Ülkelerin çıkarları ve bu çıkarlarına ilişkin oluşturdukları politikalar, onların dış çevre ve uluslararası aktörlerle olan ilişkilerini düzenler. Devletlerin çıkar tanımları, genellikle, edinilen uzun ve tarihi tecrübeler sonucunda ortaya çıkar ve gelişir. Bazen de, yaşanılan beklenmedik değişimler ya da olaylar, onların yeniden farklı bir biçimde yorumlanmasına sebep olabilir. Bir ülkenin yetkili karar alıcıları, ya da onların temsilcileri, kendi iç politikalarının dışında kalan dış politika hedeflerini ve diğer devletlerle olan ilişkilerini, genellikle bu ulusal çıkarlar tanımı çerçevesinde şekillendirir. Bununla birlikte, ülkelerin dış politika hedeflerinin oluşumunda belirleyici olan, sadece, tanımlanmış ulusal çıkar değerlerinin varlığı değildir, aynı zamanda, bunların ülkeyi yönetenlerce nasıl algılandığı, nasıl uygulamaya konduğu, ya da bunlarla ilgili geliştirdikleri hareket biçimleridir. Bu noktada, liderlerin karakterlerinin de, politikaların şekillenmesinde önemli bir payı olduğunu vurgulamak gerekir.
Burada ele alınacak dönemde, İngiltere’nin çıkar tanımlamalarının, ulusal sınırlarından çok uzakta bir yerlerdeki stratejik suyollarının ve ilgili ülkenin kaderini nasıl etkileyebildiği; uluslararası sistemdeki ve stratejik dengelerdeki farklılaşmalara göre değişim göstererek, nasıl yeniden yorumlandığı, konusu irdelenecektir. Bu bağlamda, incelenen dönemde, ülkeyi yöneten ve İngiliz dış politikasında etkin olan liderlerin bakış açıları özellikle önem taşımaktadır. Onların hedefleri, hareket tarzları, kullandıkları usuller, en nihayetinde de, ulusal çıkar değerlerini algılayış biçimleri; temel prensipleri on dokuzuncu yüzyılda oluşturulmuş ve belirli iniş çıkışlar olsa da sürdürülmüş bir politikadan dönüşü simgelerken, aynı zamanda da, farklı temeller üzerine oturtulan başka bir politikanın doğuşuna işaret etmiştir. Ancak bu politika, ne İngiliz ulusal çıkarlarını, ne de geleneksel İngiliz dış politikasının esaslarını temsil etmektedir; dolayısıyla başarılı olması çok zordur. İşte, bu çalışma, bir bakıma söz konusu başarısızlığın hikâyesidir.
Türk Boğazları ve onlarla ilgili diplomasi bahsinde, ilgili aktörler arasında İngiltere’yi en birinci sırada saymak gerekir. Bilindiği gibi İngilizlerin Türk Boğazlarına yönelik politikaları, bütün on dokuzuncu yüzyıl boyunca varlığını sürdürmüş, İngiltere’nin siyasî ve askerî çıkarlarının korunmasında stratejik bir öneme sahip olmuş ve bu ülkenin dış politikasını belirleyen en temel noktalardan birini oluşturmuştur[1]. Bu politika, onu yönlendiren ana prensipleri itibari ile farklı bir yapı arz etmiş ve İngiltere açısından Mart 1915'te, Ruslarla yapılan ve savaş sonunda, İstanbul ve Boğazların yönetiminde Rusya lehinde değişikliklere gidileceğini vaat eden bir anlaşma ile son bulmuştur[2]. Bu, bütün on dokuzuncu yüzyıl boyunca devam eden bir arayışın, mevcut şartlar çerçevesinde, İngiliz çıkarlarına en uygun bir biçimde sonuçlanması anlamını taşımıştır[3]. Ancak İngilizler açısından olumlu gibi görünen bu sonuç, 1917 yılında Rusya’da yönetime gelen Bolşeviklerin, savaş öncesinde yapılan bütün gizli anlaşmalarla birlikte, Mart 1915 anlaşmasını da reddetmesi ile birlikte tamamıyla değişmiştir. Bu gelişme ve devamında birbirini izleyen olaylar dizisi, Boğazlar Sorununu bir kez daha gündeme getirmiş ve mesele ancak 1923’de imzalanan, Lozan Boğazlar Sözleşmesi (Lousanne Straits Convention) ile bir çözüme ulaşabilmiştir.
