Eski Yunan ilim ve felsefesi IX. ve X. yüzyıllarda Doğu düşünürleri tarafından geliştirildiği halde, sonraları İslâm âleminin dogmatizme saplanması yüzünden medreselerde okutulmaz olmuştu. Buna karşılık, Yunan ilim ve felsefesini Arapça tercümelerden öğrenen Batı dünyası, Hümanizm ve Rönesans hareketleriyle Ortaçağ İskolastiği çemberini kırmış ve rasyonel düşüncenin rehberliğinde ilerlemeğe başlamıştı.
Sultan Mehmed II.in 1453 yılında İstanbul’u fethetmesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğunda İslâmî ilimler yanında aklî ilimlerin de önem kazandığı görülür. Bizzat Padişah yerli ve yabancı âlimleri davet ederek, huzurunda metafizik ve felsefe meselelerinin tartışmasını yaptırırdı. Rasyonel ilim ve tenkid fikrinin tezahürleri XVI. yüzyılda Kanunî Süleyman devrine kadar devam eder. Fakat, Osmanlı ilim çevrelerinde aklî ilimlerin yerini gitgide, İslâm dogmasından beslenen fıkıh ve kelâm gibi naklî ilimler aldı. Batıda tabiat kanunlarının keşfolunup matematik formüllere bağlandığı bu zamanda, Osmanlı âlimleri Ortaçağ İslâm ulemasının eserlerine şerhler yazmakla meşguldüler[1]. Bununla beraber, XVII. yüzyıl ortasından itibaren Osmanlı düşünürleri arasında Batı ilim ve düşüncesinin değerini idrak edenler çıkmıştır. Nitekim, Kâtip Çelebi 1652-53’de Cihannüma'yı yazarken Batı coğrafya bilgisinden faydalanmak gereğini duymuş, Hezarfen Hüseyin Efendi de 1672-73’de Tenkih üt-tevârih il-mülûk'u Batı tarih eserlerine başvurarak tamamlamıştır[2].
Tarih ve coğrafya ilim dallarında başlayan bu bilgi aktarması XVIII. yüzyılda fen ve teknik sahalarına intikal etti. Kalfazade İsmail Çınarî Efendi’nin 1772’de Cassini’nin astronomik Zic’lerini dilimize çevirmesinden başka, logaritmanın yapılış tarzını Doğuda ilk defa açıklaması buna örnek olarak gösterilebilir[3]. Ancak, Osmanlı ilim çevresine mensup bir düşünürün Batı felsefesi ve geniş anlamda Batı ilmiyle ilk ihatalı karşılaşması, bugünkü bilgimize göre, aynı yüzyıl sonlarında vukubulmuştur. Gerçekten, 1797 yılında, Prusya krallığı nezdinde Osmanlı daimî elçisi sıfatiyle Berlin’e giden Ali Aziz Efendi’nin değerli bir düşünür olması bu imkânı sağlamıştır.
Ali Aziz Efendi Giridliydi ve bir süre devlet hizmetinde bulunduktan sonra, büyük elçilikle Berlin’e gönderilmişti[4]. Osmanlı daimî elçisinin diplomatik faaliyeti hakkında pek az şey bilinir. 1797 Haziranı başlarında vardığı Prusya başşehrinde, 29 Ekim 1798 tarihinde aniden ölümüne kadar geçen birbuçuk yıla yakın zaman içinde, siyasî işlerden çok edebiyat ve felsefeyle uğraştığı anlaşılıyor. Türk edebiyat tarihinde Muhayyelâtçı Aziz Efendi lakabiyle tanınmasına sebep olan Muhayyelât-ı ledün-i ilahi adlı hikâye külliyatını bu sırada yazdığı gibi, Prusya'nın İstanbul eski elçilerinden şarkiyatçı Friedrich von Diez [5] ile de felsefî ve ilmî muhaberata girişmiştir. Ali Aziz Efendi’nin edebî faaliyeti konumuz dışında kalır; fakat, von Diez ile sürdürdüğü mektuplaşma Türk düşünce tarihi için büyük önem taşır[6].
