Eski çağlarda, Türkiye ile Tatarların elindeki bölgelerle komşu-luk eden ülkelere, bu arada da Lehistan’a, Türk uygarlığının büyük etkileri olmuştur. En eski çağlarda, Türk uygarlığının etkileri daha çok silâh, koşum, elbise alanında kaldı[1]. Ama XVIII. yüzyılda Türk medeniyetinden gelmiş başka unsurlar da Lehistan uygarlığını etkile-meğe başladı. İşîn tuhafı, bu etkilerin hepsi doğrudan doğruya Do-ğu’dan gelmiyordu: kimisi Batı’dan geliyordu. Rokoko devrinde, Şark modaları, “turquerie” ler Batı’da çok büyük rağbet görüyordu. Bununla beraber, bu yeni “oriantalizm” dalgası mevcut etkileri kuvvetlendirdi, geliştirdi, yerleştirdi. Lehistan medeniyetini olumlu bir şekilde etkileyen, bereketli bir ilham kaynağı şeklini aldı.
Lehistan’da, Türk modalarına duyulan ilgiyi besliyen üç başlıca akım olmuştur: Polonya’ya daha eskiden girmiş, yerleşmiş unsurlar; Batı yolu ile ülkeye gelen etkiler; Doğu ile dolaysız temaslar, değin-meler. Bu dolaysız temasları besliyen, güçlendiren debdebeli, alayışlı hediyelerle gözleri kamaştıran Osmanlı elçilikleri idi[2].
Bir yandan da, Batı yolu ile Polonya’ya gelip Lehçe’ye çevrilen, kültürlü asilzadelerin kütüphanelerinde yer alan yazı ve kitaplar Türkiye hakkında bilgi veriyordu[3]. Polonyalı seyyahlar da aynı ödevi yapmağa başlamıştı. Bunlar Türkiye’ye gidip, araştırmalarda bulunuyor, yeni ve kıymetli bilgiler toplayıp dönüyorlardı. Bu seyyahların arasında Jan Potocki “Türkiye’de seyahat” ; Jozef Mikosza “Türkiyenin tarifi”; ve Türkiye hakkında, imzasız bir eser yazan Gayetan Chrzanowski’yi sayabiliriz[4].
Türk tesirlerinin geniş ölçüde yayılmasına yol açan önemli bir etken daha olmuştur: bu da, Türkiye ile Lehistan arasındaki ticaret ve alış-veriş yolu idi. Bu ticaret, dolaylı, dolaysız; karadan, yani Bal-kanlar yolu üzerinden; ve XVIII. yüzyılın ikinci yarısında da, Karadeniz limanlarının ticarete açılmasiyle, denizden ve karadan yapılmaktaydı[5]. Ticarete başlıca konu teşkil eden mallar, kumaş, şallar, arap atları, meyva, tatlı ve şekerleme, kokular, merhemler, oymalı ve kakmalı eşyalardı[6]. Büyük bir hayranlık uyandıran bu mallar çok beğeniliyor, Batı menşeli eşyadan çok daha güzel, çok daha zarif görünüyordu. Doğu’dan gelme bu eşyaların memlekete yayılmasıyla, Avrupa’da yeni moda olan koleksiyon merakı Lehistan’da da başladı. O zamana kadar silâh ve koşum takımları toplamakla yetinen kültürlü asilzadeler, başka alanlarda yeni yeni kolekisyonlar meydana getirdiler. Türkiye’den ithal edilen[7] porselen ve lake eşyanın yanında, arkeolojik değeri olan başka eşyalar, örneğin Türk mezar taşları, Türk paraları, Türk minyatürleri, muskaları ve özellikle el yazmaları, kitapları bu koleksiyonlarda yer almağa başladı. En nadir kitaplar el yazmaları kütüphanelerde toplanıyordu. Lehistan’daki koleksiyonlar arasında en önemlileri, Prens Casimir Czartoryski’nin topladığı koleksiyonlardı. Prens, Sieniawa ve Pulawy saraylarında iki kütüphane meydana getirdi. Yakın uzak akrabalarında da aynı merak baş gösterdi; Uladowka’da, Ukranya’da ve Varşova yakınında Wilanow’da, kont Jan Potocki’nin; Varşova’da, Stanislas Zamoyski’nin; ve yine Ukrayna’da, Podhorce’de ve Sawran’da, Waclaw Rzewuski’nin topladığı koleksiyonlar meşhurdu. Bütün bunlar, bir bakıma, toplanan eşyaların gerçek değerini pek te bilemiyen amatörlerin vücude getir-dikleri koleksiyonlardı. Fakat bunların yanında, burjualar, özellikle din adamları ve bilginler arasında, kıymetli kitap ve el yazmaları toplamağa başlıyanlar da vardı. Bir yandan da memlekette, “Şark ziyafetleri”, maskeli balolar tertipleniyor, bu balolara gelenler “Türk” kılığına giriyorlardı. Şark tipinde baleler, operalar, pantominalar modası günden güne yayılıyordu[8]. Lehistan ordusunda bile, Türk üniformaları giymiş Yeniçeri alayları teşkil ediliyor, Türk kılığında bir mehter takımı ve Osmanlı sipahileri örnek tutan “uhlan-oğlan” alayları kuruluyordu[9].
