Giriş
II. Meşrutiyet, Osmanlı siyasî ve askerî tarihi açısından olduğu gibi eğitim tarihi açısından da önemli bir dönemdir. II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ile neticelenen siyasî değişimi ardı kesilmeyen savaşlar izlemiş, bunların en önemlisi ve yıkıcı tesirleri olan ilk dünya harbinin sonu, aynı zamanda Devletin de sonu olmuştur. Oldukça kısa olmasına rağmen özellikle askerî ve siyasî açılardan son derece çalkantılı olan bu dönem, düşünce ve eğitim alanlarında da nitelikli ve iz bırakan akım ve şahsiyetlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle eğitim alanında ana mekteplerinin açılması, Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-ı Muvakkatı (Geçici İlköğretim Kanunu)’nın hazırlanması gibi yeni eğitim kurumları ile olduğu kadar, geleneksel eğitim kurumları olan medreselerin ıslahı konusunda da ciddi çalışmalar yapılmıştır[1] .
II. Meşrutiyet, siyasî ve askerî açılardan da oldukça hareketli bir dönemdir. 1912 yılında patlayan Balkan Harbi sonunda bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti sona ermiş, böylece XIX. asrın başlarından itibaren Balkanlardaki gayrimüslim azınlıkların ayrılık hareketleri nihaî sonucunu söz konusu arazinin tamamen kaybedilmesi ile oldukça dramatik biçimde vermiştir. Balkan coğrafyasında yaşayan Arnavutların ayrılık hareketine kapılmaları aynı sonucun diğer bazı müslüman tebaa üzerinde de görülebileceği konusunda idarecilerin dikkatini çekmiş ve politikalarını tekrar gözden geçirmeleri gerektiğini hatırlatmış olmalıdır.
Balkanlarda olduğu gibi Ortadoğu ve Arabistan coğrafyasında da XIX. asrın başlarından itibaren siyasî ve askerî hareketlenmelerin olduğu bilinmektedir. İlerleyen zaman içerisinde Batı ile temasın da tesiriyle Arap coğrafyasının siyasî geleceğinin nasıl şekillenmesi gerektiği konusunda fikirler ileri sürülmüştür. Bu hususta I. Dünya Savaşı’nın başladığı yıllara kadarki beklenti, İslam birliği içerisinde kalmak ve Osmanlı Devleti’ne siyasi açıdan bağlılığın korunması esas olmak üzere kültürel bazı hakların tanınması ve birtakım idarî düzenlemelerin yapılması ile sınırlıdır. Ancak bu tarihten sonra hedef tamamen farklı bir mecraya girerek siyasî bağımsızlık olarak belirlenmiştir[2] . Her iki politikanın gelişiminde de din unsurunun belirleyici olduğunu hatırlatmak isteriz.
İster Balkanlar ister Ortadoğu ve Arabistan olsun bütün bu bölgelerde ortaya çıkan siyasî ve askerî hareketlerin din ve özellikle eğitim ile ilişkili olduğu görülmektedir. İslam kimliği taşıyan Osmanlı Devleti içerisindeki gayrimüslim tebaayı hedef alan ayrılıkçı siyasî hareketlerin, özellikle Hıristiyan misyonerliği ve başta okullar olmak üzere hastane ve yetimhane gibi bu hareketin gerçekleştirildiği kurumlardaki faaliyetlerle paralel gittiği, araç olarak kullanıldığı bilinmektedir[3] . Ancak aynı din unsurunun, bu defa da İslam’ın, Osmanlı müslüman tebaası için hem ayrılık hem de birliğin devamı konusunda farklı biçimlerde ele alınarak bir siyaset aracı olarak kullanıldığı da gözden kaçmamaktadır. Söz konusu bu duruma tarihî süreçte benzer başka örneklerin verilebileceğini biliyoruz. Burada bu hususa temas etmekteki amacımız sadece, dinin eğitimle birlikte son dönem Osmanlı tarihi konusundaki belirleyici unsurlarından birisi olduğuna dikkat çekmekten ibarettir.
Batılıların Balkanlardaki ayrılık hareketleri ile birlikte eş zamanlı olarak özellikle Suriye ve Lübnan merkezli olmak üzere Ortadoğu bölgesindeki siyasî hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla din ve eğitim alanlarına yatırım yaptıkları görülmektedir. Bu bölgede misyonerlik amacıyla açılan okulların ve diğer kurumların sayısı Tanzimat yıllarından itibaren giderek artmış[4] , II. Abdülhamit döneminde ise devlet eliyle resmî ya da müslüman girişimcilerin çabalarıyla, özel eğitim kurumlarının sayısında belirgin bir artış sağlanmıştır. Buradaki temel amaç, müslüman tebaanın hem eğitim imkânlarına kavuşmasının sağlanması hem de yabancı ve azınlık mekteplerine gitmek zorunda kalmalarının önlenmesi olmuştur. Osmanlı tebaasının bu bölgelerde açılan yabancı ve azınlık mekteplerine yönelmesinin önüne geçilmesi hususunda çabaların olduğu, mekteplerin faaliyetlerinin izlendiği ve kontrol altına alınmaya çalışıldığı bilinmektedir. Ancak böyle bir yaklaşımla köklü bir neticenin alınamayacağı anlaşıldığından çözüm, resmî ve özel eğitim kurumlarının yaygınlaştırılması ve eğitim kalitesinin artırılmasının yanı sıra bu bölgede yaygın olarak kullanılan Arap dili ile eğitim veren kurumların açılmasında görülmüştür. Bu amaçla özellikle II. Abdülhamit döneminde hızlanan eğitim kurumlarının sayısı ve eğitim kalitesinin artırılması çalışmaları II. Meşrutiyet yıllarında da devam etmiştir.
Bu makalede ele alınan Medine’de açılması planlanan Medrese-i Külliye ile Kudüs’te açılan Selahaddin Eyyubi Külliye-i İslamiyesi, yukarıda sözünü ettiğimiz çalışmaların devamı ve parçası niteliğinde iki kurumdur. Ne var ki her iki kurum da uzun ömürlü olamamış, bu bölgenin Osmanlı hâkimiyetinden çıkması ile ortadan kalkmışlardır.
Çalışmada çeşitli kaynaklardan elde edilen bilgiler ışığında her iki kurumun faaliyetlerinin ortaya konulması hedeflenmektedir. Ancak bu konuya geçmeden evvel Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Suriye ve Filistin bölgesinde açılan mektepler hakkında genel bilginin verilmesi, asıl konumuz olan Medrese-i Külliye ve Selahaddin Eyyubî Külliye-i İslâmiyesi’nin planlanma ve kuruluş amaçlarının anlaşılabilmesi açısından yararlı olacaktır. Zira bu kurumların açılması ile genel olarak tanıtacağımız diğer kurumlar arasında amaç birliği bulunmaktadır. Dolayısıyla Medine ve Kudüs’te açılan bu kurumlar, daha önce açılanların bir devamı olarak, Osmanlı Devleti’nin bu bölgedeki genel eğitim politikasının parçalarıdır. Parçaların bütünden ayrı ele alınması sadece eksikliği değil, aynı zamanda yanlışlığı da beraberinde getirecektir. Bunun da ötesinde, makalede ele alınan ilki Medine diğeri ise Kudüs’te açılan iki kurumun açıldıkları yerler ve zaman itibarıyla stratejik önemi haiz oldukları açıkça görülmektedir. Bu kurumlar sadece eğitim kurumları değil siyasî ve dinî mesajlar da içeren, stratejik hedefler taşıyan iki müessesedir. Konuyu asıl önemli hale getiren husus da burasıdır. İleride açıklamaya çalışılacağı üzere söz konusu bu iki kurum II. Abdülhamit döneminde izlenen İslamcı politikanın İttihat ve Terakki Fırkası’nın iktidara geldiği II. Meşrutiyet döneminin 1913 yılı sonrasında hız kazanan Arapçılık akımının, bölünmeyle sonuçlanabilecek bir yola girmesine karşı bir önlem ya da onu kontrol altında tutmanın bir yolu yahut bu yolda olanların birtakım beklentilerine de cevap verilerek, Arap tebaanın yaşadığı arazinin elde tutulmasının bir çaresi olarak tekrar izlenmeye başladığının birer örneği olarak görünmektedir.
