ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

FAİK REŞİT UNAT

Hüseyin: Bedâyi ül-Vekayi. Metni basıma hazırlayan, redakte eden ve önsözü yazan A. S. Tveritinova, fihrist ve indeksi hazırlayan Y. A. Petrosyan. 2 cilt. Moskova 1961, IVL 75+ 116 + 4 S. 40 = Akademi Nauk SSSR Institut Karadov Azii.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği Bilimler Akademisi Asya Halkları Enstitüsü, “Doğu Halkları Edebî Abideleri” adiyle yayımlamağı plânladığı külliyatın büyük serisinin metinler kısmından 14 numara altında “Bedayi’ül – Vekayi”i XVII. yüzyılda yazılmış Osmanlı kronikleri kütüphanesine kazandırmış bulunuyor.

Eser, Enstitünün Osmanlı Tarihi ile meşgul üyelerinden bulunan Bayan Dr. A.S. Tveritinova tarafından metni basıma hazırlanan, redaksiyonu yapılan ve değerini belirten derin bir inceleme önsözü ve Y. A. Petrosyan tarafından tertip edilen kronolojik bir fihrist, kişi ve yer adlarına ait indekslerle zenginleştirilerek umumi istifadeye sunulmuştur. Bu eserin, bu şekilde bastırılıp yayımlanması suretiyle Türk-Osmanlı tarihinin ilk devirlerine ait ikinci elle derlenmiş ünik kaynaklarından birini, bu alandaki bilim çalışmalarının gelişmesini aydınlatan temel vasıtalar arasına katmış olan Asya Halkları Enstitüsü, tebrik ve takdire değer bir hizmet yapmıştır.

Bedayi'ül Vekayi’in, yazarı XVII. yüzyıl ortalarında Reisülküttaplık görevinde bulunmuş ve Koca Nişancı adiyle tanınmış bulunan Bosnalı Hüseyin Efendidir. Müellifin kimliği hakkında, “Müverrih Koca Hüseyin Efendi” başlığı altında bilgi veren kaynakların en eskisi Sefinet’ür-Rüessadır[1]. Ahmet Resmi Efendi (1700-1783) nin “Resîde-i Enzar olan Bedayi’ül Vekayi’ nam iki mücelled tarihinden istişar olunduğuna göre” diye söze başlamasına ve eserin metninden bazı fıkralar nakletmiş bulunmasına bakılacak olursa XVIII. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinden biri de sayılması gereken yzarın, Hüseyin Efendi’nin söz konusu olan eserin’ okuduğundan, bu eserden ve kendi zamanında bilinenlerden müellifin hayatı hakkında da bazı bilgiler toplamış ve yazmış bulunduğundan şüphe edilemez.

Ahmet Resmi Efendi’ye göre, IV. Murad’ın Bağdat seferinde maiyetinde bulunmuş olan Hüseyin Efendi, Padişahın işareti üzerine “Ahbarüddevle” adlı Arapça tarihin de tercümesine başlamış bulunmaktadır. Ahmet Resmi Efendi, Koca Hüseyin Efendi’nin 1639’da sefer dönüşü Diyarbakır’da Mesnevi şarihi Sarı Abdullah Efendi’nin (ölm. 1661) yerine Reisülküttab olduğunu yazmakta ve Naima’ya atfen de[2] elli dört vekayii hilâlinde (M. 1644) öldüğünü ve bu yüzden eserini tamamlayamamış olduğunu kaydetmekte ve sözü geçen tercüme ile tarihin, Hüseyin Efendi’nin orta seviyede esbabı dirayetten olduğunu gösterdiğine işaret eylemektedir.

Süreyya Bey, Sicill-i Osmani’ye her nasılsa biyografisini almamışsa da, Reisülküttaplar listesinde[4] birincisi Hicri 1033 de, ikincisi 1038 de, sonuncusu 1044 d·; olmak üzere üç defa bu vazifede bulunmuş olduğunu göstermektedir. Bursalı Tahir Bey de[5], Hüseyin Efendi (Bosnavi Koca Müverrih) başlığı altında “Babasının Saraybosna’da Gazi Hüsrev Paşa camii kütüphanesi hâfız-ı kütübü bulunduğunu, edib ve tarihçi olduğunu, IV. Murad’la Bağdat seferinde bulunduktan sonra “Diyarbekir’de Reisülküttab tâyin edildiğini”, bir kaynak göstermeden, yazmaktadır.

Cemaleddin Efendi’nin Osmanlı Tarih ve Müverrihlerinde[5], Rüsumat Muhasebecisi Seyit Ahmet Rifat Efendi’nin (ölm. 1875) Ravza-i Aziziyesindeki[6] vaka’nüvisler ve tarih yazarları listelerinde görülmeyen bu ismi, Türk kaynakları arasında bir de Bağdatlı İsmail Paşa’nın eserinde[7] bulmaktayız.

Ahmet Resmi Efendi tarafından bahsedildiği ve Bursalı Tahir Bey’in cilt sayısını da tasrih suretiyle naklettiği gibi, Hüseyin Efendi’nin biri IV. Murad’ın isteğiyle arapçadan tercüme ettiği “Ahbarüd-Düvel", biri de iki ciltten müteşekkil “Hilkat-i Âdemden zamanına kadar olan vekâyiden bahis “Bedayi'ül Vekayi” isminde iki eseri olmak gerekmektedir.

Bu eserlerden Hammer de[8] bahsederek Bedayi’ül Vekayi’in Viyana kütüphanesinde bir nüshasının da bulunduğunu söylemekte, Flügel katalogu da 864 numarada kayıtlı bu cildin muhtevası ve vasıfları hakkında bilgi vermektedir.[9] Prof. Babinger de, sözü geçen Türk ve yabancı kaynaklarına dayanarak eserinde[10] Hüseyin Efendi’ye ve kitabına bir bahis ayırmış bulunmaktadır.