Asilzadeler, saraylarındaki uşaklara — özellikle kahve, çubuk ve nargile getirenlere ve seyislere— Türk elbiseleri giydiriyorlardı. Şark eğlenceleri Şark oyunları, kokuları, şekerlemeleri, şerbetleir de çok moda olmuştu.
Ufak boyda eşyaya gelince, Doğu’nun en büyük etkisi, porselen eşya alanında olmuştur. Şark çini ve porselenleri evvelâ Çin’den, Ja-ponya’dan ithal edildi. Sonra da, o devirde hanedam Lehistan hanedaniyle yakın akraba olan Saksonya’da, porselen yapılmağa başlandı. Ve oradan Lehistan’a ithal edildi. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında, Şark desenleriyle süslenmiş porselen ve çiniler Polonya’ya yayılmağa başlamıştı. 1777’de Lehistan Kralının, I. Abdülhamid’e gönderdiği, “Belvedere takımı” adıyla bilinen takım, bu porselenlerin en meşhurudur. Evlerin, sarayların içinde Uzak-Doğu modası hâkim olmağa başladığı halde, mimarîde ön plânda olan Türk üslûbuydu. İslâm unsurlarının bazan de Çin unsurlarıyla karıştığı, sözde-minareler, sözde-camiler yapılıyordu. Bütün bu modalar, Lehistan’a Batı-Avrupa yolu ile gelmişti. XVIII. yüzyılda Avrupa krallarının, asilzadelerinin parklarında, “kiosque”lar, minareler olağan şeylerdi. Ama bu Batı’dan gelmiş etkilerin yanında, ayni devirde Lehistan’da görülen Türk etkileri, modaları, iki ülke arasındaki siyasî yakınlaşmanın bir sonucu olmuştur; daha evvelki devirlerde, Lehistan’da çok sevilen ve benimsenen Türk sanatının ilk etkilerinin devamından başka bir şey değildi. Daha yukarıda da söylediğimiz gibi, Barok devrindeki Türk sanat etkileri, silâhlarda, zırhlarda, at koşumlarında, asillerin ve Magnat’ların giydiği elbiselerde, süsleme sanatlarında kullanılan kumaşlarda kendini gösteriyordu. Ama XVIII. yüzyılda, bu etkiler artık süsleme sanatlarından başka alanlarda da belirmiş, mimarîde, resimde önemli bir yer tutmağa başlamıştır.