Çalışmalar esnasında Kudüs’te kurulan Selahaddin Eyyubi Külliye-i İslamiyesi hakkında çok az sayıda çalışmanın yapıldığı, en kapsamlı olanının da 1991 yılında Martin Strohmeier tarafından Almanca olarak hazırlandığı tespit edilmiştir[5] . Konunun yerli araştırmacıların pek ilgisini çekmediği, son yıllara kadar müstakil olarak ele alınmamasından anlaşılmaktadır. Tespitlerimize göre konuyla ilgili ilk müstakil yerli çalışma XVI. Türk Tarih Kongresinde Kenan Ziya Taş tarafından sunulan tebliğdir[6] . Medine’de açılan Külliye-i İslamiye hakkında yapılmış müstakil bir çalışmaya ise rastlanmamıştır[7] .
Söz konusu kurumların tanıtımına geçmeden evvel XIX. asırda bu bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti, Batılıların bu bölge ile ilgili projeleri kapsamında misyonerlik faaliyetleri ve eğitim yatırımları, siyasî gelişmeler ve nihayet Osmanlı Devleti’nin bu girişimler karşısındaki tepkisi hakkında genel bilgiler verilecektir.
Çalışmada tasvirî/betimsel yöntem izlenmiştir. Bununla birlikte sadece kurum ve olayların tanıtılması ile yetinilmemiş, sebep-sonuç ilişkisi kapsamında birbirleriyle bağlantılı olarak değerlendirilerek birtakım sonuçlara ulaşılmaya çalışılmıştır. Bu kapsamda özellikle ilk el kaynaklara ulaşmayı amaçlayan arşiv ve literatür taraması yapılmıştır. Osmanlı arşivinden elde edilen belgelerin yanında salname ve nizamnameler başvurulan temel bilgi kaynakları olmuştur. Bunların yanında dönemin eğitim anlayış ve uygulamalarını konu alan dînî, sosyal ve siyasî olayların açıklanmasına katkı sağlayan yerli ve yabancı birçok kaynaktan da yararlanılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin Son Dönemlerinde Ortadoğu’da Siyaset, Din ve Eğitim
Osmanlı Devleti idaresindeki Ortadoğu ve Arap nüfusun yoğun olduğu yerlerde özellikle XIX. yüzyılın ortalarından itibaren yaşanan olayları, bu üç kavramı aynı anda göz önüne almadan açıklamak mümkün değildir. Bu bölgede siyaseti belirleyen başlıca unsurlar arasında dinin olması yeni değildir. Asrın başlarında Arabistan’da Necid bölgesinde ortaya çıkan Vehhabî hareketi dînî-siyasî bir hareket, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanı ise sadece siyasî amaçları olan bir kalkışmadır. Siyasetin din ve eğitimle iç içe geçerek şekillenmesi, Kırım Harbi öncesinde kutsal yerler konusunda Batılı devletler ve Rusya arasındaki rekabetin, uluslararası probleme dönüşerek Osmanlı Devleti üzerinde baskı unsuru olarak kullanılmasından itibaren yeniden hızlanmıştır[8] . Osmanlı’nın karşısındaki devletler, belirledikleri siyasî ve ekonomik hedeflerini gerçekleştirmek için dînî gerekçeleri bahane ederek bölgede nüfuz sağlama gayreti içine girmişler, hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla, kısa ve uzun vadede altyapı ve tesir sahası oluşturması için de misyonerler aracılığı ile eğitim ve hayır kurumlarının açılmasını desteklemişlerdir.
Eğitim imkânlarının taşrada hızla yayıldığı II. Abdülhamit yıllarında yabancı ve azınlıklara ait mektep ve diğer kurumların misyonerlik faaliyetlerinde bulunmaları nedeniyle denetim altına alınmaya çalışıldığı bilinmektedir[9] . Bu kapsamda Arap tebaanın yoğun olarak yaşadığı Suriye ve Filistin bölgelerinde hem halka eğitim imkânlarının taşınması hem de yabancı ve azınlık mekteplerine alternatif olması amacıyla birçok yeni mektep açılmıştır[10].Nitekim Beyrut’ta 1883 yılında Medrese-i Sultaniye[11] ya da Medrese-i Osmaniye adı ile resmî olarak açılan böyle bir kurumun amacı, “…..etfâl-i tebaa-i şâhâneyi mekâtib-i ecânibe müracaat mecburiyetinden berî edeceği cihetle maddî ve manevî lüzum ve muhsenâtı muhtac-ı bahs ve tafsil olmadığından….[12]” bahisle ifade edilmektedir. Beyrut’ta aynı amaçla özel bir mektep de açılmıştır. 1895 yılında Medrese-i Osmanî adıyla ilk ve orta dereceleri kapsayan bir mektep açmak isteyen Abdülkadir ve Ahmet Abbas el-Ezherî Efendiler, bu girişimlerinin gerekçesini şöyle ifade ederler: “Tevâif-i malûmenin bunca hususî mekteplerine verdikleri ehemmiyet yüzünden ahâli-i Müslime etfâli üzerine icrâ-yı nüfuz ve celb-i reğabâtı vâzıhan görülmekle menâfi-i zâtiyye gözetilmeksizin taraflarımızdan hususî bir mektep tesisine karar verilmiş…...[13]”. Maarif Vekâleti tarafından desteklenen bu kurum, tahsisatının kesilmesi üzerine 1916 yılında kapanmıştır. 1914 yılında Beyrut Valisi tarafından merkeze iletilen, bu mektebe tahsisat ayrılarak maddî açıdan desteklenmesi talebine olumlu cevabın verilmediği; hatta ciddiye dahi alınmadığı[14], mektebin de bu yüzden kapandığı anlaşılmaktadır[15]. Destek verilmemesinin nedeni ise 1916 yılında Dâhiliye Nezareti’nden 4. Ordu Kumandanlığına gönderilen, söz konusu eğitim kurumunun müdürü Şeyh Ahmet Abbas el-Ezherî’nin “Araplık cereyanının en şiddetli taraftarlarından…[16]” olduğu kanaatinin hâsıl olmasıdır. Bu zâtın, yukarıda sözünü ettiğimiz Beyrut’ta açılan Medrese-i Sultani’nin kurucuları arasında yer aldığını hatırlatmalıyız. II. Abdülhamit döneminde Padişah’ın iltifatlarına mazhar olan ve Beyrut’ta kurulan bu medresenin bir süre idareciliğini de yapan Hüseyin el-Cisrî ile birlikte çalışan Şeyh Ahmet Abbas el-Ezherî’nin böyle bir şüpheye maruz kalmasının nedeninin siyasî görüş farklılığından ibaret olduğu kanaatindeyiz[17].
Yine 1903 yılında Şam’da açılan Tıp Mektebi, modern tıp eğitiminin Arap dili ile yapılmasına imkân sağlamak üzere kurulmuştur[18]. II. Abdülhamit döneminin sonlarına doğru Suriye ve Beyrut vilayetleri ile Kudüs Sancağında müslümanlara ait 21 rüştiye ve idadi mektebine karşılık, aynı öğretim seviyesinde 50 azınlık ve yabancı mektebi bulunmaktadır[19]. Maarif Salnamelerinden tespitlerimize göre 1904 yılında Beyrut vilayetinde 19 resmî idadi ve rüştiye, 17 medrese, 41 hususi müslüman mektebi yanında 59 gayrimüslim ve 123 yabancı mektebi, Kudüs sancağında ise 29 resmî mektep ve 10 medreseye karşılık 83 gayrimüslim ve 72 yabancı mektebi faaliyet göstermektedir[20]. Kaynaklardaki bilgiler farklı da olsa yabancı ve gayrimüslim mektep sayılarının daima fazla olduğu gözden kaçmamaktadır. Durum II. Meşrutiyet yıllarında da fazla değişmemiştir[21].