Kendisinden hemşehrisi Profesör H. Mehmet Hanciç de eserlerinde[11] bahsetmekte ise de, Ahmet Resmi Efendi ile Bursalı Tahir Bey’den fazla bir bilgi vermemekte, yalnız o tarihte Hüsrev Bey Kütüphanesi müstakil bir müessese olmadığı cihetle, babasının her halde medrese veya camide de bir görevi bulunması gerektiği mütalâasını yürütmektedir.

Bu iki eser hakkında Keşfüzzünun'da ve zeyillerinde herhangi bir işaret bulunmadığı gibi, gerek İstanbul kütüphanelerindeki tarihe ait eserlerin ilk defa 1850- 1854 yıllarında tam bir alfabetik listesini tertip eden Ruscuklu Ali Efendi’nin (1804-1857) kitabında[12], gerek son yıllarda Kütüphaneler Tasnif Komisyonu tarafından uzun araştırma ve çalışmalarla hazırlanan İstanbul Kütüphaneleri Tarih- Coğrafya yazmaları Katalogunda[13] ve Topkapı sarayı kütüphanelerindeki Türkçe yazmalar arasında[14] Hüseyin Efendi’nin bu eserlerinin hiç bir izine rastlanmış değildir.
28 Ağustos-4 Eylül 1957 tarihleri arasında Münich’te toplanan XXIV. Milletlerarası Şarkiyatçılar Kongresinin Türkoloji seksiyonunda, Sovyet Tarih bilginlerinden Bayan Dr. Tveritinova’nın yapmış olduğu bir tebliğ[15] SSCB Bilimler Akademisi Leningrad şubesi kütüphanesi yazmaları arasında “Bedayi’ül Vekayi” in Osmanlı tarihine taallûk eden cildinin bir nüshasının bulunduğunu, müellifi, muhtevası ve kısa bir tenkidiyle birlikte ilim âlemine ilk defa olarak tanıtmış ve Leningrad’da 1951’de dikkati çeken bu eser hakkında, konferansçının 1956’da “Vizantiyski Vremennik” adlı Rusça dergide (c. XI, s. 100-104) yayımladığı kısa bir raporla, eseri daha önce Sovyet tarihçilerine de haber vermiş olduğu bu tebliğden anlaşılmıştı.

Dr. Tveritinova’nın bu tebliğine göre Viyana nüshasının ikinci cildi ve devamı olması gereken bu yazma, arşiv kayıtlarına bakılırsa[16] 1862 yılında Petersburg’ta Asya Müzesi tarafından bir hususi kolleksiyon sahibinden satın alınmak suretiyle Rusya’ya gitmiştir. Kitabın cilt kapağı içinde yazılı ve daha önceki sahiplerini gösteren kayıtlara ve tarihlere görede eserin 1800 yılına kadar Türkiye’de bulunmuş olması gerektiğine hükmolunabilir. I. İbrahim devrinde kaleme alındığı, başındaki med biyeden anlaşılan bu kitapta müellif, eserin yazılmasına sebep olan ahvali anlatmakta, başlıca kaynaklarını göstermekte, kaynakların rivayetleri arasında zaman zaman karşılaştırma ve münakaşalar yapmakta, bahis konusu ettiği olay ve kişileri tenkit etmekte, devletin teşkilât ve icraatı hakkında orijinal belgelere dayanan bilgiler vermektedir. Ya müellifinin ölümü dolayısiyle tamamlanması veya tamam nüshadan istinsahı bitmediği için kronoloji bakımından 1520 olaylarına kadar gelen bu eser, Dr. Tveritinova’ya göre, XVII. yüzyılda yazılmış olan Osmanlı devleti tarihlerinin en tamamı sayılabilir. Bu sebeple bu el yazmasının bastırılması, Ortaçağ Osmanlı devleti ile bu devlete tâbi olan memleketlerle halklarının tarihlerini araştıran Ortaçağ tarihçileri için, büyük önemi olan bilgilerin artmasına hizmet edecektir. Aynı zamanda müellif esas itibariyle kendi yaşadığı zamana ait olmayan vekayii hikâye etmekle olduğundan, eseri, bir dereceye kadar tarihî tetkikler kategorisine de dahil saymak gerekir. Bu bakımdan Koca Hüseyin’in el yazması, XVII. Yüzyılın ilk yarısında Osmanlı devletinde tarih bilginlerinin seviyesini gösteren bir belge olarak da üzerine alâka çekmektedir. Bundan başka Koca Hüseyin, eserinde Müverrih Hoca Sadettin Efendi’nin “Tacüttevarih” ini oldukça yakından takip ettiği yerlerde, Sadettin’in çok sık ve bol bol kullandığı Arap ve Fars terkipleriyle süslü nesrini, Türkçe sözler ve Türk dili kurallariyle değiştirerek sadeleştirmekte ve Türkçeleştirmekte de büyük başarı göstermiştir. Bu itibarla dil bakımından da bu eserin ayrı bir önemi vardır.

Kısaca özetlediğimiz Münich tebliğini, Dr. Tveritinova, Koca Hüseyin’in bu eserinin elde mevcut aslına uygun olarak yayımlanmasını, kongrenin ihtisas seksiyonunda bulunan Türk ve yabancı tarih bilginlerinin tasvibine sunduğunu söyleyerek, hakkında araştırma yapılıp başka bîr nüshası bulunduğu takdirde Edition critique hazırlanmak üzere iş birliği yapılması dileğiyle bitirmişti. Dinleyenlerin önemle ilgisini çeken bu nüsha metninin biran önce bastırılması da, oybirliği ile temenni olunmuştu. Münich’ten memlekete dönünce bizzat yaptığım araştırmalar bu eserin bazı nüshalarının memleketimizde de bulunabileceği ümidini, maalesef boşa çıkardı.