Mimarî alanında, Türk etkilerinin başka Doğu unsurlarıyla ka-rışmış bir halde Avrupa’ya geçtiğini biliyoruz. Örneğin, o devirde, kralların, asilzadelerin malikânelerinde, saraylarının etrafındaki park-larda yapılan binalarda üslûp karışıktır, içinde Türk, İran, Çin un-surları bulunmaktadır. Lehistanda örneğin, Wilanow parkında, Çin üslûbunda yapılmış köşklerin üstünde bir de Türk hilâli görünmekte-dir. Bununla beraber, çeşitli üslûpların bu kadar karıştırılmasına şaş-mamalıyız, o devirdeki mimarların acayiplikten hoşlandıklarını san-mamalıyız. Bundan kırk yıl kadar önce, Avusturyalı sanat tarihçisi Heinrich Glück’ün belirttiği gibi[10], Çin sanatı Avrupa’ya Türkler vasıtasıyla geliyordu. Türkler de bu sanata bazı kendi özel sanat unsurlarını katıyorlardı. Avrupa sanatına Rokoko devrinde girmiş olan Çin sanatı özellikleri Lâle Devrinin Türk mimarîsini de etkilemiştir. İstanbul’da, III. Ahmet Çeşmesi bu etkilerin güzel bir örneğidir. II. Frederik’in, Postdam yakınındaki Sans-Souci Sarayında gördüğümüz Çay Köşkünün üslûbu, Avrupa’da sadece Çinli sanılan birçok mimarî ve süsleme sanatları unsurlarının, Türk sanatının etki-siyle ne kadar değişik bir karakter aldığını belirten bir örnektir.
Lehistan’a gelince, bu ülkede birçok camiin bulunması Türk mimarî unsurlarının benimsenmesini kolaylaştırıyordu. Bu camilerin en meşhurları Ukranya’da, Kameniça, Sawran, Kowalowka ve Miedzyboz’dakilerdi. Lehistan’a yerleşmiş Tatarların da camileri vardı. Bunlardan Bohoniki ve Kruszyniany camileri bugün Polonya topraklarında bulunmaktadır. Silezya’da, Olesno şehri yakınlarında, 1763 yılında yapılmış bir türbe, aynı yıl içinde Prusya sarayına gönderilen Osmanlı heyeti üyelerinden bir Türkün türbesiydi.
Böylelikle, ufak camiler, Şark ve Çin köşkleri modası Batı-Avrupa’dan Lehistan’a geçince, Doğu mimarîsinin bazı unsurları bu ülkede daha da evvel bilindiği ve gelenek haline geldiği için, bu moda da pek çabuk benimsendi ve yayıldı.
Son Lehistan kralı Stanislas-Auguste’ün kardeşi, Prens Casimir Poniatowski, Varşova yakınlarında bulunan Soletz’deki malikânesin-de birkaç “Türk Köşkü” yaptırtmıştı. 1776 yılında, Prensin mimarı Bogumil Zug, içinde merdiveni olan çok yüksek bir minare yaptı. XVIII. yüzyılın tanınmış seyyah ve yazarlarından Ligne prensi Şarl, bu minareyi çok beğendiğini söyler. Prensin anlattığına göre, bu minarede ibadete çağıran çanlar da bulunuyordu. Ama bu minare her halde sadece süs diye yapılmıştı, din işleri için kullanıldığı şüphelidir. Mimar Zug, minarenin yanıbaşında Türk üslûbunda bir “imma evi” de yapmıştı. Bu ev kısa bir süre sonra yıktırıldı, ama plânları bugün elimizdedir. Minareye gelince, 1939’da Alman bombalarıyla yıkıldı. Fotoğrafları kalmıştır.
Kral Stanislas-Auguste de, Varşova’da, Lazienki sarayı bahçe-sinde Türk köşkleri yaptırtmıştır. Bunları yapan mimarı, Jean-Baptiste Kamsetzer’i daha evvel İstanbul’a göndermişti. Kamsetzer, Aya Sofya camiinin, hamamların ve benzeri birçok binaların krokilerini, plânlarını çizdi. Lehistan’a döndükten sonra da, Kral için “Türk evi” adıyla bilinen bir köşk yaptı. Bu köşk XIX. yüzyılın ortalarında yıktırıldı. Halen mevcut olan plânlarından anlaşıldığına göre, bu bina kubbeli idi, duvarların üst kısmında “Türk süsleri” ve kapının üstünde bir hilâl bulunuyordu.
