3 Kasım 1839’da ilân olunan Gülhane Hattı’nın devlet anlayışımızda ve devlet idaresinde modernleşmenin hakiki başlangıcı ve temeli olduğuna şüphe yoktur. Sened-i İttifak'ın da, Padişah’ın mutlak otoritesini sınırlamak gayesini güden bir vesika olmak haysiyetile modern Türk devletinin gelişme tarihinde “ilk âmme hukuku kaidesi” sayılabileceği ileri sürülmüştür.[1]
Sened-i İttifak’ın düzenlenmesine yol açan hâdiseler silsilesi, III. Selim’in Nizâm-ı Cedîd hareketi, İstanbul’da yeniçeri ocağının aşağı tabaka halk ve ulemânın işbirliği ile yaptıkları ihtilâl, buna karşı taşra âyânını ve hânedanlarını temsil eden Alemdar Mustafa Paşa’nın diktatörlük devri oldukça eyi bilinmektedir. Bu gelişmeleri, siyasî bakımdan İmparatorluk içinde teşkilâtlı gerçek kuvvetlerin, yani Ocak, Ulemâ ve taşrada hâkim âyânın, devletin karar verme yetkilerini fiilen ele geçirme mücadelesi şeklinde yorumlamak mümkündür.[2] Sened-i İttifak'ın gerçek niteliğini tesbit için bu noktadan hareket edeceğiz. Sonra diplomat bürokratların ilân ettikleri Gülhane Hattı’nı ele alacak ve bu iki hareketin, temsil ettikleri siyasî anlayış, gelenek ve menfaatler bakımından birbirine ne kadar zıt, fakat tarihi gelişme bakımından birbirine ne derecede sıkı bir şekilde bağlı olduklarını göstermeğe çalışacağız. Siyasî tarih bakımından Sened-i İttifak büyük âyânın devlet iktidarını kontrol altına alma teşebbüsünü ifade eder, Gülhane Hattı ise ona karşı Pâdişah’ın mutlak otoritesini savunarak merkeziyetçi devlet idaresinin, başka deyimle bürokrasinin işlere mutlak bir şekilde el koymasını ifade eder. Bir başka açıdan bakılırsa, birincisi gelenekçi, diğeri moderndir. Biri, o zaman eyaletlerde hâkim kuvvetlerin menfaatlerinin ve hayat görüşünün ifadesi ise, diğeri merkezî devleti ve onun o zamanki iç ve dış şartlar karşısında menfaatlerini en iyi temsil ettiğine hükm edilen Batıcı idarecilerin idealini ifade eder. Tarihî oluş içerisinde bu iki hareket birbirine sıkı bir şekilde bağhdır. Sened-i İttifak ve Gülhane Hattı siyasî bir mücadelenin birbirini koğalıyan iki safhasından başka bir şey değildir. Bu itibarla, ölü bir vesika olarak kalmış olmakla beraber, Sened-i İttifak’ın da büyük bir tarihî mânası vardır.
***
A. Sened-i İttifak ve tahlili.
Osmanlı Devleti, Rusya’ya karşı 1806’dan beri yeni bir harbe girmiş bulunuyordu. Bu sebepten Alemdar, ihtilâlden sonra imparatorluk içinde birliği kurmak, merkezin otoritesini iade etmek ve yeni bir ordu yaratmak zaruretini anlıyordu.[3] Bu maksatla, imparatorluğun bütün valilerini ve ileri gelen âyânlarını payitahtta bir toplantıya, meşveret-i âmmeye çağırdı. Tepedelenli Ali Paşa ve Alemdarı kıskanan Bulgaristan âyânı gelmediler.[4] Fakat Alemdar’ın otoritesi karşısında çoğu bu dâveti kabul ettiler. Gelenler arasında Cebbârzâde, Karaosmanoğlu gibi büyük “hânedanlar” vardı. Bunlar, İstanbul’a, yanlarında büyük kuvvetlerle geldiler. Bu meşveretten Sened-i İttifak denilen meşhur vesika doğdu (Evâsıt-ı Şâban 1223/1808 Ekim başları)[5].
Bu vesikanın başlangıç kısmında merkezde devlet büyükleri, taşrada “memâlik hânedanları” arasında ayrılık ve mücadele yüzünden devletin yıkılma derecesine geldiği itiraf olunuyor ve bu senetle devletin kalkınması için gereken birlik şartlarının tesbit olunduğu belirtiliyordu.
I. Sened-i İttifak’ın esas noktaları.
Bu vesikayı şöyle özetliyebiliriz : 1. Pâdişah’ın otoritesi, devletin dayandığı temeldir. Vüzerâ, ulemâ, ricâl, hânedanlar veya askerî ocaklar tarafından ona karşı bir hareket vaki olursa, diğerleri elbirliğile (bi’l-İttifak)onu tenkil edeceklerdir. Pâdişah’ın emirlerinin korunmasına şahıslan, evlât ve hânedanlan adına hepsi teahhüd ve tekeffülde bulunurlar. 2. Kendimizin ve hânedanlarımızın yaşaması, devletin yaşamasına bağlı olduğundan toplanacak asker "devlet askeri olarak tahrîr" edilecektir. Ocaklar buna karşı korlarsa, hepimiz İttifakla onların “te’dip ve def’ ve ref’ine” çalışacağız. 3. Devlet hâzinesinin ve gelirinin toplanması ve korunması ve Pâdişah’ın emirlerinin yerine getirilmesi gerektir, buna karşı gelenleri İttifakla te’dip hususunda teahhüd ve tekeffülde bulunuruz. 4. Şimdiye kadar her türlü Pâdişâh emir ve yasaklarının Sadrâzam’dan çıkması kanun olduğu gibi, bundan sonra da öyle olacak, ve “herkes büyüğünü bilip” vazifesinden dışarı işe karışmıyacaktır. Her iş Sadrâzam’a arz edilip izni alındıktan sonra ona göre hareket olunacaktır. Bu esasa karşı gelenlerden hepimiz davacı olcağız. Aynı suretle sadâret makamı da kanun dışı irtikâp ve irtifada bulunursa veya devlete zararlı kötü işlere kalkışırsa, ya da mutlak otoritesini kötüye kullanarak şahsî gayelerle hareket ederse, bunun önlenmesine de hep beraber çalışacağımızı teahhüd ederiz. 