1960 ’da Moskova’da toplanan XXV. Şarkiyatçılar kongresi münasebetiyle SSCB i Doğu İncelemeleri Enstitüsünün 1959-1961 döneminde basıma hazırladığı yeni eserler hakkında yayımladığı bir broşürden, 1961 ’de “Badeyi’ül Vekayi’in 518 varaktan müteşekkil metninin 14 cü numarayı teşkil etmek üzere Dr. A. S. Tveritinova tarafından yazılan bir giriş ve Y. A. Petrosyan tarafından hazırlanan bir izahlı fihrist ve indekslerle birlikte basılmakta olduğu memnunlukla öğrenilmişti[17]. İşte bu yazımızda tanıtmağa çalıştığımız eser, 1962 mayısında Moskova’yı ziyaretimiz sırasında birer nüshası heyetimiz üyelerine de hediye edilmiş bulanan bu kitaptır.[18]

Eser, 205 X 265 mm boyunda bezli mukavva kapaklı iki büyük cilt halinde yayımlanmıştır. Birinci cilt, giriş (sf. 1-23) ile açıklamalı fihristi (sf. 24-75) ve metnin tıpkı basımından ilk 400 sahifeyi teşkil etmekte, ikinci ciltte de metnin geri kalan (sf. 401-1052) kısmı ile (7 numaralı ek fotografa bakınız), şahıs adları (sf. 1055-1091), yer ve topluluk adları (sf. 1092-1116) indeksleri yer almaktadır. İkinci cilde ayrıca ilâve olunan dört sahifelik bir cetvelle de tıbkı-basımda silik çıkmış olan kelimelerin okunmaları sağlanmıştır.

Dr. Tveritinova, “Giriş” başlığı altında eseri tanıtmak maksadiyle yazdığı önsözünde, Osmanlı tarihçiliğinde Vekayiname tarzındaki eserlerin büyük ölçüde yer aldığını söyliyerek, bunlardan bilhassa zamanının olaylarını nakledenlerin önemini belirttikten sonra, 16 ve 17 inci yüzyıllarda yazılmış bu neviden bir kısım eserlerin de, yazarların kullandıkları kaynakların çokluğu nisbetinde üzerlerinde durulmağa değer bir özellik taşıdıklarını, bilhassa bunlarda zamanımıza kadar gelemeyen kaynaklardan elde edinilmiş bilgilere de rastlandığını işaret etmektedir.

Yazara göre, 17 nci yüzyıl Türk tarihçileri arasında Osmanlı devletinin kuruluşundan başlayarak zamanlarına kadar olan devrin tarihini yazmış bulunan sayılı kimseleri teşkil eden Solakzâde Hemdemi (ölm. 1658), Kara Çelebi zâde Abdulaziz (ölm. 1658) ve Müneccimbaşı Ahmet (ölm. 1702) den başka, yalnız Hammer tarafından kaynakları arasında kendisinden bahsedilmiş bulunan, Bosnalı Koca Hüseyin Efendi’nin yazmış olduğu “Bedayi’ül Vekayi”i de, bu kategoriden sayılması gereken bir eserdir. Müellifin aynı zamanda IV. Murad’ın Bağdat seferi sırasında Padişahın emriyle Ahmet Yusuf Sinaneddin Karamanı (Olm. 1610) nin 1599 da yazdığı “Ahbar-üd Düvel” adh İslâm tarihini de arapça aslından Türkçeye çevirmiş bulunduğu, ölümünden önce de iki ciltlik bir umumî tarih yazmakla meşgul olduğu bilinmektedir.

Dr. Tveritinova, bu önsözde Viyana’da bulunan Bedayi’ül Vekayi’in, kendisince, sözü geçen eserin birinci cildi olduğunu, son zamanlara kadar nerede olduğu bilinemeyen hattâ Hüseyin Efendinin yaşının ilerlemesi dolayısiylc yazamamış bile olduğu tahmin edilen ikinci cildinin Leningrad’da 1950’de ortaya çıkışı ve Rusya’ya gidiş şekli ile menşe’i hakkındaki tahminlerini de kaydetmektedir.

Bir mükaddime, uç bab ve dört faslı ile bir fihrist ve bir tenbihi ihtiva eden ve Viyana’da bulunan “Bedayi’ül Vekayi’in birinci cildi, tarafımızdan sözü geçen eserin Türk Tarih Kurumu Kitaplığı arşivinde bulunan mikro-filmi üzerinde yapılan incelemeden anlaşıldığına göre, “Hayatın, levh-ü kalemin, göklerin ve yerin, meleklerin ve cinlerin, Âdem ve Havva’nın yaradılış hikâyelerinden sonra Hazreti Muhammed’in ecdadı hakkında bilgi vermekte, doğumundan hicretine, hicretten ölümüne kadar geçen olayları anlatmaktadır. Birinci faslı Hülefa-i Raşidîn ve Oniki İmamla, Emevî, Abbasî ve Fatımî Halifelerini, ikinci fash Abbasî Halifeleri zamanında Horasan ve Maveraünnehir’de, Fars, Azerbaycan ve sair bilâdda istiklâl üzere saltanat edenlerin icmalen menakiblerini, üçüncü fash, Abbasî halifelerinden sonra Mısır, Şam ve sair diyar-ı Islâmda olan padişahların menakibini, dördüncü fash ise, Cengiz oğullariyle Kızılbaşlar dediği İranlılar hakkındaki malûmatı kronolojik bir sıra dahilinde teşkil etmekte ve kitabın son kısımlarında da eshab-ı tabakata, hükümdar silsilenameleri, şehir tasvirleri, Aristo ve Eflatun gibi filosoflar hakkında bilgilerle Samanoğulları, Gazneliler, Afrika müslüman devletlerine ait bahisler yer almaktadır. 609 varaktan ibaret bulunan bu eser “İnşallahü Tealâ Afrika dahi Memalik-i Mahrusa-i Osmaniye'ye müdahhaldir, Cezayir-i garp dahi” diyerek sona ermekledir (1, 2 ve 3 numaralı ek fotoğraflara bakınız).

