fâtih’in, Galata-kulesi’nin yıktırılması için irâde buyurduğunu, yalnız üst kısmından on arşın kadar yeri yıktırılmakla iktifâ olunduğunu (S. 159) yazar[8]. Vefik Paşa’yı komşusu olduğu için çok yakından tanıyan Sir Edwin Pears, onun Fransa’da elçi iken Napoléon III.’un sevgisini kazandığım kaydeder; Sir Edwin Pears’e göre Vefik Paşa, kendisini tahsil ve zekâca Vekiller’den çok üstün telâkki ederdi ve öyle idi; fakat bir hatib olarak müstebit idi ve keyfî hareket ediyordu. 1876 yıllarına âît bu hâtıralarında, onun, riyâset iskemlesinden sık-sık meb'usları susturduğundan, onlara konuştukları şeyler hakkında hiçbir şey bilmediklerini anlattığından bahsetmektedir[9]. George Washbum da, Vefik Paşa’nın yakın dostu idi ; hâtıralarında Vefik Paşa’nın şahsiyeti hakkında şu dikkate değer bilgiye rastlarız: Vefik Paşa, tanıdığım Türkler’in en alâka çekeni idi; onaltı dil bilen büyük bir lisâniyatçı, Avrupa'nın klâsik müelliflerini tanır, hükümette büyük mevkı'ler işgal etmiş, yeniliklere tarafdâr ve nâmuslu idi ki, bunlar bir Türk me’muru için nâdir şeylerdir; fakat hükümet hakkındaki düşüncelerinde Şarklı idi; bir hükümdâr için ideali, Hârûnü’r-Reşid idi. Robert College’e çok yakın yaşadığından birçok geceleri birlikte geçirdiklerini kaydeden müellif, “Bir def’a, hiç unutmam, onu Alman bir hizmetçi ile İncil’in vahyi hakkında münâkaşa ederken buldum. Bu lâfzan Hıristiyan onu inkâr ediyor ve o İslâm, tıbkı bir protestan ilâhiyât semineri profesörü gibi, inandırmağa çalışıyordu” diyor. Vefik Paşa bu münâsebetle George Washburn’a, Paris’te elçi iken Ernest Renan’a bitişik oturduğundan, dinî mes’eleleri hergün, daimâ münâkaşa ettiklerinden bahsetmiştir. Yine George Washburn’un, “Sadr-ı â'zamlık yerine başvekillik te’sis ve Vefik Paşa buraya ta’yin edilmişti; üç ay sonra işten el çektirildi. Bana bu hususta birçok şeyler anlattı; Sultan ile iş görmek imkânsızdı; o sırada onunla iki-üç gün beraber bulunmakla aklını kaybedecek gibi olduğunu söyledi; şahsî teşebbüslerde hiç kimseyi, bilhassa Sultan’ı ikna’ imkânsızdı; fakat Vefik Paşa, hayatî ehemmiyeti olan birşeyi Sir H. Layard ile işbirliği sâyesinde başarmıştı : Ruslar İstanbul’a yaklaştığı zaman, Sultan, Bursa’ya çekilmeğe karar vermişti. Eğer böyle yapsa idi, ihtimal bir daha geri dönemiyecekti. Vefik Paşa ve Layard, onu bu fikrinden vaz geçirmeğe çalıştılar. Layard, hikâye edildiğine göre — ki bunun biraz mecaz yoluyla nakledildiğini sanıyorum— Sultan’ın önünde diz çökerek yalvarmıştı” ifâdesi de, İngiltere elçisi Sir H. Layard ile eski yakın dostluğunun devamını ve şahsî teşebbüslerindeki başarısını aydınlatmaktadır[10].

Vefik Paşa’yı hayranlık derecesinde takdir edenlerden biri de Gregoir (باى،ياى؟)’dır; Şark’a âit çinicilik, hattatlık, edebiyat v. b. bütün güzel san'atların hayrânı olan bu zât, tahminen 1868’denberi Bursa’da yerleşmiş, çinilerle süslediği köşkünü âdetâ bir müze hâline getirmiş bulunuyordu. Köşkündeki odalara Sa’dî (Şirazlı) - odası, Gül ve Bülbül-odası gibi, muhteviyatlarına uygun adlar vermişti ki, bunlardan biri de Ahmed Vefik Paşa-odası’dır. Ahmed Hâşim bu sonuncu odayı pek tasvir etmiyorsa da, Gregoir’dan naklen Vefik Paşa hakkında şu bilgiyi veriyor: “Vefik Paşa dostumdu. Bursa’yı hâtırâtıyle doldurmuştur. Onun için, Türk San'atı ve Bursa’yı sevenler için bu vezirin hâtırası azizdir. Güneşe kavuşturduğu Yeşil Câmi', onun bu şehre bir hediyesidir. Ta'mirden evvel Yeşil Câmi’ bir harâbe, bir mezbele idi. içerisi toprakla, molozla dolu ve kubbesi birçok yerlerinden çatlamış, yıkılmak üzre idi. Ta'miri bir müşkil mes’ele idi. Vefik Paşa, bu iş için Fransa’dan meşhur mi'mar Parvillée’yi Bursa’ya celbetti. Parvillée, câmi'in içini temizletmekle işe başladı. Câmi'in yeşil çini hazînesi, işte bu ameliyeden sonra hayran gözlerimize inkişaf etmiştir. Sonra, kubbesi demir çenberlerle tutturulup çatlaklara çi-mento dökülerek kubbe tahkim edildi. Pek eski bir âbide olan Yeşil Câmi'in bu yenilik hâli, işte bu ta'mirden ileri geliyor. Parvillée, Yeşil Câmi'in ta'miri münâsebetiyle tedkik ettiği Türk mi'mârîsi hakkında kıymetli bir eser yazmıştır. Bu eserin nüshaları pek nâdirdir. Bana hediye ettiği nüshayı köşkte, eski bir Türk cildi içinde muhâfaza edi-yorum. Zannederim ki İstanbul’da Müze-hâne kütüphânesinde bu kitabın bir nüshası daha var[11]. Bu odanın tavarunı eski bir Türk konağının harâbesinden satın aldım ve dağıtmadan, olduğu gibi ye-rinden söküp buraya taşımak, buradaki yerine yerleştirmek için bil-seniz ne zahmetlere katlandım, ne fedâkârlıklara râzı oldum, bakınız. .. Aradan geçen bunca asırlara rağmen hâlâ renkleri, altunları ve oymaları bozulmayan bu tavan, tek başına bir medeniyet isbâtı değil midir[12] ?”.

Görülüyor ki Vefik Paşa, Bursa’daki san'at eserlerini ihyâ et-mekle de ecnebi dostlarının takdirini kazanmıştır; Richard Davey’in, Yeşil Câmi', bu Osmanlı san'atının fevkal'âde eserini i'mâr suretiyle ihyâ ettiği için medenî dünyanın da Ahmed Vefik Paşa’ya teşekküre borçlu olduğunu söylemesi de bu fikri kuvvetlendirir[13].

Vefik Paşa’nın muhtelif karakterlerinden bahsedilirken varılan müşterek hüküm, kimseye benzemeyen, nev'i şahsına münhasır bir şahsiyet olduğudur. Türkçe ve yabancı dilde yazılmış eserlerde husûsiyetlerini canlandıran oldukça zengin malûmata rastlarız. Ona isnad edilen fıkralar kararlarındaki çabukluk ve kesinliği, resmen ta'yin olunan bâzı me’murları maiyyetine kabûl etmeyerek iâde ettiğini, kânûna aykırı olmakla beraber vicdanen âdilâne hükümler verdiğini, birçok mes’ele ve dâvaları bu görüşle haklının lehine hallettiğini, titizliğini, yardım severliğini, kindarlığını ve nüktedanlığını ifâde eder. Ali Fuad Bey, “şekli mehlb, kıyafeti acib, ahlâk-u etvân garlb, tab'ı şedid idi. Esmer renkli, iri yüzlü, iri gözlü, vücûdü şişman, karnı büyük, kâmeti mütevassıt idi. Uzun mâî püsküllü büyük bir Tunus fesi, harmânî şeklinde geniş bir sako, bol bir pantalon iksâ eder, murabba’ü’ş-şekil tek gözlük kullanırdı” diyor. Yalnız Garb değil, Şark âdet ve an'anelerini de çok iyi bilen Vefik Paşa, tanınmış yabancı dostlarına evinde, eski tarz yer sofrasında, sini üstünde, Şark’a mahsus yemekler ikrâm eder, suyu bardak kullanmayarak, yanında duran destiden içerdi. Herkesle ünsiyyet etmez; dostluğu ancak kendi seçtiği ahbablarına münhasırdır. Akrabâ ve dostları, ona karşı hürmetle karışık bir korku duyarlardı ; hiddetlenince onları azarlar ve birini tekdir edeceği zaman, Paşa ve Şeyh Balaban adlı kedilerine hitâben, temsil yolu ile hiddetini izhâr ettiği söylenilir[14].

Vefik Paşa’nın kendine mahsus bir ev kıyâfeti vardır. Yazın Trabzon keteni, kışın pamuk ipliğinden dokunmuş, göğsüne, kollarına, yakasına beyaz keten çevrilmiş gömlek üzerine, mevsimine göre yerli malı ipek alacasından, veya ketenden bir entâri giyer, beline abânî bir kuşak sarar, gezi bir cübbe, veya kürk, çok ince dikişli bir takye, âdi siyah abadan yapılmış, arkaları basık terlikler, ince, siyah bir bükmeye bağlı olarak boynuna ta‘lik eylediği tek gözlük. .. Ziyâretine gelenleri, yerli ve yabancı mühim şahsiyetler de dâhil bu ev kıyafeti ile kabûl i'tiyâdında idi. Yemeğini ekseriya yalnız başına yer, yemek esnasında da kitap okurdu. Kahve, dumanını içine çekmeyerek sigara içer, nargile çeker, içki kullanmaz. Babasından sıkı bir terbiye alan Ahmed Vefik Paşa, yirmi yaşında iken evlendirilmiştir; çok sert, fakat çok müşfik bir âile reisi idi. Tab'ında i’tidâlini muhafaza edemediği iki kudret mevcuttur: Hiddet ve gazab, it'am ve ihsan.. İlki yüzünden çok düşman kazanmış, İkincisi borca girmesine sebep olmuştur. Hisar’da kâin bir yalısının eşyâsı ile yanması karşısında bile kendisini teessüre kaptırmayan Vefik Paşa, mütehammil bir şahsiyettir. Kitap okumak, bahçesinde, set üzerindeki erguvanların altında, hava serince bile olsa oturup dinlenmek, onun için zevk verici şeylerdir[15].

San'atkâr Fehim Efendi, Vefik Paşa’nın az, fakat selis tarzda konuştuğunu, bakışları keskin, tavırca metin, pek sevimli bir ilim adamı olduğunu kaydeder[16]. Dr. İgnage Kunoş, “Paşa’nın davranışı şahine, bakışı merdâne, yüzündeki zekâvet, sözündeki keramet bana öyle te’sir etti ki, kırküç sene geçtikten sonra hayâli hâlâ gözümün önünden gitmez” diyor[17]. Ahmed İhsan Tokgöz’ün, “Ahmed Vefik Paşa’nın yuvarlak sakallı çehresi, mâvi ipek püskülü, himâyesine aldığı tiyatrosu dimağıma nakşolunmuş kuvvetli hâtıralardandır” ifâdesi de[18], kendisini görenlerde bıraktığı unutulmaz te’siri, nâfiz bir şahsiyet olduğu hakkındaki fikirleri kuvvetlendirir.

Ahmed Vefik Paşa’nın ahlâkî husûsiyetleri hakkında, bir müddet maiyyetinde çalışan Abdurrahman Şeref Bey’in verdiği bilgi de dik-kate değer. Onu, dürüst ve malûmatı geniş, vatan-perver, hareketli; inat ve metinliği, sebatı, mübâlegaya meyli ve hareketlerindeki istibdat darb-ı mesel hâline girmiş bir şahsiyet olarak canlandırır; “Kibr-ü azametine pâyan yoktu. Sevmediği adamları herhangi rütbede bu-lunursa bulunsun sûret-i gallzânede tahkir eyler, hoşlandığı kimselere toz kondurmazdı” diyor. Paşa, ayni zamanda çok misâfir-perverdir. Sevdiği kimselere, kendinden çok genç de olsa, haremden kendi eliyle şerbet getirip ikram eder. “Büyük püsküllü fesi, müdevver çehresine mehâbet-i mahsûsa vererek, nûranî cebhesinde büyüklük ve zekâ ve ilm-ü haysiyyet şuââtı lemeân ederdi. Sokakta dilenci kıyafetine girse, hiç tanımayan kimse, bu adam Vezir’dir diye hükmedebilirdi. Mü-cessem hamiyyet ve sadâkatti. Âdab ve âdat-ı milliyeye bağlı olup, haremine ferâce ve çedik papuç giydirirmiş. Her işde müfrit ve muameleleri ölçüsüz olup, zamana uymağı bilmez bir ferman din-lemezdi”. Abdûrrahman Şeref, onun bu halleri sebebiyle zamanında, memlekete icabettiği kadar faydalı olamadığı, fakat hiçbir işde de memlekete zararı dokunmadığı fikrindedir. Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın, hâtıralarında yer yer rastladığımız gerek kendisinin, gerek Sultan Abdülhamid’in Vefik Paşa hakkındaki fikirleri de, onun ilmi ve siyasî olgunluğunu, sağlam karakterini canlandırmaktadır. Tahsin Paşa, “93 Kânûn-ı esâsî’sinin ta'til-i mer’iyyeti hakkındaki beyannâmeyi imzalayan gerçi Sultan Hamid ve bu beyan-nâmeyi Meclis-i meb'ûsan’da okuyan zât Ahmed Vefik Paşa idi; ancak, Ahmed Vefik Paşa’nın Sadâret’e getirilmesinde ve Sultan’ı, Meclis-i meb’ûsan’dan kurtulup Saray’da merkeziyyet usûlünü te’sis için o beyannâme ile Kânûn-ı esâsî’yi mer’iyyetten kaldırmağa sevketmekte Sa‘id Paşa’nın rolü mâlumdur” diyor ve Sultan Hamid’in, Vefik Paşa için Ahmed Midhat Efendi’ye söylediği şu sözleri naklediyor: “Ahmed Vefik Paşa doğru sözlü ve muhâtabları üzerinde nüfuzlu, ağır-başlı bir zât idi. Hasan Fehmî Paşa hukuk ulemâsından idi. Bu iki zât, Osmanlı akalliyetlerinin oynamak istedikleri oyunlara meydan vermediler[19]”.

Vatan-perver bir şahsiyet olan Vefik Paşa’da ileriyi görme kabili-yetinin henüz çocuk denilecek yaşta mevcut olduğu anlaşılıyor. XIX. asır Fransız muharrirlerinden Obiccini, tanıdığı bütün Türkler arasında onun, Fransızca’yı en iyi bilen olduğunu, Fransa’da tahsili sırasında ciddiyeti ve âteşin-meşrebliği ile dikkati çektiğini, daha o zaman memleketinin istikbâliyle meşgûl bulunduğunu kaydediyor; Paris’ten “mürebbîsi ile beraber İstanbul’a avdet ederken Tuna boyuna geldik-leri sırada nazarlarını Petrvardin Kal'ası’na dikmişti; çünkü kal'anın tepesinde Avusturya bayrakları dalgalanıyordu. Onun bu hâlini gören ve hissiyâtını anlayan yolculardan biri, bir İngiliz şivesiyle, “Genç insan, neye mükedder oluyorsun? Bu yerler ecdâdının idi, ahfâda da dönebilir” dedi. Ahmed Vefik ise, “Efsûs, zâyi‘ ettiklerimizi nasıl istirdad edebileceğimizi düşünmüyorum; elimizde kalanları hangi vâsıtalarla muhafaza edebileceğimizi düşünüyorum” cevâbını verdi. Bu cevâbı veren onaltı-onyedi yaşında bir çocuk idi, onunla böyle görüşen de meşhur Lord Palmerston” dur. Bu vak'ayı kaydeden ve Ahmed Vefik Paşa’yı yakından tanıyan Obiccini, onun doğruluğunun, hârikûl'ade seciyyesinin, tavırlarındaki dürüştînin İstanbul’un hoşuna gitmediğini, bu muhitte siyasetten feyz bulmak isteyenlerin bir kapıya bende olmak mecburiyetinde bulunduklarını, böyle bir yaradılışta olmayan Vefik Paşa’nın şahsî dolaplardan, ihtiraslardan uzak yaşadığını ileri sürer. O, ne Reşid, ne Fethî, ne de Rizâ Paşa değil, ancak Türkiye tarafdârıdır; bu uğurda, icabettiği zaman düşündüğünü açıkça söylemekten çekinmez. Nâzırlar, bu hususiyetinden dolayı onun lisânından çekiniyorlardı. “Hakikaten o da, gerek rical, gerek umûr-ı hükümet için hin-i hacette ağır muâhazeler basteyliyordu. Bu hakka da mâlikti; çünkü bu derece münevver ve müstakim bir insana Türkiye nadiren mazhar olmuştur. Muârızları Ahmed Vefik Efendi’yi hırs-ı câh ile, gurur ile ithâm ederler. Ben ki onunla Boğaziçi’nde Rumelihisarı’ndaki yalısında uzun saatler geçirdim, bence Ahmed Vefik Efendi’de en mümtaz haslet, memlekete belki en derin bir irtibat ve o memleketin necatı için âteşin bir arzudur”[20].

1867’de İstanbul’a gelen ve La Turquie gazetesinin yazı işleri müdürlüğü kendisine devredilen Charles Mismer de, Obiccini gibi, Vefik Paşa’nın Fransızca’ya vukufuna hayrandır; “Fransız lisânıyle vâki' olan ifâdatı bir bedi'a-i san'attı” diyor. Türkiye’ye âit işleri onun kadar iyi bilen kimseye rastlamamıştır; her suâli rakamlarla, tarih ile, vak'alarla te’yid ve takviye ederek cevaplandırmağa muktedir bir şahsiyettir[21].

Vefik Paşa Paris Sefiri iken Barbier de Meynard, Jule Favre, Alexsandre Dumas Fils, Adolphe Thiers gibi i'timâdını kazandığı meşhur şahsiyetlerle Sefârethâne’de haftada bir gün toplanarak siyâsiyattan başka ilmi münâkaşalarda da bulunuyorlardı[22]. İstanbul’a gelen yabancılar ve dostları için onunla tanışmak ve görüşmek kaçırılmaz fırsatlardandır; Lord Stanley, her gelişinde misafir olarak Vefik Paşa’da kalıyordu; Mirza Ya'kup Han, onun Rumelihisarı’ndaki yalısında misâfir bulunduğu sırada vefât etmiştir[23] . Maârif Nâzırı iken, bu Nezâret’in Mektubculuk vazifesine ta'yin edilen Mehmed Memduh Paşa da, “Ulûm-u fünûn-ı garbîye’den kemâliyle behre-mend olmak hasebiyle ekser ecânib kendisine perestiş edercesine hürmette” bulunduğunu yazar. Fatma Aliye Hanım da, çocukluk hatıralarını naklederken, Haleb’de İngliz konsolosu bulunan Mr. Skin ile dostluklarından bahsediyor; bu zâtın, İstanbul’da kaldığı müddet zarfında Vefik Paşa ile mülâkat ve müsâhabede bulunduğunu yazıyor[24].

Vefik Paşa, babasından miras kalan konak haraba yüz tuttuktan sonra kışın da Rumeli-hisarı’ndaki köşkünde oturuyordu. Adı köşk, fakat geniş bir bahçe içerisinde saray gibi bir ihtişâmı bulunan bu ahşab, aşı boyalı binâ yedi-sekiz odadan ibaretti[25]. Kütüphanesi, bahçede yaptırdığı kârgir köşkte bulunuyordu. Rumeli-hisarı’nın en yüksek noktası olan Şehitlik Tepesi’nde, Sanca Paşa Kal'sı’nın dibinde kâin bu binânın bahçesindeki Vefik Paşa kütüphanesinde üç-dörtbin cildden fazla mühim, ayni zamanda hattatlık, mücellidlik bakımından nefis kitaplar vardı[26].

Prof. Fuad Köprülü’nün, Ahmed Yesevî’nin Divân-ı Hikmet"inden, bunun eski nüshalarının bulunamamasmdan bahsederken, “Bizim bildiğimize göre en eski nüsha vaktiyle Vefik Paşa Kütüphânesi’nde bulunuyordu. Bu nüshanın 148 varaklı ve 4° ine büyüklüğünde, sâde fakat güzel bir yazıyla ve ser-nâmeleri kırmızı, Hicrî 1105 (M. 1693-4)’de yazılmış eski, ciltli bir nüsha olduğunu katalogdan öğrenmekle beraber (Katalog numarası: 1039), ne yazık ki ona tesadüf edemedik” ifâdesinden de, Vefik Paşa’nın kütüphanesinde ne kadar nâdir eski yazmalar bulunduğu anlaşılır[27]. Kütüphane katalogu tedkik edilince kitap adedinin 3851 olduğu görülür ; fakat katalogda, eserlerin adlarına göre sayıldığı, meselâ yetmişiki cildden ibaret Voltaire külliyâtı’nın bir eser olarak kaydedildiği gözönüne alınınca, torunu Fahrünnisa Hanım’ın tesbit ettiği 15,000 rakamı pek de mübâlegah değildir.

Robert College müdürlerinden George Washburn’un ifâdesine göre onaltı lisan bilen Vefik Paşa’nın, kütüphanesinde hakikaten, Fransızca, İngilizce, Almanca, v. b. başlıca lisanlardan, Çince, Ja-ponca, Rumca’ya kadar hemen bütün Garp ve Şark dillerinde, her sahada eserlerin basılı, yazma en nâdir nüshaları bulunmaktadır. Mühim divân’ların, mesnevî’lerin hemen hepsini içine alan bu kütüphanede, Tanzimat Devri muharrirlerinin tarih, lisan, münşeât sâhasında pek az eserleri yanında, bilhassa Garp klâsiklerine âit san'at eserleri oldukça kabarık yekûndadır. Nazmî’nin Mecma'ü'n-Nezâir'inden, Mushaf-ı şerif yazma nüshalarından çay risalesine kadar pek mütenevvi' kitapları ihtivâedenbu kütüphane, Vefik Paşa’nın nekadar geniş bilgiye sahip olduğunu, umumî mâlûmatının derinliği dolayısıyle faydalanacağı eserleri nekadar vukufla seçtiğini göstermektedir[28]. Bu kütüphâneyi ziyâret eden Charles Mismer’in, “Bir ufak işâreti üzerine küçük kızının binlerce âsâr arasından bir itmi’nân-ü vüsûk ile istenilen kitabı ayırıp getirmesi, kitapların mücerred bir zinet olmak üzre tedârik edilmemiş olduğunu isbat ediyordu” demesi de[29], Vefik Paşa’nın bunları mütâlca ile meşgûl olduğunu gösterir.