5. Pâdişah’ın ve devlet otoritesinin korunmasına hepimiz kefil olduğumuz gibi, gerek "memâlik hanedanlarının" devlete, gerek merkezdeki devlet büyüklerinin birbirine karşı emniyet duyması en büyük şarttır. Bunun sağlanması da hepimizin ittihad ve ittifakile birbirlerine kefil olmasına bağlıdır. Bu sebeple bu ittifaka girmiş olan hânedan ve âyan, vükelâ ve ricâl birbirlerinin zâtına ve hânedanına kefil olmalıdır. Şöyle ki, hânedanlardan birisine karşı bu birlik şartlarına aykın bir hareketi olmadan devlet veya taşralardaki vüzera tarafından "bir taarruz ve ihanet ve sui kasd vukua gelür ise" hepimiz ittifakla bunun bertaraf edilmesine çalışacağız. Hânedan mümessillerinin veya kendileri öldükten sonra hânedanlarının korunmasına vükelâ teahhüdde bulundukları gibi, hânedanlar da "zîr-i idarelerinde olan ayanlara ve vücûha zâmin alalar". Şahsî hırsları ile bunlara karşı hareket etmeyeler, eğer bir âyânın bir suçu varsa soruşturmadan ve Sadrâzamın müsaadesini aldıktan sonra ona karşı o hânedan hareket etsin ve yerine başka bir âyân getirsin. Kimse kendisine havale edilen yerden bir karış öteye tecavüz etmesin. Ederse hepimiz dâvacı olup mâni olacağız. Bütün hânedan ve âyânlar, yekvücûd olup kargaşalık ve ayrılık çıkaranları ittifakla bertaraf edeler. Reâyâya zulüm yapanları ve Şerî’at emirlerinin yerine getirilmesine karşı koyanları birlikte te’dip edeler. Keza vükelâya ulemâya ve büyük küçük devlet adamlarına dahi haksız muamele yapılmamasına hanedanlar ve vücûh ( âyân ) kefil ve müteahhid olurlar. Birisinin suçu olursa, tahkikattan sonra sadâret makamı suçuna göre cezasını vere. 6. Devlet merkezinde askerî ocaklar veya başkaları tarafından her hangi bir kargaşalık çıkarılırsa, bütün hânedanlar izne hacet olmaksızın merkeze yürüyüp o ocağın kaldırılmasına ve bunlar alelade şahıslardan ise, soruşturma sonunda idamına bütün hanedan ve vücûh müteahhid ve kefildirler. 7. Reâyânın korunması esas olduğuna göre, hanedanların ve büyüklerin kendi idareleri altında olan kazaların âsâyişine ve vergilerin mûtedil olmasına dikkat etmeleri gerekir. Bunun için vükelâ ile hânedanlar arasında görüşme sonunda haksız vergilerin kaldırılması için verilecek kararların korunmasına dikkat edilecektir. Hânedanlar, birbirlerinin durumuna nezâret ederek zulüm yapanları, garaz gütmeksizin, devlete ihbâr edip ittifakla zulmün önlenmesine çalışacaklardır.
Bu yedi şarta görüşmeler sonunda karar verilip aksine hareket edilmemek üzere yemin edilmiş ve yeminlerin hıfzı için bu senet yazılmıştır.
Bu vesikanın altındaki zeyilde de özetle şöyle denmektedir: Bu şartların, yapılacak işlerde esas (düstûru'l-'amel') tutulması gerektiğinden zamanla değişmesini önlemek üzere bundan sonra Sadrâzam ve Şeyhülislâm olacaklar bu makama geçiktikleri zaman bu Senedi imzalıyacaklar ve harfi harfine uygulanmasına çalışacaklardır. Bu senedin bir sureti Beylikçi kaleminde, bir sureti Pâdişah’ın yanında bulunacak ve gereken kimselere oradan kopyeleri verilecektir. Pâdişâh, kendisi bu şartların uygulanmasına nezâret edecektir.
Bu senedi imza edenler arasında bir taraftan en yüksek derecedeki ulemâ (Şeyhülislâm, Nakîbüleşrâf ve Kadıaskerler), devlet ricâli (Sadrâzam, Defterdar, Reîsülküttap, Sadâret kethüdâsı ve başkaları) generaller (Yeniçeri ağası, Sipahiler ağası) öbür taraftan o zaman pâyitahtta hazır bulunan belli başlı hânedanlar (Cebbârzâde, Karaosmanoğlu, Sirozlu İsmail bey ve Çirmen mutasarrıfı) vardı.
II. Sened-i îttifak'ın tahlili.
Bu vesika, şekil bakımından şer’î bir vesikadır. Şer’î bir yemin vesikası, mîsâk şeklinde kaleme alınmıştır. Burada taraflar birbirlerine karşı teahhüdlerini yeminle tekit etmişlerdir. Mutlak haklarına riâyeten Pâdişah’ın şahsı bu yemin dışında tutulmakla beraber devlet veya sadaret makamının hânedanlara karşı teahhüdleri, neticede, yine Pâdişah’ın teahhüdleri şeklinde anlaşılmalıdır. Pâdişah’ın bu vesika üzerine tuğrasını koyması onu da bağlayan bir hareket sayılmıştır. Mîsâk, süresiz bir zaman için aktedilmiştir. Her gelen sadrâzamın buna yeminle bağlı olması, onu eskisi gibi sadece Pâdişah’ın mutlak vekili olmaktan çıkarıyordu. O zaman bu şartlar, bizzat Saray çevresinde saltanat istiklâline aykırı, yani Pâdişah’ın mutlak otoritesini sınırlayıcı mahiyette görülmüştü. Fakat fiilen bir diktatör olan Alemdarın idaresiıne karşı gelmeğe kimse cesaret edemedi. Sarayca şimdilik tasdik edilmesi, sonra kaldırılması kararına varıldı.[6] Nihayet vergilerin, Pâdişah’ın vükelâsile hânedanlar arasında müzakere yolu ile kararlaştırılacağı maddesi, Pâdişah’ın otoritesini sınırlayıcı mahiyeti bakımından bilhassa kayda edeğer.