Tıpkı basımı yazımıza konu olan Bedayi'ül Vekayi nüshası gibi, Sultan İbrahim’in saltanat zamanında yazıldığı bilinen Viyana nüshasında Padişaha duadan sonra müellifin “sebeb-i tahrir-i kitab oldur ki” (V. 2 a) diye başlayan (1 numaralı fotoğraf).

“Bu hakir-i pür taksir, Hüseyin ül fakir mukaddema Divan-ı âlişanda Reis-i küttab-ı Utarid-ı-nazîr ve enîs-i vüzera-i Müşteri tedbir olup badehu pir olmakla kûşe-i uzlette caygir olmuşidim. Bir ruz-ı piruzda hâtıra bu hatıra hutur eyledi ki, bu güzergâh-ı fenadan ubur ettikte, bazı asarımız sudur eyliye ki, ila merr-iş-sühur ved-dühur namımız mezkûr olmağa bais ola. Ol ecilden manzurumuz olan kütüb-i tevarih ve siyerden pür iber olan bazı bedayi-i vekayi ve nevadir-i bedayi’ ve menakib-i acayib ve garayibi silk-i tahrire çeküp bir mecmua tastır oluna, tâ ki kıssalarından hisseler alınıp ve eshab-ı düvel amellerin â’mal-i mütekaddimine tatbik eyliyeler. Zira her madde ki mukaddema vâki olmuştur. Mürurı zamanla geru vâki olağandır, İnsanın ömrü ise kal îl olup her nedenlu m üs in olsalar yine tecrübe ile her maddeyi malum edinemezler. Pes dîn-ü devlet hizmetinde olan eshab-ı manâsıba münasiptir ki nüsuh-i tevarihe müracaat edip eyyam-ı devlet ve hengâm-ı hizmetlerinde hadis olan havadis-i güzeşte sâllerde emsali olan ahvale misal edip, herhalde âmal-i melihayı mürtekip ve ef’ali kabîhayı müetenib olalar.”

Sözleri gözden geçirilecek ve fihristi (v. 2 b) ile onu takip eden tenbih başlıklı satırlar okunacak olursa (6 numaralı fotoğraf) aynı adı taşımak ve aynı kimse tarafından yazılmış bulunmakla beraber Viyana nüshasiyle Leningrad nüshasının ayrı ayrı zamanlarda yazılmış oldukları ve birinci cilt yazılırken ikincinin düşünülmediği ve müşterek bir plâna bağlı bulunmadıkları açıkça görülür. Viyana nüshasının konusunu İslâm tarihi teşkil ettiğine göre, yazılışında Hüseyin Efendi’nin, Ahbar-üd Düvel'den faydalanmış olduğunu gösteren herhangi bir işarete de rastlanamamaktadır. Sadece “Ahmet Gaffarî’nin (ölm. 1552) Nigâristanı[19] tertibi ihtiyar olunup ve anun hikâyeleri dahi tercüme olunmuştur.” (V 3 a) şeklindeki kayıttan, müellifin daha çok adı geçen bu eserden mülhem bulunduğu ve istifade ettiği anlaşılmaktadır (2 numaralı ek fotografa bakınız). Bu itibarla Viyana nüshasını, IV. Murad’ın Türkçeye çevrilmesini emrettiği kitabın, Hüseyin, Efendi tarafından yapılmış bir tercümesi ele geçinceye kadar, sonradan başka isim altında ve başka bir plân dahilinde yine o zatın kalemiyle vücuda getirilmiş İslâm devletleri tarihine ait bîr eser olarak kabul etmek gerçeğe daha uygun düşer sanırım[20].

Ahmet Resmi Efendi’nin Sefinet-ür Rüesa'da Ahbar-üd Düvel hakkında vermiş olduğu haber de, sadece tercümeye başlanmış olduğunu işaretten ibaret sayılmak gerekir. Ahmet Resmi Efendi gerçi Bedayi’ül Vekayi’in iki cilt olduğundan bahsetmekte ise de, eserin mukaddemesinden naklettiği satırlar, yalnız bu defa yayımlanan Leningrad nüshasında aynen görüldüğünden (4 numaralı ek fotoğrafa bakınız), onun sadece bu cildi okumuş olduğunu ve o tarihlerde bu cildin bazı nüshalarının henüz İstanbul'da da bulunduğunu göstermesinden daha fazla bir değer taşımamaktadır.

1862 yılında A. Dorn tarafından Asya müzesine hediye edildiği bilinen bu nüshanın, Leningrad’a intikal yeri ve şekli hakkında yapılan tahminin de, o kadar önemli olmamakla beraber, bir noktasını tartışmak gerekmektedir. Nüshanın üzerinde adları ve hüviyetleri tasrih edilmek suretiyle kayıtlı bulunan eski sahiplerinin Edirne’yle ilgili bulunduklarına bakarak, kitabın oradan alınmış olduğu sanılmış ise de, son sahibi olduğu anlaşılan Valde Kethüdası Zade Mehmet Sadık Efendi[21] H. 1210 dan, İstanbul’da ölümü tarihi H 1232 (18 Ekim 1817)’ye kadar, devlet merkezinde yüksek kazaî görevlerde bulunmuş ve Reisülülema pâyesini almış bir zat olduğuna göre, bir müddet hususi kütüphanesinde yer almış bulunan bu kitabın, ancak onun terekesinden alınabileceği ve bu tarihten sonra İstanbul’dan dışarı götürülebileceği ihtimali akla daha yatkın görünmektedir. Bununla beraber sözü geçen eserden Bağdat’lı İsmail Paşa’nın da kitabında bahsetmiş olması, bazı nüshaların XIX. yüzyıl sonralarına kadar İstanbul’da var olduğunun da başka bir delili sayılmak gerekir.[7]

Dr. Tveritinova güzel bir nesih ile yazılmış bulunan eserin, bizzat müellif tarafından kaleme alınmış veya kontrolundan geçmiş bir nüsha olduğu kanaatindedir. Her iki yazmada da yazanın adı ve yazılış tarihi bulunmadığı cihetle bunu teyit veya red edecek bir delil elimizde olmamakla beraber, sözü geçen Viyana nüshasının da hemen hemen aynı kalemden çıkmış olduğuna hükmettirecek yazı benzerliği bu bakımdan dikkati çekmektedir ve genel olarak yazı pek güzel olmamakla beraber temiz ve okunaklı bir niteliktedir (Ekli fotoğrafları karşılaştırınız).