Bu bölgede eğitim yatırımlarının yapılmasının önemli diğer bir nedeni de söz konusu coğrafyada siyasî amaçlarını gerçekleştirmeye ve nüfuz alanı oluşturmaya çalışan Batılı devletlerin Osmanlı Devleti aleyhine yürüttüğü olumsuz faaliyetlerin önüne geçme, özellikle Mısır’ın işgalinden sonra Araplar arasında gelişen İslamcılık akımını engellemek amacıyla yapılan, Osmanlı Devleti’nin İslam’a hizmet etmediği yönündeki propagandayı boşa çıkarma çabasıdır[22]. Diğer bir ifade ile Batılı devletlerin Ortadoğu’daki siyasî hedeflerine ulaşmak için kullandığı din ve eğitim araçları, II. Abdülhamit döneminden itibaren Osmanlı Devleti tarafından, bu defa millî birliğin sürdürülmesi amacıyla bir karşı çıkış ve engelleme ya da aynı yolla karşılık verme yahut hamleyi boşa çıkarma amacıyla kullanılmıştır. Bu durumu haklı, anlaşılabilir, doğal bir tepki olarak görmek mümkündür.
İlk bakışta II. Meşrutiyet döneminin başlarında Arapların yoğun olarak yaşadığı Ortadoğu’da siyasî talepler içeren hareketlenmenin temel nedeninin iktidardaki İttihat ve Terakki’nin Türkçü-milliyetçi politikaları olduğu akla gelmekte ise de döneme bütün olarak bakıldığında tam olarak öyle olmadığı, Arap ülkelerinde beklenen reformların yapılamamasının yanında, bu bölgeye hâkim olmak isteyen Batılıların Arap milliyetçiliği merkezli tahriklerinin başrolü oynadığı görülmektedir. Bu dönemde Araplar arasında gelişen milliyetçilik ile İslamcılık akımlarının birbirlerinden ayrılması gerektiği kanaatindeyiz. Araplar arasında var olan İslamcı anlayış, Batı emperyalizmine karşı gelişen; ancak Osmanlı Devleti’ne karşı siyasi ayrılığı hedeflemeyen bir hareket iken Arap milliyetçiliği, daha çok misyoner okullarında eğitim görmüş ve Batı yanlısı görüşe sahip olan kimselerin içinde bulunduğu bir hareket niteliğindedir[23].Araplar arasındaki milliyetçilik düşüncesi ve hareketi üzerine çalışmalar yapan Zeine, bir yandan Batılı misyoner okullarının Arap nüfusun yoğun olduğu Ortadoğu’da Türk karşıtlığını teşvik etmediğini belirtirken diğer taraftan gayrimüslim azınlığın Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesini istediğini belirtmektedir[24]. Misyoner okulları konusunda yapılan diğer çalışmalar, gayrımüslim ailelerin özellikle yabancı ve azınlık okullarını tercih ettiğini ortaya koyduğu gibi siyasi nitelikli faaliyetlerini de ortaya koymaktadır[25]. Dolayısıyla diğer bölgelerde olduğu gibi Ortadoğu’da da misyoner okulları ile siyasi ayrılık hareketleri arasında bir ilişki olduğu görülmektedir.
Dönemin başlarında Şam, Kudüs ve Medine’de eğitim kurumlarının açılması İttihat ve Terakki’nin, eğitime yapılan yatırımın artmasına paralel olarak ilerlemeye ve beraberliğe olan inancın da artacağına inandığını göstermektedir. Dönemin ilk yıllarında Arapların resmî dil olarak Arapçayı da istemeleri, Jön Türk merkeziyetçiliği açısından önemli bir sorun teşkil etti[26]. Bu yıllarda Arap milliyetçiliği hareketinin belli oranda taraftar bulduğu, Arapçanın basın da dâhil kullanılmasında engel olmamasına rağmen, resmî dil olarak kabulü konusunda spekülasyonların yapıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 1910 yılı başında Suriye Valiliğinden Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen yazıda, İstanbul’da Arapça olarak basılan ve Suriye’de dağıtılan bir gazetede Arapçanın da resmî dil olarak kabulüne karar verildiğine dair bir makalenin olduğundan bahisle, doğru olup olmadığı sorusuna verilen cevapta, Anayasa’da belirtildiği üzere[27]resmî dilin sadece Türkçe olduğu ifade edilmektedir[28].
Ancak merkezdeki birtakım iç siyasî gelişmelerin ardından İttihatçıların 1913 yılında tekrar iktidara gelmesinden sonra Said Halim Paşa’nın sadrazam olmasının ardından değişen politikalarla birlikte söz konusu taleplere daha sıcak bir yaklaşım gösterilmiştir. 1913 yılında Arapça mahkeme ve okullarda resmî olarak kullanılmaya başlanmış, I. Dünya Harbi’nin başladığı yıllarda Osmanlı yönetimi devletin devamının sağlanmasında İslam birliği unsurunu ön plana almıştır[29].İttihatçılar ve bu bölgede askerî ve idarî geniş yetkilere sahip olan Cemal Paşa, Osmanlılık fikrinin Arapçılığa karşı olmadığını, Türk ve Arabın birlikte olması gerektiğini, ayrılıkçılığa karşı olduğunu, Şam’da yaptığı bir konuşmasında açıkça ifade etmiştir[30]. Cemal Paşa’nın bölgede görev yaptığı sırada askerî faaliyetleri dışında, Türklerle Arapların birbirleri ile ayrılmaz parçalar olduklarını ifade ederek bölge halkı ile sıcak ilişkiler kurmaya çalışmış, Arap ileri gelenlerine dostluk mesajları göndermiş, bölücü akımların önlenmek için eğitim faaliyetlerine önem vermiş, Halide Edib Hanım’ı bu konuda çalışmak üzere davet etmiştir[31]. Ayrıca bu bölgedeki eski eserlerle ilgili bir çalışma da yaptırmıştır[32].
Çalışmada ele alınan iki kurumun açıldığı 1915 ve sonrasında İttihat Terakki politikasına bakıldığında, bu bölge için Türkçü anlayıştan hareket ederek Arap kültürel varlığının yok sayılması ya da inkârı biçiminde bir yaklaşımın söz konusu olmadığı, önemli bir talep olarak öne sürülen Arapçanın okullarda yer alması fikrine olumlu yaklaşımın benimsendiği açık biçimde görülmektedir. Nitekim aşağıda ele alacağımız kurumların yapısı ve işleyiş esasları bu yöndeki bakış açısının somut birer örneği niteliğindedir.
Medine’de Külliye-i İslamiye’nin Kurulması Girişimi
Hicaz bölgesinde yeni eğitim kurumlarının açılması hususunda II. Meşrutiyet dönemi başlarında bir girişim olmuştur. Medine ve Mekke’de “Ulûm-ı Diniye ve Fünûn-ı Âliye-i Arabiye” talimi için yüksek dereceli birer medrese, yine Mekke, Taif ve Cidde’de “ziraat, ticaret, sanayi ve ulûm-ı saire tedris ve talimi” için mekteplerin kurulması fikri Evkaf Nezareti tarafından Maarife 1910 yılında iletilmiş; ancak bütçedeki yetersizlikler nedeniyle açılması mümkün olmamıştır[33].Ardından tekrar harekete geçen Evkaf Nezareti, Medine’de yüksek dereceyi de içeren bir eğitim kurumunun açılmasına teşebbüs etmiştir. Açılması planlanan Külliye’nin nizamnamesi 17 Nisan 1913 tarihinde Meclis-i Vükelâ’da, iki gün sonra da Meclis-i Mahsus’ta görüşüldükten sonra, 12 Cemaziyelûla 1331/6 Nisan 1321 (19 Nisan 1913) tarihi ile yayınlanmış, böylece bu bölgede yeni eğitim kurumlarının açılması konusunda somut adım atılmıştır[34].