Ali Aziz Efendi’nin Berlin’de Avrupalı filozoflarla ilmi muhaberatta bulunduğu ve onların sorularına verdiği cevapları bir risale şeklinde topladığı, H. 1268 (M. 1851/2) de İstanbul’da basılan Muhayyelât’ın başına konmuş imzasız önsözde kaydolunmuştur[7]. Sonraki araştırıcılar bu kaydı bir rivayet halinde ve şüphe izhar ederek tekrarlamışlardır[8]. Eski Prusya Devlet Kitaplığı Türkçe elyazmalar katalogunda tarif olunan bir mektup külliyatı[9], bahis konusu kaydın gerçeğe uygunluk derecesini açıklamıştır. Şimdiye kadar araştırıcıların dikkatinden kaçmış olan ve hâlen Marburg/Lahn’da kâin Westdeutsche Bibliothek’de mahfuz bulunan bu mektup külliyatının mikrofilmi tarafımdan aldırtılmıştır. Böylece, Ali Aziz Efendi ile von Diez arasında teati olunan beş mektubun incelenmesi neticesinde Osmanlı elçisinin Avrupalı filozoflarla değil, yalnız bir Batılı düşünürle ilmi muhaberatta bulunduğu ve sorulan soruların cevaplarından bir risale meydana getirdiği anlaşıldı. Bu risale kaybolmuşsa da, mahiyeti hakkında mektuplar sayesinde bilgi edinilebilmektedir.
Türkçe cereyan eden muhaberenin ne maksatla yapıldığı von Diez’in ele geçen ilk mektubunda belirtilmiştir : von Diez, Şarkiyat sahasında bilgisini artırmak gayesiyle, bazı soruların cevaplandırılmasını, oldukça acemi bir ifadeyle, Ali Aziz Efendi’den rica eder[10]. Buna karşılık, Osmanlı elçisi muhatabının ricasını yerine getirmekle beraber, yalnızlıktan bunaldığı Berlin’de “imrâr-ı vakte vesîle-cû” olduğunu açıklayarak, onu yeni sorular sormağa teşvik eder[11].
Başlangıçta von Diez sadece dil ve gramer meseleleriyle ilgilenmişti. Fesahat ile belagat arasındaki farkı Ali Aziz Efendi'n in uzunca bir metin halinde izah etmesi üzerine[12], zeban-âverlik ve sühan-küsterlik lâfızlarının mâna ayrılıklarını sordu ve izahını istediği terimleri liste şeklinde sundu. Osmanlı elçisi adı geçen farsça lâfızları açıkladığı gibi, harf sırasına göre tertiplenmiş olan terimlerin mânalarını da karşılarına yazarak listeyi iade etti[13].
Daha sonra, von Diez ilgisini ilim ve felsefe konularına yöneltmişti. Ali Aziz Efendiye gönderdiği müteakip mektuplarda güneşin mahiyeti, cisimlerin cinsiyeti, dünyanın dönüş sebebi, akıl maddesinin nasıl bir şey olduğu ve elektriğin yıldırımla münasebeti hakkında aydınlanmak arzusunda bulundu[14]. Bu sorulardan yalnız ikincisinin, yani cisimlerin cinsiyeti ne olduğunun cevabı bilinir[15]. Aristo fiziği tesirinde Ortaçağ mantığiyle kaleme alınmış olan metin, XVIII. yüzyıl sonlarında Osmanlı düşünürlerinin pozitif bilgiden ne derece habersiz olduklarını göstermesi itibariyle, incelemenin sonuna eklenmiştir.
Ali Aziz Efendi son üç soruyu rumca cevaplandırdı[16] ve metni elçilik tercümanına fransızcaya tercüme ettirip bir risale şeklinde von Diez’e yolladı. Risaleyi bastırmak niyetindeydi; bu sebeple, onun metni gözden geçirerek gereken düzeltmeleri yapmasını uygun görüyordu[17]. Ali Aziz Efendi’nin bahis konusu sorulara verdiği cevaplar, risalenin kaybolması yüzünden, maalesef meçhul kalmıştır. Ancak, sonuncu soruda “elektriçito” terimiyle, muhtemelen Doğuda ilk defa olarak, elektrik kuvvetinin zikrolunuşu kayda değer. Franklin’in paratoneri 1753 de icad edişinden kırk dört yıl sonra, bu konuda Alman şarkiyatçısı tarafından yönetilen soruyu Osmanlı elçisinin nasıl cevaplandırdığı merak uyandırıcı bir husustur[18].