Eserin başında, metinden başka bir yazı ile yazılmış 16 sahifelik tafsilâtlı bir fihrist vardır ki, giriş yazısını takip etmek üzere açıklayıcı notlar konulmuş ve tarihler milâdiye çevrilmek ve 1) Başlangıçlar, 2) 1324-1359), 3) 1359-1389, 4) 1389-1402, 5) 1402-1413, 6) 1413-1421, 7) 1421-1451, 8) 1451-1481, 9) 1481-1512, 10) 1512-1520 olaylarına ait kısımlar on bölüme ayrılmak üzere bir tasnife tâbi tutulmak suretiyle Y. A. Petrosyan tarafından Rusça’ya tercüme edilerek kitaba konulmuştur.

Müellif, mutad şekilde hamdü sena ve zamanın Hükümdarı Sultan İbrahim’le şehzadesine dua ile başladığı bu kitabının, yazılış sebebini de şu satırlarla açıklamaktadır : (4 ve 5 numaralı ek fotoğraflara bakınız).

“Bais-i tahrir-i kitab oldur ki,

Bu abd-i hakir-i pür taksir yani Hüseyın-ül fakir altmış seneden beru Divan-ı Adalet Unvan-ı Al-i Osman’da hidmette bulunup, sinnen seb’în ve semanın mabeyninde, riyaset-i küttab-ı Utarid cenab hidmetinden munfasıl olduğumuz eyyam-ı taattulâtta, tazyi-i evkat etmeyip sahife-i ruz-i garda asarımız kalsun deyu, Bedayi’ül Vekayi ismi ile müsemma ilm-i tevarihte bir mecmua telif edip, Hazreti Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi vesellem hazretlerinin ve ecdadının ve Hülefa-i Raşidinin ve Eimme-i İsna Aşer ve Hülefa-i Emeviyye ve Abbâsiyenin ve sair zaman-ı İslâmda olan padişahların asırlarında vaki olan nevadır ve bedayii ceste ceste tebyin ve her devletin tulü ve grubunun tarihini ve her padişahın müddet-i saltanatların tâyin etmiştik. Lâkin beyaza çıkarmayıp müsvedde idi. Hicret-i nebeviye-i alîye-i efdal’üt tahiyyenin bin elli dört zilhicce gurresinde tedvin etmeğe niyet etdüğümüzde bir gece âlem-i misâlde gördüm ki, karşumda iki azîm bab meftuh olup bir derya-i bîâpayan zâhir oldu. Yine âlem-i menamda bu veçhile ilhâm oldu ki, ol iki bab-ı küşa- denin birisi beyan olunan müsevvedat olup birisi dahi selâtin-i cihad âyin-i Âl-i Osman enaruilahü tealâ burhanüssalifin ve azze nasrülbakiyyin el-mütehallifin zaman-ı nusret karînlerinde vaki olan fütuhat-ı azîme ve esna-i saltanatlarında vukubulan nevadır ve bedayi tahriri ola ve lihâza Tevarih-i Âl-i Osmanı dahi kaide-i mezbure üzere tahrir ve telife şuru olundu ve İran ve Irak-ı Arab ve Mısır ve Şam ve Diyarbekir ve Karaman ve sair mülûk-i müteferrikadan her padişahın asrında olan selâtini dahi icmalen zikreyledik. Zira mülûk-i mezburenin saltanatları tedriçle Padişahan-ı Âl-i Osmana nasip olacaktır. Bu babta Heşt Bihişt musannifi Mevlâna İdris-i Bitlisi’ye iktida eyledik ve müverrihin-i salife yazdıkları kitaplarda zaman itibar edip el akdem fel akdem derler imiş. Lâkin selâtin-i Âl-i Osman guzzat-ı fisebilullah olmağla Tabiîn ve Hülefa-i Abbasiye’den sonra yazılıp sair Mülûk ve Selâtine takdim ve tafdîl olundu ve tafsil-i tafazzulları dahi beyan olundu.”

Bu satırlar, Viyana nüshasının daha önce yazılıp hazırlanmış olduğunu ve 29 Ocak 1645 ’de tebyize başlanacağı bir sırada[22], müellifin rüyasında aldığı bir ilhamın ikinci bir cildde de Osmanlı tarihini yazmak arzusunu kendisine duyurduğunu ve böylece yeniden işe girişmiş ve evvelki ile isminden başka bağıntısı olmayan ve bilhassa Türk tarihinin bütünlüğü yönünden Selçuklular devrini atlamak ve daha başka boşluklar da bırakmak suretiyle aynı isim altında yeni bir kitap daha vücuda getirmiş olduğu düşüncesini desteklemektedir. Bilhassa “Tenbih” başlığı altında (V. 3 a) ileride memleketin kaderiyle ilgili hizmetlerde bulunacakların geçmiş olaylardan alacakları derslerin önemine şu satırlarla işaret ettiği de görülmekte ve bu ikinci kitabın daha özel bir amaç güdülerek yazıldığı anlaşılmaktadır. (5 ve 6 numaralı ek fotoğraflara bakınız).

