Bundan bir kaç yıl öncesine kadar klâsik Osmanlı mimarisi çağının Türk tekke mimarisi bilinmemekteydi. Bulgaristan’ın Kuzey-Doğusunda görülen Akyazılı Sultan’ın 1967’de Prof. Semavi Eyice[1] tarafından yapılan derin ve bol resimlendirilmiş çalışması iledir ki, uzun zamandır bilinen fakat hiç bir zaman anlaşılamıyan bu âbidenin önemi inandırıcı bir şekilde izah ediliyor ve klâsik Osmanlı mimarisindeki yerine konuyordu.
En önemlisi, onun yeniden ortaya çıkarılması ve evliyanın türbesinin yanındaki Âsitane, dervişlerin toplantılarını yaptıkları geniş bir salonun bulunduğu heybetli binanın fonksiyonunun açıklanmasıdır. Duvarlarının bağlantı parçalarının birleştiği yere kadar kalmış olan bu salon, Osmanlı mimarisinin nâdir tiplerinden birinin bilinen yegâne örneğidir.
Osmanlıların Balkanlar’daki mimarî mirasının büyük bir kısmı hiç bilinmiyor değilse bile pek az tanınmaktadır. Böylece, Bulgaristan, Yunanistan ve aynı zamanda Yugoslavya’nın Makedonya toprakları halâ mimarî sahada tanınmayan şaheserleri elinde tutmaktadır.
Sadece Bosna Müslümanları ve Macarlar geniş çapta değerli çalışmalar ortaya koymuşlardır ki bu sayede, bu sahalarda daha iyi bilgi edinebiliyoruz.
1969 yılında Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’daki eyaletlerine doğru 16.000 km.lik bir seyahat yaparken[2], bana bilimce tanınmıyan bir kaç âbideyi ziyaret ve tanıtma imkânı sağlandı. Bunlardan biri de klâsik Osmanlı Mimarisi çağına ait heptagonal Asitane’nin ikinci bir örneğidir.
Bundan dolayı aşağıdakiler Prof. Eyice’nin çalışmalarına kısa bir ilâve olarak kabul edilebilir. Bu, Bulgaristan’ın Güney-Doğu’sundaki Kalugerevo köyünün yukarısında, Nova Zagora’dan hemen hemen 15 km. uzaklıktaki Kıdemli Baba Sultan Tekkesi’nin harabeleriyle ilgilidir.
Tekkenin bulunduğu çevre, Kuzey Trakya, devamlı bir sınır boyu olarak, çok hareketli tarihi olan bir sahadır. 7. yüzyılda Bulgaristan’ın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmasından sonra Trakya’nın dalgalı ovaları, Eski Bulgar İmparatorluğu ile Bizans arasında hiç bir zaman bitmeyen bir mücadeleye sahne olmuştur. Khan Krum tarafından tutulan bu mıntıkanın kayıtlan bir sınır kalesinde muhafaza edilerek kalmıştır[3]. 13. ve 14. yüzyıllarda, İkinci Bulgar İmparatorluğu zamanında, Bulgaristan’ın şimdiki Güney- Batı köşesi olan bu mıntıka, ıssız ve boşaltılmış, hiç bir insanın bulunmadığı bir toprak parçasıydı. Plovdiv (Filibe), Jambol ve Edirne arasındaki 150 km.lik şerit, çok zor yaşanabilecek bir yerdi. Sınırdaki müstahkem kaleler, Diampolis, Stenimachos ve Philipopol tekrar tekrar el değiştirdi. Andronikos II ve III’ün ve Kantakusinos Philipopol ile Paleologoslar’ın taht için mücadeleleri altında Bizans’ı harap eden 14. yüzyılın iç savaşı, bu ıssız memleket konusunda büyük ölçüde sorumluydu[4].
Ancak Osmanlılar’ın kesin fethinden sonradır ki, rahat yüzü görmeyen memleket sükûna kavuştu[5]. Bu fethin 1361 seneleri civarında olduğu ve Edirne ile Plovdiv’in fethi ile yakın bir ilişki kurulabileceği söylenebilir. 1371 de Çirmen savaşından sonra, Trakya’daki Türk idaresi devamlı olarak kuruluyordu. Yeniden sürülmesi gereken boş memleketin iskânı için derhal büyük ölçüde yatırımlara girişildi. Bunun doğruluğunu sadece Osmanlı ve Bizans tarihçilerinin müteaddit tanıklıkları arasında değil aynı zamanda yayımlanmış, dikkate değer malzemeler olan Osmanlı arşivleri arasında da bulabiliriz[6]. Aynı zamanda, bu yöredeki hemen hemen bütün köy, tepe, otlak ve su kanallarının isimlerinin Türkçe olması pek karakteristiktir ki bu da, onların orada daha evvel, mevcut isimlerinin devam ettiği yerleşmiş bir toplumu bulmadıklarına delâlet etmektedir[7].
Yeni köylerin kurulması ve toprağın işlenmesinde, din kardeşliğinin üyeleri tarafından önemli bir rol oynamıştır.