Ahmed Râsim, Karagöz sâhibi Ali Fuad Bey’den naklen, Tercemân-ı Ahval idârehânesinde sık sık buluşan ilk gazeteciler arasmda Ahmed Vefik Paşa’yı da zikreder ; onun Şinâsî ile beraber Tasvir-i Efkâr gazetesini neşrettiği hakkındaki bilgi doğru olmamakla beraber, Hikmet-i Tarih’i ile Şecere-i Türkî'si bu gazetede tefrika edilerek basıldığına göre, Tasvir-i Efkâr'ın ilk muharrirleri arasında Ahmed Vefik Paşa’yı da sayabiliriz. Yine Ahmed Râsim’in, Ceride-i Havâdis muharrirliğine nasıl başladığını anlatırken, bu gazete mensuplarından birinin, “Bana bak, oğlum, burası feyizli yerdir; Sadr-ı a‘zam Sa'id Paşalar, Vefik Paşalar, Ârifî Paşalar, Şinâsîler, Münif Paşalar hep buradan yetişmiştir. Sen gel, çalış !” dediğini kaydetmesi, Vefik Paşa’nın muharrirlik sâhasında da şöhretini anlatır[30].

Tanzimat muharrirlerinin hepsi, Nâmık Kemal dışında, Vefik Paşa’nın lehinde fikirlere sahiptir. Ali Su'âvî, “İstanbul’da bunca Avrupa yetişmeleri arasında yalnız bir Ahmed Vefik Efendi gösteri-liyor. O ise, Avrupa’da okuduktan sonra, senelerce, gözlerini alil edinceyedek, memleketin lisânı olan Türkçe ve keza Arabi ve Farsî’ye çalışmış.. İşte maârif-i mahalliyyesi uğrunda bîr tek alil..” demekle, onun Şark ve Garb kültürüne vâkıf, eşine az rastlanılır bir şahsiyet olduğu fikrindedir[31]. Sâmî Paşazâde Sezai’nin, Abdülhamid Devri istibdâdının en şiddetli bir zamanında, 1904’de neşrettiği musâhabesindeki şu satırlar da dikkate değer: “Meşhur Ahmed Vefik Paşa’yı ilk def'a olarak bir yaz günü, semâ-yi şark’ın zir-i safâsında şâd-ü hurrem olan Rumeli-hisarı’ndaki yalısında görmüştük. Entârisiyle köşedeki büyük bir minderde oturuyor, yanında açık duran bir pençereden, sevdâ gibi konduğu yerleri tehyiç eden bir rüzgâr-ı bî-karâra peyrev olmuş, Boğaziçi’nin güneşine karşı üzeri elmas-pâreler işlenmiş minâ gibi parlayan mâî akıntıları görülüyordu. Bilmem ne için, mizâc-ı demevîsini gösteren biraz kırmızı yüzü, müteneffiz olan o ‘amik gözleri ile kendisini bir Roma consul’üne benzetmiştim. O gün, zamânıyle beraber bulunduğu erbâb-ı idâre ve siyaseti ta’rif eyliyordu. Moliére’in mütercim-i zî-iktidârı; Büyük, Mütercim ünvanlarıyle tamlan Rüşdü Paşa’dan bahsetti. Bir koca-kan evza’ ve etvârını taklit ile, Rüşdü Paşa, ‘Ah, bu devlette birşey yapılamaz, bu devlette bir iş görülemez! ’ diye âh-u vâh ederdi. Naklederken birdenbire bu entârili Roma consul'ü deşhetli bir savt ve tavr ile, ‘Bu devlette birşey mi yapılamaz, bir iş mi görülemez? Eline fırsat geçir, dağları devir. Ben Anadolu’da dağ başında gördüğüm şehirleri ovalara, ovalarda bulduğum köyleri dağlara naklettim! ’ diyordu. Bu cezr-ü medd-i büldân, memleket için ne derecelerde bâis-i ümran olduğunu bilemezsek de, büyük bir ilim ve irfan ile senelerce riyâset-i idârede bulunmuş bir zatın bu hitâb-ı dehşeti, ehl-i dikkatin bir kitâb-ı ibreti olmağa sezadır” ifâdesi, Vefik Paşa’nın nâfiz şahsiyeti kadar, cesur ve nikbin karakterini de canlandırır[32].

Nâmık Kemal’in, Vefik Paşa hakkında fikirlerine, Abdülhak Hâmid’e yazdığı mektuplarında rastlarız. Onun kullandığı Türkçe kelimelerle, kendine hâs imlâsı ile alay eder; Hâmid’in, Vefik Paşa ile Midhat Paşa’yı mukayesesine hiddetlenerek, onun mürtekibliğinden, Fuad Paşa’nın bulunduğu bir mecliste şâhit olduğu bir vak'aya da-yanarak dalkavukluğundan, bizzat söylediği, “Ben Bursa şehrinin ya-rısından ziyâdesini kızak üstüne almış da geriye çekmiştim” ifâdesine, İran’a giderken kuşların gökyüzünden bir köye inerek tırnakları ile bıçak yapıp biribirleriyle cenkleştiğini gördüğünden bahsine daya-narak yalancılığına hükmeder. Vefik Paşa’yı bilmediği bir mes’elenin içine girip de Millet Meclisi Riyâseti’ni kabûl etmek, Meclis’i dağıt-mak, Kânûn-ı esâsî’de riyâset-i vükelâ yerine sadâret yazılı iken, velev hayr için olsun, Kânûn-ı esâsî’nin hükmünü ilga edercesine Riyâset-i vükelâ’ya gelmek, bu mevkı'de iken Süleyman Paşa’yı tevkif ettirmek, Ayastafanos Muâhadesi’ni imzalamak hareketlerinden dolayı hamiyyetsizlikle itham etmektedir. Babasını tanımadığını, fakat Bulgaroğlu denilen ve müflis bir Rum olan amucasını Gelibolu’da gördüğünü söyleyen Namık Kemal, mektubunda sahifelerce Vefik Paşa aleyhinde fikirlerine yer verir ; onun adının bile ebced hisâbı ile me’lun kelimesi ile ayni olduğunu söyler; bununla beraber Fransızca’ya, İngilizce’ye vukûfunu, çok kitap okuduğunu inkâr etmez; Hâmîd’i dil bakımından Vefik Paşa’yı taklit etmemek husûsunda ikaz eder[33].

Hâmid, babası Hayrullah Efendi ile iki kardeş çocukları olan Ahmed Vefik Paşa’nın, “Ben Sadr-ı a'zam olsam da, Ahmed Vefik Efendi’yim” demekle ma'ruf olduğunu, Efendilik’i zamanında Mâcerâ-yi Aşk'ı okuyup, gördüğü müfritâne sözler meyarunda “Aferin yâ Rabbi!” hitâbı cinsinden feveranlar bulunduğunu birâderi Nasûhî Bey’e söylediği gibi, kendisine de millî ve mahallî bir tiyatro yazmağı, atasözleri kullanmasını tavsiye ettiğini ve Sabr-ü Sebat'ı bu tavsiye üzerine yazdığını kaydeder[34]. Hâmid’e göre Vefik Paşa “Müdâhin olmadığı hâlde, müdâhinlere nüvazişkâr idi; meşreb ve mişvârmdaki garabetlerde bile bir mehâbet ve isâbet göze çarpar. Mütefennin, mütebahhir, siyâset-i hâriciye ve dâhiliyede mâhir olmakla beraber, derece-i ûlâda lûgaviyyûndan idi. Şiirle çok meşgul olmaz ise de, hakikaten şâirdi. Tiyatro edebiyatına meyl-ü merâkı vardı. Molière gibi müstehzi olduğundan, tiyatro üdebâsı içinde onu diğerlerine tercih ettiğinden, âsarının birçoğunu Türkçe’ye terceme etmişti; Türkçe’de Molière idi [35].„

Vefik Paşa’nın manzum tercemeleri, şâirliğine delildir. Fırsat buldukça, zerâfet sanılan Farsça terkiplerin, kâfiyece güzel, birtakım istiâreleri içine alan, fakat mânaca zayıf şiirlerle, bilhassa müstezadlardaki boş sözler aleyhinde bulunan Vefik Paşa, bunların tabiîlikten uzak olduğu, atalarımızın, şiirleri kaba ise de, “suhande tab‘-ı selim gösterdikleri” ve mânaca güzel olan halk şiirlerinde, öyle yapma zarâfete kıymet verilmediği kanaatindedir[36]. Sa'id Paşa; Ahmed Vefik ve Edhem Paşa’nın silsileli cümlelerle yazı yazamamak ta’rizine uğradıklarını, bundan belki müteessir olarak, her ikisinin de zarûrî bir ihtiyaç olmadıkça resmî tahrirât için ellerine kalem almadıklarını, Vefik Paşa’nın yalnız Türkçe’de değil, Fransızca olarak nesir yazmağa da tam mânasıyle vâkıf olduğunu kaydeder[37]. Kâmûsü'l-A'lâm'da, Şemseddin Sâmî’nin, Molière’in komedilerini çok beğendiği ve takdir ettiği için bunlardan birkaçını Türkçe’ye terceme ettiğini, en mühim ve faydalı eseri olarak Lehçe-i Osmânî'sini kaydettiği Ahmed Vefik Paşa’nın kıymeti, san'at değeri bilhassa 1908’den sonra anlaşılmıştır.

Yaşadığı devirde halk edebiyatının değeri henüz takdir edilme-diğinden Vefik Paşa da, kökleşen bir an'anenin te’siri ile Lehçe-i Osmâni'de mâni kelimesini usûlsuz, darbsız elhân ile teganni olunan vezinsiz, mânâsız güfte; ozan'ı, mu'acciz, lâf-zen, geveze, “tezyif makamında kullanılan Türk'e şehir içi zindan gelir, yâhut, Türk'e Beylik vermişler, evvelâ babasını kesmiş gibi atasözlerine dayanarak, Türk kelimesini kaba, köylü[38] tarzında mânalandırmakla beraber, çağdaşları arasında millî mes’eleleri en iyi kavrayan halkçı bir şahsiyettir. Türk Halk Edebiyatı adlı eserini yazmak için İstanbul’a gelen Dr. Kunoş, halk tâbirlerimizi Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmânî’sinden öğrendiği gibi[39], bu ziyaret sâyesinde, câriyesine söylettiği iki Türkmen türküsünü dinleyip tesbit etmiştir[40]. Bir konuşması sırasında, “Veysîler gibi yazmak kolaydır; Türkçe yazmak Zordur” diyen Vefik Paşa’nın[41], milliyet fikirlerinin, dolayısıyle Türk dili ve tarihine, halk edebiyatına âit tedkiklerin inkişâfa başladığı 1908’den sonra dikkati çekmesi pek tabiîdir.

Bir makalesinde medenî cesaretinin dayanağı ne olduğunu sor-dukları zaman, “Allâh’ıma tevekkülümdür!” cevabını veren Vefik Paşa’nın bu karakterinden hayranlıkla bahseden Ziya Gökalp, “Daha onbeş yaşında iken, Ahmed Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmâni'si ile Süleyman Paşa’nın Tarih-i Âlem'i bende türkçülük temayüllerini doğurmuştu” diyor. Gökalp’a göre, Lehçe-i Osmâni adlı bir Türk lügati vücûde getirerek “Türkiye’deki Türkçe’nin, umumî ve büyük Türkçe’nin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçeleri bulunduğunu aralarında mukayeseler yaparak meydana” koyan Vefik Paşa’nın, bu ilmî türkçülükten başka, bir de bediî türkçülüğü vardı. Evinin bütün mobilyeleri, kendisinin ve ailesi ferdlerinin elbiseleri umûmiyetle Türk ma'mûlâtındandı ; hattâ, çok sevdiği kerimesi Avrupa tarzında bir terlik almak için israr ettiği hâlde, “Evime Türk ma'mûlâtından başka birşey giremez!” diyerek, bu arzunun husûlüne mümâneât göstermişti. Ahmed Vefik Paşa’nın başka bir orijinalitesi de, Molière’in mudhikelerini Türk âdetlerine adapte etmesi ve şahısların isimlerini ve hüviyyetlerini türkçeleştirmek süreriyle Türkçe’ye nakletmesi ve millî bir sahnede oynatması idi[42].”

1916’da Dârü’l-bedâyi’in te’sisi ile san'at zevkinden uzak adapte eserlerin çoğalması üzerine, “sahte, gülünç bir alafrangalık cilâsını medeniyet sanarak millî ruhtan uzaklaştığı nisbette kendisini yüksel-miş gören zavallı renksiz bir sınıfa karşı üç-beş kerre oynandıktan sonra bir kenara atılmağa mahkûm adapte piyeslerle bu memlekette hakikî bir temâşâ hayatı yaratılamaz” fikrini ileri süren Prof. Fuad Köprülü, Vefik Paşa’nın adapte eserlerindeki muvaffakiyetini, tiyatro san‘atına hakkıyle vâkıf olmasında buluyor; “Nâmık Kemal’in, Hâmid’in asla sahneye konulamayacak eserleri yanında, Ahmed Vefik Paşa’nın cidden çok millî bir çeşni verdiği Zorâki Tabib, Zor Nikâhı gibi mahsûllerin temâşâ eseri olmak i'tibârıyle çok yüksek kaldığı muhakkaktır” diyor ve bunun sebebini, N. Kemal ve Hâmid’le Vefik Paşa arasındaki şahsiyet farkında buluyor: “Kemal ve Hâmid, eski gazel edebiyatına aksü’l-'amel yapmakla beraber, pek tabiî, o edebiyatın ananelerinden büsbütün kurtulamamış sanatkârlardı; ister makale, ister hikâye, ister temâşâ eseri, her ne yazarlarsa yazsınlar, şâirlikten ve eski şiir an'anelerinden ayrılamıyordu ; halbuki daha çocukluğundanberi temâşâ hayatına ve temâşâ edebiyatına alışkın olan, eski gazel ve kaside edebiyatı ile, şâirlikle o kadar alâkası bulunmayan Vefik Paşa, tiyatronun ne demek olduğunu onlardan çok daha iyi anlamıştı.” Diğer taraftan, yine Prof. Fuad Köprülü’ye göre, “Lise tahsilini Fransa’da gören A. Vefik Paşa, xıx. asırda Avrupa’da kuvvetlenen Şarkiyat tedkiklerine ve bilhassa Türkiyat sahasında yapılan şeylere tamâmıyle vâkıftı. Türk tarihi ve Türkiye’nin diğer lehçeleri hakkında az-çok malûmatı vardı. Avrupa fikirleri ile iyice meşbu' olması ve Garb medeniyetini lâyıkıyle anlaması onu müfrit bir milliyet-perver yapmıştı. İşte bu te’sir altında Lehçe-i Osmânî nâmıyle Anadolu Türkçesi’nin ilk lügatini yazdı. Atalar Sözü adlı darb-ı mesel mecmuasını neşretti. Bizim millî tarihimizin Osmanlı sülâlesi ile başlamadığını göstermek için Ebü’l-Gâzî’nin Türk Şeceresi'ni tercemeye kalktı, büyük Çağatay şâiri 'Alî-Şir Nevâ’î’nin Mahbûbü'l-Kulûb'ünü İstanbul’da bastırdı. Anadolu Türkleri’nin, büyük Türk milletinin bir şu‘besi olduğunu —Avrupa Türkiyatcıları’nın tedkiklerine dayanarak— önce şuurlu sûrette öğrenen ve öğretmeğe çalışan ilk Türk mütefekkiri Ahmed Vefik Paşa’dır[43].”

Tiyatro san'atında bir canlanma başlayıp, bir kıymet ifâde etmeyen eserler sahneye konulduğu zaman, tiyatro edebiyatımıza sağlam temel teşkil eden çok başarılı ilk eserleri verdiği için, Vefik Paşa’nın hatırlanması, komedilerinin örnek olarak gösterilmesi an'ane hâlini almıştır. 1931’de Dârü’l-bedâyi’ İstanbul Belediyesi’ne bağlandıktan sonra ve klâsiklerin temsil edilip edilmemesi münâka-şaları sırasında tiyatro sanatkârlarımızdan K. Kemal’in ileri sürdüğü fikirler, Vefik Paşa’nın bu yoldaki kıymet ve şöhret’nin delilidir: “Hiç şüphe yok ki tiyatro Türkiye’ye adımım atarken, A. Vefik Paşa gibi büyük bir adamın sâyesinde kuvvetlice atmış, yarının Türk tiyatrosu için temel vazifesini görecek klâsiklerden Besmele'yi çekmeği, tiyatronun alfabesinden başlamağı daha münâsip ve daha selâmetli bir yol görmüş, bize kıymetli bir Molière tercemesi ve adaptation silsilesi yadigâr bırakmıştır. Eğer Vefik Paşa’nın halefleri bu çığıra devam etmiş olsalardı, bu gün esaslı bir tiyatromuz, hırdavat yerine dolgunca bir tiyatro kütüphânemiz olurdu; böyle her çâreye başvuran bir vaziyette de kalmazdık. Vefik Paşa’nın tercemeleri aslı kadar mükemmel, aslı kadar mâna ve espiri vüs'ati taşır; hattâ Molière’in Manage Forcée'undan kuvvetli, bir Zor Nikâhı'mız var.. Paşa merhum, bu seciyye komedilerini terceme, yahut adapte ederken hiçbirinin taşıdığı seciyye alâmet-i fârıkasını bozmamış, esere ve şahsa göre lisan kullanmış, en temiz Türkçe’yi yazmış, en güzel Türk atasözlerini yerinde olmak şartıyle sarfetmiştiı. Netice i'tibârıyle Avrupa’da, İngilizler’den sonra Almanlar, Shakespeare’i nasıl iyi anlayan bir millet ise, biz de bütün ihmâlimize ve eslâfı hâfızamızdan silmemize rağmen, Fransızlar’dan sonra Molière’i, Paşa’nın sâyesinde büyük bir orijinalite ile terceme ederek kütüphânemize yerleştirmişizdir[44].”

Hâlid Ziya Uşaklıgil, Vefik Paşa’nın adaptelerinin bîr mu'cize kabilinden başarılı ve “bu tarz için birer şâh-eser” olduğu kanaatinde-dir[45]. Faruk Nafiz Çamlıbel’e göre, Molière’in eserlerini, aslındaki bütün incelikleri muhafaza ederek dilimize nakl ve terceme eden Vefik Paşa, tiyatro edebiyatımız için sağlam bir temel atmıştır[46]. Fransız edebiyatına ve temâşâ san'atına vâkıf bulunan Reşad Nuri Güntekin, Ahmed Vefik Paşa’yı Türk tiyatrosunun hakikî piri ve patronu kabûl eder; “Onun zamanında ve ondan sonra memleketimizde bâzı tiyatro hareketleri olmuştur; tek-tük piyes muharrirleri ve tiyatro idârecileri görülmüştür; fakat hakikî san'at tiyatrosunu onun kadar iyi anlayan yetişmemiştir. Ahmed Vefik Paşa, Molière’i adapte etmekle işe başlamıştır; bu, demir gibi bir başlangıçtır. Paşa, memlekette, yerli mah eserle tiyatro kurulamayacağını biliyordu; fakat yabancı eser tercemesi ile bunun mümkün olamayacağını anlayacak kadar da mütekâmil kafalı ve san'at işlerinin vâkıfı idi[47].”

Tevfik Fikret tarafından tarama kalemiyle ve siyah mürekkeple bir resmi çizilen, Yahya Kemal’in,

Hezâr gib te o devr-i kadim efendisine,
Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine

beytiyle canlandırdığı[48] bu milliyet-perver, âlim olduğu kadar san'atkâr da olan bu mütefekkirimizin, sık sık azledilmesi dolayısıyle hayâtı, bilhassa son yılları maddî sıkıntılar içinde geçmiştir. Bu son yıllarında onu birkaç ayda bir ziyaret eden Abdurrahman Şeref Bey, her ay muntazaman çıkmayan ma'zûliyyet maaşından başka geliri olmadığını, bunun, evini idâreye bile yetmediğini, eşyâsının eskimiş, hattâ minder örtülerinin yamalı olduğunu kaydediyor ve “Tenezzül edip de ne zamm-ı maaş, ne güzeşte maaşlarının te’diyesini istemiştir. Hastalığı mesmu’-ı şâhâne buyurulup, maaşât-ı mütedâhilesinin tesviyesine irâde-i seniyyc teallûk etmesi üzerine, li’ecilü’t-teşekkür bir kerre sarây-i hümâyûna gitmişti. Meziyyetleri yalnız istiğnalardan ibaret olsa bile, yine tebcile sezâdır” diyor[49]. Bu mağrur ve ferâgatkâr büyük devlet adamı, geçinebilmek ve borçlarını ödeyebilmek için Rumeli-hisarı’ndaki arazîsini kısım kısım satmağa mecbur kalmış, vefatında, ailesinin geçimini te’min edebilecek hiçbir şey bırakamamıştır[50],

Abdülhak Hâmid’in “Türkiye’de Molière idi” dediği Vefik Paşa, avrupaî tiyatro edebiyatımız için terceme ve birer şah-eser sayılan adapteleri ile sağlam bir temel atmakla kalmamıştır; memleketimizde ilk sâl-nâme onun tarafından tertib edildiği gibi, Şecere-i Türkî tercemesi ile tarihî türkcülük yolunda ilk adımı atan, Anadolu Türkçesi’nin ilk lügatini, kendinden sonrakiler için senelerce örnek teşkil eden avrupaî tarzda ilk def'a tarih ders kitabı yazan da Ahmed Vefik Paşa’dır. Zekî, dürüst, medenî cesârete sâhip, müfrit derecede milliyet-perver ; nüktedan, Şark ve Garb dillerinin birçoğuna hakkıyle vâkıf bulunan Ahmed Vefik Paşa, memleketimizin pek ender yetiştirdiği nâfiz bir şahsiyettir. Kör muhitinde maddî, manevî ıstıraplarla dolu hayatının yegâne tesellisini inzivâda, hiçbir vaktini boş geçirmeyerek kütüphânesinde mütâlea ile geçirmekte bulan ve 2 Nisan, 1891 (20 Mart, 1307=22 Şa‘ban, 13o8)’denberi kaybetmiş olduğumuz[51] bu âlim ve büyük sanatkârımız, kendi vasıyyetine uyularak, Rumeli-hisarı’nda, evinin civarında Kayalar mezarlığındaki mütevâzı’ kabrinde ebedî sükûnetine kavuşmuş bulunmaktadır.