Tıpkı on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi, savaş sonu dönemde de İngiltere; Boğazlar, İstanbul’la bağlantılı sorunlar ve ilgili diplomasinin, en temel aktörü konumunda olmuş ve tarihi gelişmelerin oluşumunda etkin bir rol oynamıştır. Fakat bu dönem politikalarını belirleyen, dolayısıyla. Boğazlar Diplomasisine tesir eden İngiliz liderler, bu meseleyi on dokuzuncu yüzyıl seleflerinden çok ayrı noktalardan değerlendirmiş, soruna çözüm arayışlarını, öncekilerin bütünüyle tersi olan prensipler üzerinden yürütmüşlerdir. Ayrıca dönemin şartları ve Boğazlar sorununa yükledikleri, on dokuzuncu yüzyıl deneyimlerine göre başkalıklar göstermektedir. Bütün bunlar ve Boğazlar Diplomasisinin başoyuncusu olarak İngiltere’nin rolü, İngiliz devlet adamlarının meseleye bakışı ve onların İngiliz Boğazlar politikalarını yürütüş tarzları çerçevesinde değerlendirilecektir[4].
1917-1919 arasındaki dönemde, geleneksel İngiliz Boğazlar politikasını oluşturan temel prensiplerde, iki önemli değişiklik gündeme gelmiştir. Birinci olarak İngiltere, neredeyse on dokuzuncu yüzyılın tamamı boyunca sürdürülen bir politikadan kesin bir dönüşe işaret ederek. Boğazların bütün ülkelerin ticaret ve savaş gemilerine açık olması prensibini yerleştirmeyi ve uygulanabilir kılmayı hedeflemiş; ikinci olarak ise, geleneksel İngiliz stratejisinin savuna geldiğinin aksine. Boğazlar bölgesindeki Türk varlığını ve kontrolünü tümden ortadan kaldırmayı istemiş ve buna göre politikalar belirlemiştir[5].
Boğazlar meselesi ile ilgili temel sorunların çözümünde oluşturulan prensipler içinde, cezalandırmaya yönelik bir hedefi de kapsayan bu önemli politika değişikliğinin ana sebeplerini, savaş sırasında yaşanan büyük zorluklarda aramak gerekir. İngiltere, çok gerekli olduğu halde, Boğazlardan geçişi sağlayamamış ve Rusya’ya, Boğazlar yoluyla oluşturmak istediği malzeme hattını gerçekleştirememişti. Dönemin en mükemmel deniz gücü büyük bir başarısızlığa imza atarken, onun karşısında hiçbir iddiası olmayan ve zayıflamakta olan bir güç, bütün savaş boyunca. Boğazları kapalı tutmayı başarabilmişti. İngiltere’nin itibarını oldukça zedeleyen bu durum, savaşı en azından iki yıl daha uzatmış, ağır maddi ve manevi kayıplara sebep olmuştu. İşte bu tecrübeden hareketle ve ileride benzeri sorunların tekerrür etmesine imkân vermemek için, dönemin politikalarında etkin olan İngiliz Başbakanı, David Lloyd George[6] Boğazların statüsünde, yukarıda sözü edilen değişikliklerin yapılmasını en çok isteyen ve uzun süre de savunan kişi olmuştur[7].