Sened-i İttifak, bir harb ve ihtilâl ortamı içinde iktidarı ele alan âyanlar tarafından Pâdişah’ın mutlak otoritesi karşısında açıkça kendilerinin durumlarını garanti altına almak gayesi ile kabul ettirilmiş bir vesikadır. Vesikaya bu ruh hâkimdir. Nitekim, daha senet imzalanmadan önce Alemdar Mustafa Paşa, Anadolu ve Rumeli’de hânedanların devlete karşı güvensizlikleri sebebile İmparatorluk kuvvetleri arasında birlik sağlanamıyacağını açıkça ifade etmiş,[7] birlik ve ittifakın gerçekleşmesini hanedanlara hukukî garanti verilmesine bağlamıştı. Bunlar meşveret-i âmme için İstanbul’a geldikleri zaman da, Çırpıcıçayırı, Kâğıthane, Davut Paşa gibi yerlerde karargâh kurmuşlar ve askerlerinden ayrılıp şehre girmekten çekinmişlerdir. Sened-i İttifak'ın ilk dört maddesinde Pâdişah’ın mutlak otoritesi tasdik olunuyor, emirlerine herkes tarafından itaat gerektiği, asker ve vergi toplama yetkilerinin yalnız kendisine ait olduğu belirtiliyor, fakat hemen altındaki maddede “şart-i a'zam” olarak hânedan ve âyânın teessüs etmiş hakları ve durumlarının devletin keyfî hareketlerine karşı “emniyet” altına alınması isteniyordu. Aynı zamanda onların kendilerine tâbi küçük âyân üzerinde hâkimiyetleri tasdik olunuyor, her birinin idare sahasının tecavüzden masun bulunması ve bu hakların babadan oğula irsî olarak intikali garanti altına almıyordu. Bu son şartlar, açıkça hânedânların fiilen kurulmuş feodal durumlarına daimî hukukî bir mahiyet kazandırmak gayesini gütmekte idi. İşte Sened-i İttifak, bu mahiyeti ile modern devlet anlayışına aykırı bir cereyanı temsil eder. Diğer taraftan bu vesikaya tarihimizde istibdad ve mutlakıyeti sınırlama gayesini güden hareketler içinde bir yer vermek mümkündür. Âyan halkın temsilcisi ve koruyucusu rolünü üzerine aldığından, bu vesika bir bakıma merkezî idarenin ve onu temsil eden valilerin keyfî hareketlerine karşı genel bir direnme teşebbüsü şeklinde de yorumlanabilir. Bir çok bölgelerde valilerin keyfi vergi toplama teşebbüslerine karşı âyânın karşı koyduğunu ve halkın bunda kendilerini desteklediğini hatırlamalıyız.[8] Ziya Gökalp[9] Türkiye’de derebeylik devrinin, milletin hiç olmazsa bir kısmında Pâdişah’a karşı reâyâ ve kulluk hisleri yerine hürriyet ve asalet duygularını uyandırdığını ve bu zâdeler devrinin halk hâkimiyeti devrini hazırladığını iddia eder. Mübalâğalı görünmekle beraber, bu fikrin bir hakikat payı sakladığına şüphe yoktur. Gerçekten, II. Mahmud devrinde belli başlı âyanlar ortadan kaldırıldığı zaman II. Mahmud’un mutlak ve merkezî otoritesine karşı koyabilecek hiç bir kuvvet kalmamış ve tam bir istibdad devri gelmiştir.[10] Fakat unutulmamalıdır ki, Sened-i İttifak tamamile o zamanki memleket şartlarının bir mahsûlü olup ileri bir devlet düzeni yaratma gayesi gütmüyordu. 1839’dan sonra Gülhane Hattı’ndan ilham alarak istibdadı sınırlama maksadım güden hareketler ile bu hareket arasında tam bir mahiyet farkı vardır.
Sened-i İttifak, Osmanlı İmparatorluğu’nun içtimaî-siyasî yapısını değiştirecek bir hareketin temeli olabilirdi. 19. asırda nasıl Balkanlar’da Pâdişâha tâbi hıristiyan prenslikleri meydana çıkmış ise, Anadolu’da da 14. asırda olduğu gibi bir takım yerli beylikler kurulabilirdi. Fakat bu durum, Anadolu’da Türk birliğinin zararına bir gelişim olacağından merkeziyetçi ve mutlakıyetçi saltanatın bunu önleyen çabalarını bugün de olumlu bir hareket olarak görmekteyiz. Bununla beraber şu da bir hakikattir ki, ağaların ve âyânın taşra hayatında ve siyasî tarihimizde ehemmiyetli rolleri II. Mahmud’dan sonra da başka şekiller altında devam etmiş ve bu temel içtimaî yapı, menfaatleri ve hayat görüşü ile, ad değişikliklerine rağmen, yakın zamana kadar Türk siyasî hayatının alt-yapısını teşkil edegelmiş, ön plânda görünmemekle beraber siyasî hayatta kitlelere dayanan ağırlığını daima hissettirmiştir.
Sened-i İttifak, Alemdar’ın ve devlet merkezinde âyân hâkimiyetinin ortadan kaldırılması ile (1808) hükümsüz bir vesika haline düşmüş ve unutulmuştur. Sened-i İttifak'a konan şartların uygulanması, neticede âyânın bi'l-İttifak harekete geçmelerine bağlı idi. Âyân, bu birliği koruyamadı ve merkezî hükümet onların ileri gelenlerini zamanla birer birer ortadan kaldırdı.
***
Rusya’ya karşı 1806’da başlayan harb devam ediyordu. Devlet için âyânın getirdiği askerî birliklere şiddetle ihtiyaç vardı. II. Mahmud ancak 1812’de harb son bulduktan ve bilhassa 1815’den sonra âyâna karşı şiddetle harekete geçti.[11] Merkezdeki başlıca kuvvetler Saray, Ulemâ, merkezî hükümetin daima mümessili olmuş bulunan Babıâli bürokrasisi, âyânların ortadan kaldırılmasına, pâyitahtın taşraya hâkim olmasına, merkeziyetçiliğin geri getirilmesine canla başla çalışacaklardır. Pâhişah’ın emrindeki kuvvetlerin modern silâhlarla donatılmış olması da bu işi başarıya ulaştıran âmillerin başındadır.[12]
Merkezî hükümet, âyânları Pâdişah’ın emirlerine itaatsizlik, reâyâyı soyma ve baskı yapma şeklinde suçlandırarak azil, mukâta’a çiftliklerini müsadere veya İstanbul’a çağırıp ikamete memur etmek ve mukavemet gösterdikleri takdirde güvenilir valilerin ve paşaların(bu hizmette bilhassa Baba Paşa, Hüsrev Paşa ve Hurşîd Paşa kendilerini gösterdiler) idaresindeki askerî kuvvetlerle te’dip ve idam etmek suretiyle bu işi başardı.[13] Bu siyasette Mahmud’un akıl hocası olan Hâlet Efendi, bu devirde büyük bir otorite kazandı; Saray istibdadının bir senbolü haline geldi. Hâlet’in bir tek sözü, herhangi bir ayanın veya paşanın hayat ve istikbalini tâyine yeterdi. Selim devrinde olduğu gibi, Saray’ın bu istibdadına karşı Babıâli bürokrasisi de huzursuzluk içinde idi. II. Mahmud nihayet âyânların en kudretlisi olup oğulları ile birlikte Arnavutluk’a ve Epir’e hâkim bulunan Tepedelenli Ali Paşa’ya karşı, uzun tereddütlerden sonra, harekete geçmeğe karar verdi. Fakat bu karar, ardı ardına bir sıra büyük buhranlara yol açtı ve devleti uçurumun kenarına sürükledi. Kayde değer ki, Tepedelenli Yanya kalesinde İngiltere’den getirttiği en modern top ve mühimmatla uzun zaman mukavemet etmiştir.[14] Tepedelenli isyanı, Yunan isyanını, o da Mısır’da Mehmet Ali Paşa isyanını hazırladı. II. Mahmud, çetin bir mücadeleden sonra Tepedelenli’yi tepelemekle beraber menşei ve yükselişi itibariyle âyân paşalar arasına sokabileceğimiz Mehmed Ali karşısında tam bir başarısızlığa oğradı ve kahr içinde hayata gözlerini yumdu (19 Rebî’ülevvel 1255/2 Haziran 1839). Mehmed Ali, Avrupa tekniğini benimsemekte Tepedelenli’den çok ileri gitmiş, metbûu Pâdişâhı geçmişti. Selim devri geleneğine uygun İslâhatın mümessili bir asker olan Hüsrev Paşa’nın temsil ettiği siyaset, Nizib’de tam bir iflâsla neticelenmiş bulunuyordu, işaret etmek lâzımdır ki, Mehmed Ali, savaştan önce Anadolu’da “gâvur Pâdişâh” ve onun ezici hükümetine karşı şeyhleri ve âyanı kışkırtan propagandalarının semeresini Nizib’de aldı. Bu ümitsiz durum karşısındadır ki, imparatorluğu kurtarmak için, devletin başka istikamette radikal İslâhata girişmek zorunda bulunduğu hakikati herkes tarafından kabul edildi. O zaman Hüsrev[15] bile geri çekilmek zorunda kaldı. Devleti kurtarmak için bir zamandan beri, ölen Pâdişah’a sunduğu lâyihalarda[16] bütün idarede ve kanunlarda radikal bir değişiklik zaruretini anlatmağa çalışan Mustafa Reşit Paşa’nın temsil ettiği siyaset şekli şimdi yegâne çıkar yol olarak kabul edildi. Onun hazırladığı ve Gülhane’de büyük merasimle okuduğu Hatt ile yeni bir devir açılıyordu.