AHMED VEFİK PAŞA’YA DÂİR FIKRALAR

Hiç kimseye benzemeyen, orijinal bir şahsiyet olan Ahmed Vefik Paşa’nın, keskin zekâsının tabiî bir mahsûlü olan nükteli, zarif, mizahî sözleri, yaptığı işler, çok çapraşık gibi görünen mes’eleleri akla gelme-yen, hattâ garip tedbir ve kararlarla kökünden hallediverişi v. b. husûsiyetleri halk arasında fıkralar hâlinde ağızdan ağıza yayılmıştır. Bu fıkraların mühim birkısmı onun kendi sözlerinden, daha az birkısmı ise hakkında söylenenlerden meydana gelmiş bulunuyor.

Ahmed Vefik Paşa’nın şahsiyetini, husûsî ve resmî hayatını, o devreye âit bâzı mes’eleleri, çevresindeki bâzı kimselerin muhtelif cephelerini de aydınlatan bu tarihî fıkralar—ister kendinin, ister başkalarının ona dâir sözlerinden meydana gelmiş olsun—birer vesika değeri taşımaktadır. Bu fıkralar arasında, xıv. asır Acem şâirlerinden olup, eserleri muhtelif Batı dillerine çevrilen, dolayısıyle dünya çapın-da şöhret kazanan meşhur mizah şâiri Zâkânlı 'Ubeyd’e nisbet edilen-ler de yok değildir[52] ; bu da, Vefik Paşa’nın zarif ve nükteli sözleri, akla sığmayan icrââtı, garip hareketleri ile tanındığını, bu gibi şeylerin ona nisbet edildiğini gösterme bakımından mânalıdır.

Ahmed Vefik Paşa fıkralarını, esâsını teşkil eden vak'a ve sözle-rin zamanına göre iki kısma ayırmak mümkündür: (1) Zamanı belli olmayan fıkralar, aşağıda neşredeceğimiz fıkraların dörtte-biri kadar-dır; bunlar umûmiyetle onun keskin zekâsını, hükümet işlerindeki aksaklıklar ve haksız işler dolayısıyle ta'rizli konuşmalarını, medenî cesâretini, gurûrunu, alaycı tarafını, hoşlanmadığı kimselerle konuş-maktan duyduğu usancı, rol yapmaktaki başarısını, nüktedanlığını, çocuklarına karşı nasıl sert bir terbiye usûlü kullanıp müsâmaha etmediğini, dedi-kodu yapanları nasıl şiddetle tahkir ettiğini, iskelede vapur beklemekten çok sinirlendiğini, kütüphanesinden kimseye kitap vermeyişini, bahçe ile meşgul olmak ve ağaç yetiştirmek merakını[53], alçak gönüllülüğünü ve gösterişten hoşlanmadığını, zamanında kıy-metinin takdir olunmadığını ve iyi kalbliliğini v. b. muhtelif karakter-lerini, husûsî hayatını canlandıran fıkralardır[54]. (2) Belli bir zamanla sınırlanabilen fıkraları, bunlara göre üç misli kadar daha faha fazla yekûn tutar; bilhassa me’muriyet hayatını aydınlatma bakımından mühimdir.

Vefik Paşa hakkındaki belli bir zamanla sınırlanan fıkralardan en eskisi Tahran Sefirliği ( 15. VI. 1851-12. IX. 1854 ) zamanına aittir[55]; Bundan önceki me’murluklarıyle, Terceme-odası Hulafâlığı, Encümen-i Dâniş a'zâlığı ile alâkalı fıkralara rastlamıyoruz. De'âvî Nâzırlığı ( 11 Nisan, 1857—Ağustos-Eylül, 1857) zamanına âit bir fıkradan, borcunu vermeyenlere, kim olursa olsun, nekadar şiddetli davrandığı anlaşılıyor[56]. Paris Sefirliği (Ocak-Şubat, 1860—23 Kasım, 1861) sırasındaki kesin ve karşısındakini susturucu kararları, medenî cesâreti, düşündüklerini olduğu gibi söylemesi, rütbeye kıymek vermeyişi, mes’eleleri can alacak noktasından kavrayıp i'tiraza meydan bırakmıyacak ve bazan garip tarzda halledivermesi, sert mukabeleleri, memleketini yükseltici hareketleri, vatan-severliği on fıkranın meydana gelmesine yol açmıştır[57]. Evkaf Nâzırlığı (23. XI. 1861—29. V. 1862) esnâsındaki hayatiyle münâsebeti bulunan fıkraların mevzu'ları, yersiz bâzı dinî âdet ve an'anelerin bırakılması, dini kötüye kullanarak tahsisat almak isteyenlerle mücâdeleleridir[58]. Anadolu Sağ-kol Müfettişliği zamanına âit olanlar (22 Mart, 1863—Ekim, 1864), yine medenî cesâretini, meselâ bir eşkıyâ ini hâline getirilen bir dergâhı nasıl yıktırıverdiğini, yardım-severliğini, hattâ bâzan kendini şikâyet edenleri bile himâye ettiğini, bunu öğrenince susmağa mecbur kaldığını aksettirir[59]. Rüsûmat Eminliği zamanına âit (25. XI. 1871—26. I. 1872) yalnız bir fıkra vardır ki, bunun esâsı, hakkında fena fikirlere sâhip olduğu kimselere ne kadar sert, hakaret edici tarzda muâmele ettiğidir[60]. Sadâret Müsteşarlığı (26. I. 1872—16. V. 1872) esnâsında evrâka pek bakmaması, Sadr-ı a'zam’ın da'vetine kulak asmaması dolayısıyle hakkında bâzı fıkralar meydana gelen Vefik Paşa’nın[61], Meclis Reisliği (5. II. 1877—14. VIII. 1877), birinci Başvekilliği (4. II. 1878—18. IV. 1878), ikinci Başvekilliği (30. XI. 1882—2. XII. 1882) devresindeki fıkralar keyfî icrââtı, ziyâretcilere yüz vermemesi, hattâ onları koğması, meb'uslara sert davranması, onların basit hitâbeleriyle alayları, önlenilemiyecek sanılan ve büyültülen hâdiseleri tek başına bastırıvermesi dolayısıyla teşekkül etmiştir[62]. Vefik Paşa’ya âit fıkralar arasında en çok yekûn tutan Bursa Vâliliği zamanına rastlayanlardır (4.II. 1879—16. X. 1882); bu fıkraların teşekkülüne sebep, tiyatroya gitmeğe halkı teşvik hattâ mecbûr etmek, çıkmaz sokakları yıktırmak, yollara ağaç diktirmek, haksızlıkları önlemek gibi birçok resmî çalışmalarının gerçekleşmesi için serbest ve garip icrââtı, akla gelmez tedbirleridir [63].

Ali Fuad Bey’in kaydettiği gibi, “Vefik Paşa’ya nisbet edilen o kadar garip hikâyât vardır ki, toplanacak olsa, Mudhikât-ı Ahmed Vefik Paşa adı ile bir cilt teşkil eder ; ne yazık ki bilenler de azalmakta olduğundan, bunlar da koybolmaktadır[64].” Yalnız Ahmed Vefik Paşa’nın husûsî ve resmî hayatını, muhtelif karakterlerini aydınlatmak bakımından değil, ayni zamanda o devre âit muhtelif mes’eleleri de aksettiren bu fıkralar, içine aldığı küçük vak'alarla, hareketli diyaloglarla, nükteli ve mizahî ifâdesiyle, bu nev’in san'at değeri bakımından da en güzel örneklerindendir.

Aşağıda, muhtelif eser ve mecmualardan derlediğimiz fıkraları neşrederken, verdiğimiz notlardan anlaşılacağı üzre, bunların ilk neşrini esas aldık ve başka neşirlerini, basıldıkları tarihi gözönüne alarak sırasıyle kaydettik. Derlediğimiz bu tarihî fıkraların sayısı yetmiş beştir. Bunlar, yabancı veya yerli, Vefik Paşa’yı tanıyan veya bunların naklettiği kimseler tarafından, Charles Mismer, George Washburn, Subhî, Mümtaz, Emin, Memduh, Fuad, Sa'id, Paris Sefiri Münir Paşalar, torunu Fahrü’nnisâ Hanım, Washington Sefiri Süreyya Paşazade Şekib, Reji Komiseri Nûrî, Alî Su'avî, Fuad Paşa’nın torunu Keçecizâde Reşad, Süleyman Nazif, Abdülhak Hâmid, Hacı Ali Bey, Nâsûhî Bey, İbnü’l-Emin M. K. İnal ,v. b. kimseler tarafından nakledilmiş ve bu fıkraların ekserisi bilhassa Ali Fuad, Faik Reşad, Abdurrahman Şeref gibi kendisini tanıyanlar tarafından, veya tanıyanlardan naklen tesbit ve neşredilmiştir; bazılarının neşrinde ise, kimin tarafından söylendiği kaydolunmayarak. “rivayet edildiğine göre” V. b. ifâdelere rastlarız. Bunlar, rivayet edeni belli olsun, veya olmasın, hattâ hakikî, veya uydurulmuş olsun, Vefik Paşa’nın şahsi-yetini ve icrâatını canlandırdığından tarihî bir vesikadır; bu sebeple onları topladık ve neşrediyoruz.

I.

“Âlî Paşa, Ahmed Vefik Efendi’yi tanımak arzusunu hâsıl eden bir ifâde ile bana müşârileyhten çok def'alar bahsetmiş ve ilm-ü fazlını temdihen, ‘ O, bir canlı kütüphânedir ! ’ demişti. Bir başka def‘a da, ‘ Ahmed Vefik Efendi, Sultan Süleyman zamanında fevkal'âde bir sadr-ı a'zam olurdu! ’ sûretiyle idâre-i kelâm etmiş ve fikrini isbat ve te’yid için de müşârileyhin şu menkabesini hikâye eylemişti : Birgün, maiyyet me’murlarından biri, ufak-tefek borçlarından dolayı Ahmed Vefik Efendi’ye şikâyet edilmiş idi. Müşârileyh, medyûnu, nezdine da'vet ve edây-i deyn için bir mehil ta'yin etmiş ve fakat ınkıza-i mühleti müteâkip yine şikâyet vuku' bulmuş idi. Bunun üzerine müşârileyh, me’mür-ı medyûnu tekrar celbederek sormuş:

'Buraya nasıl geldiniz?’

‘Beygir ile efendimiz’.

‘Çok a'lâ, oturunuz!’

‘‘Müteâkıben ellerini biribirine vurarak, içeriye giren kapıcının kulağına birkaç söz söylemiş.. Biraz sonra kapıcı tekrar gelerek, bir mikdar para getirip çıkmış. Ahmed Vefik Efendi, getirilen parayı ikiye ayırarak, birkısmını dâyine uzatıp, ' Buyurun ! Bu sizin alacağınız ’ demiş ve medyûna da, ‘ Bu da size kaldı ! ’ deyip, mütebâkî parayı vermiş. Me’mur bundan birşey anlamayınca demiş ki, ‘ Tereddüt etmeyin, verdiğim para, pazarda sattırdığım atınızın bakıyye-i bedelidir!.’[65]”

II.

Ahmed Vefik Paşa’nın, “Paris Sefâreti’nden çağırılmasını icabeden sebep de şâyân-ı dikkattir. Malûmdur ki sefâretlerin evrâk-ı muhâberesini hâvî çantalar bütün memleketlerde gümrük muâyenesinden muaftır. Birgün Ahmed Vefik, Sefâret-i Osmânîye’ye âit valizinin açılmış olduğunu görür. Bundan o kadar müteessir olur ki, çanta ile kendisine gönderilmiş olan tütünün resmini tesviye edinceye kadar pek ziyade muazzep olur ve Mösyö Thouvenel (Paris sefiri)’e de mürâcaatla şikâyet ve şâyet böyle bir hâl tekerrür ederse hükûmet-i metbûasına mukâbele-bi’l-misl yapılması için mürâcaat edeceğini ve o vakit hangi tarafın sû’i isti'mâl ettiği tezâhür eyleyeceğini beyan eder. Nâzır, me’muriyyetinin lâ-yuhtî olduğunu söyleyince, Ahmed Vefik Efendi, ‘ Zannettiğiniz kadar değil, Ekselans, bu gün filân müessesenin senevî 70.000 franklık mücevherâtı, rüsûm-ı lâzimeyi tesviye etmeksizin hangi mecrâdan celbettiğini bütün İstanbul pek iyi biliyor! ’ der ve pek tabiî ihtilâf başgösterir[66].”

III.

“Midhat Paşa’nın nefyinden sonra, Parlamento, Sultan tarafından 19 Mart, 1877’de açıldı. Arkadaşımız Vefik Paşa, Meclis Reisi seçilmişti. Onun müstakil hareketi, kendine has hareket tarzı birçoklarını hayrete düşürüyordu. Bu, eşine rastlanmaz bir Meclis’ti. Bir celsesinde ben de bulundum. Birçok hâdiseler arasında, Peygamber soyundan gelen yeşil sarıklı bir hatibi susturdu ve sebepsiz olarak ikinci def'a intizama, sırayı bozmamağa da'vet edildi; Vefik Paşa ona hitaben, ‘Sen sus, eşek!’ diye gürledi. O. vurulmuş gibi, oturduğu yere düştü[67].”

IV.

“Ahmed Vefik Paşa merhum Paris Sefiri iken, ziyâretçilere Sefâret’te hüsn-i muâmele olunmadığı Bâb-ı âlî’ye aksetmekle, yazılan muhtıraya müşârileyh şöyle cevap yazmış: ‘ Jurnalcılardan aç kalan, bizim Sefâret’e hücûm etmekte olup, Sefâret ise îmâret olmadığından yüzverilmek mümkin olamıyor[68].”

V.

“Vefik Paşa, iş başında dürüşt ve hiddetli, evine ziyâret için gelen ahbablarına karşı çok yumuşak ve nâzik olduğundan, tabiatini tecrübe edenler ahlâkiyle uzlaşırlardı. Maârif Nâzırı iken, bu dâirenin mektupçuluğuna ta'yin edilen Mehmed Memduh Paşa ondan hiç incinmemiş, ma'zûl bulunduğu sırada da onun ziyâretine giderek sohbetinden zevk almıştır. Memduh Paşa, “Oturduğu ahşab hâne, Rumeli-hisarı’nın en yüksek burc-u bârûsu tahtında aşı-boyalı, yedi-sekiz odayı müştemil idi. Birgün yine oraya gittim: kendisini mütefekkir bir hâlde buldum. Sebebini sorduğumda, ‘Görüyorsunuz ya, kal'a içinde ikâmet eylediğimden endişedeyim! ’ deyince, ‘ Kal'a harap değil metindir, merâka mahal göremem! ’ cevabını verdim. ‘ Yok, bunun yıkılacağını düşünmüyorum; vükelâ, Belgrad-kal'ası’nı Sırblar’a bahşeyledi. Şu kal'ayı dahi satarlarsa acabâ benim yurdum ne olacak mülâhazasından mustaribim! ’ ta'rizi ile, Sadr-ı a'zam Âli Paşa’nın siyasî idâresine taş attı da kahkaha ile güldü [69].”

VI.

“Cevâmi’-i şerifede mihrâbın yanında duran minare boyundaki mumlar, yüksek bir fiyatla i‘mâl edildiği hâlde neşrettiği ziyâ, kandil derecesinde olduğu için, Süleymâniye Câmi'i ta'mir olunduğu sırada —Evkaf Nâzırı bulunan— Ahmed Vefik Paşa, mumların yerlerine mum şeklinde ve zinet makâmında ağaçlar konulmasına teşebbüs etmiş ise de, dinî kaidelere uygun olmayan bu hareketi pek çok şikâyetlere yol açtığından mumlar eski hâlinde bırakılmıştır[70].”

VII.

“İstanbul’da bulunan Haremeyn ahâlîsinin Surre için Evkaf Nezâreti’ne mürâcaatlarında, Ahmed Vefik Paşa, ‘Oturduğunuz yerde para alıyorsunuz; ne hakkınız var, Beyte’l-mal size ma’kil (rızk) midir? Vermeyeceğim! ’ demesi üzerine, mezkûr ahâlî bu cevaptan müteessir olarak Bâb-ı âlî’ye gelip, Sadâret Kaymakamı Yûsuf Paşa’ya şikâyette bulunmuşlardır. Yûsuf Kâmil Paşa, Ahmed Vefik Paşa’yı Bâb-ı âlî’ye celbedip, ' Nice asırlardanberi muhâfaza edilen bir kaide birdenbire nasıl değiştirilir; usûl-i mu'tâdeye riâyet ediniz!’ demiş ve Ahmed Vefik Paşa, bunun üzerine icâbını icrâ etmiştir[71].”

VIII.

“Bursa Vâlisi bulunduğu sırada, uzun müddet açıkta ve sefalet içinde kalan nahiye müdürlerinden biri arz-ı hâl takdim etmek isterse de, pul almak için parası bulunmadığından ve pulsuz arz-ı hâl kabûl edilemeyeceğini de bildiği için, ahbâblarından birinin setresini alır; Vefik Paşa’nın huzuruna çıkar. Yerle beraber temennâ ettikten sonra, şifâhen aşağıdaki arz-ı hâli okur:

Huzûr-ı âli-i cenâb-ı hazret-i Vilâyet-penâhî'ye Ma'rûz-ı Çökerleridir ki:

Kulları, kırk sene hizmet-i devlette bulunan ibrâz-ı sadâkat etmiş ve nice senelerdenberi açıkta kalarak sefâlete uğramış olduğumdan, bir nahiye müdürlüğüne ta'yinime müsâade-i cellle-i vilâyet-penâhîleri şayan buyurulmak babında emr-i ferman hazret-i men lehü’l-emrindir. Pul. üzerinde fi sene. . . Mayıs. . İmza. . , Filân bendeleri. . .

“Ahmed Vefik Paşa, bu sözlü arz-ı hâli dikkatle dinledikten sonra, tebeşir getirterek istid'âyı okuyana, ‘Arkanı çevir! ’ der ve setresine, ‘Sual olunmak üzre taraf-ı defterdârî’ye’ yazar; Defterdâr’a gitmesini emreder. Havâle olunan istid'â sâhibi, Defterdâr’a gider. Selâm verdikten sonra, arakasını çevirir. Defterdâr, hayret içinde, havâleyi okuduktan sonra, Paşa’ya gidip, ‘ Seyyâr bir havâlenizi aldım, ne ferman buyurulur? ’ der. Paşa, ‘ Adamcağız, pul parasını bile tedârikten âciz kaldığını anlatmak için, bana şifâhen arz-ı hâl verdi. Ben de sana havâle ettim ; açık bir yer bul da, ta'yin et!’ der. Defterdâr da, aldığı bu emri yerine getirir[72].”

IX.

“Ahmed Vefik Paşa, Sadâret Müsteşarı iken, Sadr-ı a'zam Mahmud Nedim Paşa mütemâdiyen yanına çağırtıp türlü türlü emirler vermeğe başladığından, Müsteşarlık odasını kapı arkasından kilitleyip, kendisini da'vete gelenleri içeriye sokmamış, Sadr-ı a'zam bu devamlı da‘vetlerinden vaz geçmiştir[73].”

X.

“Rüsumat Emini iken, Balık-hâne Nâzırı’nı çağırtıp, balık rüsûmunun mikdârını sormuş. . Nâzır, üç seneden beri o me’muriyyette bulunduğunu ve gösterdiği dikkat ve gayret sayesinde rüsûm-ı kadimenîn üç sene zarfında iki misline bâlig olduğunu söylemiş ve şu hâlde takdir bekler iken, ‘Ben bilirim o ne tutar! Seni hırsız herif seni! Çık dışarı!’ itâbıyle koğulmuş. Meğer Balık-hâne Nâzırı, Ahmed Vefik Efendi’nin defterinde fenâlar sütununda kayıtlı imiş[74].”

XI.

“Sadâret Müsteşarı iken, evrâka bakmayıp, ‘Ben Mektupçu değilim; vazifem, devletin mühim işleri hakkında istişâre edildikte re’yimi beyan etmektir’ der imiş; hattâ birgün sadr-ı a'zam tarafından üç-dört kerre çağırıldığından, son defasında gitmemiş, kapısını kilitleyip oturmuş [75].”

XII.

“Bursa Valisi iken yaptırdığı hastahâneye gelir tedâriki maksadıyle tiyatro açıp kendisi, Molière’in hafif komedyalarını terceme eder ve me’murları, eşrâfı cebren tiyatroya abone yazar idi. Nâibü’ş-şer’ Âşım Bey, meslek icâbı tiyatroya gidemeyeceğini bahane ederek, abone bedelini vermez. Bir sabah bakar ki, arabalığının kapısı gece, Vâlî’nin emri ile ördürülüp, hayvanları içeride mahbus kalmış[76].”

XIII.

“Bursa’da iken arabasıyle sokak sokak dolaşır ve arabacıyı kasden çıkmaz sokaklara sokarak, araba durunca, ‘Vâlî Paşa’nın arabası hiç durmak olur mu?’ diyerek, Belediye’den amele celbiyle, karşı gelen divan hemen yıktırır imiş. Bu suretle bir hayli çıkmaz-sokağı açmış[77].”

XIV.

“Devirde gezerken bir karyeye uğrayıp, hücrâ bir yerinde bulunan Bektaşi tekkesine gitmiş ve sonradan dergâhı yıktırmış; meğer, dergâhın bir vakittenberi eşkıyâ sığınağı olduğunu tahkik etmiş imiş[78].”

XV.

“Bursa’da kafadan bir Müddeî Muâvini var imiş; akşamları o günki icrââtının hikmetini sorar ve Paşa da izah eyler imiş. Bir defa, Mudanya Kaymakamı’na, filân yerine kadar Bursa yolunun iki yanına ağaç diktirilmesini emretmiş. Ormandan çıkarılan fidanlar fazla geldiğinden ağaç dikme, ta'yin edilen yeri aşmış. Ahmed Vefik Paşa muâyene ve tahkika gittiği zaman, gösterdiği noktadan ileri ne kadar ağaç dikilmiş ise hepsini söktürmüş. Hikmeti sorulduğu zaman, ‘ Mudanya Kaymakamı, verdiğim emri bu def’a fazla icrâ etti; yarın da eksik icrâ edebilir!’ cevâbını vermiş.[79]”

XVI.