Lehistan’da çalışmış olan Dominico Merlini isimli bir İtalyan mimarı, Türk sanat ve mimarîsinin etkisi altında kalmıştır. Merlini Osmanlı elçisi Numan Bey’in 1777/1778 Varşova’da oturduğu Kır-mızı Saray’da ilginç değişiklikler yapıp, bu binaya bir Şark havası vermiştir. Sarayın arkasında yaptığı Türk minaresi, XIX. yüzyılın başından, hattâ ortasından kalmış gravürlerde görünmektedir. Bu sarayın bir kısmı daha sonra yıktırıldı, yerine de Kredi-Fonsye ban-kasının bulunduğu bina yapıldı. Bu bina ise, 1939’da Alman bomba-ları ile yıkıldı. Bugün yeniden yapılmaktadır[11].
Varşova'nın dışında da Türk üslûbunda yapılmış binalar bulu-nuyordu. Örneğin, Kolo’nun yakınlarında, Koscielec’de, saray bah-çesinde, ufak bir cami görünmektedir: minareli, kubbeli bir köşktür. Kielce bölgesinde, Chmielnik civarında, Grabki Duze sarayının sahibi, XVIII. yüzyılda “Harem” adıyla bilinen binayı yaptırtmıştı. Bu “Harem”, rotond şeklinde, Türk sanat ve mimarisiyle adından başka hiçbir ilgisi olmıyan iddialı bir binadır.
Birçok asilzadeler bahçelerinde Türk mimarîsinden ilham alan binalar, köşkler yaptırmıştır. Siedlce’de, Oginski’lerin malikânesinde bir cami vardı. Ukranya’da, Biala Cerkiew yakınlarında, kont Fran-çois-Xavier Branicki, Aleksandria malikânesinde bir “Türk evi” inşa ettirdi. Şark sanatları meraklısı ve “Tacü’i-fehr” adı altında bilinen Waclaw Rzewuski, Kazawczyn’de buna benzer binalar yaptırdı. Do-ğuda birçok yolculuk yapan Jan Potocki’nin hizmetinde İbrahim adında bir Türk mimarı bulunuyordu. İbrahim, Potoeki’ye Uladowka’da ufak bir şark sarayı yaptı. Ne yazık ki bu binalar çoktan yıkıldığı gibi, plânları, krokileri de bize kadar gelmemiştir. Çin üslûbunda yapılmış birçok binada da bazı Türk elemanları görülüyor. Örneğin, yazımızın başında saydığımız, üstünde bir hilâl bulunan Wilanow Çin köşkü.
Tahtını kaybeden kral Stanislas Leczinski’nin, Türkiye’de geçir-diği uzun sürgün yıllarından sonra, Fransa’da Lunéville’de, bir Türk köşkü ve 1740’da, parktaki bir kanalın başında, “Yonga” adı verilen ikinci bir Türk köşkü yaptırmış olduğunu kaydetmeliyiz[12].
Genellikle süsleyici bir mahiyette olan bu binaların dışında, Lehistan’da, Şark üslûbunda, Türk mimarîsinin özelliklerini taşıyan birçok umumî bina da yapılıyordu. Bunların başında, o devirde mo-dası bütün Avrupa’ya yayılan Türk hamamları geliyordu. Bu hamam tarzı, Lehistan’a her halde Macarlar vasıtasıyla geçmiştir. Kral Stanislas-Auguste’ün Varşova’da büyük bir alaturka hamam yaptırtmak istediği, bu maksatla da mimar Kamsetzer’i İstanbul’a gönderip, Türk hamamlarından krokiler ve kesitler çizdirdiği sanılmaktadır. Stanislas-Auguste, aynı maksatla, İstanbul’dan bu hamamları idare edecek bir kadın da getirtmiştir. Ama Sophie Clavone Glavani adında bu kadın, hamamlarla ilgileneceği yerde, Kameniça kalesinin kumandanı general Witte ile; daha sonra da devrin meşhur zenginlerinden kont Feliks Potocki ile evlendi. “Güzel Fenerli” diye adlandırılan Sophie Clavone, güzelliği ve aşkları ile uzun müddet nam salmıştır[13]. Sophie, Ukranya’da, Tulczyn malikânesinde bir Türk hamamı yaptırtmıştı. Kocası kont Feliks Potocki ise, yine Ukranya’da bulunan Horosza malikânesinde beyaz mermerden bir hamam yaptırdı.