B. Gülhane Hattı ve tahlili.
Böyle bir hattın ilânı ilk bakışta Osmanlı geleneğine tamamile uygundu. Üç asırdan beri tahta çıkan her Sultan, tebaasına âdil bir idare vaad eden ve adâletnâme adı verilen benzeri hatt-i hümâyûnlar ilân etmişti. Fakat bu hatt-ı hümâyûnu Sultan adına kaleme alan genç Hariciye Nazırı öyle yeni esaslar getirmekte idi ki, bunlar devlet idaresinde kökten değişiklikler yapacak mahiyette idi. Bu tarihî vesikanın tahliline girmeden bu günkü Türkçemizle sadeleştirerek metnini özetleyelim.
I. Hattı'ın içindekiler.
Osmanlı Devleti doğuşundan beri Şerî’ata son derece bağlı olduğundan saltanat kuvvetli ve halk refah içinde idi. Fakat 150 yıldan beri birbiri ardından gelen gâileler ve çeşitli sebepler yüzünden Şerî’ata ve kanunlara uyulmadığından eski kuvvet ve zenginlik güçsüzlük ve fakirliğe dönmüştür. Şer’î kanunlar altında idare olunmıyan memleketlerin ayakta kalamıyacağı açık bir gerçek olduğundan tahta çıktığımız günden beri bütün düşüncemiz sırf memleketi kalkındırmak ve halkı refaha kavuşturmak noktasında toplanmıştır. Halbuki devletimizin coğrafî mevkii, verimli toprağı ve halkın kabiliyeti göz önüne alınırsa, gereken işlere girişildiği taktirde beş on yıl içinde Allah’ın yardımile dilediğimiz şeylerin gerçekleşeceği meydandadır. Bu sebeple Tanrı’nın yardımına ve Peygamber’in ruhâniyetine güvenerek bundan böyle:
1. Devletin ve memleketin idaresi için bazı yeni kanunlar konulması lüzumlu görülmüştür. Bu kanunların esasları ise, can emniyeti, ırz ve namusun ve mülkiyetin korunması, verginin tâyini ve gereken askerin toplanması ve hizmet süresi noktalarında toplanır . Şöyle ki: a) Dünyada candan ve ırz ve namustan daha aziz bir şey yoktur. Bir insan onları tehlikede gördükçe kendi yaradılışında hıyanete meyil olmasa bile can ve namusunu korumak için muhakkak bir harekete kalkışır. Bunun ise devlet ve memlekete ne kadar zararlı olacağı meydandadır. Buna karşılık şu da bir gerçektir ki, insan canından ve namusundan emin olursa doğruluktan ayrılmaz, işi ile gücü ile uğraşarak yalnız devlet ve milletine faideli olur, b) Mal emniyetine gelince, bu olmazsa kimse devletine ve milletine ısınamaz[17]; ve memleketin kalkınmasına ilgi göstermeyip daimî bir kaygu içinde yaşar. Halbuki şu da bir gerçektir ki, malından emin olan kimse kendi işile oğraşır, geçim çevresini genişletmeğe çabalar ve kendinde hergün devlet ve millet gayreti ve vatan sevgisi artar, c) Vergilerin belirli olması noktasına gelince, bir devlet ülkesini korumak için elbette askere muhtaçtır ve bunun için gereken masrafı yapmak zorundadır. Bu masraf ise tebaanın vergisiyle meydana geleceğinden bunun daha iyi bir hale getirilmesi yollarını aramak önemlidir. Eskiden bir gelir kaynağı sayılmış olan tekel belâsından yakında kurtulduk. Fakat şimdiye kadar asla bir faidesi görülmeyen yıkıcı iltizam usûlü bugün de yürürlüktedir. Bu usûl bir memleketin siyasî ve malî işlerini bir adamın keyfine ve hattâ baskısı altına teslim etmek demektir. Eğer bir de o adamın eyi bir karakteri yoksa yalnız kendi çıkarma bakıp her işi zulümden ibaret olacaktır. İşte bu sebeple bundan sonra herkesin emlâkine ve kudretine uygun bir vergi tâyin olunarak kimseden fazla bir şey alınmayacak ve devletin kara ve deniz askerî masrafları ile diğer giderlerini gerekli kanunlarla sınırlandırıp belli ederek masraflar ona göre yapılacaktır, d) Asker meselesi dahi söylediğimiz gibi önemli meselelerdendir. Memleketi korumak için asker vermek ahalinin boynunun borcudur. Fakat şimdiye kadar bölgelerin nüfus miktarı göz önünde tutulmıyarak kiminden fazla kiminden noksan asker istenmekte idi. Bu da hem nizamsızlığa hem de tarım ve ticaretin zarar görmesine sebep olmakta idi. Diğer taraftan askerliğe gelenlerin ömürlerinin sonuna kadar bu hizmette bırakılmaları kendilerinin ümitsizliğe düşmeleri sonucunu vermekte, soy sop sahibi olmalarını önlemekte idi. Bundan dolayı şimdiden sonra her bölgeden gerektiği zaman istenecek askerin daha iyi bir usûle göre alınması ve dört beş sene müddetle sıra ile hizmet etmelerini sağlayacak bir usûl bulunması gerekmektedir.