“Eshab-ı ukul ve iz’ana puşîde ve nihan değildir ki, egerçi şahan-ı bahtiyar ve husrevan-ı hoşmened-i devletyarın tab-ı âkilâne ve mizac-ı âdilâneleri mümkündür ki, zamanlarında olan müşkilât-ı vakiat ve mühimmatı serengüşt-i tedabir-i şaibeleri ile halledip aharın arâ ve efkârına muhtaç olmayalar. Lâkin Sultan-ı azimüşşan olanlar riayet-i esbab-ı azm ü hazm ve vikayet-i esas-i …. bezm ve esas-i …… rezmde ve âyin-i mülkdarî ve ferman-revayî ve kavanin-i raiyet-perverî ve kişver-küşayî de rüsum-ı âsar-ı eslâfı kendulere üstad ittihaz edegelmişlerdir ve müverrihin-i sâlife vekayi-i sabıkayı silk-i tahrire çektiklerine bais oldur ki, bazı havadis yirmi otuz belki bir kaç yüz yılda bir iki kere hadis olur. Ruz-i garda ise anların emsali vekayi vaki olmaktan hali olmaz. İnsanın ömrü kaili olup yüz yaşında dahi olursa eyyam-ı hayavatında her hususu tecrübe edemezler. Ol ecilden anın gibi zuhur eden nevadir-i umuru mütekaddimînin reyleriyle tatbik etmek gerektir ki, ta ki badet tahkik arâ-i sâibelerine iktida ve su-i tedbirlerinden iba eyleyip her hususta isabet eyliyeler.”

Naşir önsözünde böylece eserin yazılış maksadiyle özelliklerini belirttikten sonra, Bedayi-ül Vekayi’in kaynakları hakkında da şu açıklamayı yapmaktadır :

Türkçe olarak Aşık Paşa zade, Neşri, Koca Nişancı Celâl zade Mustafa, Kemal Paşazade ve Sadettin’den, Arapça ve Farsça yazılanlardan da İdris-i Bitlisi (Olm. 1520), Şerafettin Ali (ölm.1454), İbni Arabşah (1388 - 1437), Suriyeli Hasan Burini (1556 - 1615)’nin eserlerinden faydalanılmışım Aynı zamanda Hüseyin, Sadettin’in olsun, diğer yazarların olsun eserlerinde verdikleri bilgileri onların gösterdikleri kaynaklardaki bilgilerle de karşılaştırarak doğruluklarını kontrol etmiştir, örneğini İstanbul’un fethini takip eden olayları naklederken Sadettin’in yazdığı bütün kaynakları Hüseyin’in de aynen verdiği ve bu kaynaklardan hangisine önem verilmek gerektiğini de belirttiği görülmektedir (V. 204 b). Kaynaklarının yer yer tenkidini de yapmaktadır. Süleyman Çelebi’nin öldürülmesi hakkında Neşrî’nin rivayeti buna güzel bir örnektir (V. 141b.).

Eserin özelliklerinden biri de, yukarıda da bir vesile ile işaret olunduğu gibi, Hüseyin’in üslûbundaki sadeliktir. Bahislerin öteki Türk tarihçilerine nazaran açık bir Türkçe ile yazılmış olması, devlet erkânına dair bilgiler de uzun tasvirlere ve medihlere kaçılmadan nakledilmiş bulunması ve meseleleri daha açıklayıcı şekilde izah etmesi, bu görüşü destekleyen şu bir kaç örnekle önsözde belirtilmiştir.

Sadettin, Tac-üt Tevarih, C. I, s. 40-41 :

“Ve teksir-i asker emrinde ol vezir-i hüceste eser, şah-ı feridun fer mahzarında Bilecik kadısı olan Mevlâna Halil ile meşveret buyurup efkâr-ı isabet medarları bu vech üzere karar buldu ki evlâd-ı etrakten civanan-ı çalâk intihap olunup zamime- sipah-ı zafer penah kılına. Bu mühhimm-i çelil Mevlâna Halil reyine tahvil olunup mevlânay-ı mezbur dahi ol hidmette istikamet üzere kıyam ve kemal-i sây ve ihtimam edip dilâver civanlar ve ruz-ı musafta şir-i jiyanlar cemedip her birine günde bir akçe-i osmani ki rubu dirhem-i şer’idir vazife tâyin olunduki eyyam-ı sefer encam bulup muavedet buyuruldukta günlükleri kat’olunup her biri vatanında ziraata meşgul olup rüsum-ı divaniyeden halâs ola. Bunlara onbaşı ve yüzbaşı ve binbaşı tâyin olunup yaya namı ile iştihar buldular. Lâkin bu taife-i piyade vardıkça ziyade olup sefer ve hazerde fesada irtikâblarından olundu ki minbaid evlâd-ı küffardan hidmete yarar merdan-ı kârzar ihtiyar olunup.... ”

Aynı konuyu Hüseyin Efendi ise şöyle anlatmaktadır. (V. 440-453) :

“Çünkü ehl-i İslâm ile âbede-i esnam mabeyinlerinde adavet-i dinî ve dünyevî vaki oldu. Cihet-i tevsi-i bilâd ve maslahat-ı gaza ve cihad için izdiyad-ı ecnad elbette lâzım gelmiştir. Türklerin nevreside oğullarından günde birer akçe ulûfe ile bir midkar piyade asker tahrir edip namını yaya koyalım ve her yüz adama bir süvari salar edip ve her bin adama bir bey nasbeyleyelim. Sefere vardıklarınca ulufeleri verilsin. Sefer olmadığı zamanda ulûfeleri hâzineye kalıp ancak muayyen olan yerlerin ekip biçip uşur ve resimden ve tekâliften muaf ve müsellem olsunlar, dedi. Orhan Han birader-i sa’d ahterinin bu reyin dahi istihsan edip piyadesine yaya ve yüzbaşı olan süvara müsellim ve binbaşına yaya beyi deyu nam koyup ve bu taifeyi kazasker olan Mevlâna Kara Halil tahrir eyleyip bu minval üzere asker-i Orhaniye mülhak oldular. Giderek cemaati mezbure seferlerde şenaat üzere olmağın yeniçeri zuhurundan sonra ulufe verilmeyip heman vechi meşruh üzere ziraat ile geçinip uşr ve resimden muaf idiler, geru seferlerde hizmet ederlerdi. Merhum Sultan Murad bin Selim Han tâbe serahüma zamanında askere ihtiyaç olmamağla yaya ve müsellim taifesi mensuh olup ellerinde olan arazi mirîden füruht olunup sonradan kenduleri dahi reaya kayd olundular ve çiftlikleri timar olup halâ men suhat dedikleri zeamet ve tımarlar anların asândır.”