O devirde, bazı şehirlerde, Osmanlı İmparatorluğundaki ha-mamlara benziyen hamamlar kuruldu. Örneğin, Silezya’daki Landeck banyoları ; 1783 yılında, Wroclaw’da, eski Belediye banyolarının onarılmasına karar verildiğinde, Belediye memurlarından Pretorius’ün bir müddet İstanbul’da bulunduğu için, hamamlar hakkında bilgi sahibi olduğu, onun bu bilgisinden faydalanabileceği ileri sürülmüştü[14]. Köşk ve binalardan başka, Lehistan’da, Türk motifleri sarayların, konakların iç süslenmesine de girmiştir. O devirde, Lehistan’da bulunmuş olan İngiliz seyyahlarından Coxe’un anlattığına göre, kralın kardeşi, Plock piskoposu ve sonradan Lehistan başkardinalı olan Mişel Poniatowski’nin Jablonna’daki sarayında, “Türk salonu” denilen salon beyzî bir oda idi[15]. Odanın orta yerinde bir çeşme ile çiçekler bulunuyordu. Salon çok alçak minderlerle çevrelenmişti. Aynı devirde, başka bir asilzade, Kont Poninski’nin Varşoda’da, Fawory sarayında, çadır şeklinde bir Türk salonu vardı. Potocki kontlarının Lancut sarayında da ufak bir Türk odası bulunuyordu. Bu salonlara bir Türk özelliği verebilmek için, duvarları Türk kilim ve halılariyle kaplanıyordu. Bugün, bütün bu saray ve konakların uğradığı değişiklikler, bu odaların kaybolmasına sebep olmuştur. Jablonna sarayı ise, 1944’de, Almanlar tarafından yakılmıştır.
Saray ve konaklarda Türk üslûp ve süsleme modasının başka bir unsuru da “Türk tabloları” denilen resimlerdi. Bunlar genellikle sözde Türk kılığına girmiş, başlarında türbanlar taşıyan kadın portreleriydi. Bunlardan bir kaçı günümüze kadar gelmiştir: örneğin, Prot Potocki’nin karısı kontes Potocka’nın ve kontes Sophie Zamoyska’nın portreleri. Kontes Zamoyska’nın portresi bugün Lancut sarayının eski Türk salonunda bulunmaktadır. Fakat kontesin kılığı dışında, bu portrede hiçbir Doğu etkisi görünmemektedir.
Buna karşılık, Osmanlı padişahlarının veya sadrâzamlarının Av-rupa elçilerini kabul merasimini resimlemiş olan sanatkârlarda Türk sanatının bazı etkileri görülmektedir. XVIII. yüzyılın ortalarına doğru Padişahın bir Lehistan elçisini gösteren bir resim, Holandalı ressam Vanmour’la ekolünün belirli etkilerini taşımaktadır[16]; Vanmour’la öğrencilerinin eserlerinde bu konulara çok rastlanmaktadır[17]. Birçok Polonyalı ressam Türk sanatını incelemek üzere Türkiye’ye gönderilmiştir. “Türk Edebiyatı Tarihi” nde, Toderini XVIII. yüzyılda Üsküdar’da yaşamış, Meçti adında bir Polonyalı ressamdan bah-seder[18]. Bu ressam, Rakoczy’nin hizmetinde bulunan Polonyalı ressam Mediczky miydi? Efendisiyle beraber Türkiye’ye gitmiş olması mümkündür[19].
XVIII. yüzyılın ikinci yarısında, Polonya Kralının ressamla-rından, daha yukarıda sözü geçen Jan Kamsetzer, Türkiye’de bir “sanat yolculuğu” yaptı. Kamsetzer Almandı, ama yolculuğunun masrafını Lehistan kralı Stamslas-Auguste veriyordu. Kamsetzer’in Türkiye’de yaptığı desenler kralın Desen ve Gravür koleksiyonunda bulunmaktadır. Bunlar daha çok, İstanbul manzaraları, Türk ve Rum tipleri, günlük hayat sahneleriydi. Kamsetzer’in Türkiye’ye yaptığı bu seyahat, Profesör Z. Batowski’nin bir etüdünde incelenmiştir. Bir kısmı bu eserde yayınlanmış olan bu desenler[20], çeşitli koleksiyon-larda yer almaktadır. Bugün Varşova Üniversitesi kütüphanesinde bu'unan Kral Stanislas-Auguste’ün Desen ve Gravür koleksiyonunda, adı bilinmiyen bir ressamın eserleri de bulunuyor. Bu estampların konusu, Türk tipleri, Türk hayatından sahnelerdir. Bu ressam belki de Polonyalı idi. Desenlerin altında verilen izahatta, Türkçe kelimelerin yazılışı, Türkçe okunuşa uymaktadır. Bu resimlerdeki kişilerden biri, Lehistan elçiliğinin tercümanı, Pichelstein’dir. Üstünde tercüman elbisesi vardır. “XVIII. yüzyılda İstanbul’da hayat” adlı kitabımızda bir kısmını yayınladığımız bu desenlerin, Türk okurlarını ilgilendireceğini sanıyoruz[21].