2. Özetle, bu nizamî kanunlar meydana getirilmedikçe kuvvetlenme, kalkınma ve huzur mümkün olmayıp hepsinin esası da yukarıda açıklanan noktalardan ibarettir. Bundan sonra suçluların dâvaları şer’î kanunlara göre herkesin önünde incelenip hüküm verilmedikçe hiç kimse hakkında gizli açık idam ve zehirleme gibi işlemler yapılmıyacak, hiç kimse başkasının ırz ve namusuna el uzatamıyacak ve herkes mal ve mülküne tam bir serbestlik ile mâlik ve mutasarrıf olacak ve kimse kimsenin işine karışamıyacaktır. Farazâ biri bir suç işlemiş olsun, onun mirasçıları onun suçu ile suçlandırılamayacağından suçlunun malının devlet tarafından müsaderesile mirasçılar haklarından mahrum bırakılmıyacaktır.
3. Tebaamızdan olan Müslümanların ve diğer milletlerin (dinî cemaatler) bu müsaadelerden istisnasız faydalanmaları için can, ırz ve namus ve mülkiyet maddelerinde, Şerî’at hükmü gereğince, bütün memleket halkına tarafımızdan tam garanti verilmiştir.
4. Başka hususlara dahi oybirliğiyle karar verilmesi gerektiğinden Meclis-i Ahkâm-i Adliyye üyeleri lüzumu kadar çoğaltılacak ve vükelâ, devlet ricâli belirli günlerde orada toplanacak ve herkes düşüncelerini hiç çekinmeden serbestçe söyliyerek can ve mal emniyeti ve vergilerin tâyini hususlarına dair gereken kanunları karar altına alacaklar, diğer taraftan askerî tanzimât ( tanzimât-i askeriyye ) da Bâb-i Seraskerî Dâr-i Şûrâ’ında söyleşilip gereken kanunlar kararlaştırılacaktır. Her kanun karara bağlandıkça hatt-i hümâyûnumuzla tasdik edilmek için tarafımıza arzolunacaktır.
5. Şerî’ata uygun olan bu kanunlar, ancak din ve devlet, mülk ve milleti kalkındırmak için konulacağından tarafımızdan buna aykrı hareket vuku bulmıyacağına ahd ve misâk olunup Hırka-i Şerife odasında bütün ulemâ ve vükelâ huzurunda Tanrı adı ile ayrıca yemin edilecektir. Ulemâ ve vükelâdan dahi yemin alınacaktır. Bu sebeple ulemâdan vüzerâdan kim olursa olsun, bundan sonra bu şer’î kanunlara aykırı hareket edenlerin, meydana çıkan kabahatlerine göre rütbeye, hatır ve gönüle bakılmaksızın lâyık oldukları cezaya çarptırılmaları için özel bir ceza kanunnâmesi düzenlenecektir. Bütün memurların şimdiki halde yeter maaşları vardır. Olmıyanların da durumu ayarlanacaktır. Onun için şer’en pek kötü sayılan ve memleketin yıkımına en büyük sebep olan rüşvetin bundan sonra olmamasının da bir kanun ile sağlam bir şekilde teminine bakılacaktır.
6. Açıklanan bu hususlar, eski idare usûlünü tamamile değiştirip yenileştirme demek olacağından bu irâde-i şâhânemiz İstanbul halkına ve bütün imparatorluk ahalisine ilân edilip duyurulacağı gibi, dost devletlerin bu usûlün inşallah ebediyete kadar bekasına şahit olmak üzere İstanbul’da oturan sefirlerine de resmen bildirilecektir.
Yüce Tanrı hepimizi muvaffak buyursun, konulacak kanunlara aykırı hareket edenler yüce Tanrı’nın lânetine uğrasınlar ve ebediyyen felâh bulmasınlar, âmin. 1255 yılının Şâban ayının 26. Pazar günü (3 Kasım 1839)
II. Hattı hazırlıyan grup.
Islâhat bir hatt-i hümâyûn, yâni Patişah’ın doğrudan doğruya çıkardığı bîr ferman şeklinde ilân edilmiştir. 1256 yılı başında (1840 Mart 5) Pâdişâh, Meclis-i Vâlâ’da okuttuğu nutukta bu hattan “ihsân-i hümâyûnumuz olan hukûk ve imtiyâzât” şeklinde bahsetmiştir.[18] Prof. Y. Abadan[19], Gülhane Hattı’nı mahiyeti bakımından Avrupa devletler hukukunda charte/charter/carta adiyle adlandırılan vesikalar gurubu içine sokmaktadır. Bir bakıma, Gülhane Hattı’nı Pâdişâh adına yazan ve ilân eden Reşit Paşa, Osmanlı devletinde bürokrasinin (kalemiyye) görüşlerine ve dileklerine tercüman olmakta idi. Reşit, kendisi Babiâli kâtip sınıfından, kalimiyyeden gelmekte idi. Küttâp sınıfından yetişen büyük selefleri Sadrâzam Râmî, Râgıp ve Halil Hâmid Paşalar gibi islâhatta siyasî ve idarî tedbirlere öncelik vermekte, devletin kurtuluşunu bilhassa kuvvetli ve merkezî bir idarede görmekte, onlar gibi devletin menfaatini ve “hikmet-i hükûmeti” her şeyin başına almakta idi. Ancak onun düşündüğü pratik tedbirler farklı idi. O, Avrupa’da uzun elçilik yılları esnasında Batı devlet anlayışını ve idaresini tanımış ve İmparatorluğun milletlerarası durumunu yakından öğrenmiş garpçı bir bürokrat grupunu temsil etmekte idi (Bu gurupun seçkin bir mümessili de Viyana da Büyükelçi bulunan Sadık Rifat Paşa idi, ve Gülhane Hattı’na hâlim fikirler ile onun fikirleri arasındaki yakınlık dikkati çeker)[20].
O, otoriteyi tam bir emniyet içinde ıslahatçı bürokratlar elinde tutmak amacında idi. Hatt-ı Hümâyûn'da müdsaereye karşı, muhakemesiz idam ve zehirleme hükümlerine karşı garantiler koyarken her şerden evvel idare başındaki sorumluları düşünmekte idi. Hattın ilânından üç ay kadar önce yazdığı özel bir mektupta kendisini vaktiyle çok üzmüş olan hâmisi Reîsülküttâb Pertev Efendi’nin idamını hatırlatıyor ve II. Mahmud’un keyfî idaresine ve Saray istibdadına şiddetle çatıyordu[21]. Reşit Paşa, gerçekte Pâdişâh’ın otoritesini ve karar verme yetkisini fiilen bürokrasiye devretmek emelinde idi. Kanunları hazırlayan ve islâhata nezaret eden Meclis-i Vâlâ devletin eski ve yeni en yüksek memurlarından mürekkep bir meclisti. Sultana bu kanunları yalnız tasdik etme görevi bırakılmak isteniyordu. Bu Sebepten saray idaresinin devamım isteyen Enderûn’dan yetişme eski Pâdişah’ın damatları Ali Rıza ve Sait Paşalar, Reşit Paşa’ya karşı cephe alacaklardı[22].