1917-20 arası dönemdeki yeni boğazlar politikası, büyük ölçüde başarısızlığa mahkûmdur. Çünkü doğası itibariyle cezalandırmaya yöneliktir ve Lord Palmerston’dan Edward Grey’e kadar bütün dış politika yöneticilerinin benzer esaslar üzerinde yürüttükleri bir politikanın tersine, temel İngiliz dış politika çıkarlarını da desteklememektedir. Savaş sonunda, devletlerarasında Wilson’un prensipleri ile de beslenen yeni bir dünya düzeni kurulmaya çalışılırken, hedefleri içinde cezalandırmaya yönelik bir amaç olan bir politikanın uygulanabilmesi kolay görünmemektedir. Üstelik hedeflenen amacın gerçekleşmesinde kullanılan yöntemler hatalıdır; bu nedenle de karşı tepkinin oluşmasını güçlendirici bir etkiye yol açacaktır. Dolayısıyla beklentiler tam anlamıyla gerçekleştirilemeyecek ve İngilizlerin Boğazlara yönelik olarak oluşturdukları politikada, zaman zaman iniş çıkışlar, tereddütler, hatta imkânsızlıklar yaşanacak ve Lozan’a varan süreçte, giderek değişime zorlanacaktır. Yazının devamında bu konu irdelenecek, Lozan’a uzanan dönem içinde, İngiliz Boğazlar diplomasisinin evreleri, farklı zaman dilimlerine ayrılarak incelenmeye çalışılacaktır.
1917’ye kadar İngiliz Boğazlar Politikasının Gelişimi
1916 boyunca ve 1917’nin başına kadar gelişen İngiliz savaş hedefleri, 1915’de Rusya ile yapılan anlaşmanın maddeleri ile paralellik arz eder bir şekilde, Türklerin İstanbul ve Avrupa’dan çıkarılmasını amaçlar. Bu elbette ki, savaş sonundaki başarı ve İngiltere’nin, Türkiye’nin Asya topraklarındaki bazı çıkarlarının tatmin edilmesi ile yakından ilişkilidir[8]. İngiltere’nin bu hedefine ve Türk topraklarının paylaşımına yönelik anlaşmalar Nisan 1917’ ye kadar tamamlanır[9].
1917’nin başlarına gelindiğinde, İngiltere’de bir kabine değişikliği olmuş ve dönemin uluslararası diplomasisinde çok etkin olacak bir isim, David Lloyd George başbakanlığa gelmiştir. Beş kişiden oluşan küçük Savaş Kabinesi ve yönetim biçimi ile A. J. P Taylor’un deyimiyle, diktatör vari bir tavır sergileyen[10] bu devlet adamı, İngiliz politikalarının, dolayısıyla da Lozan’a varan süreçte gelişen İngiliz Boğazlar diplomasisinin baş mimarıdır. İşte, Türklerin İstanbul’dan ve Avrupa’dan çıkarılmasını da isteyen ilk resmî İngiliz ve Müttefik savaş hedefleri, 1917’nin başında, İngiltere’deki bu yeni dönemde açıklanır[11].
Yayınlanan ortak bildirgede (declaration), 1915’de İstanbul ve Boğazlar ile ilgili yapılan gizli pazarlıklar onaylanırcasına, “Batı medeniyetine bütünüyle yabancı olan Osmanlı İmparatorluğunun, Avrupa’dan tamamıyla kovulması”[12] gerektiği hararetle savunulmuş ve yine 1916’da, Türkiye’nin Asya topraklarının paylaşımına yönelik olarak vücuda gelen, gizli anlaşmalar için zemin hazırlanırcasına, “Türklerin kötü yönetimi altındaki halkların özgürlüğü”[13] istenmiştir. Hatta daha da ileri gidilmiş, İngiliz Bakanı Balfour, “Türklerin Avrupa’dan kovulması ve Türk olmayan ırklar üzerindeki Türk yönetiminin ortadan kaldırılması, barış için, Alsace-Lorraine’in Fransa’ya geri kazandırılması kadar elzemdir”[14] açıklamasında bulunmuştur. Fakat sonradan gelişen birtakım olaylar ve akabindeki tarihi süreç, bu güçlü ifadeleri, uygulanması çok zor bir duruma getirecek ve giderek geçersiz kılacaktır.