“Tekaüt olarak Bursa’da ikâmet eden mutasarrıflardan bir paşanın kırk-kırk- beş aylığı tedâhül etmiş. Zavallı adam hasta ve zarûret içinde imiş. Haremi üfürükçü hocalara i'tikad ettiğinden, Paşa’sını tedâvi için, eline geçen parayı anlara verir imiş. Bu hikmete mebnî Ahmed Vefik Paşa, o âileyi mahrum bırakır imiş. Adamcağız vefât etmiş. Vâlî Paşa işitince, veznedârı çağırıp, müteveffânın matlûbâtını hemen tedârikle, mirasçıları arasında hemen taksim edilmek için Mahkeme-i şer’iyye’ye teslim etmesini emretmiş. Herşeyin sebebini sormağı âdet edinen Müddeî Umûmî, ber-mu’tâd, akşam üzeri, izahat istemek maksadıyle, ‘ Bu adamı evâhir-i ömründe süründürdünüz; vefâtı günü tekmil alacaklarını niçin verdiniz?’ demesi üzerine, Ahmed Vefik Paşa, ‘ Orasını sonra anlatırım. Sen şimdi Paşa (Adliye Nâzırı Cevdet Paşa)’na yaz; bugün ölecek olursa, havâlelerini hemen dakikasında tesviye ederim ! ’ cevâbını almış. Meğer Cevdet Paşa’nın geçmiş maaşları Bursa’ya havâle olunmuş; fakat ne kendisine para verilir, ne de havâle-nâmeleri iâde edilir imiş [80].”

XVII.

“Bursa’da efelerin acâyip husûsî kıyâfetlerine açıktan açığa husûmet göstererek, o kıyafetle şehre her kim iner ise, dizliklerini polisler makas ile keserler imiş. Hasan Fehmî de, Aydın Vâlisi iken bu usûlü tatbik etmiştir [81].”

XVIII.

“Bir köylü kadın, Ahmed Vefik Paşa’ya müracaat edip, saatini kaybettiğini ve aradığı hâlde bulamadığını, Vâlî Paşa’nın, eğer gözlüğünü takar ise kaybolan şeylerin bulunduğu yeri keşfeylediğini haber verdiklerini, bu sebeple köyünden Bursa’ya geldiğini ifâde eder. Ahmed Vefik Paşa, kadının hangi köyden olduğunu ve saatini ne zaman kaybettiğini sorup anladıktan sonra, bir müddet beklemesini emreder. Çarşıya bir adam gönderip, münâsip bir saat aldırır. Kadını huzûra çağırtıp, tek gözlüğünü, takarak, ‘ Hanım, ben kayıpları bulurum amma tâze iken bulurum. Sen, vaktini geçirmişsin; şimdi bu saati al kullan; bir daha kaybın olursa, kırksekiz saati geçirmeden mürâcaat et! ’ diyerek, hatırını hoş ederek kadını köyüne iâde eder[82].”

XIX.

“Bursa’da caddeleri genişlettiği sırada, Yürüyen Dede isminde bir türbenin yıktırılmasıyle sokağa ilâvesi lâzım gelmiş. Ahmed Vefik Paşa, ulemâ ve eşraftan bâzdan ile beraber türbenin başına giderek, ‘ Yürü, yâ dede ! ’ diye üç defa seslendikten sonra, ‘ Dede Hazretleri elbette yürüyüp gitmiştir, ayak altında kalmayacak a!’ diyerek, türbeyi yıkmalarını emretmiştir[83].”

XX.

“Usûl-i muhâkeme kânûnu de adliyeye âit vazifeler ta'yin edildiğinden, mülkî me’murların tevkif ve habsi gibi urfî emirlerine müddeî umûmîler mâni’ olmakta idi. Bundan Ahmed Vefik Paşa sıkılıyor ve günün birinde sadr-ı a'zam olursa, Adliye dâiresine giderek, binek-taşında ‘ Paydos! ’ nidâsı ile dâirenin kapılarını kapayacağını söyler imiş ve bu sözü İstanbul’da da yayılmış. Bir aralık Adliye dâiresi ta’mir olunup, kudemâdan bir kâtip efendi, sandıklarda eski bir evrak dosyası aramakla meşgûl iken, irgad-başı öğle paydosunu ilân etmekle, zavallı adam, Ahmed Vefik Paşa’nın sadr-ı a'zam olduğu ve Adliye’yi ta’tile geldiği zannına kapılarak, acele ile sandığı kapayıp, takımını toplamak için kalem odasına çıkmıştır[84].”

XXI.

“Berlin Kongresi’nin müzâkere olunduğu ilk günlerde, Rus ordularının İstanbul’a yaklaşması sebebiyle heyecan artmış ve Rus murahhasları, İslâmlar tarafından Hıristiyanlar’ın katlolunacağını ileri sürerek, İstanbul’a asker idhâlini istiyorlardı (H. 1295—M. 1877-78). İşte bu sırada Zabtiye Nâzırı Hâliz Paşa’dan Bâb-ı âlî’ye derhâl gönderilen tezkirede, Tatavla’da toplanan birçok ahâlînin ayaklanma alâmetleri gösterdikleri haber verilmiş ve Taşkışla ile Beyoğlu İhtiyat Kışlası’ndan hemen birkaç tabur şevkiyle bu ayaklanmanın bastırılması lüzumu bildirilmiştir. Bu haber üzerine Başvekil Ahmed Vefik Paşa hemen arabasını hazırlatarak Tatavla’ya doğru gitmiş. Hakikaten, marangoz kalfası ve terzi çırağı makûlesinden beş -altıyüz aşağılık kimse toplanıp bağırmakta imişler. Ahmed Vefik Paşa’yı görünce sesinden ürkmüşler. Paşa, arabadan inip —romatizmadan mustarip olduğu için — topallaya topallaya nümâyişcilerden birini yakalayarak kalın bastonu ile bir-iki indirdikten sonra, elindeki kurtulunca bir başkasını yakalamak için birkaç adım seğirtmiş, bunu gören serseri topluluğu çil-yavrusu gibi dağılmıştır. Paşa, Yıldız’a giderek, Zabtiye Nâzırı Hâfız Paşa’yı çağırtmıştır. Vak'aya şâhit olan birinin ifâdesine göre, Hâfız Paşa içeri girdi, Ahmed Vefik Paşa, yakına geliniz diye çağırarak, aralarında birkaç adımlık mesâfe kalınca, iki parmağını birden uzatıp, ben, adamın iki gözünü birden oyarım diyerek, Hâfız Paşa'nın üzerine doğru yürüdü ve seni miskin herif seni! Taburlarla asker sevkedeceğine, kendin gidip de o karga derneğini niçin dağıtmadın? Devletin başına gaile mi açacaksın tekdirleri ile dışan koğdu. Meğer bu Tatavla demeği, bir çiban-başı koparmak ve Rusya emellerine hizmet için fesadçılar tarafından tertibedilmiş imiş [85].”

XXII.

“Vefik Paşa Bursa Vâlisi iken, kendisine mürâcaat edenlerden şişman bir adama sebepsiz yere şiddetli muâmelede bulunmuş, yanında bulunan bir ahbâbının böyle bir muâmeleye mahal olmadığını hatırlatması üzerine, ‘ Bilmezsin, o şişmanlar ne domuz olur ne domuz ! Ben kendimden bilirim ’ diye mukabele etmiştir [86].”

XXIII.

“İkinci başvekillikten ayrıldıktan sonra, Mâbeyn’de akdedilen bir komisyona, ikinci Mâbeynci Hacı Alî Bey vâsıtasıyle Abdülhamid tarafından dâ'vet edilen Ahmed Vefik Paşa, ‘ Efendimiz beni çocuk oyuncağı zannediyorlar! ’ cevabını vermiş ve ‘ Hah hah haah! ’ diye gülüp da'veti reddetmiştir[87].”

XXIV.

“Subhî Paşa erbâb-ı maâriften biri ile Ahmed Vefik Paşa’nın ziyaretine gitmiş. İlmî mübâhaseler sırasında eski müelliflerden ve eserlerinden söz açılınca, Vefik Paşa, o zâtın filân fenne dâir filân eseri vardır diye onların bilmediği eserlerden bahsetmiştir. Bu hâl, yaradılış bakımından iddialı ve mağrur Subhî Paşa’nın dikkatini çekmiş; diğer zât ile aralarında bir müellif ismi uydurmuşlar. Paşa ayni tarzda, bu müellifin şu fenne dâir şu eserleri vardır diyerek, o eserlere dâir fikirler ileri sürünce, hakikati anlamışlar[88].”

XXV.

Süleyman Nazif, babasmdan dinlediği şu hikâyeyi naklediyor: "Tarih-i İbn Haldûn’un İstanbul’da, metninden önce Mukaddime'si neşredilerek, birinci kısım sabık Şeyhü’l-lslâm Plrî-zâde Sâhib, diğer kısımları Cevdet ve Subhî Paşalar tarafından terceme ve t ab’olunmuştur; asıl tarih kısmı sonradan Subhî Paşa’nın eline geçip, Arapça olarak bastırılmıştır. Mir'ât-ı 'İber müellifi Diyanbekirli Sa’id Paşa, İbn Haldun tercemesi'ni mütâlea ederek, Mukaddime'deki mükemmelliği metinde bulamayıp, metinde birçok yerlerin beyaz bırakıldığ'nı, ifâdenin Mukaddime’dekinden farklı olduğunu görerek, tarih bilgisi ile meşhur Ahmed Vefik Paşa’yı ziyâretle, işin aslını anlamak istemiştir. Paşa, 'İbn Haldûn, o Mukaddime'yi Murûcü'z-Zeheb sâhibi Mes’üdî’nin bir eserinden almıştır; kendi eseri eğildir ’ diye, İbn Haldûn’u tezyife kalkar. Mes’üdî’nin böyle bir eserini arayıp bulamayan Sa’id Paşa, Cevdet Paşa’ya mürâcaat eder. Cevdet Paşa, ‘ Mes’üdî’nin öyle bir eseri yoktur. Eser, İbn Haldün’undur; fakat tarih kısmını tamamlamağa muvaffak olamayacak müsvedde hâlinde bırakmıştır. Basılan eserdeki noksanlar bu sebeptendir; Ahmed Vefik Paşa bunu uydurmuştur! ’ der[89].”

XXVI.

“Vefik Paşa Tahran Sefiri iken, maiyyetinde çalışan Posta Nâzırı Haydar Efendi’den naklen: İstanbul'a gelen ecnebiler, şöhretinden dolayı Paşa’yı ziyâretle, ona dûrbin, baston gibi şeyler hediye ederler, o da bunlara karşılık bat-pazarından kınk-dökük necef, akik v. s. taşlar toplatıp, bir hakkak çağırtarak, bunlardan yaptırdığı şeyleri ecnebilere hediye ederdi; bir de tarihî hikâye uydurarak, ‘Bu yüzük, Orhan Gâzi’nin haremi ve Sultan Murad’ın vâlidesi Nilüfer Hatun’un yüzüğüdür ’ der, ecnebiler bunları not ederlerdi[90].”

XXVII.

“Ahmed Vefik Paşa’nın ilk başvekilliği, Rusya muhârebesinin sonuna rastlar. Ricâlin at ve arabaları cihet-i askeriyyece toplatıldığı için, Vefik Paşa da, Bâb-ı âlî yokuşundan yaya olarak inip çıkmakta idi. Birgün kendisi yine yaya giderken, ricalden Edib Efendi’nin araba ile yokuştan indiğini görür. Edib Efendi’yi kasden tanımazlıktan gelerek, yanında bulunan Âmedî Hulafâsı'nden Muhsin Bey’e, ‘ Bu kimdir? ’ diye sorar. Muhsin Bey, ’ Edib Efendi ! ’ diye cevap verince, Ahmed Vefik Paşa, ‘ Edebsiz ! ’ diyerek yoluna devam eder ve yokuşu çıkıncaya kadar beş-on adımda bir ayni suâli tekrarlar, ‘ Edib Efendi bendeniz ! ’ cevâbını aldıkça, ‘ Edebsiz ! ’ diye tekrarlar imiş[91].”

XXVIII.

“Evkaf Nâzırı bulunduğu sırada. Galata Mevlevî-hânesi şeyhi Kudretu’llâh Efendi’nin, dergâhın muayyenâtı hakkındaki isteklerine kulak asmayan Vefik Paşa'ya, şeyh, ‘ Ben seni Hazret-i Mevlânâ’ya havale ettim ! ’ diye inkisar edince. Paşa, ‘ Ben de seni Hazret-i Mevlâ’ya havâle ettim! ' sözü ile mukabelede bulunur imiş[92].”

XXIX.

“Meclis-i meb'ûsân Reisi iken, müzâkere salonundan çıkınca odasına kapanır, kahkahalarla gülermiş; böylece, bâzı meb'usların Irâd eyledikleri hitabeler ile alay edermiş[93].”

XXX.

“Bursa valiliği sırasında, keyfî bâzı icraatından dolayı şikâyetler vuku’ buldukça, ‘ Ayastafanos muâhadesi ile burası bizim hissemize düştü; ben istediğimi yaparım! ’ dermiş[94].”

XXXI.

“Ahmed Vefik Paşa iki sene süren ikinci başvekilliğinde, ‘ Bâb-ı âlî’de Sadâret arabasını çekecek iki hayvan vardır, biri Müsteşar, diğeri Âmedci’dir; halbuki bunların biri çifteli, diğeri lagardır ’ diyerek, Müsteşar Zihnî ve Âmedci Şefkati Efendi'nin tebdillerine kıyam ettiği hâlde, kendisi azledildiğinden bunların tebdiline muvaffak olamamıştır[95].”

XXXII.

“Sadâret Müsteşarı iken evraka ve müsveddelere bakmaz, hulafâsından Sâdık Bey’i karşısına oturtarak bunları damgalatır, Sâdık Bey güldükçe kendisi de gülermiş. Birgün, oğlu Refik Bey’le bu Sâdık Bey’in civardaki bir evin penceresinde duran bir kıza bahçeden işaret ettiklerini görür. Oğlu Refik Bey kaçar; Paşa, Sâdık Bey’i köşküne götürür. Sâdık Bey dayak yiyeceğini anlayınca ve kuvvetli de olduğundan odanın kapısını sürmeler. Vefik Paşa, Şeyh Balaban adlı kedisine, ‘ Oğlan Şeyh, artık her türlü edebsizliği bitirdin de, bir de komşuya mı tecâvüze başladın? ’ deyince, Sâdık Bey, ‘ Evet, efendim, bu günlerde hasbanın pek küstahlığı var! ’ diye söze atılır. Paşa, bu pervâsız tavırdan dolayı somurtarak yerine oturur; dayak korkusu ile daha ileri gitmez. Sâdık Bey de, kapıyı açıp savuşur[96].”

XXXIII.

“Bir bayram günü, evine gelen ziyaretçilere romatizmadan mustarib olduğundan bahisle bi’l-vâsıta ma'zerette bulunur, her zaman misâfir kabûl ettiği odadan başka bir odada sevdiği birkaç ahbâbı ile sohbet ederken, ‘ Aman! Aman!.. ’ diye bağırmağa başlar. Meğer bayram ziyâreti için gelen Morali Celâl Bey admda biri, avdet esnasında sokak kapısı sanarak Paşa’nın oturduğu odanın kapısını açmış, Paşa’nın, ahbabları ile sohbet ettiğini görmüştür. İşte Vefik Paşa, gûyâ ıstırâbınm şiddetini anlatmak için bağırmağa başlamış ve Celâl Bey gidince, kahkahaları atmıştır [97].”

XXXIV.

“Ahmed Vefik Paşa’nın Paris Sefirliği sırasında zuhûr eden Şam mes’elesinden dolayı muğber olan Napoléon, bir kabûl resminde Paşa’nın yanına gelerek, Votre Empire Craque (İmparatorluğunuz çatırdıyor) diyerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmeğe yüz tuttuğunu imâ etmek istemiştir. Vefik Paşa’nın, ‘ Bizim memleketimiz, memâlik-i imparatoriyyenize uzaktır; zât-ı haşmetânelerinin hakkımızda doğru mâlûmât alamayacakları tabiidir. Bendeniz ise, Paris’te bulunduğumdan, memâlik-i imparatoriyyenizin ahvâlini yakından görüyorum; çatırdayan sizin imparatorluğunuzdur! ’ cevâbını verince, canı sıkılan Napoléon derhâl yanından ayrılır. Medenî cesâretinden dolayı kendisini tebrik eden İngiliz Sefiri’ne, ‘ Bu sözü sizin söylemeniz lâzım gelirdi, çünki devletiniz, söylediğiniz sözlerden dolayı sizi himâye ederdi: halbuki benim devletim küçük bir şikâyet üzerine beni azleder! ’ demiş, hakikaten müteâkıben infisâl etmiştir[98].”

XXXV.

“Vefik Paşa, oğlu Refik Bey’i içkiye düşkünlüğü yüzünden evinden tardetmiştir. Refik Bey birkaç sene sonra vefât etmiştir; Ahmed Vefik Paşa, ta'ziyeye gelen bir ahbâbına, ‘ Benim için Refik on sene önce ölmüştür; o zaman ta'ziye ede idiniz değerdi ! ’ demiştir[99].”

XXXVI.

“Vefik Paşa Anadolu Müfettişi iken Kastamonu Mutasarrıflığı’na ta'yin ettirdiği Sefîr-i Kasir nâmıyle tanınan Yûsuf Riza Bey(Paşa)’in, bir vilâyet vâliliğine ta'yinini Yûsuf Kâmil Paşa’dan recâ eder. Paşa, birşey söylemez. Recânın tekerrürü üzerine bir kâtip çağırtıp, ‘ Rizâ Bey’in bir tahrirâtı vardı, getirin de Efendi okusun!’ der. Efendi, kemâl-i dikkatle okur. Kendinin zemmedildiğini görünce, bir kelime söylemeden tahrirâtı bırakır; uzun bir temennâ ederek kalkar gider[100].”

XXXVII.

“Ahmed Vefik Paşa Paris Sefiri iken, maiyyetinde Başkâtip bulunan Âsim Paşa’nın iş için hiddetlenince yanağını okşadığını ve o muhterem zât, Paşa’dan sekiz sene önce vezirlik rütbesi ile mükerreren Hâriciye Nezâreti ile başka mühim me’muriyyetleri ihrâz etmiş iken ziyâretine geldikçe minderin üstünde diz çökerek kemâl-i hürmetle oturduğunu ve Paşa —hâl-ü tavrıyle— bu vaz’ıyeti pek tabiî gördüğünü Fuad Paşa’nın torunu Reşad Bey ve başkaları naklederlermiş[101].”

XXXVIII.

“Vefik Paşa, herkesle birlikte vapur beklemek sinirlerine, yahut kibrine dokunduğundan İstanbul’a inmek ve başka bir yere gitmek icabetse, iskeleye uğrayarak Rumeli-hisarı’na gelecek olan Şirket-i hayriye vapurunu ev halkından bazıları gözetip, ‘ İstinye’den kalktı, Emirgân’a yaklaştı, Hisar’a gelmek özredir ’ diye tekrar tekrar haber vermeleri üzerine, tepedeki kütüphanesinden hareketle, adımlarını vapurun gelişi dakikasına uydurarak tam vaktinde iskeleye varır, hazır bulunan vapura girermiş[102].”

XXXIX.

“Sâmî-Paşazadeler, bir bayram günü Paşa’yı ziyaretleri sırasında büyük kardeşleri eteğine vardıkları hâlde, Sezâî Bey’in uzaktan temennâ etmesi azametine dokunduğundan, ‘ Bir daha gelişinizde yakından görüşelim! ’ demiştir[103].”

XL.

“Abdülhak Hâmid Tarhan’ın ifâdesine göre, Kara-dağ Prensi Nikola’nın İstanbul’a geldiği sırada Sultan Abdülhamid’in da'veti üzerine Vefik Paşa Saray’a gelir. Epeyi bekledikten sonra ne için çağırılıp, ne için bekletildiğini sorar. Diğer Sadâret ma'zulleri ile beraber Prens’e takdim olunmak için da'vet olunduğu söylenmesi üzerine, ‘ Benim bağçevanlar ile işim yok ! ’ diyerek hiddetle yürüyüp gider[104].”

XLI.

“Zihnî Paşa’nın naklettiği üzre, kendi Mektupculuk’ta, Vefik Paşa birinci def‘a Başvekâlette bulunduğu sırada, Vefik Paşa, bir vilâyet dekerdânnın azli için Mâliye Vekâleti’ne tezkire yazılmasını emreder. Mektupcu, odasına avdetle tezkireyi yazmağa başlarken, emredilenin Erzurum ve Sivas defterdârlarından hangisi olduğunu unuttuğundan gidip sorar. Paşa, bu def'a onlarla beraber diğer üç vilâyet defterdarının da azli emrini verir; deliye taş atma kabilinden sormak hatâsında bulunup diğer defterdarların azline sebep olmasından dolayı müteessir olan Mektupcu’ya, hükm-i karakuşî’nin ne demek olduğunu anlatır[105].”

XLII.

“Sadr-ı a'zam Sa‘id Paşa’nın anlattığına göre, erâzilden biri, Vefik Paşa’nın yalısına gider. Bu zât sohbet esnâsmda kadın tabiatlı bir erkeğin namussuzluğundan uzun uzun bahs ve şikâyet ederek, zanmnca onun müstehcen hâllerini ayıplamak sûretiyle kendi nâmus ve faziletini anlatmak ister. Paşa, âdetinin aksine tam bir sükûnetle dinledikten sonra, ‘ Nâmussuzlardan şikâyet etmek bizim gibi nâmusluların hakkıdır ; senin gibi rezillerin şikâyete hakkı yoktur. Kalk, s.. dir kerata ! ’ diye koğar[106].”

XLIII.

“Diyânbekirli Na'im Çorlu Kaymakamı iken, bir haydudu tutturmasından dolayı — o sırada Edirne Vâlisi bulunan — Ahmed Vefik Paşa’dan bir takdir-nâme alır. Paşa’nın birinci def'a Başvekâlet’e ta'yininin ikinci günü sabahleyin yalısına gidip tebrik eder ve takdir-nâmeyi gösterir; iltifat görür. Birkaç kerre de Bâb-ı âlî’ye gider ve kabûl olunur. Gündüzleri Bâb-ı âlî’ye, geceleri yalıya gitmenin ardı kesilmez; Ahmed Vefik Paşa’nın sabır ve tehammülü tükenmeğe başlar.

“Birgün Bâb-ı âlî’de Müsteşar’la mühim bir mes’eleyi müzâkere ederken, müsâadesiz girmeğe alışmış olan Na'im yine arz-ı endâm edince, Vefik Paşa, ‘Bre serhoş, hınzır kerata! ’ diye bağırarak üstüne doğru yürümeğe davranır; bir taraftan da ağalan çağırmağa başlar. Na'im son derece sür'atle odadan fırlayıp, ağalara, ‘ O işi ben bitirdim ; sizin içeriye girmenize lüzum kalmadı ! ’ der demez tabanı kaldırıp soluğu Sirkeci meyhânesinde alır. Onun, ağalara söylediği sözü Paşa işitince, kahkaha ile gülmeğe başlar.