Tac-üt Tevarih'ten (C. 2, r. 163-163 ) :

Huruc-ı Şah Kulu ve Fitenhay-ı bi hadd-ı o

“Bundan esbak rakamzede-i kilk-i bedayi nigâr ohnuşdı ki, Sultan Korkud hazretleri Mısır’a varup geru rücu ettikte, eyaletgâhı olan Teke vilâhyeti geru makarr-ı hükümet kılınıp aff-ı padişahiye mazhar olmuştu. Egerçi ol vilâyet ehli saye-i adaletinde bir nice gün âsude hal oldular amma, ol diyar etrakinin vücudı- napâki levs-ı tabiî ile mülevves olup fıtratlarında redaet ve hilkatlerinde denaet araz-i zatî mesabesinde idi. Ol nakısların derun-ı nifak-makrunlarında envai mefasid müdeggam ve her biri âdem şeklinde hayvan-ı lâyüfhem idi. Şehzadenin hâtır-ı naziki ol bed-likalardan teneffür etmeğin kadîmden eyaletgâhı olan Saruhan vilâyetini arzu edüp, kapusu halkından bir kaç dilâveri hazanesini muhafaza ve nakl için alıkoyup bir gece alelgafele Saruhan canibine teveccüh etti. Ol nevahi eşirrası hususâ Kızılkaya nam mahallin eşkıyası şehzadenin hilâf-ı mutad üzere hareket ve şitabın göricek kamer-âsâ şebgirdlik ittüğünden hurşid-i felek saltanatın zevaline istidlâl edüp aheng-i huruç ve zirve-i fesada uruc ettiler ve sene sitte aşere ve tis’a mie muharreminin aşurasında âyin-i revafız üzere akd-i cemiyet edip Şah Kulu demek ile mülâkkab bir murdarı serdar ettiler.

Bedayi-ül Vekayiden (V. 386a) :

Derbeyan-ı Huruc-ı Şah Kulu

Şahzade Sultan Ahmed’in Tatar Hanı Mengiligiray Han’a irsal ettiği namesine amel olunmayıp, Şahzade-i âlicah Selim Şah’ın Akkirman’a geçdüği mesmuu oldukta, masru olup yanında olan adamlarını cem edip Amasya’dan huruç edüp Karaman diyarına azimet eyledi. Şehzade Korkud dahi Mısır’dan geldikte Teke vilâyetinde ideyorken atası dergâhının âyam Ahmet Hanı taht-ı cihânbaniye iclâsta ittifakların bilüp nisab-ı saltanattan nasibi hırman olduğun iz’an edinüp, kapusu halkı ile Teke’den kalkup bilâ izn-i peder Manisa şehrine güzer eyledi. Meğer ki Teke vilâyetinde Şeytan Kulu namına bir bedbaht müfsid var imiş. Bir mağarada sakin olup bir kûhsarda mutavattın olup ve mübalâğa eşrarı kenduye yâr ve havadar edinüp ol hariciler ile huruca fırsat gözedür imiş. Zikrolunan şahzadelerin harekât ve inkılâbın ve sultan Bayezid Han'ın kemal-i mertebede ıztırabın işittikte görür ki memleket hâli. Haris yok, meydan-ı saltanatta kimesne görünmez, fâris yok. Tab’ı murdarında şehriyarlık sevdası galip görünür. Tevakkuf etmeyüp heman yanında ve etrafında olan eşirra ve etraki ve levendat-ı çalâki cem edüp ve kendüsini kızılbaş şahına mensup gösterüp namına Şah Kulu koyup huruç eyledi.”

Bedayi-ül Vekayi’e bir çok yönden üstünlükler sağlayan bu özelliklere ilâve olarak, Divan-ı Hümayunda mevcut bazı eski tarih belgelerini de aynen ve kaynak göstermek suretiyle teyid ve tevsik etmiş olmasıdır ki, bunun en önemli örneği hiç şüphesiz Fatih Kanunnâmesi’dir (Metin V. 2770-2830). Hicrî 1022 (M. 1613) senesinde Reisülküttab bulunduğu sırada Divan kanunnamesinden ihraç ettiğini belirttiği bu metin, sözü geçen ve ancak sonradan Viyana’daki kaynağı belli olmayan ve daha sonra istinsah edilmiş bulunan şekliyle zamanımıza intikal eden kanunnamenin[23] üzerindeki her türlü şüpheyi bertaraf edebilecek bir kesinlik ve aydınlık göstermesi bakımından da Bedayi-ul Vekayi'in değerini arttırmaktadır (8 numaralı ek fotografa bakınız).

Yıldırım zamanında rüşvet alan kadıların suistimallerini önlemek için mahkemelerde davalardan alınacak harçlar hakkında kaydetmiş olduğu tarife (V. 95a ve b)- nin de Maliye ve Adliye tarihimiz açısından önemli bir belge sayılacağı şüphesizdir.

Bedayi-ül Vekayi’i büyük bir dikkatle incelemiş ve onu zaman ve konu bakımından çağdaşı olan metinlerle karşılaştırmış bulunan Bn. Tveritinova önsözünü[24], eser hakkındaki hükmünü özetleyen şu satırlarla bitirmektedir :

“Onyedinci yüzyılda kaleme alınan Osmanlı vekayinamelerinden Hüseyin’in eseri, bu hususta en geniş ve tam bilgi vereni sayılabilir. Aynı zamanda bu eser onyedinci yüzyıl ortalarında Osmanlı devletindeki tarih ilmî seviyesini göstermesi bakımından da ilgi çekici bir vesikadır. Bu eserin yayımlanması Ortaçağ Osmanlı İmparatorluğu ve ona dahil milletlerin tarihini araştıran Orta Çağ tarihçileri için büyük bir ilgi uyandıran bu sahadaki olaylara dair gerçek malûmatı genişletmeğe yarayacaktır.”