Kuruluş amacı “Talebenin hakâyık-ı celile-i İslamiyeyi neşr ve tamime temin-i ehliyeti” olarak ifade edilen, iptidai (ilk), tâlî (orta) ve âlî (yüksek) derecelere sahip olan Külliye’de öğretim dili Arapça olacaktır[35]. Medresenin idaresi, İstanbul ve Medine’deki iki yetkili organ tarafından gerçekleştirilecektir. Buna göre İstanbul’da Evkaf Nâzırı’nın başkanlığında on kişilik bir Meclis-i İdare-i Merkeziye, Medine’de ise şehrin mülkî ve askerî yetkilileri ile medresenin müdürü ve ileri gelen ulemadan oluşan Hey’et-i İdare oluşturulacaktır. Meclis-i İdare-i Merkeziye’nin görevleri, medresenin dâhilî nizamnamesi ve ders programının düzenlenmesi, mâlî işlerinin tanzim ve kontrolü, medresedeki idareci ve müderrislerin tayinleri ile gerektiğinde azledilebilmeleri gibi hususlarda kararlar almak ve bunu ilgili mercîlere bildirmek olarak belirlenmiştir. Hey’et-i İdare’nin görevleri ise Meclis-i İdare-i Merkeziye’nin talimatlarını yerine getirmek, üç ayda bir merkeze rapor göndermek ve kurumun gelişmesi için alınması gerekli tedbirleri merkeze bildirmek olarak belirlenmiştir[36].
Nizamnamenin yayınlamasından sonra Külliye’nin müdürlüğüne atanan Abdülaziz Çaviş[37], Medine’ye giderek Medine Muhafızı ile birlikte mevcut durum ve daha başka nelerin yapılması gerektiği konusunda bir rapor hazırlamıştır[38]. Raporda, Medine’deki idadi ve iptidai derecesindeki resmî eğitim kurumlarında toplam 728 talebenin olduğu; ancak ne Medine’de ne de civar şehirlerde yatılı veya gündüzlü yeterli sayıda mektep bulunmaması nedeniyle, hem ileri gelen hem de fakir-fukara çocuklarının eğitim imkânından yeterince yararlanamadığı belirtilmektedir. Bu durum, İslam dünyasının her tarafından hac için gelen insanlar üzerinde iyi tesir bırakmamakta, Osmanlı Devleti’ne olan sevgi ve bağlılıklarını olumsuz yönde etkilemektedir. Raporda, belirtilen olumsuzlukların giderilmesine katkıda bulunmak ve yeni açılan Medrese-i Külliye’ye başlangıç olmak üzere 500 talebenin kaydının yapılarak önümüzdeki yıl iptidai ve idadi kısımlarının faaliyete geçmesinin planlandığı, bunun için de ertesi yılın bütçesinin 10.000 liraya yükseltilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Dâhiliye Nezareti, Maarif Nezareti’ne konuyu iletmiş, tespit edilen miktarın ilave edilmesi gerektiği; ancak bütçede bu miktarın bulunmadığını belirtmiştir. Dâhiliye Nezareti, 9 Kânunuevvel 1329 (22 Aralık 1913) tarihinde Medine’ye gönderdiği cevapta ise paranın kaynağı hususunda, kurumun nizamnamesinin 14. Maddesine atıfta bulunarak, söz konusu miktarın Evkaf hazinesinden karşılanması gerektiğini belirtmektedir[39].
Belgeden anlaşıldığı üzere Medrese-i Külliye adı ile açılan bu kurumda – nizamnamesinin 3. maddesinde de belirtildiği üzere - ilk, orta ve yüksek dereceleri kapsar nitelikte bir öğretimin yapılmasının planlandığı; ancak yüksek seviyedeki öğretime hemen başlanamayacağı, şimdilik iptidai (ilk) ve idadi (orta) kısımlarının açılmasının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Nizamnamesinde medresenin amacı, İslam’ın hakikatlerini yayma konusunda yeterliliğe sahip kimseler yetiştirmek olarak belirtilmekle birlikte, yukarıda sözünü ettiğimiz raporda da vurgulandığı üzere, bu amaçla birlikte, bölge halkının eğitim imkânlarından istifadesinin sağlanması yanı sıra, hac amacıyla farklı ülkelerden gelen müslümanlar üzerinde, Osmanlı Devleti’nin bölgeyi ihmal etmeyerek, imarına çalıştığı fikrinin güçlendirilmesinin de olduğu anlaşılmaktadır. Bu ifadelerden, kurumun açılmasında, bu bölgelerde, daha sonraki dönemde cereyan eden ve siyasî bölünme ile neticelenen olumsuzlukların engellenmesi amacının da önemli bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır[40].
Raporun yazılmasından birkaç gün sonra, ertesi yıl faaliyete geçmesi planlanan Külliye-i İslamiye’nin inşaatına başlanmıştır. Medine dışında Bâb-ı Şâmî tarafında, Davut Paşa’nın vakıf bahçesi içerisinde inşasına karar verilen binanın temel atma (vaz’-ı esas) töreni, Padişah’ı temsilen Abdülaziz Çaviş’in de katılımı ile 3 Aralık 1913 tarihinde yapılmıştır[41]. Külliye-i İslamiye’nin öğretime başladığına dair açık bir bilgiye ulaşmamız mümkün olamamıştır; ancak ertesi yıl Dâhiliye Nezareti’nden Aydın Vilayetine yazılan yazıda, Saidiye Vapuru ile İzmir’e gelecek Abdülaziz Çaviş ve ailesinin, kendilerini alıp İstanbul’a götürmek üzere gönderilecek bir kişinin gelişine kadar, istirahatlarının temin edilmesi istenmektedir[42]. Abdülaziz Çaviş’in ailesi birlikte İstanbul’a dönmesinin, başka bir görevlendirmeden mi yoksa kurumun faaliyete geçmesinin mümkün olamamasından mı kaynaklandığı hakkında bilgi elde edemedik; ancak öyle görünüyor ki atılan adımın devamı gelmemiş, akîm kalmıştır.
Selahaddin Eyyûbî Külliye-i İslamiyesi’nin Kurulması
Selahaddin Eyyubi Külliye-i İslamiyesi’nin açılışı hakkında bilgi vermeden önce, Külliye’nin faaliyet gösterdiği bina hakkında kısa da olsa bilgi vermek yararlı olacaktır; çünkü binanın, üzerinde durulmaya değer ilgi çekici bir tarihî geçmişi bulunmaktadır[43].
Külliyenin kurulduğu, Salahiye Medresesi olarak bilinen bina, bir Bizans bazilikasının yerine Haçlılar tarafından inşa edilen kilisenin, Kudüs’ün 1187 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından fethinden sonra cami ve medreseye çevrilen yapıdır[44]. Hadis âlimi İbnü’s-Salâh bu medresede tedris görevinde bulunmuştur[45].Söz konusu cami ve medresenin Osmanlı döneminde XIX. asrın ortalarına kadar mevcut konumunu muhafaza ettiği anlaşılmaktadır. 1821 ve 1824 yıllarındaki depremlerde ve Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın 1831-1839 yılları arasındaki isyanı sırasında işgal edilen şehirde kışla inşaatı için bazı duvarlarının yıkılması ile hasar gören cami ve medrese, şehrin tekrar geri alınmasından sonra tekrar onarılmıştır[46]. 1856 yılındaki Kırım Harbinden sonra Babıâli’nin Fransızlara Kudüs’te bir kilise inşa etmeleri izni vermesi üzerine Fransızlar, boş bir yer olarak bildirdikleri Selahaddin Camii’nin bulunduğu arsayı talep ettiler. Kudüs Mutasarrıfı Kamil Paşa’nın, üzerinde cami ve medrese olarak kullanılan yapının bulunduğu bu mekânın, eski bir kiliseye ait olduğu bilgisini vermesi üzerine Babıâli tarafından bina Fransızlara devredilmiş[47], kilise ve müştemilatının tekrar tamir ve inşası için istenen izin verilmiştir. Böylece Selahaddin Eyyubi tarafından camiye çevrilen bina tekrar kiliseye çevrilmiş, medresenin yerine de bir okul açılmıştır[48]. Yapılan uygulamaya itiraz için Kudüs’ün ileri gelenleri tarafından kaleme alınan mektuplarda belirtildiğine göre, cami ve medrese o yıllarda (1857) harap olmakla birlikte ayakta olup, vakfiyesi ve mütevellisi bulunmaktadır. Mektuplarda, caminin daha önce kilise olmasının, böyle bir uygulama için gerekçe olamayacağı; zira İstanbul’da da benzer birçok caminin bulunduğu belirtilmektedir[49]. Aradan yaklaşık yarım asırlık bir süre geçtikten sonra I. Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılında Kudüs’te bulunan Cemal Paşa, okul olarak kullanılan kısmı Fransızlardan alarak[50], Selahaddin Eyyubi Külliye-i İslamiyesi’ne dönüştürmüş; ancak kilise faaliyetini sürdürmüştür[51].