“Na'im ertesi günü, Başvekâlet Müsteşan Rauf Bey (Paşa)’e verdiği müzekkirede ‘ Deli, serhoştan korkar derlerdi. Bu tamamıyle yalan imiş. Delinin, serhoşu pabuçsuz kaçırdığını gördünüz! ’ der[107].”

XLIV.

“Pertev Paşa’nın torunu Aziz Bey’den naklen: Vefik Paşa’nın ilk Başvekillik’i sırasında bir sabah Mahmud Paşa’da Menge sokağından geçiyordum. Yanında uşak ve yâver bulunmadığı hâlde Paşa zuhûr etti. Sırtında başlıklı kaput vardı. Anadolulu bir Rum bakkalının dükkânının önünde durdu. Üstü açık bir kapta bulunan et kavurmasını — sopaya benzeyen — kalın bastonu ile dürttü, yere döktü. Bastonu kaldırarak, bakkalı azarlayıp söğmeğe başladı. Bakkal mukabeleye hazırlandığı sırada, oradan geçenlerin vaz'ıyyetlerinden, karşısındaki adamın pek büyük bir kimse olduğunu anladı, son derece ürktü; durduğu yerde donakaldı[108].”

XLV.

“Ahmed Vefik Paşa De'âvî Nâzırı bulunduğu sırada, bir bakkal, borcunu vermediğinden dolayı şâir Safvet’i şikâyet eder. Nâzır, borçlu şâirin evine bir mübâşir gönderir. Safvet, ihtiyarlığından ve rahatsız bulunduğundan bahsederek dâireye gidemeyeceğini söyler. Mübaşir, ‘Gitmezseniz, Nâzır beni koğar; ekmeğimden olurum! ’ der. Şâir, bu söz üzerine gayrete gelerek, bir sürücü beygiri getirtir; mübâşirle birlikte De'âvî dâiresine gider.

“Vefik Paşa hiddetle icâbeden sualleri sorup azarlamağa başlayınca, şâir Safvet ‘ Ben mütekaidim; maaş aldıkça esnafa borcumu veriyorum. Bakkala olan borcumu da elime para geçtikçe vereceğim; borcumu inkâr etmedim ki beni celb ve tevbih ediyorsunuz! ’ der. Vefik Paşa, şâirin habsini emreder.

“Safvet, gardiyandan kalem ve kâğıt ister. O sırada Mâbeyn Kâtibi bulunan Ziya Bey(Paşa)’e, uğradığı musibeti yazar; yardım ister. Ziya Bey, derhâl Cib-i hümâyûn’dan bir mikdar para alır; Safvet’e göndererek onu habsten kurtarır.

“Bu hâdisenin geçtiği günlerde vefât eden şâir Beranje (Béranger: 1780-1857) hakkında devlet ve millet tarafından gösterilen hürmet, İstanbul gazetelerine de akseder. Safvet, bir bakıma bu Fransız şâirinin ölümüne tarih, hakikatte Osmanlı şâirlerinden musibete uğrayanlara mersiye olmak üzre bir manzûme yazar. Bu manzûmenin başında,

Beranje, misli yok şâir imiş iklim-i Paris'te
Göçüp gitmiş bekaya bezm-gâh-i zindegâniden
Değil ancak hünerverler, ahâli mâtem^etmişler
Cüda öldü deyû böyle fasih-i bi-müdâniden
Cenaze masraf i olmak için i'tâ olunmuştur .
Nice yüzbin frank savb-i Krâl-i kadr-dâni'den
Bu ikrama, bu lûtfâ şâir-i İslâm elyakken
Hakaretler görür anlar e'âliden, edaniden

diyen şâir Safvet, böyle bir muâmele şöyle dursun, hakarete uğrayan bâzı şâirlerden bahsettikten sonra, son kısımda kendine âit mısrâ'lara yer vermiştir:

Zavallı Safvet'in kurtulmadı gitti giribânî
Du dest-i Avsador etmekçiden, bakkal Yâni’den
Yine hamd-eylerim orsâ bocâ mevc-i meşakkatli
Yanaştım sahil-i piriye hengâm-î cevâniden
O dânâ yerde yattıkça idi Hak cümlemiz mahfûz
De'âvi Nâzırı'yle her belâ-yi nâgehâniden

Bu münâsebetle Manastırlı Nâilî adlı şâir, Ahmed Vefik Paşa’yı haklı gösterme maksadıyle uzunca bir şiir yazmış ise de, bu gün elde bulunmayan bu şiirin, Mahmud Kemal İnal, hatırladığı aşağıdaki mısra‘larını kaydeder:

De'âvi Nazırı Ahmed Vefik’â, Hak vere tevfik
'İbâdu'llâh umurun doğrusu eyler idi tahkik

------ ----- ----- ----- ----- ----- ----- ----- ----- ------
Huzûrundâ ne Hâkim nutka kadirdi, ne di Patık
Söz^atmış öyle merd-l kâmili ibtâl-i hak etmiş
Tehakküm eyleyüb Safvet gibi bâzı koca zindık
[109].

XLVI.

“Vefik Paşa Paris Sefiri bulunduğu sırada, Paris tiyatrolarından birinde, bir gece Hazret-i Muhammed’e dâir bir piyesin sahneye konulacağını işitince, bunun men'ini Hâriciye Vekâleti’nden talebetmiş ise de, kulak verilmediğinden, oyun gecesi tiyatroya gidip, perde açıldığı sırada sahnenin ortasında görünmesi üzerine oyunun temsil edilmediği, o vakte yetişen birkaç zattan işitilmiştir.”

Ayni hâdise dolayısıyle, Türkler'i tahkir eden bir piyesin oynandığı gece, İmparator’un tiyatro locasından Ahmed Vefik Paşa’nın son derece hiddetli bir hâlde çıkıp gittiği ve bu yüzden Napoléon’u gücendirmiş olduğu da rivayet edilir[110].

XLVII.

“Napoléon’un beyaz boyalı bir arabası varmış. Vefik Efendi de aynini yaptırmış; bununla sokaklarda gezerken halk, İmparator geliyor zannederek telâşa düşerler imiş. Arabayı değiştirmesinin kendine tebliği Fransa hükümetince reca olunması üzerine, keyfiyyet, Hâriciye Nezâreti’nden Vefik Efendi’ye yazılmış.

“İstanbul’daki Fransız Sefiri, Padişah'ınkinin ayni olarak yaptırdığı mükellef kayık ile gezdiğinden, Vefik Efendi, Nezâret’e yazdığı cevapta, ‘ Fransa Hariciye Nâzırı, kendi sefirlerinin Boğaziçi’nde bindiği kayığı görmüyor da, Osmanlı sefirinin Paris’te gezdiği arabayı mı görüyor. Sefir, o kayığı ortadan kaldırırsa, bu araba kendiliğinden kalkar ’ demesiyle, elçinin kayığı kaldırılmış; Vefik Efendi de arabasını siyaha boyatmış[111].”

XLVIII.

“Deli nâmı verilen Ahmed Vefik Paşa’nın husûsî kâtibliğinde bulunan Paris Sefiri Münir Bey (Paşa)'den naklen: Birgün Vefik Paşa, Sadâret makamından gelen bir tezkireyi okuyup fevkal’âde hiddetlendi. Pek ağır sözler söyleyerek, ‘ Git, bu sözlerimi tamâmıyle o deliye söyle!’ dedi. Hemen Bâb-ı âlî’ye gittim. Tebliğine me'mur olduğum sözlerin ağırlığından ürkerek, Sadr-ı a'zam’a söylemeğe cesâret edemedim. Dâhiliye Nâzırı Cevdet Paşa’ya gidip, tevassutunu reca ettim; ben de ona gitmek üzre idim, gel beraber gidelim!’ dedi. Gittik.

“Cevdet Paşa, ‘Ahmed Vefik Paşa bendeniz şöyle bir recâda bulunuyormuş’ mukaddimesiyle mes’eleyi anlatmağa başlar başlamaz, Edhem Paşa baştan ayağa hiddet kesilerek, ‘Be adam, bu çocuktur, işittiğini düşünmeden söyler; fakat sen ak sakalınla o delinin saçmalarını nasıl söylüyorsun ! ’ diye bağırmasıyie, sözünün sonunu dinlemeden savuştum[112].”

XLIX.

“Vefik Paşa’nın, ‘ Ben kendime deli dedirtinceye kadar neler çektim neler!’ dediği rivâyet edilir[113].”

L.

“Meclis-i maârif Reisliği’nden mütekâid Hekim-başı Salih Efendi, bırgün Ahmed Vefik Paşa’yı ziyarete gider. Paşa, ‘Avrupa’dan nâdîde ağaçlar getirttim’ diyerek, onu bahçesine götürür. Lâtince birer isim takarak ağaçları ta'rife kalkışır. Sâlih Efendi, bahçeyi karmakarışık bir hâlde görünce, ‘ İyi ammâ, intizamdan eser yok!’ der. Paşa, ‘öyle ise, tanzim et!’ cevâbını verir. Nebatât ilmi mütehassısı olan Sâlih Efendi, ‘Hay hay. . Tanzim ederim; fakat bir şartla: Siz, yirmi gün bahçenin semtine uğramamaksınız; uğrarsanız, taktığınız isimler ve vasıflarla ağaçların yerlerini değiştirerek benim yaptığımı bozarsınız ; bahçeyi evvelki gibi intizamdan mahrum bırakırsınız ! ’ tarzında mukabelede bulunur[114].”

LI.

“Ahmed Vefik Paşa'nın kütüphânesine giren bilgili kimselerden biri, çoktanberi arayıp bulamadığı bir kitabı orada görünce, ‘ Bir gece için ihsan buyurunuz, okuyup iâde ederim’ demesi üzerine, Paşa, bu kitabı onun elinden alıp hemen yerine koymuş, ‘ Ben bu kütüphaneyi bir gece için şundan bundan aldığım kitaplarla vücûde getirdim!’ cevâbını vererek, bu sûrede geri verilmek üzre alınan kitapların iâde edilmediğini zarif bir tarzda anlatmıştır[115].”

LII.

“Sabık Washington Sefiri Süreyya Paşa-zâde Şekib Bey'den naklen: Cebel-i Lübnan mes’elesine dâir Fransız hükümetinin icbârıyle Bâb-ı âlî’den telgrafla verilen ta'limâtı Ahmed Vefik Efendi alır almaz ortadan kayboldu. Fransa hükümeti ve Sefareti ile Bâb-ı âlî arasında muhabereler cereyan etti. Mes’elenin halli için Fuad Paşa'nın Beyrut’a geldiğini haber alınca, Vefik Efendi Paris’te göründü. Daha evvel görünmüş olsa idi mes’ele, Fransa’nın menfaatini ve devletin zararını mûcib bir şekle girmek melhûz idi. İmparator Napoléon, Vefik Efendi’nin hareketlerine hiddetlenerek, ‘Kendini Sultan Selim Sefiri sanıyor!’ diye haber göndermesiyle, o da, ‘ Sultan Selim Sefiri olsa idim, zât-ı haşmet-meâbları burada bulunamazlardı!’ diye mukâbele etti[116].”

LIII.

“Vefik Paşa me’muriyyet mevkı’ine uşaksız gelip gitmekte olduğundan, o rütbede olan devlet büyüklerinin arkalarında, veya arabalarının üstünde mutlaka bir uşak bulundurmaları usûlden olduğu için, ona bu hususta ihtarda bulunurlar. Dâiresine uşaksız gittiği zaman, kapıda duran nöbetçi askerler aldırmadıkları hâlde, bu def’a arkasında uşak görünce hürmetle selâmlarlar; bunun üzerine Vefik Paşa, uşağa, ‘Beni değil, seni selâmlıyorlar; sen de onlara selâm ver!’ demiştir[117].”

LIV.

Keçeci-zâde Fuad Paşa’ya göre, “.Ahmed Vefik Efendi, binek-taşı büyüklüğünde bir pırlantadır; ne zinete, ne de kaldırıma yarar[118].”

LV.

Vefik Paşa, bâzı resmî muhâberelere, bu cins yazılarda gözönüne alınması gereken kâidelere aykırı olarak çok garip ve istihzâ yollu cevaplar vermiştir:

“Vilâyetlerin merci'i Dâhiliye Nezâreti olduğundan, resmî işlerin oraya yazılmasına dâir Başvekil Sa'id Paşa’nın — diğer vilâyetler sırasında — icrâ ettiği tebliğe fenâ hâlde hiddetlendi. Esâsen hoşlanmadığı o zâtın, daha sonra yazdığı başka bir telgraf-nâme üzerine — gûyâ merci'ine müracaat ediyormuş tarzında — Dâhiliye Nezâreti’ne çektiği telgrafta, ‘ Sa'id imzâsıyle bir telgraf-nâme aldım ; bu adam kimdir? ’ diyerek, Sa'id Paşa’yı tahkir etmiştir[119].

LVI.

Buna benzeyen bir başka garip telgrafı, yine Bursa Vâlisi bulunduğu zamana rastlar: “Mâliye Nezâreti’nden Defterdârhk’a gelen telgraf-nâmelerde merkezin masrafları için birçok para istenildiğinden ve imkân bulunmadığına dâir yazılan cevaplar kabûl edilmediğinden Defterdâr, vilâyet nakâmma şikâyet etmiş, Vefik Paşa, ‘ Ben söyleyim, sen yaz! ’ dedikten sonra, muhtasar ve müfid, fakat resmî âdâbtan uzak şu cevabı yazdırmıştır: ‘ Para denilen b.., bu vilâyette yok!. ’ Bunu kendi imzâ ettikten sonra Defterdâr’a da imzâ ettirerek resmî telgrâf-nâme olarak Nezâret’e çektirmiştir[120].”

LVII.

"Vefik Paşa Paris’te iken, İstanbul’da bulunan karısı çiçek çıkarmış, zevcinin avdertinde o hâliyle görünmekten çekinmiş, Paşa, ‘ Hanım, sakın endişe etme, ben seni bu hâlde daha çok severim! ’ diyerek teselli etmiş ve ona eskisinden daha iyi muâmelede bulunmuştur[121].”

LVIII.

“Pederim Hayru’llah Efendi ile iki kardeş evlâdı olan Ahmed Vefik Paşa ki, ‘ Ben Sadr-ı a'zam olsam da, Ahmed Vefik Efendi’yim ’ demekle ma'ruftur; Efendi’liği zamanında Mâcerâ-yı Aşk'ı okumuş, gördüğü müfritâne sözler arasında ‘Aferin Yâ Rabbi!’ hitâbı kabilinden feveranlar bulunduğunu birâderim Nasûhî Bey’e söylediği gibi, bana da millî ve mahallî bir tiyatro yazmağı tavsiye etmişti. Sabr-ü Sebat : İkinci eserim olan bu ez'af eseri işte o tavsiyeye, yahut terbiyeye ittibâen yazıp neşretmiştim. Sabr-ü Sebal’ta birçok atalarsözü kullanmış olduğumu telmihen merhum gülerek, ‘ Ben sana durûb-ı emsal mecmuası yaz dememiştim ! ‘ latifesiyle iktifa etmişti[122].”

LIX.

“Başvekil iken, Dâhiliye Nezâreti de uhdesinde olduğundan, birgün nedense, Dâhiliye Mektubcusu Şeref Efendi’ye kızmış. O sırada Evkaf Nezâreti’nde Cihât Kalemi Müdürlüğü’ne birinin ta'yinine dâir bir tezkire gelmesiyle, Paşa, hiç münâsebeti olmadığı hâlde mûmâileyhin bu müdürlüğe naklini arz ile irâdesini istihsâl etmiştir. Adamcağız şaşırıp kalmış. Paşa’nın infisâlinden sonra, Evkaf Nâzırı kendisini Evkaf Mektubculuğu’na nakl ile, işi bir dereceye kadar ta'mir etmiştir[123].”

LX.

Napoléon’un “huzurunda Şam vak’asından bahsolunduğu sırada Vefik Efendi, ‘ Şam’a asker sevkedilmek istenildiğini işitiyorum; Fransız askerini, Türk askeri karaya çıkarmaz ! ’ demesiyle, Napoléon bu sözü hayretle dinledikten sonra, ‘ Efendi, cidden vatan-perversiniz ; fakat diplomat değilsiniz ! ’ cevâbını vermiştir[124].”

LXI.

“Suriye mes’elesinde Âlî Paşa’nın müdârâsı üzerine Fransız, Beyrut’a asker gönderdiği vakit, Paris Sefiri Ahmed Vefik Efendi, Fransa’nın Hâriciye Nâzırı Mösyö Thouvenel nâm zâta, ‘ Eğer Fuad Paşa’nın yerine ben Beyrut’ta olsa idim, umûr-ı dâhiliyemize müdâhale etmek üzre gelen Fransız askerini süngü ile karşılardım! ’ dedi. Mösyö Thouvenel, sefir-i müşârileyhin bu acı lâkırdıda hasbe’l-mukâbele hakkı olduğunu ikrar etti; fakat İstanbul’da Âlî Paşa gücendi[125].”

LXII.

“Ahmed Vef ik Paşa vefât ettiği zaman nereye gömülmesinin arzu ve irâde edildiği usûlen zamanın hükümdârından sorulmuş, Abdül’hamid II.’den, ‘ Kayalar kabristanına defnediniz ki, Robert College’de çalınan çan sesleri kıyâmete kadar kulaklarında çınlasın ! ‘ tarzında bir irâde sâdır olarak, icâbı icrâ olunmuştur[126].”

LXIII.

Vefik Paşa’nın İltifatını görenlerden Şehremâneti Mülhakat Başkâtibi Hüseyin Vassal Bey’den naklen: “Paşa derdi ki, Rumelihisarı’na gömüldüğümü istiyorum; Sultan Mahmud türbesine gömülüp de hayatım boyunca uğraştığım adamlarla âhirette tepişmek istemem[127].”

LXIV.

"Napoléon III., Vefik Paşa’nın şahsına hürmet ve muhabbetle beraber, kendisinin Sefâret’ten azlini arzu edermiş. Veda’nâmesini takdim ettiği sırada, ‘ Sizin gibi bir zâtı, Vekiller'im arasında da görmek isterdim! ' diyerek teessüfünü beyan ve kendi markasını hâvî olarak Fransa’nın Sevr fabrikası ma'mûlâtından mükemmel bir sofra takımı, üzerinde Vefik Paşa’nın ismi mahkûk bir tuvalet takımı hediye eylemiştir[128].”

LXV.

“Vefik Paşa Paris Sefâreti’nde bulunduğu zaman, edebî bir mahfilde, ‘ İşret, Avrupa'nın mânevi istikbâlini tehdit ediyor ’ yollu idâre-i lisân etmiş. Otuziki sene sonra, Belçika’da çıkan tıb mecmualarından birindeki bir makalede, bu sözü telmihle, ‘Vefik Paşa’nın söylediği istikbâl içinde bulunuyoruz’ denilmiştir[129].”

LXVI.

Vefik Paşa, “Bursa’daki Yeşil Câmi'-i şerifin içinde ve orta kısmında bulunan şadırvanı, bu yeri kazdırıp meydana çıkardığı zaman, yine Bursa’da birinin hânesinde gördüğü fıskiye taşının mutlaka bu câmi‘-i şerifin işbu şadırvanına âit olacağını hisap ile, getirtip yerli yerine vaz'ettirmiş ve tam bir uygunluktan dolayı, bu taşın, hakikaten o şadırvanın aksâmından olduğu tehakkuk etmiştir. Bu vak‘a şâyi‘ olunca, bâzı saf-derûnlar, bu keşfi, tek gözlüğün kerâmetine hamletmişler; hattâ bir ihtiyar kadıncağız birgün müşârileyhe mürâcaatle, iki sene önce kaybolan saatini, o herşeyi görüp bildiği tek gözlüğü ile bakıp bulmasını recâ etmiş. Paşa’dan, ‘ Saatin kaybolalı çok vakit olmuş, artık bulunmaz ; buda anın hizmetini görür ’ cevâbıyle beraber, bir de saat alarak sevine sevine çıkıp gitmişti [130].”

LXVII.

“Ayastafanos muâhadesi müzâkere olunurken Grandük Nikola, galiba Çarlık ordusunun azametli ve heybetli başkumandanı, Abdülhamid’i ziyârete geldi. Hünkâr, Grandük’ü Dolmabahçe sarayında kabûl etti. Başkumandanın istikbâlinde, bütün saray erkânı ile beraber o zaman Başvekil olan Ahmed Vefik Paşa da, Abdülhamid’in maiyyetinde alt kata indi. Sarayın ve dîvân-hânenin orta-kapısı önünde mevkib-i hümâyûn tevakkuf etti. Grandük’ün Avastafanos’tan bindiği muş, Dolmabahçe sarayının rıhtımına yanaştı. Nikola karaya çıktıktan ve orta-kapıyı basamaklayarak büyük koridora dâhil olduktan sonra, bir Rus Harbiye zâbiti, elinde bir gönder, rıhtıma atlar. Çarlık bandırasını hâmil olan gönder’i diker. Bu hâdise Ahmed Vefik Paşa’nın gözünden kaçmadı. Derhal mevkibi ve Grandük’ü bırakıp, sarayın merdivenlerini bir hızla indi. Rıhtımda dikilmiş olan Çarlık bandırasını bir hamlede söktü, denize fırlattıktan sonra, yine geldiği gibi acele acele çıkıp, mevkib-i hümâyûndaki yerini aldı. Sanki hiçbir şey olmamış idi. Grandük Nikola, mağlûp Türk ordusu başvekilinin bu celâdeti karşısında şaşaladı ; fakat ses çıkaramadı[131].”

LXVIII.

“Ahmed Vefik Paşa, Hudâvendigâr Valiliği’nde bulunduğu sırada Tunuslu Hayreddin Paşa’dan ta'mim şeklinde bir tahrirât-ı sâmiyye almıştı. Tunuslu, bu yazısında, memleketin ne şekilde idâre edildiğini anlamak ve ona göre İslâhat için muktezi tedbirleri tatbik mevkı'ine koyabilmek maksadıyle köylerdeki Muhtar’lardan başlayarak vâlilere kadar bütün icrâ ve idâre kuvvetine mensup me’murların ne vazife ile mükellef olduklarını soruyordu. Ahmed Vefik Paşa, bu emir-nâme-i sâmiyi Hudâvendigâr Vilâyeti’nin bütün Mutasarrıf ve kaymakamlarına ta'mim etti. O esnâda Karesi Mutasarrıf lığı’nda Giridli edîb ve meşhur müfessir Sırrî Paşa bulunmakta idi. Bu zât, usûlen aldığı emri, livânın mülhakatına tebliğ etmiş ve gelen cevaplar üzerine bi’zzat kaleme aldığı lâyihayı Vâli’ye göndermişti. Sırrî Paşa bu cevâbında Muhtar'lar, nâhiye müdürleri ve kaymakamlarla mutasarrıfların idâri vazifelerini mufassalan göstermiş ve vâlîler hakkında birşey ilâve etmemişti. Ahmed Vefik Paşa bu cevâbı pek beğenmiş ve derhâl, İstanbul'da devletin yüksek makamlarında bulunan ricâline şu aşağıdaki telgraf-nâmeyi çekmişti : ‘ Bir müddettenberi mutasarrıflık makamında bulunan zevat içinde Karesi Mutasarrıfı Sırrî Paşa derecesinde kimse görülmediği beyan olunur[132].”