Osmanlı tarihi kronikleri külliyatına böyle değerli ve önemli bir eseri, en son bilim metodlarına göre değerlendirmek suretiyle, kazandıran Bn. Tveritinova’yı her bakımdan tebrik ve takdire değer mesaisiyle, Osmanlı-Türk tarihine, benzer yayınlariyle hizmetleri geçmiş olan Gieze, Witteck, Taeschner, Babinger gibi değerli ilim adamları zincirinin yeni bir halkası olarak Türk tarihçilerine tanıtmağı bir vazife saydım. Osmanlı Vekayi’nâmeleri arasındaki yerini bu suretle alarak genel faydalanmaya konulmuş bulunan Bedayi-ül Vekayi’i de ilgilenenlere az çok tanıt-maya hizmeti olur ümmidiyle eser hakkındaki bu kısa eleştirmeyi yazmış bulunuyorum.

FAİK REŞİT UNAT








Dipnotlar

  1. s. 34-35, İstanbul H. 1269.
  2. C. IV, s. ııı. İkinci basım, İstanbul H. 1280.
  3. C, IV, s. 795, İstanbul H. 1307.
  4. Osmanlı Müellifleri c, III, s. 46.
  5. İstanbul H. 1314, Kütüphane-i İkdam neşriyatından.
  6. İstanbul H. 1291, s. 165-183.
  7. Hidayetül-ârifin, Esmaül-müellifin ve Asârül-musannifin, c. I, s. 322. İstanbul 1949.
  8. Geschichte des Osmanischen Reiches-J, v. Hammer c. IV, s. 601. / Hammer Tarihi Tercümesi-Mehmet Ata, İstanbul, 1333, c. VIII s. 266-267.
  9. Arabischen, Persichen und Türkischen Handschriften der Kaiserlich-Königlichen Hofbiliothek zu Wien-Prof. Dr. G. Flügel, Wien 1865, c. II. s. 94-96.
  10. Die Geschichtsschreiber der Osmanen und ihre Werke-Prof. F. Babinger, Leipzig 1927, s. 186-187.
  11. I. .. … … . … … … … … … / 1349, s. 66, numara 65. / II. Knjizevni Rad Bosansko - Hercegovaçkih Muslimano, Sarajevo 1933, s. 38-39 No. 4. / (Bu bilgiyi sayın Prof. Tayyib Okiç’e borçluyum).
  12. Türk Tarih Kurumu kütüphanesi yazmaları No. 1002, El-Asûr-ül Aliyye fi Hazain-ül kütüb-ül Osmaniyye (Min Esma-i kütüb-üs Siyer-iç Şerife vet-Tevarih vema yeteallaku bihüma).
  13. İstanbul Kütüphaneleri Tarih-Coğrafya yazmaları katalogları: Türkçe Tarih Yazmaları I. fasikül; Umumi Tarihler, İstanbul 1943, 2. Fasikül; Türk Tarihine ait eserler, İstanbul 1944.
  14. Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanesi Türkçe yazmalar kataloğu - Fehmi Edhem Karatay, 1-2 cilt, İstanbul 1961.
  15. Akten des Vierundzwanzigsten Internationalen Orientalisten-Kongresses, Manche [Section VIII. Turkologie: Tveritinova, A. S. (Moskou) The Turkish manuscript of Qoğa Husein’s Chronicle Beda’iül Veqa’i (Volume I) from the Collection of the Institute of Oriental Studies (Leningrad Branch), USSR Academy of Sciences] 1959 Wiesbaden, s. 398-402.
  16. SSCB Bilimler Akademisi arşivi, 1 inci fond, 1a numaralı defter, No. 106, yıl 1862/204.
  17. Monuments of Oriental Literature, Publishing House for Oriental Literature, Moscow 1960, s. 13-14. Aynı broşürden (s. 6) Zeyneddin Vasıfi’nin XVI. yüzyıl Orta Asya Tarih ve Edebiyatını anlatan Farsça yazılmış aynı isimde bir eserinin daha Enstitüce basıma hazırlandığı anlaşılmaktadır. Bu kitap ta geçen sene yayımlanmış bulunmaktadır.
  18. Türk Tarih Kurumu Kitaplığı: B 4463/1 ve 2.
  19. Nigâristan’ın Altıparmak Mehmet Efendi (ölm. 1613) tarafından yapılmış Türkçe iki tercümesi Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanesinde (Revan, 1466 ve 1467) mevcuttur.
  20. Üzerinde eski sahibi tarafından satın alındığı yazılı bulunan 26 Kasım 1763 tarihinden sonra Viyana kütüphanesinin malı olmuş olduğu şüphesiz bulunan nüshanın, sözü geçen ilk ve son sahifelerinin tıpkı basımları bu yazımıza eklenmiştir.
  21. S. O. VI, 193.
  22. Buna bakılınca Naima’nın Koca Nişancı Hüseyin Efendi'nin ölüm yılı olarak gösterdiği 1644 tarihinin yanlış olduğu görülmekte, en az eserini 1520 olaylarına kadar beyaza çekebilecek bir süre daha, bu tarihten sonra da yaşamış olduğu anlaşılmaktadır.
  23. Kanunname-i Al-i Osman, (Tarih-i Osmanî Encümeni Mecsuası ilâvesi) İstanbul 1330.
  24. Bu önsözü Rusça aslından özetliyerek muhtevasından faydalanmamı sağlayan D. T. C. F. asistanlarından sayın İsmail Kaynak’a teşekkür ederim.

Figure and Tables