Kuşkusuz ki, 1917 yılına damgasını vuran ve önceden yapılan bütün planları altüst eden en büyük gelişme, Rusya’da ortaya çıkan büyük dönüşümdür. Ülkede kendini gösteren siyasî çalkantılar, arka arkaya yönetim değişikliklerine sebep olmuş ve giderek sistemin tamamıyla değişmesine neden olan bir devrim niteliğine kavuşarak, sonunda Bolşeviklerin yönetimi ele geçirmeleri ile nihaî şeklini almıştır[15]. Bu devrimle, Rusya’da dünyaya bakışın ve siyasî yapının ne ölçüde değiştiği ve bu değişikliğin, genel Müttefik planlarına ne kadar büyük darbeler indireceği, arka arkaya gelen Rus bildirgelerinden yavaş yavaş belirginleşmeye başlamıştır[16]. Bunlar, süregelen savaşın kendisine ve belirli noktalarda da Müttefiklerin Savaş Hedeflerine ters düşebilecek politikalar izlenebileceğinin sinyallerini verir. Kasım ortalarında Bolşeviklerin yönetimi ele geçirmeleriyle, Rus politikasındaki değişimin son merhalesine de girilmiş olur. Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler, Müttefiklere karşı bir yükümlülüklerinin olmadığını, önceden yapılmış olan gizli anlaşmaların hiç birisini tanımadıklarını ve hatta içeriklerini açıklayacaklarını duyurur[17].
Buna uygun olarak Rusya Aralık 1917’de, savaş sırasında yapılan bütün gizli anlaşmaları gün yüzüne çıkararak[18], 1915’de Müttefiklerle yapılan İstanbul Anlaşmasını reddettiklerini, İstanbul’un ise Müslüman ellerde kalması gerektiğini ilan eder[19]; böylece Müttefikleri, dolayısıyla da İngiltere’yi oldukça zor bir durumda bırakır. Bütün bunlara ek olarak bir de, savaştan tamamıyla çekilir[20].
Bütün bu gelişmeler çok uzun bir süre sonra ilk defa olarak Rusya’yı, Boğazlar ve İstanbul ile ilgili meselelerden çekip çıkarmış, konuyu bir süre için Müttefikler, esas itibariyle İngiltere ve Amerika arasında sürdürülecek bir diplomasinin gelişimine bırakmıştır.
1917-1919 Arası Dönemde Gelişen İngiliz Boğazlar Politikası
Gerçekleşen devrimle Rusya’nın 1915 Anlaşmasında kristalize olan taleplerinden vazgeçerek, bir süre için kendi içine dönmesi, bütün ondukuzuncu yüzyıl boyunca etkin olan Boğazlar Sorunu-Rusya bağlantısını ortadan kaldırmış; fakat asıl sorunun kendisini çözmeye yeterli olmamıştır. Müttefikler açısından, özellikle İngiltere düşünüldüğünde, Rusya’nın Boğazlar diplomasisinden çekilmesi olumlu bir gelişmedir[21]. Bu şekilde gelecekte Rusların İstanbul ve Boğazları kontrol edemeyecekleri kesinlik kazanmıştır; bunun yanı sıra, ortaya konulan savaş hedeflerinde, Türklerin de olmaması öngörülmektedir. Bu iki unsur ortadan kalkmış gibi göründüğüne, ya da öyle varsayıldığına göre, ortadaki asıl soru, İstanbul ve Boğazlar kimin ya da kimlerin kontrolünde olacak ve nasıl bir sistem içinde olacaktır? İşte 1917-19 arası dönemin en büyük arayışı bu soruya cevap bulmaya çalışmak olmuştur.
Bu dönemde Boğazlar ve İstanbul ile ilgili konularda İngiltere ve Amerika’nın daha etkin bir biçimde çalıştıkları, esasen bunu da kendilerinin çözmesi gereken konular kapsamında gördükleri anlaşılıyor. Bu dönemde iki ülke, genel itibari ile İstanbul’un ve dolayısıyla Boğazların milletlerarası bir kontrole sokulması (internationalized) konusunda görüş birliğine varırlar[22]. Ama bunun ne şekilde gerçekleşebileceği konusu henüz bir açıklık taşımamaktadır. Bu konu ile ilgili kapsamlı bir öneri, İngiliz Dışişlerinin 1917 Ekiminde hazırladığı ve yeni savaş hedeflerini öneren bir memorandumu ile ortaya konulur[23]. 1917 Ocağında açıklanan savaş hedeflerine kıyasla çok derin bir farklılaşmaya işaret eden bu memoranduma göre, Boğazlar hem barış, hem de savaş zamanlarında olmak üzere bütün devletlerin savaş gemilerine sürekli olarak açık tutulmalıdır[24]. İstanbul Türklerin elinde kalmaya devam edebilir; ama bu, şehrin ve Boğazların üzerinde hamilik görevi yürütecek olan, Birleşik Devletler’in kontrolü altında olmalıdır.