LXIX.

“Ahmed Vefik Paşa Sadr-ı a'zam iken, Sadâret Kalemleri’nden birinde bir maaş mahlûl kalır. Usûlü veçhile müstehak olanlara dağıtılması hakkında pusulası yapılıp, mucibince işâret etmesi için takdim olunur. Ahmed Vefik Paşa pusulanın altına: Mûcibince yapılması ve Sadâret Kalemleri'nde maaşı üçyüz kuruştan aşağı nekadar me’mur varsa hepsine yol verilmesi meâlinde bir buyuruldu yazar. Müsteşar bunun sebebini sorunca, Paşa, ‘Ha, söyleyeyim' der, ‘çünkü ben üçyüz kuruşla hizmete başladım ! ’. Müsteşar, ‘ Aman efendim, zât-ı sâmî-i fahlmâneleri gibi fevkal'âde fıtratta zevât-ı mümtâze nerede bulunur! Bu bî-çârelere merhamet etmenizi recâ ederim!’ diye pohpohlayarak bin müşkilâtla buyurulduyu düzeltmeğe muvaffak olur [133].”

LXX

Ahmed Vefik Paşa'ya Hıristiyanlar’dan biri, ‘Câmi'lerinizde niçin günlük yakmıyorsunuz?’ diye sormuş. Paşa düşünmeğe lüzum görmeden, ‘ Bizimkiler abdestlidir; yel vermezler de onun için! ' demiş[134].”

LXXI.

“Evkaf Nâzırlığı sırasında birgün medreseleri, sebilleri, imâretleri dolaşmağa çıkmış, bir ara girdikleri bir imârette kocaman bir kazanın kaynadığını, bir adamında muttasıl koca bir sopa ile kazanın içindekini karıştırdığını görmüş ve durmuş, ‘Nedir o kaynayan?’ diye sormuş. ‘Zırva pişiriyoruz!’ demişler. Biraz istemiş, parmağının ucuyla alıp ağzına götürmüş. Tatsız tuzsuz birşey olduğunu görünce, ‘ Mübârek hakikaten de zırva imiş, bir daha bu zırvayı pişirmeyiniz, yerine aşûre pişiriniz!’ demiş ve zırvayı ortadan kaldırtmıştır[135].”

LXXII.

Vefik Paşa’nın Başvekil bulunduğu, Rusya donanması Ayastafanos’a geldiği, harb, veya sulh yoluna mı gidileceği hakkında müzâkereler cereyan ettiği sıradaki hâdiselerden bahseden Mahmud Celâleddin Paşa, şu fıkrayı naklediyor: “Hattâ Pâdişâh Hazretleri, Meclis toplanmazdan evvel müverrih-i hakiri sûret-i mahsûsada huzurlarına celbedip, mes’elenin vâsıl olduğu müşkil ve tehlikeli neticeden bahisle, ‘Rusya askerinin İstanbul’a duhûlüne cevaz gösteremem; ümerâ-yi askeriyyemiz cesâretsizlik gösteriyorlar; ben nefsimce her fedakârlıktan çekinmem. Sancağ-ı şerif’i çıkarıp Rus ordusu üzerine gitmeğe hazınm. Bunu meclise tebliğ etmesini Başvekil Paşa’ya söyle!’ deyu emir buyurduklarından, içtima‘dan önce irâde-i şâhâneyi ifâde etmiş idim. Müşârileyh gayet telâşlı ve şedîdü’l-fikr bir zât olmağla, ‘Biz işimize bakalım, o sözler cilvedir; meram bizi tecrübedir’ diyerek Vefik Paşa’nın, Meclis müzâkeresi esnâsında Padişah’ın harbe gitmeğe hazır olduklarına dâir irâdelerini orada bulunanlara bildirdiğini, neticede müsâleha yolunun kabûl edildiğini, yine Mahmud Celâleddin Paşa kaydediyor [136].”

LXXIII.

“Ahmed Vefik Paşa, Başvekâlet'e ta'yini üzerine, hey’ete yeniden dâhil olunan Vekiller Saray’da toplanarak, ibkâ olunanlar da da'vet edildiği sırada, müşârileyh ‘Aleyhimizdeki mazbatayı (Bursa Vâliliğin’den azli dolayısıyle) hepsi mühürlediler; şimdi de gelirler, şapır şapır eteğimi öperler!’ demiş olduğunu, o zaman Meclis-i vükelâ Zabıt Kâtibi bulunup orada hazır olan Mümtaz Paşa nakletmiştir[137].

LXXIV.

“Ahmed Vefik Paşa Başvekil olunca, mukaddime-i icrâât olmak üzre Şeyhü’l- İslâm "Uryânî-zâde Es‘ad Efendi’ye, teşrifattan bir me’mur irsâliyle, bundan böyle Vükelâ Meclisi’ne gelmemesi için haber göndermiş. ‘Uryânî-zâde de, ‘Deli pazarı, b.. Pazarı ‘ ta'biriyle mukabelede bulunmuştur [138].”

LXXV.

“Meclis-i vâlâ a'zâsmdan iken, ziraat işlerine dâir Meclis’te cereyan eden müzâkere sırasında, ‘Ben bahçemdeki ağaçları topraktan çıkardım; köklerini yukarı kaldırıp dallarını gömdüm. O kadar çok meyve oldu ki, yemekle bitmedi ! ’ demesiyle, orada hazır bulunanlar biribirlerinin yüzüne bakakalırlar [139].”

* Bu makalenin, I. Ahmed Vefik Paşa’nın Hayatı, II. A) İlmi Eserleri, B) Adapte, Terceme İlk Eserleri ve Lehçe-i Osmâni, C) Bursa Tiyatrosu, Tiyatro Eserleri ve Husûsiyetleri, D) Telemak Tercemesi ve Başka Eserleri bölümleri, Belleten'in bundan önceki sayılarındadır (C. xxvııı., sayı 109, Ocak, 1964; sayı no 110, Nisan, 1964).