Selahaddin Eyyûbî Külliye-i İslamiyesi, yukarıda bilgi verdiğimiz tarihi binada, Mevlit Kandili olan 28 Ocak 1915 (12 Rebiülevvel 1333) Perşembe günü Kudüs’te törenle açılmıştır[52]. Nitekim Şeyhulislam ve Evkaf Nazırı Efendi’nin 5 Kanunusani 1330 (18 Ocak 1915) tarihli yazısında, daha önce Selahaddin Eyyubi tarafından medrese olarak ittihaz olunan; ancak daha sonra Fransız misyonerlerinin eline geçen bu müessesenin Cemal Paşa’nın isteği ile Medrese-i Külliye-i İslamiye olarak düzenlenmesine karar verildiği ifade edilmektedir[53]. Açılan kuruma özel bir önem verildiği, devrin ileri gelen simalarından Enver Paşa’nın ve Şehzade Osman Fuad Efendi’nin Kudüs’e geldiklerinde burayı da ziyaret etmelerinden anlaşılmaktadır. Ortadoğu seyahatine çıkan ve 13 Şubat 1331 (26 Şubat 1916) Cumartesi günü Kudüs’e gelen Enver Paşa, Cemal Paşa ile birlikte Selahaddin Eyyûbî Külliye-i İslamiyesi’nde kendisi için yapılan törene katılmıştır:
“Külliye’ye vardıklarında onları müdür, hocalar ve talebeler karşıladı. Protokol merasimi başladığında bir öğrenci Kur’an ayetlerinden tilavetle, bir muallim de Arapça bir konuşma yaptı. Bazı öğrenciler de askeri spor gösterileri sergileyip, onlardan birisi Türkçe bir kaside okuyup nutkunu yine fasih bir Türkçe konuşma ile bitirdi”[54].
Maarif Nezareti’nden 4. Ordu Komutanlığına yazılan 6 Nisan 1915 tarihli yazıda, Beyrut İdadisinde görevli bir muallimin Selahaddin Eyyûbî Külliyesi muallimliğine tayin edildiği bilgisi verilmektedir[55]. Yine külliye için hazırlanan talimatnamede öğretimin Eylül ayında başlayacağı belirtilmektedir. Her iki bilgiden, 1915 yılı başında açılan Külliye’nin aynı yılın Eylül ayında öğretime başladığı, bu esnada Talimatnamenin hazırlanması yanında öğretim kadrosunun da tamamlandığını ileri sürmek mümkündür. Öğretim kadrosunun daha sonra yapılan atamalarla zenginleştirildiği, üstün gayretleriyle Külliye’nin birçok yabancı mektep arasında seçkin bir yer kazanmasındaki katkılarından dolayı Tarih, İktisat, Tefsir, Hadis, Ulum-ı Riyaziye, İngilizce, Urduca ve Beden Eğitimi muallimlerine nişan verilerek ödüllendirildiği belirtilen 12 Haziran 1917 tarihli belgeden anlaşılmaktadır[56].
Kurumun idare ve eğitim çalışmalarının düzenlenmesi amacıyla daha sonra bir talimatname hazırlanmıştır[57]. Talimatnamenin ilk maddesinde, Külliye’nin Selahaddin Eyyubî tarafından aynı şehirde kurulan eğitim kurumunu ihya etmek üzere, Meşihat ve Evkaf Nezareti’ne bağlı olarak, İslam dinine ve ilimlerine hizmet edebilecek, insanlara dini öğretebilecek uzmanlar yetiştirmek amacıyla kurulan din, hukuk, fen ilimleri ve çeşitli dillerin öğretimine yer verilen bir kurum olduğu belirtilmektedir.
Talimatnamede belirtilmesi söz konusu olamayacağı üzere, Külliye’nin Arap Osmanlı tebaasının sempatisini kazanmak ve Ezher Medresesinin Arapçılık fikrini destekleyen etkisini engellemek amacı olduğunu ileri sürmek mümkündür[58].Kurumun açılmasında bu bölgedeki Batılı eğitim kurumlarına devam eden talebelerin, kendi kültürlerinden uzaklaşmaya başladıkları endişesi ile Kudüs’te müslümanlara ait eğitim ve hayır kurumlarının perişan hallerinin giderilmesi konusundaki taleplerinin de katkısı olmalıdır[59]. Külliye’nin kurulmasında talimatnamesinde sözü edilen amaçlarla birlikte, hem Osmanlı Devleti’nin İslam dünyasındaki konumu ve saygınlığını artıran, hem de Arap tebaanın beklentilerine hitabederek ayrılık fikirlerinin gelişmesinin önlenmesi fikrinin de belirleyici olduğu anlaşılmaktadır. Külliye’de öğretimin Arapça olarak yapılması, devletin resmî dilinin Türkçe olması ile çelişki oluşturmamaktadır. Çünkü Arapça, yukarıdaki belgede de “Arabî lisanı lisan-ı dînî olmasına binaen bilumum ahâli-i İslam için lüzum-ı tahsili derkâr bulunduğundan mekâtib ve medâriste teshîl-i talim ve tedrisi …” sözleri ile açıkça ifade edildiği üzere din dili, hatta geleneksel olarak bütün İslam dünyasında ortak ilim dili olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla dînî tedrisat yapan medreselerde; hatta bunun da ötesinde dinin çeşitli alanları ile kültüre tesiri kapsamında okullarda/mekteplerde de öğretimine yer verilmektedir.
Külliyenin ilk idarecisi geçici olarak tayin edilen, daha önce bahsi geçen Medine’deki Medrese-i Külliye’nin de müdürlüğünü yapan Şeyh Abdülaziz Çaviştir[60].Asıl görevlendirme, açılıştan yaklaşık iki ay sonra, Şubat 1915 tarihinde Cemil Bey’in atanması ile yapılmıştır. Şeyhulislam imzasıyla Maarif Nezareti’nden 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa’ya gönderilen 15 Şubat 1330 (28 Şubat 1915) tarihli yazıdaşu ifadeler yer almaktadır:
“Selahaddin Eyyubi Medrese-i Külliyesinin idaresi de uhdesine mevdu’ olmak üzere Kudüs Şerif Evkaf Müdüriyeti’ne Suriye Evkaf Müdürü olup Mekteb-i Hukuk’tan mezun bulunan ve umûr-ı talimiyede hizmeti ve mektep idaresinde tecrübesi olan Cemil Bey tayin edilmiş ve serian Kudüs’e azîmeti tebliğ olunmuştur”.
Yazının devamında medresenin programı hakkında gerekli incelemelerin yapıldığı, uygulanması konusunda Müessesât-ı İlmiye Müdürü ve Ders Vekili Muavini Nail Reşit Bey’in de gönderileceği belirtilmektedir[61].