Yukarıda sözü geçen Kamsetzer, ressam olduğu kadar, tanınmış bir mimardı. Türkiye’de yaptığı yolculuk boyunca, mimarî ile de çok ilgilendi. Ayasofya camiinin bir desenini çizdi. Kral Stanislas-Augus-te, Kamsetzerden, Varşova’da yapılması düşünülen birkaç binaya örnek olmak üzere, Türk mimarîsini yakından incelemesini istemişti.
XVIII. yüzyılda, bir mimar daha Lehistan’dan Türkiye’ye git-miştir. Bu mimar, 1776 yılında İstanbul’a gelen papaz Jean-Chrysostome Orlowski’dir. Türkiye’de bulunduğu müddet içinde, İstanbul’daki Venedik elçiliği sarayının restorasyon işlerini yöneten Orlowski olmuştur. “Bu saray sonradan İtalya sefarethanesi oldu”. Orlowski bu sarayın klâsik üslûpta bir projesini yapmıştı. Bu proje bugün Venedik’te Devlet Arşivlerinde bulunmaktadır. Bertele’nin, bugün İtalya Başkonsolosluğu binası olan “Venedik Sarayı” Tarihinde, bu projenin bir röprodüksyonunu görebiliriz[22]. Aynı röprodüksyon yukarıda sözü geçen kitabımızda da yer almıştır[23]. Papaz Orlowski’nin yönettiği işler 1780-1781 kışında başlamıştır, ama Orlowski 1785’de kadar İstanbul'da kalmıştır. Hayatı ve sanat faaliyetleri hakkında pek az bilgimiz vardır. Lehistan’a döndükten sonra, bir müddet Türk-Ukranya hududunda, Kameniça’da oturduğu bilinmektedir. Ama ölüm tarihini bilmiyoruz.
Rokoko devrinde, Lehistan sanatında görülen Türk sanatı un-surları, bu devrin Polonya sanat ve kültüründeki Doğu etkilerinin bir kısmıdır ancak. Şark tesirleri edebiyat alanında da çok büyük olmuş-tur. Humayunname, Anvar-ı Süheylî gibi çevirilerin, sonradan bu çevirilerden ilham alan birçok taklidlerin ortaya çıkması, bu etkilerin yayılmasını kolaylaştırmıştır. Bu eserlerin benzerleri, efsanevî macera romanlarının, devrin politik rejimini tenkid eden hicivlerin yazılmasına yol açmıştır[24].