Dipnotlar

  1. Sir Austen Henry Layard, Autobiography and Letters, London, John Murray, Albemarle Street, W., 1903, c. II., s. 47-55.
  2. Ayn. esr., c. ıı., s. 74-5.
  3. Ayn. esr., c. ıı., s. 85-6.
  4. Ayn. esr., c. ıı., s. 104.
  5. Ayn. esr., e. ıı., s. 89-90.
  6. Ayn. esr., c. ıı., s. 92-93. Layard, Fuad Efendi (Paşa)’nin Kandilli’deki yalısından, kütüphânesinden bahsederken, onun — Vefik Paşa hâriç —, tanıdığı Türkler’in en bilgili ve münevveri olduğunu kaydeder; ikisini karşılaştırırken, “Damarlarında Greek kanı bulunan Ahmed Vefik'ten farklı olarak hâlis Türk soyundan idi” diyor.
  7. Ahmed Refik, Lamartine, Türkiye'ye Muhaceret Karârı, İzmir'deki Çiftliği (18491853), İstanbul, Orhaniye Matbaası, 1925, s. 3, 23, v. d. Ahmed Refik bu münâsebetle, Reşid Paşa’nm Vefik Efendi’nin gönderilmesi ve harc-ı râh mes’elesi hakkında 6 ve 18 Zi’lkı’de, 1265 (23 Eylül ve 5 Ekim, 1849) tarihli iki arz tezkiresini de neşretmiştir. Vefik Paşa’nın Charles Roland’la bu seyahati iki ay sürmüş, çiftlikler uygun bulunmuş, sâhibi Manolâki, Reşid Paşa’yı Bâb-ı âlî’de görerek, kendisine çiftliklerin iltizam bedeline dâir bir defter de takdim etmiştir. Çiftlik, Lamartine’e tapusuyle verilmemiş, ancak belli bir süre için kiralanmıştır. Lamartine, bu çiftliği işletemeyeceğini anlayınca sermâyedârlar aramış, fakat bu husus kendisine yapılan mukaveleye aykırı olduğundan, çiftlik elinden alınarak, “fazl-ü dehâsına hürmeten" kendisine senelik 80,000 kuruş tahsis edilmiştir.
  8. Celâl Es'ad, Eski Galata ve Binâları, İst., Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matbaacılık Osmanlı Şirketi, 1329, s. 38, 87.
  9. Forty Years in Constantinople, New York, D. Appleton Company, 1909, s. 58. Müellif, Ahmed Vefik Paşa’nın Edirne ve Filibe’ye; Bulgaristan ve Ermeni mes’eleleri, katl-i ‘âmlar hakkında ecnebilere haber verenleri cezalandırmak için gönderildiğinden, ta’kibettiği şiddet politikasından da bahseder (S. 60).
  10. Fifty Years in Constantinople and Recollections of Robert College, Boston ve New York, Houghton Mifflin Company, 1911, s, 55 v. d. Austen Henry Layard, Türkiye’ye önce 1839’da gelmiş, o sırada Mehmed Alî’nin elinde bulunan Mersin’e gitmiştir. 1842-45 yılları arasında İngiltere’nin Türkiye elçisi Sir Stratford Canning’e, resmî sıfatı olmaksızın ve aylık almayarak müşavirlik etmiş, 1849, 1853’de iki kerre daha kısa süren resmî ziyâretler için gelmiş, 1873’de İngiltere’nin Türkiye elçisi olmuştur. Emekliye ayrılması 1880’dedir (Harold Bowen, Türkiye Hakkında İngiliz Tedkikleri, Longmans Green and Co. LTD., London, New York, s. 43).
  11. Léon Parvillée (1830-?)’nin bu eseri 1874’de neşredildiğine göre (Architecture et Décoration Turques au xv Siecle, avec une A. Morel preface de E. Violet -Le-Duc, Paris, 1874), Yeşil Câmi'in bahsi geçen ta'miri Vefik Paşa’nın Bursa valiliğinden önceye, Bursa’da i'mar işleri ile çok meşgûl olduğu Anadolu Sağ-kol müfettişliği (1863-64) zamanına rastlar.
  12. Ahmed Haşim, Gurabâhâne-i Laklakân, İst., İlhâmî Fevzi Matbaası, 1928, s. 14 v. d.
  13. Richard Davey, The Sultan and His Subjects, London, Chatto and Windus, 1907, s. 411.
  14. Ali Fuad, Ahnud Vefik Paşa, Servet-i fünun mec., c. 60, nu. 1554-80, 27 Mayıs, 1926.
  15. Cemâleddin, Âyine-i zurefâ, Kütübhane-i ikdam, 1314, torunu Fahrünnisâ Hanım tarafından yazılan hâl tercemesi, s. 137 v. d., 140. Abdülhak Şinasî Hisar, Ahmed Vefik Paşa’yı şöyle canlandırıyor: “Ahmed Vefik Paşa geniş alınlı, yuvarlak yüzlü, zekî ve biraz çocukça gözlü, güler yüzlü ve son zamanlan nûrânî yüzlü, orta boylu, şişman, garip huylu, rûhen Şarklı, mâlûmâtiyle Garplı, afif, mağrur, kibar, inatçı, müstehzi, rahatına düşkün, hod-kâm, bâz an da güzel sözlü bir adammış. ‘Bana cesur derler; halbuki bendeki cesâret değil, tevekküldür ’ dermiş. Bâzan hareketleriyle pek ma'kûl, bâzan âdetleriyle garip ve gülünç gözükürmüş. / “Elbiseleri bile tamâmen husûsî imiş. Mâvi ve uzun püsküllü bir fes, bol bir pantalon, bâzan harmânî şeklinde geniş bir sako, avrupâî bir beyaz pike yelek, resmî elbise olarak istanbulin, bir baston ve sonralan bir sopa, bir de tek gözlük, boynundan asma kordonlu bir monokl.. Evinde Şam alacasından önü açık bir entari, belinde kuşak, softan yapılmış bir cübbe, kışın bir kürk.. Şarklılığı, Garplılar’a takdir ettirmek azminde bulunan ve bütün hâl ve kâli ile muhteşem bir eski zaman adamı görünürmüş” (Geçmiş Zaman Fıkraları, İst, Hilmi Kitabevi, 1958, s. 145).
  16. Ahmed İhsan, Ahmed Vefik Paşa, Servet-i fûnun mec., nu. 1495, 9 Nisan, 1341.
  17. Türk Halk Edebiyatı, İst, 1925, s. 43 v. d.
  18. Matbûat Hâtıralarım, İst., Şirket-i mürettibiye Matbaası, 1930, c. 1., s. 18.
  19. Tarih Musahabeleri, 1st., Matbaa-i âmire, 1339, s. 224 v. d. Tahsin Paşa, Abdülhamid va Yıldız Hâtıraları, İst., Muallim Ahmed Hâlid Kitabhânesi, 1931, s. 78, 228.
  20. Ali Kemal, Türklüğün Piri, Peyâm-ı Sabah, Edebî Nüsha—25; 29 Kânunısânî, 1336 (11 Şubat, 1921).
  21. Mehmed Rauf, Hâtırât-ı âlem-i İslâm, Bursa, Matbaa-i vilâyet, 1327, s. 139.
  22. Fahrünnisa Hanım, ayn. esr., s. 129, v. d.
  23. Fahrünnisa Hanım, ayn. esr., s. 129; Mehmed Rauf, ayn. esr., s. 135.
  24. Esvât-ı Sudûr, İzmir, Vilâyet Matbaası, 1328, s. 32. Ahmet Midhat, Fatma Aliye Hanım, İst-, 1311, s. 38.
  25. Boğaziçi, İst., Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matbaacılık Osmanlı Şirketi, 1914, s. 91 v. d. Bu köşk ve kolleksiyonun en nâdir parçaları, sonraları esbak Adliye Nâzırı İsmet Paşazâde Riza Paşa tarafından satın alındığı yine bu eserde kaydediliyor.
  26. George Washbum, Vefik Paşa için, “Zavallı, fakir adam idi. Yaşadığı ev yıktırılarak satıldı, âile yok oldu. İstanbul’un en kıymetli kütüphanesi olan kütüphânesi de, borçları ödemek için kısım kısım satıldı” diyor (Fifty Years in Constantinople and Recollections in Robert College, s. 56).
  27. İlk Mutasavvıflar, Istanbul, Matbaa-i âmire, 1918, s. 137. Bursali Cenânî’nin Hikâyât-ı Acîbe’si’nin nâdir yazma nüshası da bu Kütüphâne’de mevcuttu (Prof. F. Köprülü, Meddahlar Makalesine âit (Türkiyat Mecmuası, c. ıı., 1928, s. 30). Prof. Fuad Köprülü, annesi Hatice Hanım’la babası Fâiz Bey’in evlenmeleri, Vefik Paşa’nm tavsiyesiyle olduğunu söylüyor: Fuad Köprülü’nün babasının büyük annesi ve Mâliye Nâzırı Hâlid Efendi’nin kızları Fatma ve Zeyneb Hanım’larla Ahmed Vefik Paşa kardeş çocuktarıdır. Büyük annesi ve Ailenin diğer fertleri Türk-Rus savaşı münâsebetiyle 1876’da Rumeli’den hicretle, önce Bursa’ya gelmişlerdi; dayısı burada yerleştiğinden, annesi Hatice Hanım da sık-sık İstanbul’dan Bursa’ya gidip geliyordu. Hatice Hanım’la Fâiz Bey’in izdivâcına Vefik Paşa vâsıta olmuş, Fâiz Bey’in çapkınlığından bahsedildiği için, âilesi Hatice Hanım’ı ona vermek istememişlerse de, Vefik Paşa’nın tavsiyesiyle bu mes'ud ve hayırlı evlenme vukû bulmuştur.
  28. Vefik Paşa’nın terekesine, irâde-i seniyye gereğince Mahmud Celâleddin Paşazâde Münir Bey nezâret etmiştir. Ahmed Vefik Paşa Mefhûmun Kütüphâne Defteridir - Bibliothèque de feu Ahmed Vefik Pacha adiyle basılan (İst., Bağdadliyan Taş ve Hurûfat Matbaası, 1893) katalogda da, kütüphaneyi ziyâret ve malûmat edinmek için Hariciye Vekâleti Umumî Kâtibi Münir Bey’e murâcaat edilmesi bildirilmektedir. Bu kıymetli eserler kısım kısım satılmıştır.
  29. Mehmed Rauf, ayn. esr., s. 139.
  30. Muharrir, Şâir, Edib, İst., Kanaat Kütübhâne ve Matbaası, 1924, s. 52, 94 v. d.
  31. 'Ulûm gazetesi, c. ıı., nu. 19, 1287/1870, s. 1183. Alî Su'âvî’nin, “Hakkı Paşa nâmı, zamân-ı Abdü’l-Aziz’de Anadolu teftişine çıkan Vefik Efendi nâmı gibi, Rumeli’den başka Anadolu içerilerine ve Bagdad ve Mısır’a velvele saldı.” ifâdesi de, Vefik Paşa’nın bu vazifesindeki şöhretini gösterir ('Ulûm gazetesi, c.ıı., nu. 19, s. 1205, Tarih-i Nizâm-ı cedid adlı makale).
  32. Ye's, Şûrâ-yi ümmet, nu. 50, 1 Nisan, 1904; İclâl, İst., Cihan Kütübhanesi, 1923, s. 108 v. d.
  33. 7 Şubat, 1879 tarihli mektubu, F, A. Tansel, Husûsî Mektuplarına Göre Nâmık Kemal ve Abdülhak Hâmid, Ankara, 1949, s. 50-55. T. Tarih Kurumu, mektup, nu, 30, Sâmî Paşazade Hasan Bey, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin “inhilâli ile Nâmık Kemal Bey, Prens Mustafa Fâzıl Paşa zümresine iltihak ettikten sonra, Subhî Paşa ve büsbütün haksız olarak peder ve bilemediğimiz sebeple Ahmed Vefik Paşa aleyhinde kalemen tezyif yolunda zebandırazlıkta bulunmuştu” diyor (Hâdisât-ı hukûkîye ve Tarihiye mec., cüz’ 2, 1 Mayıs, 1341).
  34. Eserlerimi Nasıl Yazdım, Resimli Ay mec., nu. 53—5, Temmuz, 1928. Ruşen Eşref, Diyorlar ki, İst., Kanaat Matbaası, 1334, s. 15. İ. M. K. İnal, Son Asır Türk Şâirleri, c. ııı., s. 549.
  35. Hâtıralarından naklen, Son Sadr-ı a'zamlar, c. v., s. 710, 725.
  36. Okumuşlar, s. 37 v. d.; Adamcıl, 15 v. d.
  37. Gazeteci Lisânı, Sabah Matbaası, 1327, s. 53 v. d.
  38. Prof Fuad Köprülü, ’Âşık Tarzı'nın Menşe’ ve Tekâmülü Hakkında Bir Tecrübe, Millî Tetebbu'lar mec., c. 1., nu. 1, Mart-Nisan, 1331, s. 8, not- 1.
  39. Vizantal Efendi de, Fransızca'dan Türkçe'ye Ceb Lûgati’ni hazırlarken muşkillerini çözebilmek için Sa’id Bey’e başvurmuş, bu eser Ahmed Vefik Paşa tarafından tashih edilmiştir (Refik-i tahririmiz Vizantal Efendi tarafından yazılan varakadır, Tercemân-ı Hakikat gazetesi, nu. 2480, 23 Eylül, 1886).
  40. Türk Halk Edebiyatı, s. 43 v. d. Vefik Paşa’yı, Vambéry’nin tavsiye mektubu vâsıtasıyle Rumelihisarı’ndaki yalısında ziyâret eden Dr. İgnac Kunoş, / Ben babamın evin yıktım, / Tavladan Doru'sun çektim, / Yüzbin altun alıp çıktım, / Bin gidelim beyim oğlan! / dörtlüğü ile başlayan Türkmen türküsünü ve, / Kızım kızım, kınalı kızım, / Seni bir sarraf istiyor / Vereyim ana,.. / Bir de, / Kızım sana hotoz alam, / Yok, babacığım, yok, yok / mısra’larıyle başlayan türküleri, Paşa’nın Menekşe adlı câriyesinden dinleyerek tesbit etmiştir.
  41. İcmâl-i Edebî, Musavver Malûmat mec., nu. 71, 13 Şubat, 1312
  42. Küçük Mecmua, yıl I., nu. 5, 3 Temmuz, 1338, Dine Doğru adlı makale; Türkçülüğün Esasları, Millî İctimâiyat Kütübhânesi—I., Ankara, Matbûat ve İstihbârat Matbaası, 1339, s. 6, 12 v. d.
  43. Adaptasyon Merâkı, Büyük Mecmua, c. ııı., nu. 37-38, 1919; Bugünki Edebiyat, İst., İkbal Kütübhanesi, 1924, s. 142 v. d. Milli Edebiyat Cereyânının İlk Mübeşşirleri, İst., Devlet Matbaası, 1928,8.44. Ahmed Vefik Paşa, Cumhuriyet, 13 Mart, 1928. / Vefik Paşa’nın en çok şöhret kazanan eseri Lehçe-i Osmâni’sidir. Bâzı yanlışları içine almakla (Msl., bk., Fuad Köprülü, İlk Mutasavvıflar, İst., 1918, s. 71) ve tertibi biraz karışık olmakla beraber, tarih ve dil sâhasındaki Türkçülük çalışmalarında bir dönüm noktası teşkil eder. Yabancı bir mecmuadan terceme sûretiyle neşredilen Memâlik-i Osmâniye’de Edebiyatın Terakkisi adlı makalede, en çok rağbet gören eserleri olarak Telemak Tercemesi, bilhassa Lehçe-i Osmâni kaydediliyor (Revue Encyclopédique'den naklen Musavver Malûmat mec., nu. 18, 9 Haziran 1310—21 Haziran, 1894). Charles Warren Hostler de, Türkiye’deki Pan-Turkistler’den bahsederken, bu fikirlerin yayılmasında ilim adamlarının mühim eserlerinin te’siri olduğundan, İstanbul Universitesi’nde hocalık eden Ahmed Vefik Paşa’nın, vatandaşlarına Osmanlılar’ın büyük Türk milletinin kollarından biri ve ana dillerinin, Türkiye sınırları dışında geniş sâhalarda konuşulan Türkçe’nin bir lehçesi olduğunu izah eden ilk Türkler’ den biri olduğunu yazar (Turkism and Soviets, London, George Allen and Unwin LTD.; New York, Frederick A. Praeger, 1957, s. 142).
  44. Klâsikleri Oynamalıyız, Dârü’l-bedâyi' Mecmuası, yıl 2, nu. 14, 15 Şubat, 1932.
  45. Sahne Eserlerimiz, Perde-Sahne mec., nu. 9, 15 İkincikânun, 1943. San'ata Dâir, Maârif Basımevi, 1955, c. ııı., s. 167.
  46. Molière ve Ahmed Vefik Paşa Merhum, Yarın mec., nu. 15, 26 Birincikânun, 1338 (28 Aralık, 1922).
  47. Vatan gazetesi, 1 Nisan, 1941 (Zeki Pâkalın, ayn. esr., s, 251). Vefik Paşa’nın tiyadro eserlerinin şöhreti hakkında şu makalelere de bakınız : Muhmud Yesârî, Ahmed Vefik Paşa'nın Hayatı ve Eserleri, Tarih Dünyası, c. ııı., nu. 32, Ağustos, 1952. H. Fahri Ozansoy, Ahmed Vefik Paşa, Devlet Tiyatrosu, nu. 4, Mayıs, 1952. Hasan Âlî Ediz, Ahmed Vefik Paşa. ayn. mec., nu. 35, Ekim, 1957. Ayrıca bk., Cevdet Perin, Tanzimat Edebiyatın'da Fransız Te'siri., İst., 1946, s. 84 v.d.
  48. Âslı Âşiyan Müzesi’nde bulunan bu resim ve beyit, İ. M. K. İnal’ın eserinde neşredilmiştir (Son Sadr-ı a'zamlar, c. v., s. 699, 705). Ahmed İhsan, Servet-i fünun mecmuası tarihçesinde Vefik Paşa’nın da yeri olduğundan bahseder. Resim tab’ı için alınan ruhsatta, “Müslüman eşhas tasviri konulmamak şartı” vardır. Vefâtı münâsebetiyle yazdığı makaleyi sansör çıkarmış, resmin altına da istizan kaydini koymuştur. Mürâcaat ettiği Dâhiliye Nâzırı Münir Paşa, resmi görünce, gözleri yaşararak, “Vesile-i rahmettir!” demiş, resmin altına “görülmüştür” yazmıştır. Vefik Paşa’nın resmi, Servet-i fünün da. Müslüman eşhasa âit ilk fotoğrafı teşkil eder (Nu. 3, 28 Mart, 1307; nu. 1495, 9 Nisan, 1341). Hüseyin Rahmî’nin babası Sa’id Paşa’nın ikinci zevcesinin evi Bozdoğan-Kemeri’nde, Vefik Paşa’ya babasından miras kalan eve bitişikti. Tek başına, muhtelif şahısların seslerini taklid ederek piyes oynama âdetini duyan Hüseyin Rahmî’ye, Vefik Paşa, Mürebbiye romanında Dehrî Efendi tipini ilham etmiştir (Refik Ahmed Sevengil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, İst., Hilmi Kitabevi, 1944, s. 63). Mürebbiye'de, Molièr’in Les Précieuse Ridicules komedsini, kendisi de rol alarak ev halkına temsil ettiren Dehrî Efendi, yalnız bu bakım- Vefik Paşa’yı hatırlatır (Krş., Mürebbiye, Kitabhâne-i Hilmî, 1927, s. 131 v. d.).
  49. Tarih Musahabeleri, s. 225.
  50. Vefik Paşa’nın Rumeli-hisarı’ndaki evinin geniş arâzîsi mevcuttu. Bebek’te, ufak bir evde açılan College’e, müessisi Robert’in ve vereselerinin terkettiği (1875) meblâğın önce 16.000, sonra 20.000 lirasıyle, bu sırada ma'zûl bulunan Vefik Paşa’dan arazi alınarak, Robert College adı verilen mektebin birinci ve ikinci kısımları inşâ edilmiştir (Osman Ergin, Türkiye Maârif Tarihi, İst., Osman Bey Matbaası, 1940, c. ıı., s. 649 V. d.). / George Washburn, Vefik Paşa’nın Robert College’e arâzisinin ne kadarını ne zaman ve ne kadara sattığı hakkında etraflı bilgi vermektedir: Vefik Paşa, Rumeli-hisarı’ndaki bu arâzîsini Paris elçisi iken (Ocak-Şubat, 1860—Şubat, 1861) satmak istememiş, bir yıl süren bu vazifesinden ayrılıp memleketimize döndüğü zaman, paraya ihtiyâcı olduğundan satmağa razı olmuştur. Altı acre —bir acre takriben dört dönüm olduğuna göre, yirmidört dönüm— kadarını 1600, bir müddet sonra da geri kalan kısmını 1800 kadar İngiliz lirasına satmıştı. Dr. Hamlin, binânın yapılmasına müsâade verilinceye kadar bu parayı ödemek husûsunda anlaşmıştı ki bu, 2 Aralık, 1861 tarihine rastlar (Fifty Tears in Constantinople and Ricollections of Robert College, Boston ve New York, 1911, s. 7 v. d.); paranın tamamı 1862’de inşâsına müsâadeden sonra ödenmiştir. Ancak, bâzı sebeplerle College’in yapılması gecikmiş ve altı yıl sonra, 20 Aralık, 1868’de mümkün olabilmiştir. George Washburn, iznin, Vefik Paşa’nın birkaç gün süren Başvekilliği sırasında verildiğini söylüyorsa da, bu 1868 değil, 1872 (30 Kasım—2 Aralık)’dedir. Vefik Paşa, her hâlde arâzîsinin üçüncü parçasını bu sırada satmıştır: “Bu arâzîyi, Mr. Robert’ten aldığım mektup üzerine derhal 13.200 dolara satın aldım. Bugün burada Theodoruse Hail ve altı profesör evi bulunmaktadır. Ahmed Vefik Paşa’nın bu zamanda paraya husûsi bir ihtiyâcı yoktu; fakat College’in sıcak bir dostu idi; istediği fiyat da çok uygundu.” diyen George Whashburn, 1872-73’de, College’i ziyâret için İstanbul'a gelen Amerikalı Mr. Bancroft ile Vefik Paşa’ya gittiklerini, Paşa’nın, misafir-perverliği ile Mr. Bancroft üzerinde de çok iyi te’sir bıraktığını yazar (Ayn. esr., s. ıı, 55 v. d.).
  51. Ebüzziya Tevfik, memleketimizde Tanzimat’tanberi bâzı millî vak'aların tarihlerini kaydederken, sâl-nâmelerden de bahsetmiştir. (“İcâd-ı Sâl-nâme, Bâ Ma'rifet-i Ahmed Vefik Paşa, Şemsi Hicret'ten, 1225—Kameri Hicret’ten 1262”, Nevsâl-i Ma'rifet-Takvim-i Ebüzziya, 1309/1310, yıl 9, Matbaa-i Ebüzziya, 1310, s. 18). / Ahmed Vefik Paşa, Servet-i fünun, nu. 3, 28 Mart, 1307; Resimli Gazete, yıl I nu. 3, 28 Mart, 1307. Her iki mecmuada Tercemân-ı Hakikat'ten naklen resmî hâltercemesi, ikincide eserleri ve şahsiyeti hakkında daha geniş bilgi verilmiş, memlekete sâdıkâne hizmetinden, hiçbir vaktini boş geçirmediğinden, cenâze masrafının Cib-i hümâyun’ca tesviyesinden bahsolunmaktadır. / Babası Hayrullah Efendi’nin dayısının oğlu Vefik Paşa’nın vefâtını, Londra gazetelerindeki telgraflardan öğrenen Hâmid, hizmetlerine mükâfâten ailesine taraf-ı şahaneden maaş tahsisini umduğunu, 21 Mart, 1307 tarihli mektubunda yazar. Yine Pîrîzâde İsmâ'il Bey’e gönderdiği 18 Nisan, 1307 tarihli mektubunda ise, “Burada bir Lord Stanley vardır; Vefik Paşa merhumun dostlarındandır. Merhûmun âilesinin Ramazan harcını tedârikten âciz bir hâlde dûçâr-ı zarûret olduklarını ve binâenaleyh Hanımı’na bâzı irsâlât-ı nakdîyyede bulunduğunu söylüyordu. Gayretime dokunup icâbeden mahallere beyân-ı hâl ettim” diyor (Mektuplar, c. II , s. 66, 68). Ailesine maaş bağlanması hakkındaki arz tezkiresinden, Hâmid’in, mektubunda bahsettiklerini resmî makamlara duyurduğu, ilâve olarak, Vefik Paşa’nın zevcesinin Galata’da oturan İngiliz Postahanesi Müdiri’nin zevcesinden on lira borç aldığı da anlaşılmaktadır. 6 Mayıs, 1891 tarihli bu vesika Son Sadr-ı a’zamlar’da (C. v., s. 700) neşrolunmuştur.
  52. Meselâ Hasan Âlî Yücel’in neşrettiği şu fıkra: “Birgün odasında imiş, kâtip Nesib Efendi de yanında bulunuyormuş. Kâtibi yanından uzaklaştırmak üzre kapıyı kapamasını emretmiş. Kâtip bu emri yerine getirip tekrar yerine dönmek üzre iken şu ihtarda bulunmuş: ‘ Ben sana kapıyı dışarıdan kapa! ’ dedim.” (Pazartesi Konuşmaları, İst., Remzi Kitabevi, 1937, s. 10), aslında Zâkânlı ‘Ubeyd’e aittir: "Bir sakil, bir marîzin yanına girer. Çok oturur. Marîz, ziyaretçilerin çokluğundan sıkıldığını söyler. Herif, ‘öyle ise kalkayım, kayıpı kapayayım !’ der. Marîz, şu cevabı verir: ‘Kapa, fakat dışarıdan!’” (Muallim Nâcî, 'Ubeydiyye, İst., Mihran Matbaası, 1305, s. 62).
  53. Sa'id Paşa, Hacı Mahmud Efendi’den naklen, “Vefik Paşa Anadolu Müfettişi iken, İzmid’de bir da'vâ vâki’ olmuş. Bu da’vânın teshîl-i ru’yetini Ahmed Vefik Paşa’ya tavsiye etmek için Hacı Mahmud Efendi’yi İzmid’e göndermişler. O sırada Ahmed Vefik Paşa’nın icrâât-ı teftişiyyesince, Mahmud Efendi ne gibi şeylere muttali’ olduğuna dâir idi. Diğer hikâye, Vefik Paşa ikinci def'a Vekâlet’inden sonra Rumeli-hisarı’ndaki bahçesinde büyük çamlar yetiştirdiğinden, anları alıp Yıldız hadikasına götürmek için Saray’dan bağçevan-başıyı istemiş. Zât-ı şâhâne de, Mahmud Efendi’yi bağçevan-başı ile birlikte irsâl etmişler. Bunlar, bahçede büyük çamlar yerine birer-ikişer karış boyunda iki mi, üç mü çam ağacı bulmuşlar, anı mübeyyin idi.” (Sa'id Paşa'nın Hatıratı, c. II, İst., Sabah Matbaası, 1328, s. 24) diyorsa da, bu fıkraları tam olarak nakletmemektedir. Bir saat kadar Ahmed Vefik Paşa hakkında konuştuklarını, Hacı Mahmud Efendi’nin kendisini eğlendirmek maksadıyle Vefik Paşa’dan söz açtığını, bu fıkraları naklettiğini yazıyor ve “Merhum, bahçesinde büyük çamlar yetişdirdiğine dâir olan haberi ile tûl-i ma’zûliyyetine remz-ettiği vehleten hatıra gelir amma, kendisinin âlî-cenâbâne ve istiğnâ-kârâne meslekini bilenler bu tevcihi kabûl etmezler; bilmem ki maksadı ne idi!” diyor.
  54. Aşağıdaki fıkralardan nu. I, V, XX, XXIII - XXV, XXXIII, XXXVI, XXXVIII, XXXIX, XL, XLII, XLIX, L, LI, LIII, LIV, LVII, LVIII, LXII, LXIII.
  55. Nu. XXVI.
  56. Nu. XLV.
  57. Nu. II, XXIV, XXXVII, XLVI-XLVIII, LII, LX, LXI, LXIV, LXV. Bu vazifesinden önce, çok kısa süren Meclis-i vâlâ a'zâlığı zamanı ile alâkalı bir tek fıkra vardır (Nu. LXXV.).
  58. Nu. VI, VII, XXVIII, LXXI.
  59. Nu. XIV, XXXVI.
  60. Nu. X.
  61. Nu. IX, XI, XXXII.
  62. Nu. III, XXI, XXVII, XXIX, XXXI, XLI, XLIII, XLIV, LIX, LXVII, LXIX, LXX, LXXII -LXXIV.
  63. Nu. VIII, XII, XIII, XV, XIX, XXII, XXX, LV, LVI, LXVI, LXVIII.
  64. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 737. M. K. İnal, “Belki o kadar garip hikâyâtı varmıştır da — zabtetmek ötedenberi mu'tâdımız olmadığı için — aradan zaman geçince unutulup gitmiştir. O hikâyelerin bize intikâl eden kısmı, öyle bir cilt değil, ancak küçük bir risâle teşkil edecek kadar mahdut olduğu gibi, bunları bilen de birçok zat değil, beş-on kimseden ibaret idi; onlar da gelip geçtiler” diyor (Ayn. err., s. 738). Ali Fuad Bey, neşrettiği fıkraları, Paşa’yı tanıyanlardan dinleyerek tesbit ettiğini, onunla şahsen tanışmadığını, “Bezm-i ülfetine dâhil olan zevattan bâzısı el-yevm hayatta bulunmasıyle daha birçok fıkraları hâtıralarında nakşedilmiş olacağından, anlar da mahfûzatlarını tahrir eyleseler, ayrıca bir mecmua-i mehâzir vücûde gelmiş,, olacağını kaydediyor (Ahmed Vefik Paşa Fıkâratı, Servet-i fünun mec., c. 62, nu. 1627-153, 20 Ekim, 1927; M. Kemal İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 713).
  65. Charles Mismer, Souvenirs du Monde Musulman, Paris, Librairie Hachette, 1892, s. 143 V. d. Bu eserin Türkçe tercemesi: Mehmed Rauf, Âlem-i İslâm, Bursa, Vilâyet Matbaası, 1327, s. 137. Abdurrahman Şeref, Tarih Musahabeleri, İst., Matba'a-i âmire, 1339, s. 227; müellif bu fıkranın, Vefik Paşa’nın De'âvî Nâzırlığı zamanına âit olduğunu kaydetmiştir. Ali Fuad, Tarihi Fıkralar VI., Ahmed Vefik Paşa Fıkarâtı, Servet-i fünun mec., c. 62, nu. 1627-153, 20 Ekim, 1927. M. Kemal İnal,Son Sadr-ı a'zamlar, s. 713. Zekî Pâkalın, Ahmed Vfjik Paşa, İst., Ahmed Said Matbaası, 1942, s. 128.
  66. Mehmed Rauf, Alem-i İslâm, s. 139. İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadr-ı a'zamlar, birinci basım, İst., Ahmed Sa'id, Millî Eğitim Basımevi, 1940-48, s. 659. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 129.
  67. George Washburn, Fifty Fears in Constantinople, Boston ve New York, 1911, s. 118 V. d. Sir Edwin Pears, Forty Years in Constantinople, New York, D. Appleton and Company, MCMIX, s. 58. Zekî Pâkalın, Ahmed Vefik Paşa, İst., Ahmed Sa'id Matbaası, 1942,s. 129.
  68. Fâik Reşad, Külliyât-ı Latâif, İst., Sancakyan Matbaası, 1328, s. 232. İbnü’l- E. M. K. İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadr-ı a'zamlar, s. 639. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 312.