Reşit Paşa, Babiâli’nin idarede tam hâkimiyetini sağlamak için âyânın ve ulemânın nüfuz ve tahakkümünden kurtulmuş, merkezin emirlerine bağlı emniyetli bir memur kadrosu meydana getirmek için de büyük gayret sarfedecektir. Zira Tanzimat’ın uygulanmasına karşı en büyük engeli, bu yeni siyaset karşısında nüfuz ve menfaatleri tehlikeye düşen başlıca iki sınıf, ulemâ ve âyan çıkaracaklardı. Ulemâ, Tanzimat’ı Şerî’at’a ve İslâm devleti esaslarına aykırı göstermeğe çalışacak; taşradaki âyana gelince, eyaletlerde idare hâlâ fiilen onların elinde oluğu için, halkı Tanzimat’a karşı türlü yollarla tahrik edecek; alınan tedbirleri köstekliyecek; iyi niyet sahibi olanlar da islâhatın asıl mânâsını anlayıp uygulamaktan âciz bulunacaklardır. İşte Reşit Paşa, şer’î makamlardan bağımsız olarak teşkil ettiği Meclis-i Maarif-i Umumiyye ve Rüşdiye mektepleri[23] sayesinde bilhassa merkezin emirlerine ve Tanzimat’a bağlı yeni bir memur kadrosu vücuda getirmek gayesini güdüyordu. Meclis-i Maarife bürokratlar hâkim idi. Mekâtib-i Umumiyye Nâzın Kemal Efendi, Reşit gibi kalemiyye’den yetişmiş idi. Yeni mekteplerin programları ve imtihanları Babıâli’nin ihtiyaçlarına göre düzenleniyor ve mezunları Babıâli kalemlerine alınıyordu. Bu mekteplerin ilk talebeleri, Babıâli’deki genç kâtipler, şakirdler, paşazâde ve beyzâde gibi payitahttaki ricâl çocukları ve bu arada esnaf çocukları arasından seçiliyordu. Reşit Paşa’nın rüşveti önlemek, memura emin bir hayat sağlamak gayesiyle memur maaşlarını yüksek tutma politikasını güttüğünü de biliyoruz[24].
Özetle, Reşit Paşa, devlet otoritesini İslâhatı uygulayacak bir bürokrasinin elinde toplamak suretiyle devleti modernleştireceğine inanıyordu. Gerçekten, Tanzimat devri bürokrasinin devri olacaktır. Bu durum, ileride yeni Osmanlılar tarafından bu bürokrasinin mümessillerine karşı açılan mücadeleye bir hürriyet mücadelesi rengini vermiştir[25], imparatorluk devrinin son bir asırlık tarihinde memleketi ileri götürmek isteyen islâhatcılar karşılarına dikilen engelleri yenmek için herşeyden evvel fazlasile merkeziyetçi bir idare ve ona hizmet eden bir bürokrasi yaratmağa çalışmışlardır. Bir asırdan beri modernleşme çabalarının başarıları kadar bir çok ağır problemleri de belki bu özelliğe bağlanabilir.
III. Hatt'ın Osmanlı geleneğine bağlı özellikleri.
Osmanlı devletinde Pâdişâh, mutlak icra otoritesine dayanarak devlet ihtiyaçları için Şerî’attan müstakil bir nizam koyma yetkisine sahipti. Bu kanun ve nizamlar Şer’î kaide ve usullere tâbi değildi, sırf Pâdişah’ın iradesine dayanan fermanlar şeklinde çıkarılıyordu.[26] Bununla beraber bu örfî kanunların, Tanrı’nın emirlerine dayatan Şerî’ata aykırı olmaması, İslâm cemaatinin hayrı ve menfaati icabı bulunması şarttı[27].
Gülhane Hattı aynı esaslara dayanılarak çıkarılmıştı. Yani îslâm devletinin ve cemaatinin hayrı gayesile olağanüstü bir durumu karşılamak için Şerî’at yanında bir takım yeni düzenler, nizamlamalar ve “usûl-i tanzîmiyye” meydana getirilmesine karar verilmişti.[28] Bu nizam ve tanzim fikri Osmanlı devletinde örfi hukuka bağlı eski bir fikirdir. Yeni kanunlar ve idarede islâhat, aynı kökten kelimelerle ifade olunurdu[29]. Şu halde Gülhane Hattı, Osmanlı Pâdişâhlarının eskiden beri baş vurdukları bir usûlün yeni bir uygulanmasından ibarettir. Fatih Sultan Mehmed de kanunnâmesini aynı şekilde bir Hattı Hümâyûn formu içinde ilân etmiş ve Şer'-i şerife uygunluğunu belirtmişti. Bu hareketler Şerî’atı bozma, yahut tamamlama değil, müslümanların eyiliği için devletin pratik gayelerle giriştiği bir tanzim işinden ibaretti. Kayda değer bir nokta da, bu nizamı ve kanunları ulemâ değil, doğrudan doğruya idare başında olan ve pratik devlet ihtiyaçlarım karşılamak zorunda bulunan bürokratlar hazırlardı.
Gelenekçi Osmanlı devlet anlayışında hükümdarın nefsinde toplanan devlet otoritesi, devletin özünü teşkil eder, ve bir gayedir. Gülhane Hattı’nda da devletin emniyeti askere, asker paraya, para da reâyâ için âdil bir idare kurulmasına bağlı görülmüştür. Devlet ve onun kalkınması, bütün islâhatın esas gayesi olarak gösterilmiştir. Bu noktada Hat şüphesiz Doğu’nun gelenekçi devlet anlayışına tâbi olmaktadır. Devletin gayesini, hükümdarın kudret ve otoritesi olarak anlayan doğulu görüş, eski çağ imparatorluklarına kadar götürülebilir[30]. Osmanlı devletinde bu anlayış daima idarenin temel taşı olmuş ve devlet adamlarının siyasî felsefesini teşkil etmiştir. Koçi Bey ve Kâtip Çelebi gibi Reşit Paşa da, devleti kalkındırmak için, bu düşünce tarzını Tanzimat’ın mantıkî esası olarak tekrarlamıştır. Reâyânın korunması hakkında düşünceleri onlarınkine yakındır.