Risaleyi inceleyen von Diez tenkitlerini epeyce sert yaptı. Tatmin edici cevaplar alamadığını, Ali Aziz Efendi’ye gönderdiği mektubun baş tarafında '‘benim suallerime murad olduğu bir cevab ol risalede bulamadım” cümlesiyle belirtmiş, arkasından tenkitlerini maddeler halinde sıralamıştı[19]. İlk olarak, von Diez, risalede ileri sürüldüğü gibi, Eflâtun’un felsefe ilmini kurmadığını, bu ilmin ondan önce de mevcud olduğunu hatırlatır. Daha sonra, felsefeyle hikmet arasında fark bulunduğu mütalâasına itiraz eder ve düşüncesini ‘‘hikmet ve feylesefet lâfzını vâkıf olmadan ikisinde sâhib-i vukuf olmak müyesserdir” cümlesiyle açıklar. Alman şarkiyatçısı Ali Aziz Efendi’nin ilimleri bölüş tarzını da itibarî bulur, ilmin aslında bir ve bütün olduğunu savunur. Son bir nokta olarak, Ali Aziz Efendinin sandığının aksine, Yunan ve Roma felsefe okullarının Avrupa felsefesi dışında kaldığını ve bu kıtada pek çok sayıda yeni felsefe okulları geliştiğini bildirir; bunlardan “ekseri mezheb-i ahkâm-ı vehmiyyedir ki berâhîn-i akliyye ile redd etmek gayet güç gelür”[20].
Von Diez daha başka eksiklerin gösterilebileceği risaleyi bastırmaktan vazgeçmesini Ali Aziz Efendi’ye tavsiye etti. Tercümanın felsefe bilgisinden yoksun olması sebebiyle, risalenin fransızca metninde ilmî terimlerin yanlış kullanılmış bulunduğunu ayrıca belirtti. Zaten, Yunan filozoflarının eserlerini kendi dillerinde okuyarak öğrenmeden, onların düşüncelerini, Ali Aziz Efendi’nin yaptığı gibi, rumca yazmanın da mümkün olmadığı inanandaydı.
Osmanlı elçisi von Diez’in tavsiyesine uymuş ve risaleyi bastırmamıştır. Böyle davranmakla da, Alman şarkiyatçısını tenkitlerinde haklı bulduğunu teslim etmiş olur. Diğer taraftan, bundan sonra muhaberat kesilmiştir. Bir yıl daha Berlin’de yaşadığı halde, Ali Aziz Efendi’nin von Diez ile mektuplaşmaması, belki de maruz kaldığı tenkitlere gücenmiş olmasındandır.
Von Diez Osmanlı elçisiyle muhabereye başlarken, yukarıda açıklandığı üzere, hiç şüphesiz şarkiyat bilgisini artırmaktan başka bir maksat gülmüyordu. Fakat, sonraları sorduğu sorular ve Ali Aziz Efendi’nin cevaplarına yönelttiği tenkitler, XVIII. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin tipik temsilcisi sayılabilecek bu Alman şarkiyatçısının bir Doğulu düşünürün felsefe ve ilim konularında bilgisini yoklamak hevesine kapıldığını akla getirir[21]. Neticede, Doğu ilim ve felsefesinin tecrübe metoduna önem vermeyen, aklı spekülâsyonlarla muayyen prensiplerden sonuç çıkarmağa çalışan, gerçekle ilgisi kesilmiş bir sistem olduğu tezahür etmiştir.