Yapılan tayinden kısa bir süre sonra vazgeçilerek söz konusu göreve, Cemal Paşa’nın şiddetle karşı çıkmasına rağmen, Şeyh Abdülaziz Çaviş tekrar atanmıştır[62]. Cemal Paşa, Dâhiliye Vekili Talat Paşa’ya hitaben gönderdiği telgrafta, bu zatın görev yaptığı kısa süre içerisinde medresenin idaresinde beklenen başarıyı gösteremediğini belirtmektedir[63]. Cemal Paşa’nın karşı çıkmasına rağmen atamanın gerçekleştiği, herhangi bir olumsuzluğa meydan vermemek üzere Şeyhulislam ve Evkaf Nazırı Hayri Efendi tarafından Cemal Paşa’nın dikkati çekilmiştir[64].
Bu bilgilerden medresenin Meşihat’a bağlı olarak 1915 yılı Ocak ayı başında açıldığı, idarecilik görevine ilk olarak Abdülaziz Çaviş’in, ardından yaklaşık 1.5 ay sonra 28 Şubat 1915 tarihinde Cemil Bey’in, bundan da yaklaşık 1 ay sonra tekrar Abdülaziz Çaviş’in atandığı anlaşılmaktadır.
1917 yılına ait bir kayıtta, Kudüs Evkaf ve Medrese-i Külliye Müdürü Cemil Bey’e 25 Rebiülâhir 1335/5 Şubat 1332 (18 Şubat 1917) tarihinde, 3. rütbeden Osmanî nişanı verildiği belirtilmektedir[65]. 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa tarafından Dâhiliye Vekâleti’ne yazılan 7 Temmuz 1333 (1917) tarihli yazıda ise Salahiye Külliyesi ve Evkaf Müdürü Cemil Bey’in Kudüs Mutasarrıflığına vekâleti istenmektedir[66]. Yine 12 Haziran 1917 tarihli belgede Külliye’de görevli bazı muallimlere taltif amacıyla nişan verildiği, 25 Ağustos 1333 (1917) tarihli diğer bir belgede ise Medrese-i Külliye talebelerine seyahat varakası verileceği belirtilmektedir[67]. Bütün bu bilgilerden, kurumun idareciliğinden daha sonraki dönemde Abdülaziz Çaviş’in ayrıldığı, medresenin de Kudüs’ün işgal edildiği 9 Aralık 1917 tarihine kadar açık kaldığı ve Cemil Bey tarafından idare edildiği anlaşılmaktadır. 1917 yılında Kudüs’ün düşmesinden sonra İngilizler binayı tekrar dini nitelikli okul ve müze olarak düzenlemişlerdir[68].
I. Dünya Harbinde 4. Kolordu Kumandanlığı yanında Lübnan ve Filistin de dâhil Suriye Genel Valisi olan Cemal Paşa, hatıralarında bu kurumdan övgüyle söz eder : “Bilhassa Kudüs’te pek geniş bir programa göre açılan Selahaddin Eyyûbî Medrese-i Külliyesi İslam âlemi için faydalı semereler verecek ilmî müesseseler meyanında gösterilebilir”. [69]
Selahaddin Eyyûbî Külliye-i İslamiyesi’nin Eğitim Faaliyetleri
Külliye’nin kuruluş amaç ve işleyiş esasları ile birlikteuygulanması tasarlanan program, 99 maddelik talimatnamede yer almaktadır[70]. Buna göre Külliye’de Arapça olarak yapılacak öğretim, iptidaî (ilköğretim) üzerine yedi yıllık orta (tâlî) ve 3 yıllık yüksek(âlî) dereceleri içeren toplam 10 yıllık süreyi kapsamaktadır.
Padişah tarafından (bâ-irade-i seniyye) atanacak bir müdür tarafından idare edilecek Külliye’nin merkezde bağlı olduğu makam Evkaf Nezareti ve Meşihat olacaktır. Müdür, Külliye’nin diğer idari görevlileri yanında müderrislerin tayini konusunda olduğu gibi eğitim-öğretimin sağlıklı biçimde devamından öncelikli olarak sorumludur(madde 7).Yatılı olan Külliye’de talebelere ait yatakhane ve yemekhanenin yanı sıra dershaneler ve kütüphane gibi mekânlar bulunmakta, ayrıca bir tabip ve imam da görev yapmaktadır. Talimatnamede, talebenin yemek ve giyimleri için tahsis edilen miktarlar belirlenmiştir(mad. 89-93).
Medreseye her yıl 10’u Kudüs Livasından, 50’si ise diğer vilayetlerden olmak üzere 60’ı Osmanlı tebaasından, kalan 40 talebe de müslümanların yaşadığı diğer bölge ve ülkelerden olmak üzere toplam 100 talebe kabul edilecektir(- mad 2). Talimatnamede, bu ülkeler ve alınacak talebe sayısı da ayrıntılı olarak verilmiştir:
“Aktâr-ı muhtelife-i İslamiyeden müretteb 40 talebenin 4’ü Mısır’dan, 2’si Sudan ve Habeş’ten, 2’si Trablusgarb ve Bingazi’den, birer adedi Tunus, Cezayir, Fas ve Cenûbî Afrika’dan, 3’ü Cava ve Filipinler’den, 3’ü Çin ve Kaşgar’dan, 5’si Hindistan’dan, 2’si Afganistan’dan, 1’i Belûcistan’dan, 2’si İran’dan, 6’sı Türkistan’dan (Buhara, Hîve, Taşkent, Semerkant ve havalisi), 6’sı Kafkasya ve Astrahan ve Kazan ve Kırım ve Polonya’dan alınacaktır”(mad. 35).
İptidaî mezunu olup kabul için başvuran talebelerden, K. Kerim, Malumat-ı Diniye, Arapça Kıraat, Tercüme ve Tekellüm, Hesap, Tarih, Coğrafya, Hüsn-i Hat derslerinden yapılacak sınavda başarılı olanlar kabul edilmektedir. Adayların başarılı kabul edilebilmesi için, söz konusu 7 dersin hiçbirisinden sıfır almamak şartıyla toplam 40 puan almaları, diğerlerinde yeterli başarıyı hâiz olduğu halde Arapça hususunda, dersleri takip için yeterli düzeyde olmaması durumunda ise bir yıl süreli ihtiyat (hazırlık) öğrenimi görmesi gerekmektedir(mad. 39).
Külliye’ye Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye ve dengi medreseler yanında diğer eğitim kurumlarından gelecek talebeler uygun sınıflara kabul edilebilecektir. Bu kapsamda, idadi ve sultanilerden gelecek talebeler ile bu seviyede hususî eğitim almış olanlar girmek istedikleri sınıfa kadarki derslerden ve Arapçadan başarılı oldukları takdirde sonraki sınıflara devam edebilecektir (mad. 40-41).
Külliye’nin öğretim programı ve yöntemlerinin geliştirilmesi, ders kitapları ve öğretim araçlarının belirlenmesi konularında gerekli düzenlemeler, müdürün başkanlığında ve görevli müderrislerin katılımı ile oluşan Meclis-i Müderrisîn tarafından yapılacaktır. Meclis, program düzenlenmesi konusunda 2/3, diğer konularda ise çoğunluk esasına göre karar alacaktır(mad. 26). II. Meşrutiyet yıllarında Darülfünûn’da yapılan düzenlemeler içerisinde her bir şube (fakülte) nin eğitim-öğretim faaliyetlerinin düzenlenmesi konusunda yetkili olmak üzere Meclis-i Müderrisîn, Meclis-i Muallimîn ya da Fakülte Meclisi adıyla bir kurul oluşturulmuştur[71]. Aynı amaçla böyle bir kurula Hem Medine’deki Medrese-i Külliye hem de Kudüs’teki Selahaddin Eyyubî Külliye-i İslamiyesi içerisinde de yer verilmesi, her iki kurumdan beklenen eğitim seviyesi, kalitesi yanında verilen değeri göstermesi açısından önemlidir.Yine Külliye’nin, tıpkı Darülfünûn’un Maarif Nezareti’ne bağlı olması gibi, Evkaf Nezareti ile Meşihat gibi bugünkü anlamda bakanlık düzeyinde kurumlara bağlı olması yanında, üst yönetici olan müdürünün de padişah tarafından atanması[72], kuruma verilen değer ve itibarı gösteren diğer hususlardır.