Halife, Şerî’atın uygulanması göreviyle Tanrı tarafından vazifelendirilmiş bir şahıs olarak tebaa üzerinde mutlak bir otoriteye sahipti. Osmanlı Pâdişah’ı herşeyden evvel İslâm halifesi idi. Pâdişâh, Halife sıfatiyle müminleri öteki dünyada ebedî selâmete eriştirmek üzere bu dünyada her türlü amellerini Şerî’ata göre düzenlemek vazife ve yetkisini hâizdi.
Gülhane Hattı’ndan dört ay önce yayınlanan cülûs fermanında[31] Abdülmecid teokratik İslâm devleti telâkkisini bütün açıklığıyle şöyle ifade etmekteydi: Allah beni “Emîrü’l -Mü’minîn ve Halîfe-i rûy-i zemin” tayin eylemiştir. “Uhde-i Hilâfet” ime teslim edilen halkı korumak vazifemdir. Farz-i ‘ayn olan “beş vakit namâzı kılmıyan... o makûle umûr-i Dîn’de kayıtsızlık” gösterenlere müsamaha edilmiyecektir. Memurlar “sokaklarda camie gitmemiş adamlar gördükleri halde sebebini suâl ile” Şerî’ate göre gereken cezayı vereceklerdir.
Bununla beraber Gülhane Hattı’nda kanunların Şerî’ata uygunluğu lüzumunun daima belirtilmiş olması sadece şekil bakımından bir gelenekçiliktir. Pâdişah’ın halife sıfatını ve başta ulemâ olarak bu geleneğe bağlı muhafazakâr halk kütlelerini gözetmek amaciyle böyle bir takdim şeklinin tercih olunduğuna şüphe yoktur.
IV. Hatt'ın getirdiği devrimci modem prensipler.
Reşit Paşa, Hatt-ı Hümâyûn’da devlet otoritesi ve hükümdarın durumu hakkında gelenekçi görüşlere bağlı görünmekle beraber Batı devlet ve kanun anlayışına uygun bazı devrimci kavramlar getirmiştir. Evvelâ, halkın can, mal ve şerefinin korunması değişmez bir prensip olarak ilân edilmiş ve kanunların idarecilerden mürekkep bir mecliste bu prensipler gözönünde tutularak düzenleneceği Pâdişâh tarafından yeminle garanti edilmiştir. Hükümdarın yeminle bağlandığı ana haklar kavramı, şüphesiz 1830-1840 Avrupa’sında yaygın meşrutiyetçi fikirlerin tesiri altında benimsenmiş bir esastır. Sâniyen, halkın refahı ve emniyeti noktası üzerinde, devletin esas vazifesi olarak, israrla durulmuştur.
Hatt’ın giriş kısmında Sultan, bütün düşüncesinin memleketi kalkındırma ve halkı refaha kavuşturma olduğunu ilân ediyor, daha aşağıda Tanzimat’ın gayesi yalnız din ve devlet değil, “mülk ve milleti ihya” olduğunu söylüyordu (burada millet imparatorluk tebaasının toplamı anlamına kullanılmaktadır). Böylece Reşit Paşa, halka devlet içinde merkezî bir mevki vermekte, modern Batı devletinin esas prensipini, yâni halkın devlet için değil, devletin halk için var olduğu düşüncesini getirmekte idi.
Bu esas, kanunun mahiyeti ve uygulanması hakkında görüş ile daha da açık bir hal almaktadır. Gülhane Hattı’nda kanun, halkın refahı ve emniyeti gibi dünyevî gayelerin gerçekleşmesi için bir vasıtadır. Kanun, yalnız Pâdişah’ın keyif ve iradesine veya Şerî’ata bağlı bir şey değildir. Kanun, halkın iyi idaresi için yapılmalı ve bir takım değişmez prensiplere uyğun olmalıdır.
Nihayet, Hat’ta kanun önünde eşitlik prensipi (tabii müslim ve gayri müslim arasında fark gözeten dinî kanun, Şerî’at burada bir tarafa bırakılmıştır) kuvvetle ifade olunuyor, bundan yalnız devlet büyüklerile tebaa arasında değil, müslümanlarla gayri müslimler arasında fark gözetilmeksizin bütün tebaanın kanun önünde eşitliği anlaşılıyordu[32]. Reşit Paşa’nın üzerinde en ziyade titizlikle durduğu bir nokta, kanun hâkimiyeti prensipi idi. O, kendisi 1849’da bir arz tezkeresinde bu esası “mevâdd-i hukûkiyyede herkes yeksân ve seyyân olarak kendi hukûkunu bilip ondan vaz geçmemek” şeklinde belirtiyordu. Ona göre bu prensip, bütün islâhatın temel taşı idi. Böylece, herkesin kanun dairesinde hareketi, istibdadı, keyfî hareketleri, suiistimalleri, zulmü, kötü idareyi bertaraf edecek, herkese hayatı, malı, şerefi için emniyet getirecekti. Kanunu çiğneyenler de kanun dairesinde cezalandırılmalıydı ki, keyfî tecziyelere yol açılmasın. İdarede suiistimallerin cezalandırılması keyfî kararlara göre değil, bir ceza kanunnâmesinin hükümleri dairesinde cereyan edecekti. Bu kanunnâme ile idare disiplin altına alınacağı gibi, aynı zamanda bizzat idareciler kayfî işlemlerden korunacaktı. Gerçekten Reşit Paşa’nın Hatt’ın ilânından sonra ilk işlerinden biri idareyi ilgilendiren bu ceza kanunnâmesinin neşri olmuştur.[33]
Kanunun, şahıs ve zümrelerin, idarecilerin ve hattâ hükümdarın üstünde, herkese eşit olarak uygulanan genel kaide vasfı keza Batı’dan alınmış bir yeni kavramdır. Nihayet idarenin suiistimallerden korunması düşüncesile, o zaman anayasalara girmiş olan mahkemelerin aleniliği, vergi mükellefiyetinin ve askerlik hizmetinin âdil kanunlar dairesinde yerine getirilmesi gibi Hatt’ın özünü teşkil eden esaslar keza Batı etkilerini belirten noktalardır.
Hattın sonunda, bu İslâhatın “usûl-i atîkayı bütün bütün tağyir ve tecdîd” demek olduğu, yani devrimci karakteri belirtilmiştir. Ancak şunu da ilâve etmek gerektir ki, Reşit Paşa bu prensipleri ileri sürerken nazariyâta kaçmıyor, bir siyasî felsefeden, tabiî haklar nazariyesinden hareket etmiyor, bunları ancak belirli gayelere erişmek için pratik tedbirler olarak ele alıyordu. Ona göre, ancak bu kanunlar sayesindedir ki, imparatorluk tebaası devlete ısınacak, bağlanacak, isyan yoluna sapmıyacak, iktisadî hayat canlanarak halk zenginleşecek, devletin gelir ve kudret kaynakları artacaktı, özetle, Tanzimat’tan gaye, devletin kuvvetlenmesi, memleketin kalkınması ve huzurun yerleşmesidir. Müslim ve gayrimüslim bütün tebaanın aynı haklardan istifade etmesi prensipi, islâhattan beklenen pratik gayeyi ortaya koymaktaydı.