  69. Memduh Paşa, Asvât-ı Sudûr, İzmir, Vilâyet Matbaası, 1328, s. 33 v.d. Ali Fuad, Ahmed Vefik Paşa, Servet-i fünun mec., c. 60, nu. 1554-80, 27 Mayıs, 1926. İbnü’l-Emin M. Kemal İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 708. Bu fıkra biraz farklı olarak Abdülhak Şinâsî Hisar tarafında da neşredilmiştir (Geçmiş Şamarı Fıkraları, 1st., Hilmi Kitabevi, 1958, s. 157) : “Ne gibi bir anlaşmazlık neticesi olarak, bir aralık Rumeli-hisarı kal‘alarının hiç olmazsa birinin, yâni Zağanos Paşa Kal'ası’nın yıktırılması bahis mevzuu olmuş. Ahmed Vefik Paşa, celâdetle kal'ayı yıktırmağa gelenlere fi’len mâni' olacağını söyleyerek, Fâtih’in yaptırdığı kal'aları, düşmanlar memleketi istilâ ederlerse onlar yıktırırlar, yoksa düşmanların yapmak istediklerini biz kendimiz yapmağa kalkışmayız. Ben şimdi burada kal'aların bekçisi gibiyim. Onu yıkmak isteyenlere ben mâni’ olacağım diye, ne söylediyse söylemiş, fakat Vefik Paşa’nın itirazları muhakkak ki Padişah’a da aksetmesi üzerine, bu garip fikirden vaz geçilmiş.”
  70. Îbnü’l-Emin M. K. İnal, Evkaf-ı hümâyûn Nezâreti’nin Tarihçe-i teşkilâtı ve Vüzzârın Terâcim-i ahvâli, Evkaf-ı islâmiyye Matbaası, 1335, s. 120. Ayn. müellif, Osmanlı Devrinde Son Sadr-ı a'zamlar, s. 661. M. K. İnal, bu münâsebetle İzzet Mol-la’nın, Sultan Mahmud’un emriyle, devletin gelir ve giderine âit yazdığı lâyihayı neşrediyor; bununla, Ahmed Vefik Paşa’nın bu fıkraya mevzu teşkil eden icrââtı arasında yakın bir bağlılık buluyor: “Cevâmi'de ne kadar cesim bal mumu varsa, yerlerine birer boyalı amud vaz'olunup Câmi'-i Nusret’teki âvize gibi mihrabın cânibeynine âvizeler konularak, bal mumlarının akçesi, vazife-i kalile-i hademeye zamm ile, güzelce müezzin ve temizce kayyım bulmalıdır. Ayasofya’da ve şâir salâtîn cevâmi'inde ikâmet edecek müezzin bulunmaz. Bilâ-fâide mihrâbta otuz kese akçelik mum yanıp, nısfı sirkat olunmaktadır. Allah ve Resûl’ünün rızâsı olmayan şey, mihrâb-ı cevâmi'de icrâ olunmak revâ değildir.” (Ayn. esr., s. 714). Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 303.
  71. Îbnü’l-Emin M. K. İnal, Evkaf-ı hümâyûn Nezâreti'nin Tarihçe-i teşkilâtı ve Vüzzârın Terâcim-i ahvâli, s. 120 v. d. Ayn. müellif, Osmanlı Devrinde Son Sadr-ı a'zamlar, s. 661.
  72. Ayn. eserler, s. 121; s. 729. Alî Fuad, Tarihi Fıkralar VI., Ahmed Vefik Paşa Fıkarâtı, Servet-i fünun mec., c. 62, nu. 1627-153, 20 Ekim, 1927. Zekî Pâkahn, ayn. esr., s. 304.
  73. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti’nin Tarihçe-i teşkilâtı ve Vüzzârın Terâcim-i ahvâli, s. 121. Ayn. müellif, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 666.
  74. Abdurrahman Şeref, Tarih Musâhabeleri, s. 226.
  75. Abdurrahman Şeref, Ayn. esr., s. 227.
  76. Ayn. esr., s. 227. Ali Fuad, Tarihi Fıkralar — VI., Ahmed Vefik Paşa Fıkarâtı, Servet-i fünun mec., c. 62, nu. 1627-153, 20 Ekim, 1927. M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 687. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 301. / Vefik Paşa’nın Bursa Valiliği’nden azlinin sebeplerini içine alan Meclis-i vükelâ mazbatasında, aleyhinde ileri sürülen şeyler arasında, “Vilâyetin Adliye Müfettişini —ki bu zat ilmiye ricalinin fudelâ ve zürefâsından Âsim Beydir— tahkir etmesine ve oturduğu hanenin önüne dıvar çekerek ihtiyaçlarını tazyik etmek gibi iz'â- cât-ı gayr-ı ma'kûleye mebnî” kaydı da vardır (Mazbata metni için bk., M.K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 687). Bu fıkranın, bu hâdiseden mülhem olduğu anlaşılıyor. / Abdurrahman Şeref Bey’in Tarih Musahabeleri'nde, bu zât hakkında şu bilgi verilmiştir : Mustafa Âsim Bey “latîfeye meyyal bir zât olup, hayli niyabetlerde bulunmuş, Bursa Nâibi iken, vâlî Ahmed Vefik Paşa ile olan mâcerâsıyle iştihar etmiştir (S. 318).
  77. Ali Fuad, Ahmed Vefik Paşa, Servet-i fünun mec., c. 60, nu. 1554-80, 27 Mayıs, 1926. Abdurrahman Şeref, ayn. esr., s. 228. M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 715. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 301.
  78. Abdurrahman Şeref, ayn. esr., s. 228. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 301.
  79. Abdurrahman Şeref, ayn. esr., s. 228. Ali Fuad, Servet-i fünun mec., ayn. cilt ve sayı. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 301.
  80. Ayn. esr., s. 228. Bu fıkra biraz farklı olarak Abdülhak Şinâsî Hisar tarafından da neşredilmiştir: “Ahmed Vefik Paşa, Ahmed Cevdet Paşa’yı hiç sevmezmiş. O, Adliye Nâzırı olduğu zamanda ödenmemiş aylıklannın te’diyesini Bursa’ya havâle ettirmiş; fakat Ahmed Vefik Paşa ne parayı, ne havâleleri göndertmemiş. Cevdet Paşa tarafından bu iş tekrar sorulunca, “Paşa eğer birgün vefât ederse, bütün havâlelerini alacaklılarına derhal ödettireceğimi te’min ederim! ’ demiş (Geçmiş Zaman Fıkraları, İst., Hilmî Kitabevi, 1958, s. 150 v. d.). Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 302.
  81. Abdurrahman Şeref, ayn. esr., s. 228. Ali Fuad, Servet-i fünun mec., ayni cilt ve sayı. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 301.
  82. Cemaleddin, Ayine-i zurefâ (İst., ikdam Matbaası, 1314, s. 138): Fahrünnisâ Hanım’m makalesi. Ali Fuad, Servet-i fünun mec., ayn. cilt ve sayı, ayn. makale. İsmail Hikmet Ertaylan, Ahmed Vefik Paşa, İst., Kanaat Kütüphanesi, 1939, s. 16. Îbnü’l-Emin M. Kemal İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 729. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 302. Bu fıkranın nasıl meydana geldiği hakkında fikir edinmek için, aşağıdaki LXVI numaralı fıkraya ve 130’uncu not’a bakınız.
  83. Abdurrahman Şeref, ayn. esr., s. 230. Ali Fuad, Servet-i fünun mec., ayn. cilt ve sayı. İsmail Hikmet Ertaylan, Ahmed Vefik Paşa, İst., 1939, s. 15 v. d. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 303.
  84. Abdurrahman Şeref, ayn. esr., s. 227. Ali Fuad, Servet-i fünun mec., c. 60, nu. 1554-80, 27 Mayıs, 1926, Ahmed Vefik Paşa. Müellif, Vefik Paşa’nın bu rivâyeti ahbablarına karşı tekzib ettiğini, “O söz iki cihetle benim sözüm olamaz: Evvelâ, paydos lâfzı amele ta'biridir; sâniyen, Adliye’nin ta'tili, adaletin ta'tili demektir. Bir memleket adâletsiz yaşar mı? Fakat her dâirede olduğu gibi, Adliye’de de birtakım fenâ adamlar bulunduğundan, o makûleleri bir küfeye doldurup denize atmalıdır!” dediğini kaydediyor ( Ayn. mec., c. 62, nu. 1627-153, 20 Ekim,1927, Ahmed Vefik Paşa Fıkarâtı ). Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 303.
  85. Abdurrahman Şeref, ayn. esr., s. 231. Ali Fuad, Senet-i fünun mec., ayn. cilt ve sayı. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 195. Abdülhak Şinâsî Hisar, Geçmiş Zaman Fıkraları, İst., 1958, s. 147 v. d.
  86. Ali Fuad, Servet-i fünun mec., ayn. cilt ve sayılar. Müellif, bunu ve bundan sonraki fıkrayı bi’zzat dinlediğini kaydediyor. Ayrıca bk., İbnü’l-Emin M. K. înal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 728. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 112. Abdülhak Şinâsî Hisar, ayn. esr., s. 150.
  87. Ali Fuad, Servet-i fünun mec., c. 60, nu. 1556-82, 10 Haziran, 1926, Ahmed Vefik Paşa. Müellif bu neşrinde, fıkrayı, o sırada orada bulunan Nasühî Bey’den dinlediğini kaydediyor. Ayrıca bk., ayn. müellif, ayn. mec., c. 62, nu. 1627-153, 20 Ekim, 1927, Ahmed Vefik Paşa Fıkarâtı. Bu fıkra, bu yazımızdaki XI. ve XL. numaralı fıkraları hatırlatıyor.
  88. Ali Fuad, Servet-i fünun mec., c. 62, nu. 1628-154, 27 Ekim, 1927: Tarihi Fıkralar VL, Ahmed Vefik Paşa Fıkarâtı. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 306. Abdülhak Şinâsî Hisar, ayn. esr., s. 156.
  89. Ali Fuad, Servet-i Fünun mec., c. 62, nu. 1628-154, 27 Ekim, 1927, ayn. makale. Bu fıkranın dayandığı esas, bundan evvelkine çok benzemektedir; aradaki farkı, eser adlarının da kaydedilmesi teşkil ediyor.
  90. Ali Fuad, Servet-i fûnun mec., nu. 1628-154, ayn. makale.
  91. Ali Fuad, ayn. nüsha ve ayn. makale. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 308.
  92. Ali Fuad, ayn. nüsha ve ayn. makale. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 714.
  93. Ali Fuad, ayn. nüsha ve ayn. makale.
  94. Ali Fuad, ayn. nüsha, ayn. makale. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 686.
  95. Abdurrahman Şeref, Tarih Musahabeleri, s. 234. Ali Fuad, Servet-i Fünun mec., c. 62, nu. 1627-153, 20 Ekim, 1927, Ahmed Vefik Paşa Fıkrâtı. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 728. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 62.
  96. Ali Fuad, Servet-i Fünun mec., ayn. cilt ve sayı. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 305.
  97. Ali Fuad, Servet-i Fünun mec., c. 62, nu. 1829-155, 3 Kasm, 1927. İbnü’l- Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 730. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 307. Abdülhak Şinâsî Hisar’ın Geçmiş Zaman Fıkraları'nda, bu fıkra bîraz farklı olarak kaydedilmiştir: “Abdülhak Hâmid, ailesinin en yaşh akrabası olan Ahmed Vefik Paşa’yı arada-sırada ziyârete giderlermiş. Birgün misafirlerlerle blundukları odada onun sancılandığını görmüşler. Kerevet üstüne yatarak, ‘Aman beni ma'zur gö-rün! ’ demiş ve bütün misâfirler odayı terketmişler; fakat Paşa’nın, yüzünden, hastalandığına ihtimal vermeyen Abdülhak Hâmid, başkaları oda civarından ayrılınca, anahtar deliğinden içeriye bakmış, Vefik Paşa’nın misâfirleri aldatıp savmış olmaktan memnun, kerevetteki şilte üstünde neş’esinden gülerek ve iki elini şaklatarak, oynadığını görmüş” (S. 154).
  98. Ali Fuad, Servet-i Fünun mec., c. 62, nu. 1629-155, 3 Kasım, 1927. İbnü’l- Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 657. Hasan Âlî Yücel, Pazartesi Konuşmaları, İst., Remzî Kitabevi, 1937, s. 237. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 307.
  99. Ali Fuad, Servet-i Fünun mec., ayn. cilt ve sayı.
  100. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 719.
  101. Ayn. esr., s. 731.
  102. Ayn. esr., s. 731.
  103. Ayn. esr., s. 731.
  104. Ayn. esr., s. 730. H. Âlî Yücel, Pazartesi Konuşmaları, s. 10.
  105. Ali Fuad, Servet-i fûnun mec., c. 62, nu. 1629-155, 3 Kasım, 1927. İbnü’l- Emin M. Kemal İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 719. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 194, 306 v. d. (mükerrerdir).
  106. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 718.
  107. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Asır Türk Şâirleri, c. vı., İst., Devlet Matbaası, 1938, s. 1088. Ayn. müellif, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 718.
  108. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 717.
  109. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Asır Türk Şâirleri, c. ıx., İst., Maârif Basımevi, 1940, s. 1596, 1600. Ayn. müellif, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 712.
  110. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 658. Bu fıkranın ikinci paragrafında bahsedilen rivâyet, Charles Mismer’e âittir (Mehmed Rauf, Hâtırât-ı âlem-i İslâm, s. 139). Bahsi geçen eser, Voltaire’in Mahomet ou le Fanatime adlı trajedisidir (Cevdet Perin, Tazminat Edebiyatı’nda Fransız Te'siri, İst., 1946, s. 83).
  111. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 657. İsmail Hikmet Ertaylan, Ahmed Vefik Paşa, İst., 1939, s. 10. Abdülhak Şinâsî Hisar, Geçmiş gaman Fıkraları, s. 146.
  112. İbnü’l-Emin M. K. İnal; ayn. esr., s. 633.
  113. Ayn. esr., s. 728.
  114. Ayn. esr., s. 736. Bu fıkranın dayandığı esas, Vefik Paşa’nın hayatına hemen tamâmıyle uymaktadır. Torunu Fahrünnisâ Hanım, onun husûsî hayatından bahsederken, “Yanlız iki şeye nasb-i enzâr eyler idi: Kitap, nebat...” diyor ve şu bilgiyi veriyor: “Her hâlindeki intizamsızlık bahçesinde de görülürdü. Tohumlarını Avrupa’dan getirterek yetiştirdiği mütenevvi' çiçekler; muntazam tarhlar, saksılar içinde ilk bakışta görülmeyip, âdî çiçekler arasında, meşcere aralarında, dıvar diplerinde müdekkık nazarların meşhûdu olur. Kendi büyüttüğü otuz-kırk senelik cesim, mütenevvi' çamlar; akasya, pavlonya ve at-kestânesi gibi ağaçların arasında çıkmış bulunur, pek latif çiçekli küçük ağaçlar âdî ve yabanî ağaçların dal ve yaprakları arasında gizlenmiş kalırdı; bu sebeple, bahçeye ilk def'a giren kimse, kendisini, ağaç ve çiçekleri hudâyî nâbit, tabiî bir ormanda zannedebilirdi; zirâ sâhibinin sâdeliğe olduğu kadar, tabiîliğe de merâkı var idi. Ömrünün sonlarında şişman vücûdünü ağrılar sızılar istilâ ederek, bir-iki kişinin yardımıyle ve çok zahmetle yerinden hareket eylediği hâlde yine her gün bahçeye çıkmaktan vaz geçmez, vücûdünü bu kadar yormaması hakkındaki hatırlatmalara, kendisini tanıyanlarca pek iyi bilinen latif tebessümü ile gülerek, ‘Sizin tekrâren çocuk olduğunuz var mı çocuklar? Ben yeniden çocuk oldum; ne kadar zahmet çeksem, hava serince dahi olsa, yine bahçemden vaz geçmem! ’ diye cevap verir, ekseriyâ, bahçesinde kâin Boğaziçi’ne bakan set üzerinde, pek sevdiği erguvan ağaçlarının gölgesinde oturur idi.” (Cemâleddin, Âyine-i zurefâ, “Müverrih Ahmed Vefik Paşa”, s. 136, 140).
  115. M. K. İnal, Sou Sadr-ı a'zzamlar, s. 737.
  116. Ayn. esr., s. 655.
  117. Ayn. esr., s. 727. Zekî Pâkalın, bu fıkrayı biraz farklı olarak şu şekilde naklediyor: “Ûlâ rütbesi verildiği zaman Şûrâ-yi devlet’e giderken yanına uşak almadığından ve o zamanda da böyle rütbeli adamların uşaksız sokağa çıkmaları ayıp sayıldığından kendisine edilen ihtar üzerine yanına uşak aldı. Bâb-ı âlî’de nöbet bekleyen neferler, şimdiye kadar uşaksız geldiği için selâm durmadıkları hâlde, bu sefer uşakla görünce selâma durmuşlar. Vefik Paşa hemen elini arabanın pençeresinden çıkararak uşağın eteği ile selâm verir.” (Ayn. esr., s. 311). M. K. İnal, bu fıkra münâsebetiyle şu bilgiyi veriyor: “Arabanın üstünde uşak olarak dâireye girerken askerler selâmlamarıyle Vefik Paşa, arabanın pençeresinden elini çıkarıp uşağın eteğini sallamak suretiyle mukâbelede bulunduğunu Refi’ Cevad Bey Kızılay gazetesinde yazdığı makalede söylemiştir. Onun nakli, daha tuhaf ise de, benim bildiğim, yukarıda yazdığım şekildedir.” (Son Sadr-ı a’zamlar, s. 727, not—3).
  118. Ayn. esr., s. 710. Abdülhak Şinâsî Hisar, Geçmiş Zaman Fıkraları, s. 146; müellif, kaynak göstermeyerek, Sultan Abdül’aziz’in, Fuad Paşa’ya, Ahmed Vefik Efendi’nin nasıl bir adam olduğunu sorması üzerine, onun bu cevâbı verdiğini kaydediyor.
  119. Ali Fuad, Ahmed Vefik Paşa, Servet-i Fünun mec., nu., 1556-82, 10 Haziran, 1926. İbnü’l-Emin M. Kemal İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 686. Abdülhak Şinâsî Hisar, ayn. esr., s. 151.
  120. İbnü’l-Emin M. Kemal İnal, ayn. esr., s. 686.
  121. Ali Fuad, Tarihi Fıkralar — VI., Ahmed Vefik Paşa Fıkarâtı, Servet-i Fünun mec., c. 62, nu. 1629-155, 3 Kasım, 1927.
  122. Abdülhak Hâmid, Eserlerimi Nasıl Yazdım, Resimli Ay mec., c. ıv., nu. 53-5, Temmuz, 1928; buradan naklen: Ülkü mec., c. ıx., nu. 51, Mayıs, 1937.
  123. Ali Fuad, Ahmed Vefik Paşa Fıkarâtı, Servet-i fünun mec., c. 62, nu. 1629 -155, 3 Kasım, 1927.
  124. İbnü'l-Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 655. Müellif, bu fıkrayı, Almanya-Fransa harbi sırasında Paris’te bulunan Yeni Osmanlılar Cemiyet mensuplarından Reji Komiseri Nurî Bey’den naklen kaydetmiştir. Abdurrahman Şeref Bey, Yeni Osmanlılar cemiyeti mensublarının, Âlî Paşa’nın politikasına son vermek için, sadâret mevkı'ine Mahmud Nedim, veya Ahmed Vefik Paşa’yı tavsiye ettiklerini kaydeder (Tarih Musâhabeleri, s. 172, 178).
  125. Alî Su’âvî’nin Defter-i A'mâl’inden naklen, İbnü’l-Emin M. K. İnal, ayn. esr., s. 655.
  126. Osman Ergin, Türkiye Maârif Tarihi, c. ıı-, İst., Osman Bey Matbaası, 1940, s. 650. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 66. Abdülhak Şinâsî Hisar, ayn. esr., s. 160.
  127. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 67; müellif, bu fıkrayı “Zuhur gazetesi başmuharriri ve Rumeli-hisarı’nda oturup, Ahmed Vefik Paşa ile görüşerek i'timadını da kazanmış bulunan Şehremâneti Mülhakat Başkâtibi Hüseyin Vassaf Bey’den” naklen, eski Şehremini muâvini Hâfız Râif Bey’den dinlediğini kaydediyor. Abdülhak, Şinâsî Hisar, ayn. esr., s. 160.
  128. Cemâleddin, Osmanlı Tarih ve Müverrihleri, İst., ikdam Matbaası, 1312; bu eserde mevcut ve Vefik Paşa’nın torunu Fahrü’nnisâ Hanım tarafından yazılan Müverrih Ahmed Vefik Paşa başlıklı makale, s. 131. İsmail Hikmet, ayn. esr., s. 12. İbnü’l-Emin M. K. İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 658. / Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 118.
  129. Fahrü’nnisâ Hanım, ayn. esr., ayn. , makale s. 131. İsmail Hikmet Ertaylan, ayn. esr., s. 12.
  130. Ayn. esr., ayn. makale, s. 138. Fahrü’nnisa Hanım, bu tek gözlüğü bir hâtıra olarak sakladığını yazıyor. Vefik Paşa’nın bu tek gözlüğünün kerametiyle kayıpları nasıl bulduğu etrafında ağızdan ağıza dolaşan müstakil fıkra, bu yazımızdaki xvııı. numaralı fıkradır. Bu fıkranın birinci kısmı, yâni Yeşil Câmi'in çalman fıskiye taşını nasıl bulduğu hakkındaki fıkra, Abdülhak Şinâsî Hisar tarafından da neşredilmiştir (Geçmiş Zaman Fıkraları, s. 148). / Abdülhak Şinâsî Hisar, dedesinin Vefik Paşa’nın ziyâretine gittiğini, âilece görüştüklerini, bu münâsebetle onun bâzı husûsiyetlerini naklediyor: “Ahmed Vefik Paşa âilesinin hanından, komşuluk duygusuyle, annelerime geldikleri zamanlar hep Paşa’nın âdetlerinden bahsederlermiş. Paşa’nın, dâima başkalanna tavsiye ettiği birtakım ahkâm varmış ki, kendisi bunları tatbik etmezmiş. Vefik Paşa, ‘İnsan, uykusundan erken kalkmalı!’ dermiş; fakat kendisi pek geç uyanır ve yatağından derhâl kalkmazmış. Ben bir sabah yatakta gazete okusam, annem bana, ‘Sen de Vefik Paşa gibi yemek zamanına kadar yataktan kalkmayacak mısın?’ diye sorardı. Paşa, hele kış geceleri yemek zamanına kadar yatakta kitap okurmuş. ‘ insan yemekte hem az, hem de hafif yemeli!’ dermiş, halbuki kendisi, sevdiği yemekler olunca bunlardan bol bol yermiş. ‘ İnsan yemek yerken zihnini yormamalı, kafasını işletmemeli! ’ dermiş; fakat kendisi sofrada başkalarıyle birlikte yemek yemektense, yalnız kalmayı tercih eder, bir yandan yemek yerken, diğer yandan da muttasıl okurmuş. Ne zaman ben yemek yerken bir kitap açsam, annem bana, ‘Sen de mi Vefik Paşa’yı taklit etmek istiyorsun?’ derdi, öyle ki, bizde Paşa’nın isminden bahsetmediğimiz hiçbir gün, veya bir gece geçmezdi. Yalımızın arka tarafındaki yolun karşısında küçük bir dıvarla çevrili küçük bir bahçemiz vardı. Bu dıvarın daha ötesinde de küçük, ahşap ve harap bir evin arkası görünür, bu evin bu tarafında tek bir göz gibi, bir tek küçük pençere bulunurdu. Bu küçük arsa ile, bu simsiyah ve harap ev Vefik Paşa’ya âit imiş. Büyük babam, arada bir Vefik Paşa’nın ziyâretine gidermiş. Birgün, o küçük ve siyah evde hiç kimsenin oturmadığını, yıkılacak olsa ancak küçük bahçemizin biraz genişleyeceğini, o kasvetli küçük pençerenin yıkılmasıyle evindeki hanımların ona minnetdâr olacaklarım söyleyerek, bu ufak arsanın muvafık bir bedel mukabilinde kendisine satılmasına müsâade buyurulması recasında bulunmuş. Paşa ise, hiç tahmin etmediği hâlde, ‘Ben ömrümde hiçbir mal satmam; âdetim budur!’ diye cevap verdiğinden, büyük babam, bu mürâcaatte bulunduğuna pek ziyâde canı sıkılmış. Bir müddet sonra Vefik Paşa, ağır hasta olduğunu duyarak büyük babamı çağırtmış; ‘Hani, bahçenizin yanında küçük, harap ve ahşap bir evceğiz vardır, onu size hibe etmeğe karar verdim’ demiş. O zaman da büyük babam izzet-i nefsini menfaatinin üstünde tutarak, ‘ Efendim, bendeniz de Ömrümde hiçbir ihsan kabûl etmedim, âdetim budur!’ diyerek, bu hibeyi kabûl etmemiş” (Geçmiş Zaman Fıkraları, s. 157 v. d.). / Abdülhak Şinâsî Hisar’ın, Ahmed Vefik Paşa’nın bâzı husûsiyetlerine dâir verdiği bu bilginin hakikate uygun olduğunu, Paşa’nın torunu Fahrünnisâ Hanım’ın Müverrih Ahmed Vefik Paşa adlı makalesindeki şu kayıtları göstermektedir: İlk zamanlarda üç türlüden çok yemek yemezken, yaşlı iken muhtelif yemeklerden iştehâ ile yiyor, sofrada çoğu yalnız, ara-sıra çocuk ve torunlanyle beraber bulunuyordu. Yemekten sonra bir saat kadar kitap okumamağı tavsiye ettiği hâlde, kendisi yemekte bile mütâlea ile meşgûl oluyordu. Yemekten sonra biraz uyuyan Vefik Paşa’nın gece uykusu çok azdı ve muntazam değildi. “Seher vakti uyanarak güneş gereği gibi yükselinceye kadar uyumaz, kışın yemek vaktine kadar yatağından çıkmazdı. Yarımşar saat, bir çeyrekten ibâret kesik kesik uykuları hesap edilse, gecede ancak birkaç saat uyuduğu anlaşılır” (Cemâleddin, Ayine-i zurefâ, İst., İkdam Matbaası, 1314, s. 139).
  131. Zekî Pâkalın, Ahmed Vefik Paşa, İst., Ahmed Said Matbaası, 1942, s. 309. Müellif bu fıkrayı neşrederken, nereden aldığım açıkça kaydetmemiştir; "Ali Fuad Bey’in neşrettikleri ile başka yerde gördüğü fıkralar” arasında yer alan bu fıkra, Alî Fuad Bey’in tesbit ettikleri arasında yoktur. Bu fıkraya mevzû teşkil eden hâdise, 21 Rebi’ I., 1295 (25 Mart, 1878) tarihine rastlar; Ayastafanos sulh muâhadesinden sonra Grand Duc Nicolas (Rusya ordusu başkumandanı)’nın, Rusya’nın Livadya vapuru ile Beşiktaş sarayına geldiği ve karşılanma merâsimi hakkında Mahmud Celâleddin Paşa’nın eserinde (Mir'ât-ı Hakikat, c. ııı., 1st., Matbaa-i Osmânlye, 1327, s. 113 v. d.) tafsilât vardır.
  132. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 309. Müellif bu fıkrayı, nereden aldığını kaydetmemiş, “başka yerde gördüğü fıkralar” arasında neşretmiştir.
  133. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 312. Nereden alındığı kaydedilmeyerek, “başka yerde görülen” fıkralar arasında neşredilmiştir.
  134. Zekî Pâkalın, ayn. esr., s. 312 v. d. Müellif bu fıkrayı da, Ali Fuad Bey’in Servet-i fünun mecmuasında neşrettikleri dışında kalan “başka yerde gördüğü fıkralar” arasında neşretmiştir.
  135. Bu fıkra İsmail Hikmet Ertaylan tarafından, kaynak gösterilmeksizin basılmış (Ahmed Vefik Paşa, İst., Kanaat Kütüphânesi, 1939, s. 13), Zekî Pâkalın’ın Ahmed Vefik Paşa adlı eserinde (S. 311 v. d.), müellifin, Ali Fuad Bey’in neşrettikleri dışında “başka yerde gördüğü fıkralar” arasında neşredilmiştir. Yine kaynak gösterilmeyerek, Abdülhak Şinâsî Hisar’ın Geçmiş Zaman Fıkraları (İst., Hilmi Kitabeyi, 1958, s. 152)’nda da mevcuttur.
  136. Mir'at-ı Hakikat, c. ııı., s. 70 v. d. Ali Fuad, Ahmed Vefik Paşa, Servet-i Fünun mec., c. 62, 1555-81, 3 Haziran, 1926.
  137. Ali Fuad, Servet-i Fünun mec., c. 60, nu. 1556-82, 10 Haziran, 1926; Ahmed Vefik Pofa başlıklı makale. M. Kemal İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 691.
  138. Ali Fuad, ayn. esr., ayn. cilt ve sayı, ayn. Makale.
  139. İbnü’l-Emin M. Kemal İnal, Son Sadr-ı a'zamlar, s. 726. Müellif, bu fıkra münâsebetiyle şunları kaydediyor: “O mecliste bulunan babam Mehmed Emin Paşa merhûma, ‘Acabâ kökü yukarı kaldırılan ve dalları toprağa gömülen bir ağacın meyve vereceği ümmid olunursa bu müzakereden de bir fayda beklenir demek mi istedi ’ dedim. ‘ O sözü o kadar ciddi bir tavırla söyledi ki, senin tevcih ettiğin mâna hatıra gelmez ’ cevâbını verdi.”