İdare konusunda dikkati çeken husus, II. Meşrutiyet döneminde ıslah edilen ve yeni kurulan birtakım medreselerin idaresinde görülen Evkaf Nezareti-Meşihat ikiliğinin bu kuruma da farklı biçimde yansımış olmasıdır. İstanbul’da kurulan farklı amaçlı medreseler söz konusu iki kurumdan birisine bağlı iken, Selahaddin Eyyubî Külliye-i İslamiyesi aynı anda hem Evkaf Nezareti hem de Meşihat’a bağlıdır. Böyle bir idare tarzının verimsizliği görülmüş olmalıdır ki, 1917 yılında bütün medreselerin idaresi Şubat 1917 tarihli kanun ile Meşihat’a bağlanmıştır[73]. Her ne kadar Selahaddin Eyyubî Külliye-i İslamiyesi medrese ismini taşımıyorsa da hem program yapısı ve kuruluş amacı hem de bağlı olduğu mercî açısından medrese olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle 1915 yılında hazırlanan talimatnamedeki idarî yapının, söz konusu kanun ile değiştiği ileri sürülebilir.
Külliye’deki eğitim, sadece programda yer alan derslerin tedrisinden ibaret görülmemiş, bunların yanında görevli müderrisler ya da diğer uzman kimselerin çeşitli konularda (ulûm ve fünûn-ı şettâda) verecekleri konferansların talebeler tarafından izlenmesi de istenmiştir. Bunun dışında Osmanlı ülkesinde ya da diğer İslam dünyasında yaşayan tanınmış âlimlerin bir ay süreyle Mescid-i Aksâ’da ders vermelerine imkân sağlanacaktır. Yine bu çerçevede tatil zamanlarında öğretim elemanlarının nezaretinde talebelerin ilmî inceleme ve araştırma gezileri yapmaları sağlanacaktır (mad. 24-25). Derslerin teorik öğretimi yanında özellikle Ziraat, Coğrafya, Maâdin (Madenler) ve Tabakât (Jeoloji) gibi derslerde uygulamaya da yer verilecektir (mad. 27).
Külliye’de eğitim-öğretim her yıl Eylülün 2. haftasından Mayısın 3. haftasına kadar yaklaşık 8 ay boyunca devam edecektir. Ara tatilinden söz edilmemektedir. Sonraki bir aylık sürede gerçekleştirilen genel imtihan (imtihan-ı umumî) sonundan itibaren tatil başlar. Öğleden önce üç, sonra ise iki saat olmak üzere her gün beş, perşembe günleri ise üç ders yapılacaktır. Perşembe öğleden sonraki zaman ise gezinti ve açık alanda ders yapılarak değerlendirilecektir. Kur’an-ı Kerim ve Beden Eğitimi derslerine ders zamanları dışında yer ayrılmıştır. Kur’an-ı Kerim, sabah ve yatsı namazlarından sonra Külliye’nin imamı yahut özel bir muallim tarafından talebeye öğretilecektir. Aynı şekilde Beden Eğitimi de sabah ve akşam yarımşar saat olmak üzere günde iki defa yapılacaktır.
İmtihanlar sözlü olarak, Meşihat ve Evkaf Nezareti’nden gelecek heyetle birlikte Külliye’deki müderrisler veya dışarıdan alanın uzmanı en az iki kişinin katılımı ile oluşturulacak komisyon huzurunda ve dileyenlerin de katılabileceği (alenî) ortamda yapılacaktır. 10’lu değerlendirme sisteminin kullanıldığı imtihanlarda, talebenin yıl içerisinde aldığı notlar da dikkate alınacaktır (mad. 49, 55). Külliye’nin yüksek kısmından mezun olabilmek için, üç yıllık sürede alınan notların ortalamasının yediden aşağı olmaması gerekmektedir (mad. 57).
Külliye’de öğretim dili Arapça olmakla beraber Tarih-i Osmanî (Osmanlı Tarihi), Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, Hukuk-ı Düvel (Devletler Hukuku) ve Tarih-i Siyasî (Siyasî Tarih) gibi bazı dersler Türk ve ecnebî lisanları ile okutulabilecektir(mad. 28). Orta kısma ait programda ayrıca Türkçe derslerine ayrılan süre ile Arapça derslerine ayrılan sürenin birbirine neredeyse eşit olduğu görülmektedir. Külliye’deki öğretim dilinin Arapça olmasının nedeninin bir yönüyle bulunduğu mahallin dili olmasından, bununla birlikte Arapçanın bütün müslümanlar için ortak bir iletişim vasıtası olarak görülmesinden kaynaklandığı ileri sürülebilir. Türkçeye ayrılan yer, bu kurumdan mezun olan talebenin - şayet bilmiyor olarak gelmiş ise de - Türkçeyi öğrenmesine yeterli olabilecek genişliktedir. Bu durum, Osmanlı tebaası talebelerin resmî lisanlarını, diğerlerinin de Türkçeyi öğrenmelerine imkân sunmaktadır.
Medresenin programında Almanca, İngilizce, Fransızca, Rusçadan oluşan Batı dillerinin (elsine-i garbiye) yanı sıra Doğu dillerinden (elsine-i şarkiye) Farsça, Urduca ve Tatarca’ya da yer verilmesi dikkati çekmektedir. Ancak bu derslerin öğrenimi zorunlu olmayıp, talebenin seçimine bırakılmıştır.
Külliye için hazırlanan programda yer verilen öğretim alanları, gerektiğinde alt alanlara ayrılarak; ancak kendi içerisindeki bütünlük halinde belirlenmiş, gerektiği hallerde öğretim alanına ayrılan süre değiştirilmemek kaydıyla, alt alanlara ayrılan sürelerin değiştirilmesinde müderrise yetki verilmiştir(mad. 29). Mesela İlm-i Fıkıh ve Usul-i Fıkıh alanı sekiz alt öğretim alanına ya da derse ayrılmış ve hepsi için 40 saatlik bir süre belirlenmiştir. Müderris gerek gördüğü durumda, toplam süreyi değiştirmemek üzere, bu derslere ayrılan süreleri değiştirebilecek, mesela Muamelat dersine ayrılan on saatli süreyi azaltıp, Ukûbât dersine ayrılan süreye ekleyebilecektir. Programın, pedagojik gerekçeye bağlı olarak esnetilebilmesi, müderrise öğretimi planlamada yetki ve dolayısıyla sorumluluk vermesi, dikkat çekici ve yerinde bir uygulama olarak görünmektedir.
Külliye’de uygulanmak için hazırlanan öğretim programında yer verilen dersler ile bunlara ayrılan süreler, orta ve yüksek dereceler için farklılıklar taşımaktadır. Buna göre orta kısmı oluşturan ilk yedi yıl içerisinde Türkçe, Arapça, Tarih, Coğrafya, Matematik, Fen Bilgisi ve Resim gibi genel kültür derslerine ağırlık verilmekle birlikte Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Kelam gibi meslek derslerine de yer verilmiştir. Genel kültür dersleri olarak bahsettiğimiz ilk grup derslere orta kısımda ayrılan toplam süre 119 saat iken, meslek derslerine ayrılan süre sadece 42 saat olarak tespit edilmektedir. Yedi yıllık orta kısım için belirlenen toplam zorunlu[74] ders süresinin 168 saat olarak belirlendiğine bakıldığında bu sürenin %75’inin genel kültür, %25’inin ise meslek derslerine ayrıldığı görülmektedir. Bu kısımda İlm-i Terbiye (Eğitim), İlm-i İçtima (Sosyoloji) ve İlm-i Ruh (Psikoloji) derslerine yer verilmektedir.