Sırbistan’ın muhtariyetinden sonra (1804-1815) Yunan isyanı ve bağımsız Yunan devletinin ortaya çıkması (1830), Rusya’nın Balkan milletlerini tahriki, o zaman Osmanlı devlet adamlarını en çok düşündüren olaylardır. II. Mahmut daha 1837’de Bulgaristan’da yaptığı bir seyahatte “kâffe-i ehl-i İslâm ve reayanın vikayeleri ile... âsâyiş ve istirâhatleri” en büyük arzusu olduğunu ifade etmişti[34]. İmparatorluk tebaasının hukuk eşitliğine dayanan Osmanlı birliği siyaseti Tanzimat devrinin en önemli bir cephesini ortaya koymaktadır. Bu siyaset, Gülhane Hattı’ndan sonra 1856 Islâhat Fermanı’nın ağırlık noktasını teşkil edecek ve nihayet 1876 Kanûn-i Esâsi’sindc “Devlet-i Osmaniyye tâbiiyetinde bulunan efrâdın cümlesine her hangi din ve mezhepten olurlarsa olsunlar bilâ istisna Osmanlı tâbir olunur" maddesinde kesin ifadesini bulacaktır. Hatt’ın ilânından üç yıl sonra Rus tahrikatı karşısında muhafazakâr yeni hükümet dahi valilere gönderdiği bir genelgede bu siyaseti tasdik ederek “icrâ-i adâlet ve celb-i kulûb-i tebaa ve raiyyetle idâre-i hükümet olunması.... reâyânın mümkün mertebe hoş tutulup elden geldiği ve Şer’-i şerifin mesağ olduğu derece her sınıf tebaa-i devlet-i aliyyenin hukuk-i nefsiyye ve maliyye ve ırziyyelerinden dolayı hüsn-i himâyet ve siyânet" olunmalarını bildiriyordu. Gayrimüslimlere “şer'-i şerifin mesağ olduğu derece” de eşitlik verilmesi Reşit Paşa’dan sonra gelen muhafazakâr hükümetin siyaseti idi. Reşit Paşa, 1841’de istifasını vermiş ve ancak 1845’de tekrar hükümete dahil olmuştur. Bu arada Rıza Paşa’nın hâkim olduğu hükümet, muhafazkâr politikaya dönmüş ve eski islahatçılar gibi askerî reformları birinci plâna almıştı[35]. Bununla beraber Gülhane Hattı esasları, yani her sınıf halkın şahsı, malı ve ırzının korunması değişmez esaslar olarak yerleşmiş bulunuyordu. Şimdi muhafazakârlar bu esasların zaten Şerî’atta mevcut olduğunu ve Osmanlı devletinin bu esaslar üzerinde yükseldiğini iddia ediyorlardı. Bu politika eski tarihî Osmanlılık politikası idi ve Şerî’ata dayanıyordu. Fakat Reşit Paşa, Osmanlılığı yeni bir ruhla canlandırmak azminde idi. Yeni Osmanlılık eskisinden yalnız bir derece farkı ile ayrılmıyordu. Batı millî devletlerinde eşitlik prensipi içtimaî sınıfların, vatandaşların eşitliği yönünde gelişirken Osmanlı İmparatorluğu’nda bu prensip tâbi kavimlerin, gayrimüslimlerin eşitliği şeklinde kendini göstermekte idi ve hiç şüphesiz yine kaynağını Batı’dan almakta idi. Böylece Tanzimatçılar devleti lâikleştirme, dini devletten ayırma hareketinde ilk adımı atmış bulunuyorlardı. Onlar evvelce yalnız Şerî’atın idare ve kontrolü altında olan birçok kamu hizmetlerini gittikçe lâik Batı kanun ve nizamlarına tâbi tutmuşlar, ulemânın faaliyet alanını gittikçe daraltmışlar, gayrimüslim cemaatler için olduğu gibi dinî hukuku, miras, evlenme gibi şahsi hukuk sahasına inhisar ettirmeğe çalışmışlardır (hattâ Cevdet Paşa’ya göre Âli Paşa Napoleon Code Civile’ni de almak istiyordu). Şüphesiz, Engelhardt’in belirttiği gibi, Devlet müesseselerinin lâikleştirilmesi Tanzimat’ın en önemli bir cephesidir.
Tanzimatçılar mülkî idarede, mahkemelerde, ticaret hukukunda Batı kanunlarını alıp uygulamakta tereddüt göstermediler. Bunun içindir ki, ulemâ ile Tanzimatçılar arasında çatışma kendini göstermekte gecikmedi. Ulemâ onları dinsizlikle suçlandırmakta idi. Namık Kemal, Ziya Paşa, Suavi Efendi gibi vatancı-milliyetci gelenekçiler ise, Tanzimatçıları frenkleşerek içtimai benliği kaybetmek, gayrimüslim tebaa lehine Türk müsliman hâkimiyetini kundaklamakla suçlamışlar, Tanzimat’ı büyük devletlerin baskısı ile memlekete sokduklarını ileri sürmüşlerdir[36]. Pratik bir devlet adamı olan Reşit Paşa’nın, Batı’ya ait prensiplerin imparatorluk için nasıl felâketli sonuçlar getireceğini takdir edemediği iddia edilemez. Tanzimatçılar, kanun önünde eşitlik ve devlet müesseselerini laikleştirme hareketini, iç ve dış baskılar neticesinde siyasi bir zaruret olarak duymuş ve uygulamışlardır. 1848 ihtilâlinden sonraki karışık devrede hükümetin başında bulunan Reşit Paşa’nın tutumu ve davranışı onun gerçekçi siyasetini daha eyi ortaya koymaktadır[37].
Özetle, Gülhane Hattı, gelenekçi kalıplar altında Şerî’ata ve gelenekçi devlet anlayışına saygı göstermekle beraber, kanun ve devlet telâkkisinde ve idare prensiplerinde modern kavramlar getirmekte, belirli pratik gayelerle idareyi yeni baştan düzenleme amacını gütmekte idî. Sonraları bu prensipler, tamamiyle gelişerek modern Türk tarihinin ana gelişme istikametleri halini almıştır. Türkiye’de anayasa rejimi, lâikleşme akımları gibi devrimci akımlar kaynak bakımından hiç şüphesiz Gülhane Hattı’na bağlanabilir. Reşit Paşa’nın, Hatt’ın ilânından sonra aldığı tedbirler onun samimiyetini ve bu yorum tarzının doğruluğunu apaçık ortaya koymuştur. Bu konuyu ikinci makalemizde ele almaktayız.