Bu tarikatların tutumunun, eski millî din ve Şamanizm’in bakiyesine de nüfuz ettiği gibi, eski putperest ve Hıristiyan tapınma merkezleriyle de bağlantılı olduğu yeter derecede bilinmektedir[8]. Kalugerevo’nun yukarısında Adatepe (eski Tekke mahalle)’nin ağaçlıklı tepeleri, tabiî tanrılardan birinin sığınağı için ideal bir yerdi. Münferit tepeler, çevredeki düzlüğün üzerinde, uzaktan görülebilir şekilde yükselmektedir. Sadece, Güney tarafta, şimdi Sveti Ilija tepeleri denen daha alçak bir tepeler serîsi devam eder. Kıdemli Baba Tekkesi ıssız bir mıntıkada, son zamanlara kadar çiftçi arabalariyle erişilebilen, ana yoldan uzaklaşmış bir sahada uzanmaktadır. Hiç şüphesiz, Tekke’nin böyle uzun zamandır tanınmadan kalmasının sebebi budur[9]. Sadece, yorulmak bilmeyen Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde biraz bilgi vermektedir.
Ona göre, Kıdemli Baba, Hoca Ahmet Yesevî’den Rumeli’ye gitmek için müsaade almıştı. Onu harmani ile giydiren Hacı Bektaştı. Issız tepeyi kendine ikametgâh olarak seçti[10] ve ölümü sırasında etrafında çok sayıda müridi toplanmıştı [11].
Çelebi Sultan Mehmet[12] onun ölümünü duyduğunda derhal oraya türbesini yaptırmak için ustalar gönderdi. Adı geçen Sultan, aynı zamanda ayrı ayrı tekke, kiler ve mescidin inşası için teşebbüse geçti ve ilâve olarak yedi köylük büyük bir sahayı vakıf olarak ayırdı.
Eğer Evliya’nın beyanı doğru ise, böylccc bu Sultan’ın Edirne Bedesteni ve Dimetoka (Didymotichon)’nın Büyük Camiinden sonra elde kalan üçüncü vakfına ve Türklerin Balkanlar’daki en eski âbidelerinden birine daha sahip olmuş oluyoruz[13]. Mimarinin karakteristikleri bunu tevsik eder mahiyette gözükmektedir.
Tepenin zirvesindeki çorak düzlükte, her yönde geniş bir manzara ile Türbe, Tekke’nin iyi durumda kalan yegâne kısmıdır. Âsitane’nin duvarları Güney tarafta 5 m. yüksekliğe kadar kalmış bulunmaktadır. Bu binanın diğer taraflarındaki tesisler halâ ayakta duruyor. Kalan binaların da, sadece hayal meyal izleri halâ görülebilir. Tepenin zirvesinden daha aşağı seviyedeki duvar kalıntıları, daha önce bütün yapının bir duvarla çevrili olduğu intibaını bırakmaktadır. Duvarların tam istikameti ve diğer binaların şekli ancak kazılar yoluyla tespit edilebilir.
Türbe, diğer bir çok Osmanlı çalışmalarında gördüğümüz üslûpta (Firuz Bey Camii, Milâs 1394; Milet’te İlyas Bey Camii, 1404; Yeşil Cami, Bursa 1415, vs.), hatasız kesilmiş ve parlatılmış beyaz mermer blokların birbiri üzerine konduğu fevkalâde parlak bir çalışmadır. Şekil bakımından heptagonaldir, bu Bektaşî numerikal sembolizminin karakteristiği oluyor. Üstü kubbe ile örtülü ve daha alçak, kare şeklinde, gene aynı şekilde üstü kubbe ile örtülü bir giriş salonu var. Ağır ve son derece gösterişsiz bir tenasübe, sert ve asil bir görünüşe sahip. Daha zengin tezyinatı olan yegâne kısım, dalgalı pembe ve beyaz mermeri ve kusursuz işçiliğiyle kemerli kapı lentosu ile mcdhaldir. Bütün dış örtü o kadar şaşırtıcı bir ustalıkla icra edilmiştir ki bu ancak başkentin binalarında bulunabilir. Yerli mimarlar veya işçiler hiç bir zaman böyle bir eser ortaya koyamamışlardır. Orta çağların Bulgar mimarisi kullanılan kaba malzeme ve hatalı inşaat şeklinin sayısız inhiraflariyle kesin olarak ayı rd edilir[14]. Yukarda görmüş olduğumuz gibi, bu yöre Türkler’in ortaya çıkmasından önce iskân edilmemişti, dolayısiyle yerli ustalar söz konusu olamaz. Hiç şüphesizdir ki bunlar, Konya’nın Hacı Alâuddin’i, Edirne’nin Eski Camii’nin mimarı veya Tokat’ın Hacı İvaz Paşa’sı, 1420-21 senelerinin, Bursa’nın Yeşil Camii’nin ve Dimetoka’nın Büyük Camii’nin ustaları gibi, Bursa’daki veya Orta Anadolu’daki Osmanlı mimarisinin eski merkezlerinden birinden gelmişlerdir. Haklı olarak bunlardan birine azametli Kıdemli Baba Tckkesi’nin mimarı gözüyle bakılabilir. Bir husus, insana kuvvetli olarak Bursa, Milet, Milâs vs. gibi yapıtları hatırlatır ki o da kubbenin kasnaklarının işlenişidir. Türbe’nin mermer kaplaması 5.30 m. yükseklikte bir pervaz ile bitmektedir. Kasnak (1.70 m. yükseklikte), bir derece içeri kaçmakta ve aynı zamanda bir pervazla sona ermekte olup, üzerinde kubbenin çinili tavanı sadece hafifçe çıkıntı yapmaktadır. Kasnak büyük paleozoik mermerden olmayıp, beyaz sıvanmış yeşilimtrak taş parçaları ve tuğladandır. Aynı tür işçiliği, çiniciliği müstesna olarak, yukarda bahsedilen yapılardan Milâs ve Milet ve aynı zamanda Bursa’nın Yeşil Camii’nde de bulmaktayız.