Yüksek kısımda ise program yapısının orta öğretimin aksine önemli ölçüde Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Tasavvuf, Tarih-i Edyân (Dinler Tarihi) gibi mesleki alanla ilgili derslerden oluştuğu (53 saat), bunların dışında kısmen Felsefe (8 saat), önemli sayılabilecek oranda da Hukuk derslerine (22 saat) yer verildiği görülmektedir. Üç yıllık yüksek kısım için belirlenen toplam ders süresinin 83 saat olarak belirlendiği göz önüne alındığında sürenin %64’ünün meslek, %26’sının Hukuk ve % 10’unun Felsefe derslerine ayrıldığı görülmektedir. Yer verilen Hukuk dersleri arasında Mecelle, Ahkâm-ı Evkaf, Sakk-ı Şer’î ve Adlî[75] gibi İslam Hukuku ile yakından ilgili derslerin olduğunu ve Hukuk konusunda bu ağırlığın verilmesinin nedeninin, buradan mezun olanların aynı zamanda şer’î mahkemelerde kadı ve nâib olarak görev yapmalarından kaynaklandığını belirtmeliyiz.
Program yapısının 1914 sonrasında başlatılan medreselerin ıslahı çalışmaları sırasında Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi için hazırlanan programlarla yaklaşık ortak özellikler taşıdığını söylemek mümkündür. Orta kısımda genel kültür, yüksek kısımda alan öğretiminin ağırlık verilmesi, Matematik, Fen, Sosyal alanlarla ilgili yeni derslerin eklenerek yeni mekteplerle paralellik göstermeleri gibi. Bununla birlikte farklı olarak Selahaddin Eyyubî Külliyesi’nde orta kısımda Kur’an-ı Kerim derslerine program haricinde yer verilmesi, yabancı dil derslerinin zorunlu olmaması, yüksek kısım programında Türk ve Arap Edebiyatı derslerine yer verilmemesi gibi uygulamalar da bulunmaktadır[76]. Söz konusu bu farklılıkların normal kabul edilmesi gerekir; zira farklı nedenlere bağlı olarak açıklaması yapılabilir. Ancak programın, talimatnamenin baş tarafında sözü edilen niteliklere ulaşma konusunda yeterli olacağı ileri sürülebilir.
Sonuç
Osmanlı hâkimiyeti altında Arap nüfusun yoğun olarak yaşadığı Ortadoğu arazisi yanında Hicaz bölgesinin eğitim altyapısının geliştirilmesine II. Abdülhamit yıllarından itibaren başlanmış ve daha sonraki dönemde de devam edilmiştir. Bu çalışmalarda, eğitimin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasının sağlayacağı genel yararların temin edilmesinin yanında bölgenin öne çıkan etnik ve kültürel hassasiyetlerinin istismar edilmesinin önlenmesi de amaçlanmıştır. Bu nedenle buradaki eğitim faaliyetleri incelenirken bölgenin dini ve etnik yapısı ile siyasi olayların birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Bölgede gerçekleştirilen eğitim alanındaki çalışmaların temel amaçları halka eğitim imkânlarının ulaştırılması yanında hem devlete bağlılıklarının teminini hem de Osmanlı Devleti’nin İslam dünyasındaki itibarlı mevkiinin korunmasına katkıda bulunması olmuştur. Ayrıca, misyonerlik faaliyetleri yanı sıra ayrılıkçı fikirleri besleyen Batılıların açtıkları okulların etkisini bertaraf etme amacı da önemli bir yer tutmuştur.
Bölgedeki eğitim çalışmalarının niteliği ve yeterliliği hakkında değerlendirme yapılırken Devletin mevcut imkânları, şartları ve diğer bölgelerin sahip olduğu eğitim altyapısı göz önünde tutulmalıdır.
Medine’de açılmasına girişilen Medrese-i Külliye projesinin başarısı hakkında açık bir bilgi yok ise de mevcut bilgiler beklenen hedefe ulaşılamadığını göstermektedir. Kudüs’te daha sonra başlatılan diğer projenin, elde edilen tecrübe sonucunda ilkinden daha kapsamlı ve planlı olduğu görülmektedir.
Selahaddin Eyyubî tarafından yaptırılmış olan medresenin yerine aynı adla tekrar, ama bu defa yeni bir program ve yapı ile kurulan Selahaddin Eyyubî Külliye-i İslamiyesi, Külliye’nin işleyiş esaslarının belirlendiği talimatnamesinde de açıkça belirtildiği üzere, Osmanlı Devleti’nin son döneminde din eğitimcisi yetiştirmek amacıyla açılan bir kurumdur. Bu amaca paralel olarak, bütün İslam âleminin değer verdiği Kudüs gibi bir merkezde, sadece Osmanlı tebaasından değil, müslümanların yaşadığı dünyadaki her bölgeden öğrencilerin kabul edileceği böyle bir Külliye’nin açılmasının, Osmanlı Devleti’ne hem İslam dünyasında hem de diğer uluslararası arenada getireceği saygınlığın da hedeflendiği rahatlıkla ileri sürülebilir. Bunun dışında, dini niteliği ve hedefleri olan, yeni açılan ve model olarak görülen mekteplerin sahip olduğu imkânların sağlandığı, programı eskisinden farklı ve beklentilere uygun bir anlayışla düzenlenen böyle bir kuruma halkın itibar göstererek rağbet edeceği beklentisinin de göz ardı edildiği düşüncesinde değiliz. Nihayet, merkezden uzak bir bölgede böyle bir kurumun açılmasının önemli amaçlarından birisi de Devletin vatandaşına eğitim imkânı sunarak, onun yabancı ve azınlık mekteplerine ilgi ve ihtiyaç duymamasını sağlamak olmuştur.
Bu kurumların gerek açılmasına neden olan gerekçe ve beklentiler gerekse kuruluş ve işleyiş esaslarının kaliteli bir eğitimi öngörmesi ayrıca; hazırlanan program ve öğretim dili olarak Arapça’ya yer verilmiş olması, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı yıllarında bu bölgedeki politikaları hakkında ileri sürülen bazı açıklamaların gerçeği ne kadar yansıttığının ciddi biçimde gözden geçirilmesini gerektirecek öneme sahiptir.
Külliyenin, aynı dönemde İstanbul merkezli olarak başlatılan Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesinin kurulması ile devam eden medrese ıslah çalışmalarının, Arap nüfusun yoğun ve dînî açıdan önemi olan bir merkez olan Kudüs’teki devamı olarak görmek gerekir. Külliye’deki yapı, işleyiş esasları ve programın Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi için hazırlanan modelin söz konusu bölgenin ihtiyaçlarına uyarlanmış edilmiş hali olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Bu çalışmaların diğer bir ayağı da Medine’de yine aynı dönemde kurulan Medrese-i Külliye adlı kurumdur. Bu kurumlar ıslah edilmiş medreseler olarak dini ilimleri içermeleri yanında modern program ve yapıları itibarıyla hem nitelikli din eğitimcisi yetiştirebilme kabiliyeti olan hem de genel eğitim veren kurumlar olarak düzenlenmiştir.
II. Meşrutiyet döneminde, medreselerin kuruluş ve idaresinden sorumlu Meşihat Makamı ve Evkaf Nezareti’nin din görevlisi yetiştirme amacına yönelik kurumları tesis ederken, ülkenin merkezden uzakta kalan yerlerine eğitim imkânının ulaştırılmasına katkıda bulunmanın yanında, ülke bütünlüğünün korunmasına bu yolla katkıda bulunmayı hedefledikleri görülmektedir. Medine’de açılan Medrese-i Külliye ile Selahaddin Eyyûbî Külliye-i İslamiyesi bunun örnekleri olmuştur. Ancak Osmanlı Devleti’nin son birkaç asır boyunca bilim, ekonomi, siyaset ve askerlik alanındaki gelişmelere yeterince ayak uyduramayarak giderek gücünü kaybetmiş olmasının yanında, savaş ortamının getirdiği güçlükler ve devlet adamlarının hatalarının da eklenmesi mevcut sonucu doğurmuştur.