Ali Aziz Efendi’nin Batı düşüncesiyle temaslarından faydalanmamış olması imkânsızdır. Az sonra Berlin’de ölmeseydi, Batı ilim ve felsefesinin Osmanlı İmparatorluğuma girişinde tesirli bir rol oynayabilirdi. Batı düşüncesi Osmanlı ilim çevrelerinde, ilk defa, ancak Mahmud II. devrinin başlangıç yıllarında, İsmail Ferruh Efendinin Ortaköy’deki yalısında toplanan “Cemiyyet-i İlmiyye”de tartışma konusu haline gelmiştir[22]. Bu düşünce sisteminin Türkiye’de tam olarak nüfuzunu müşahede etmek için, Aydınlanma felsefesinin tesirine maruz kalan Tanzimat çağını müteakip, XIX. yüzyıl sonlarında doğacak olan Genç Türk hareketini beklemek gerektir. Türk toplumunun batılılaşmasında istenilen başarıya ulaşılamamanın başlıca âmili de, muhakkak ki, Batı düşüncesinin Osmanlı İmparatorluğuna geç girmiş olmasıdır.
EK I
Allah’dan gayri cümle eşya zevcdir deyu meşhûr olub ancak hükema bu söze kail olurlar mı ve kail oldukları sûretde eşyada zükûriyyet ve inâsiyyet tâbiri ne veçhile çesban olabilür ve Allahu azîm iş-şânın çifti olmadığına delîl-i akliyye ne veçhiledir deyu sual olunmuş
Eşyaya erkeklik ve dişilik itlâkı birbirine mülâyenet ve mutâbakat etmeleri ciheti iledir meselâ türab yâbis ve nemâya hâhişger olub su râtib ve vücûdunda cevher-i âhara mülâkat ile kaim olmak ihtiyâciyle arza mâil oldığı içün su ve türab bir zevcdir pes türab dişi ve su erkekdir zira sudan eczay-ı türabiyye olmayınca bir şey hâsıl olmaz amma cerni mevcûdat türabdan tekevvün eder ancak su ile tecemmü etmeyince türabın dahi doğurmağa kudreti yokdur ve âteş haşîn ve havâ leyyin ve ikisi dahi rikkatde müsâvi olmağın kezalik âteşin havâya hâhişi ve havânın âteşe meyli derkârdır pes âteş ile havâ dahi bir çiftdir âteş dişi ve havâ erkekdir ki âteş havâsız fiilini icrâya kadir olmayub âteşi bir tarafa habs edüb havâdan mahrum etdüğümüzde söner pes bu iki çiftin zevç zevce muvâfakatı gibi diğer zevç ve zevce muhâlefetleri zâhir ve âşikârdır ve çünki cernì eşya bu anâsır-ı erbaa olan iki çiftden zühûra gelürler ol veçhile cümlesi çift ve muvâfık ve zıd ve muhâlifdirler ve bu zıddiyet dahi olmasa haysiyyet-i eşya maalûm olamaz idi meselâ datlı olmasa acı ne idüğüni idrâk edemez idik ve erkeklik dişilik olmasa eşyadan şey-i âhar tevellüd edemeyüb cihanda bu güne lâyuad ve lâyuhsa eşyay-ı mütenevvia olmaz idi ki nazar olunsa cemi görinen su türab nebat hacer hayvan bu beş şeyden ibâret olub birbirinden tevellüd ve birbirine imtizâc ve birbirine zıddiyyet ve muhâlefet ile bu kadar hesabsız şeyler oidi ve olmakdadır işte erkeklik ve dişilik eşyanın fâil-i içtimâ olub ol iki şeyin ceminden şey-i âhar tevellüd etdiği içün tâbir-i sahîhadır
Amma Allah’ın eşi olmadığına delîl-i akliyye oldur ki çifti ola idi zıddı dahi olur idi zıddı ola idi Allah’ın ne güne şey oldığı maalûmumuz olur idi Zât-ı ilâhiyye ne makule şey oldığı maalûmumuz olmadığından ferd-i mutlak olub cevher-i maalûmeden olmadığını ikrâr ederiz eğer Allahın eşi vardır desek farazâ Allah erkek ise zühûr-ı mevcûdat dişiden olmrğa mühtâc olub Allah’ın bi’l-fiil yaratmağa kudreti olmamak lâzım gelür hâlik bi’l-fiil olmayana nice Allah diyebilürüz ve eğer Allah dişi ise halk ve îcâdda bir erkek feyzine mühtâc olmağla erkek dişiden evvel bir fail olur eğer ol fâil-i evvel fiiline âlim ise fâil-i sâni ilimden âtıldır fiiline âlim olmayana nice Allah diyebilürüz ve eğer sâni cins-i evvele müşâbih olmayarak şey-i âhar ise muvâfık-ı hâl ve cins olmayana nice çift ve eş itlâk olunabilir belki tamam zıddı olmak bedihîdir ve zıddı dahi olmadığı beyân olundığı vech üzere Zât-ı ilâhiyyenin mechûlümüz oldığı delîl-i katıası kil ü kale mühtâc değildir