O zamana kadar kütüphaneler dışına çıkmayan başka bir bilgi de, Şark dilleri bilgisi, genel ilgiyi uyandırmağa başladı. Evvelâ İbraniceyi, sonra da Arabçayı konu alan birçok eser yayınlandı. Diğer Doğu dilleri de ele alındı[25]. Kont Şarl Reviczky [1737-1793] ile sözde Türkçe mektuplaşan A. C. Czartoryski’nin Doğu dillerine karşı duyduğu büyük ilgi, bu alâkanın güzel bir örneğidir. Reviczky XVIII. yüzyılın tanınmış bir Macar şarkiyatçısı idi. 1772’den 1779’a kadar, Avusturya İmparatoriçesi Marie-Therese’in büyük elçisi olarak Var-şova’da bulunmuştur. Lehistan’da kaldığı yıllar boyunca, sözü geçen Prens Adam Casimir Czartoryski ile sıkı arkadaşlık bağları kurmuştur. Prens Czartoryski, Podolya Starostu ve “Işıklar Devri” nin en tanınmış, en kültürlü asilzadelerindendi. Birçok Batı ve Doğu dille-riyle ilgilenen Prens, Macarcayı sistemli bir şekilde inceledi ve Türk gramerine karşı da büyük ilgi gösterdi. Holdermann[26] Gramerinin bir nüshasında, sayfa kenarlarına yazdığı notlar Türkçeye karşı bes-lediği ilginin bir delilidir[27]. Bu notların bazıları kitabın metni ile ilgili olmadığı halde, Türkçeyi öğrenirken, Holdermann’ın bu kitabını kullanmış olduğu şüphesizdir. Prensin Türkçe pratiğini ilerletmek için, Pulawy sarayında çalışan Türk seyisleriyle konuştuğunu da tah-min edebiliriz. Prensin daimî misafirlerinden olan şair Niemcewicz Hâtıralarında şöyle yazmaktadır: “Prens bu dili “Türkçeyi” çok güzel konuşan Tarassof adında bir Çerkesi getirtti”.[28] Prensin Türkiye ile bazı münasebetleri de vardı. Ukranya’daki malikâneleri Türk top-raklarına pek yakındı. Türk Elçisi Numan Bey’in Varşova’daki elçiliği sırasında “1777-1778”, Prensin Besarabya’da, Hotim sınır-kalesinin paşasına misafirliğe gittiğini biliyoruz. Numan Bey “prensi mindere oturttu, Prens biraz Türkçe bildiği için, bu dilde görüştüler ve bir saatten fazla dostça konuştular[29]”.
Prens Czartoryski, Macar diplomatı Reviczky’nin Lehistan’da bulunmasından çok faydalanmıştır. Reviczky Farsçayı fevkalâde iyi bilirdi, Hâfız’ın ilk çeviricilerinden biri olarak tanınmıştır[30]. Türk-çeyi de rahatça konuşabiliyordu. Doğunun bu iki hayranı arasında Varşova’da başlıyan mektuplaşmada, ikisi de mektuplarında Türkçe kelimeler, Türkçe deyimler kullanmayı seviyordu. Bu kelime ve deyimler, aralarında bir gizli dil, bir nevi şifre ödevini görüyordu. Czartoryski ne de olsa Türkçeye yeni başladığı için, mektuplarında bazı kelimeleri yanlış kullanıyor, yanlış yazıyordu. Reviczky bu yanlışları kibarca düzeltirdi. Bu mektuplaşma böylece bir edebî Türkçe kursu haline gelmişti[31].
Şarl Reviczky’yi tanımış olması, Prens Czartoryski’ye sadece Türkçeyi daha iyi yazmak fırsatını sağlamadı; Macar şarkiyatçısı, Prens ile meşhur İngiliz şarkiyatçısı William Jones “1746-1794” ara-sındaki mektuplaşmaya sebep olmuştur. Uzun yıllar süren bu mek-tuplaşma, Prens Czartoryski’de Fars edebiyatına karşı da büyük bir ilgi uyandırmıştır[32]. Jones’un Kalküta’da bastırdığı ve bir nüshasını Prense hediye ettiği Hatifi’nin “Leylâ ile Mecnun” unda Czartoryski’nin kendi eliyle ama biraz yanlış yazdığı Türkçe bir not vardır[33]. Prens Czartoryski’nin - Rutenya Voyvodası olan babasında ve oğlu Adam -Georges’da da olduğu gibi - Şark ve Şarkiyata karşı duyduğu ilgi, koleksiyonculuk şeklini de almıştır. Bu üç Czartoryski’nin, önce Pulawy’da, sonra da Sieniawa ve Krakov’daki saraylarında topladıkları koleksiyonlarda, büyük sayıda sanat eşyası, Şark el yazmaları ve kitapları bulunuyordu[34].
XVIII. yüzyılda Lehistan uygarlığındaki Türk etki ve unsurları, iki ülke arasındaki kültür münasebetleri çok değerli bir destek olmaktan başka, o asrın bütün Lehistan medeniyetinde büyük etkiler yaratmış, önemli bir faktör olmuştur[35][36][37].