Yüksek kasnak, duvar işçiliğinin tarzı gibi Eski Osmanlı mimarisinin karakteristiğidir. Bir türbenin alt ve üst kısımları arasında kesin bir fark gösteren son bir türbe örneği 1445 tarihli, Yugoslavya’da, Skopje’deki İshak Paşa’nınkidir. Burada, üst kısım kötü kaliteli bir taştan ve sıvanmış olmayıp geometrik çini ile kaplanmıştır, ötesine gelince fikir aynıdır.
15. yüzyılın ortalarından sonra yüksek kasnak kaybolmakta ve kasnak ile esas yapı arasındaki pervaz bütüne daha canlı bir karakter sağlamak için münhasıran kullanılmakta ve dağınık yapısal terkibe daha fazla yer verilmektedir.
Burada büyük bir ihtimalle, 1413-1420 senelerinden kalma Eski Osmanlı mimarisinin harikulâde bir Türbesi ile karşılaşmaktayız. Diğer iki büyük Bektaşi Tekkesi’nin Türbesi, Haskova civarındaki Akyazılı Baba ve Osman Baba, 15. yüzyıl sonlarından farklı bir tarih ve yapılış tarzındadır[14a].
Yukarda bahsedilen tarihin tespiti için, arşiv dokümanlarına, hattâ daha iyisi, binanın kendisi üzerinde bir yazı bulunmadığı için Vakıfname’ye bakılması gerekir. Eski tarihe göre bu uygun gelmemektedir.
Pek yakın zamanlara kadar Türbe mükemmel bir durumdaydı[15], fakat 1969’un ilk yarısında fanatik hazine arayıcıları tarafından açılan oyuklar ve çukurlar neticesinde hatırı sayılır bîr hasara maruz kalmıştır[16]. Bu hazine arayıcıları kapıyı kırarak açmışlar, o arada mermer kapı sütunlarını parçalamışlardır. Parke taştan tabanı kesmişler ve lâhitte bir delik açtıkları sırada evliyanın nâşını da taciz etmişlerdir. Şurası zikredilmeye değer ki; kafatası brakisefal (kısa başlı) ve çok kalın bir çevresel kemiğe sahip. Uzun zamandır taşlaşmış, bir kafatası trepanation’unun izlerini açıkça göstermektedir. Bu, dervişlerin vecd durumuna geldiklerinin görüldüğü gizli âdetlerinin muhtemel bir işaretidir.
Ne yazık ki, Kıdemli Baba Tekkesi’nin Âsitane’si fazla şekli olmayan bir taş yığındır. Bu yüzden, bunun nasıl bir şekli olduğu veya fonksiyonunun ne olduğu konusunda Detev’e bir fikir vermemiştir[17]. Bir tarafta 3 hücre (niche) ve diğer tarafların ortalarında da birer hücre ile heptagonal kaide halâ açıkça tayin edilebilir. Geniş bir “ocak”ın izlerine raslanmamıştır. Yapı tepenin zirvesinden daha alçak bir kısımda, Türbeden hemen hemen 35 m. uzaklıkta bulunmaktadır. Bina epey dik bir yamaçta olduğundan, önce bir terasın yapılması gerekmiş ve bu tarafta duvar halâ 5 m. yüksekliktedir. Biraz daha ilerde yıkık bina, halen toprak seviyesinden hemen hemen 2 m. yukardadır. Duvarlar, Türbeninkinden çok daha basit bir malzemeden yapılmıştır, yani “cloisonnée”.
Ne duvarların orijinal yüksekliği, ne de moloz ve yabani otlarla kaplı taban yüzeyi bundan böyle tekrar yerine konabilir. Biz burada klâsik Osmanlı mimarisi çağına ait büyük Derviş tarikatının dinî mimarî ile şekillenen tipinin, muhtemelen daha eski olan ikinci bir örneği ile karşılaştığımızı kesin olarak anlamaktayız. Bu sıfatla, Kıdemli Baha’nın yıkık duvarları önemlidir ve daha iyi bir bakıma lâyıktır.