EK II
Dostum ahabbım hazretleri
Müsaferet ve hastalık ve zarûrî husûsât cihetinden çend haftadan berü kâr-ı âhara meşgul olamayub cevâb-nâmeniz ile tehir olundum hâlâ frengi risâlenizi okuduktan sonra hâtırıma ne hutûr ederdi bervech-i küstâhî ayân edelim cümleden mukaddem benim suallerime murad olduğu bir cevab ol risâlede bulamadım bundan maada mefhûmı ne ise basma olunacağına nâsıh olmam zira sizin kerem-zât ve mekârim-sıfâtınıza lâyik değildir ki bunun gibi meseleler basma oluna tercüman elbette izhâr-ı cedd ü gayretde mübâlağa kıldı amma ehl-i dâniş olmayub ulûm ve maârif ism ü cismi bilmez iken kärger olmadı ne sizin nüktelerinizi idrâk ve münâsib elfâzım eda etdi bu ecilden risâle-i mezkûrcde râbıta ve ipi sapı eksik ve muhâlefet ve elfâz kesirdir ve hem daavâtı burhân-ı ayân ile isbât olmadı fi’l-cümle lisanlarında ruh ve madde fütûh olduğundan nâşi hükemay-ı yunandan kalma kitab okumadan anların feylesefet ve gayri ilmi rûmîcede söylenemez ve efrcnciyûn tahrirâtı mütâlâa etmeyince bunların ilm ü maarifetine müteallik maddeler frengide yazılamaz niteki(m) müslim ilmi mücerred anların zebân ve defâtir vâsıtası ile fehm olunur
Risâle-i merkumda dere olunan maddeler birer birer deyüvermek mümkün değildir heman baazısmı istihrâc edeyim
Ne girifte yarar ki Eflâtun feylesefet lâfzı peyda etdi feylesefet dedikleri ilmi îcâd etmedi Eflâtun doğmadan mevcûd ül-cism maadûm ül-ism gibi ilm-i mezkure dünyada maalûm idi gerek nûraniyet gerek akl-ı kâhil derler idi
Feylesefet ile hikmetin farkı var demek mübâhase-i kelâmiyyedir hikmetin mânâsı çokdur bilürüm ve lâkin hikmetin fehvâlanna gelen lâfızlar bir lisanda eksik değildir belki hikmet ve feylesefet lâfzını vâkıf olmadan ikisinde sâhib-i vukuf olmak müyesserdir ve dahi örfen Arab birbirine halt olunmasın deyu feylesefet lâfzı lisânına ilhâk etdiler
Taksîm-i ulûm ihtiyâr-ı cüzîde olan bir şeydir ulûm beşer olsun veya onar veya ellişer olsun bu babda her millet kendü reyini üzeredir amma âdet-i insan ne acîb ise hakikat budur ki ind-illah ilm vâhiddir
Ehl-i üstüvâne veya revâkî ve maşayyun dedikleri mezhebler ancak Yunan ve Rûmî mabeyninde peyda olub Frengistanda sayılmaz oldu her milletin mezhebleri hesabsız ve vasfı müteferrikdir ve ekseri mezheb ahkâm-ı vehmiyyedir ki berâhîn-i akliyye ile redd etmek gayet güç gelür
Bu cümle ile siz dostumuz basmaya ne verirsiniz beni yâda getürmek rica olunur benim ki yâdigârınız mücerred gönlünüzde olsun uzlet ve ferâgatim muktezâsınca yerin içinde belürsüz kalan hubûbât gibi âlemde nâmaarûf ve bilişsiz olmak arzû ve mahzûzumdur ve dahi mâbeynlerimizde câri olan güft ü gûnun cümlesin gayriler gûş ede ne fayda var heman sağ ve var olasız
Ohtoryos 1797
Yeheymrat fon Dits
(Geheimrat Von Diez)