Dışişlerinin bu yeni yaklaşımı, Lloyd George tarafından da benimsenir ve İngiliz Boğazlar politikasını bu yeni yönelişe göre biçimlendirmeye çalıştığı görülür[25]. Giderek barış önerilerine de dönüşecek olan savaş hedefleri, büyük ölçüde netlik kazanmıştır, ama bunların hayata geçirilebilmesi için, esas itibari ile savaşın sona ermesi gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu Almanya yanında savaşa devam ettiği sürece, barışa yakın zamanda ulaşmak mümkün görünmemektedir. Bu nedenle Osmanlı’yı, tıpkı Rusya örneğinde olduğu gibi, fakat ters orantılı olarak, savaştan çekilmeye ve Müttefiklerle, -tek başına hatta Almanlara karşı-, barış yapmaya ikna etmek gerekmektedir. Daha önce de çeşitli zamanlarda gerçekleştirilmeye çalışılan bu hedef[26], bu defa biraz daha ciddiyede ve bizzat Lloyd George’un direktifleri ile ele alınır. 1917 Aralığından 1918’in ortalarına kadar olan çabalar bu yöndedir.
Müttefiklerin barış önerilerinin Boğazlarla ilgili olan bölümünde, İstanbul Türkiye’nin başkenti olarak kalacak, Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı asker ve silahtan arındırılmış, tarafsız bir konuma getirilecektir (neutralization)[27]. Fakat bu görüşmelerden somut neticeler ortaya çıkmaz[28]. Bu İngiltere için aslında bir hayal kırıklığıdır. Çünkü Savaşın bir an önce sona ermesi, İngiltere’nin mevcut siyasî ve ekonomik durumu ve dünya politikasındaki geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, İngiltere içinde yaşanan siyasî çalkantılar ve ekonomik sıkıntılar da barışı her zamankinden daha elzem kılmaktadır[29]. Bu nedenle, Rusya ile Almanya arasında görüşmeler devam ederken, İngiliz hükümeti, Türkiye ile barış yapmak için son bir çabanın içine daha girer. Bununla paralellik arz eder bir biçimde, 5 Ocak 1918’de Lloyd George, bir süredir üzerinde çalışılan yeni savaş hedeflerini açıklar. Geçmiş yılın savaş hedeflerinden büyük ölçüde uzaklaşarak, oldukça ılımlı bir tavır sergileyen bu hedefler, “Müttefiklerin baskın olarak Türk ırkına sahip olan, Türkiye’nin başkentini ya da Küçük Asya’nın ve Trakya’nın o zengin ve çok bilinen topraklarını Türklerin ellerinden almak için savaşmadıklarını, ya da Türk ırkının ana topraklarındaki Türk İmparatorluğu ile onun başkenti İstanbul’un varlığının devamına karşı bir tavırlarının olmayacağını[30] dile getirir. Bir barış önerisi haline de getirilen bu yeni yaklaşımda, Türkiye’ye savaşı hemen durdurması karşılığında, Trakya ve İstanbul’u da içine alan, ağırlıklı olarak Türk olan topraklar üzerinde, bağımsız bir devlet olarak tanınacağı vaadinde bulunulur[31]. Çok net görülebileceği üzere, Türkiye’ye sunulan bu barış önerisi, Türkiye’nin Avrupa'daki varlığını (İstanbul) reddetmiyor ve Türk nüfusunun yoğunlukta olduğu kendi toprakları üzerinde, onu tanıdığını kabul ediyordu. Bu her ne kadar Türkiye’nin öneriyi kabul edip, barış yapması şartıyla sınırlı olsa da, geri planda, İngilizlerin geneldeki Türkiye politikasında dikkati çeken bir yumuşama olduğunu gösterir. Bununla birlikte 1918’in ortalarına kadar sarkan barış çabaları sonuçsuz kalır ve Türkiye savaştan çekilmez.
Bu arada, dönemin Boğazlar diplomasisinin iki temel aktöründen biri olan Birleşik Devletler’in başkanı Wilson, İngiliz Başbakanı Lloyd George’un açıkladığı (5 Ocak 1918) yeni savaş hedefleriyle benzer noktalar içeren, ünlü On dört Maddelik Barış Planını açıklar[32]. 8 Ocak 1918’ de Kongreye sunulan bu planın XII. maddesi bütünüyle Osmanlı İmparatorluğu ve Boğazlar ile ilgilidir. Buna göre, “Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk olan bölümü güvenli bir hükümranlığa kavuşturulmalı, fakat şu anda Türk yönetimi altında bulunan uluslar da tereddüde meydan bırakmayacak bir can güvenliği ve tehditlerden uzak, özerk bir gelişmeye kavuşturulmalı ve Çanakkale Boğazı, uluslararası garantiler altında gemilerin serbest geçişine ve bütün ulusların serbest ticaretine açık olmalıydı.”[33] Görüleceği üzere, tıpkı 5 Ocak İngiliz savaş hedeflerinde olduğu gibi, Amerikan Barış Planında da Boğazlar rejimi üzerinde uluslararası bir kontrolden bahsediliyor, ama bunun niteliğinin ne olabileceği konusuna bir açıklık getirilmiyordu. İstanbul’un geleceği konusu da belirsizliğini sürdürüyordu. Yine İngilizlerinkiyle benzer bir biçimde, en kesin ve kararlı yaklaşım. Boğazlardan serbest geçiş hakkının olması noktasında beliriyordu. Aslına bakılırsa bu, savaşın en başından sonuna kadar, Müttefiklerin üzerinde hemfikir oldukları, belli ölçülerde de başarı sağlayabildikleri tek konudur[34].
1918’in sonlarına gelindiğinde, Suriye cephesindeki yenilgiler ve Bulgaristan’ın Müttefiklere teslim olmasını takiben Osmanlılar da savaşı sürdürmekte zorlanmaya başlamıştır. 14 Ekim 1918’de, Osmanlı Hükümeti, Başkan Wilson’un ortaya koyduğu prensipler çerçevesinde barış yapmaya hazır olduğunu bildirir[35]. Bunu takiben, 30 Ekim 1918’de, Mondros limanında, 25 maddelik Ateşkes imzalanır[36]. Müttefikler adına İngiltere,[37] hem başlangıçtaki işlemleri yürüten, hem de sonrasında hükümlerin uygulanmasında aktif rol oynayan taraftır. Hiç vakit kaybedilmeden, ateşkesin Birinci Maddesine istinaden, Çanakkale ve İstanbul Boğazları ulaşıma açılarak Kara Deniz’e geçiş yolu verilir. Ateşkesin maddeleri, Lloyd George’un ve Wilson’un Boğazlarla ilgili planlarının uygulanması için yeterli zemine sahiptir[38]. Bundan sonraki iş, bu planların bir barış antlaşması haline dönüştürülebil-mesidir. Fakat beklenenin aksine bu hiç kolay olmaz ve sürdürülebilir bir barışa ulaşılabilmesi için uzun zaman geçmesi gerekir.
Ocak- Kasım 1919 Arasında Gelişen İngiliz Boğazlar Politikası
1919’un başlarından itibaren ve Kasım ayı sonuna kadar gelişen İngiliz politikalarının iki temel hedefi olmuştur. Bunlardan birincisi, gelecekte, İstanbul ve Boğazların statülerinin ne olacağı ve nasıl bir idare biçimi içinde yönetilecekleri sorusuna bir cevap bulmak; İkincisi ise, Türklerin Avrupa’dan sürülüp sürülmemesi, daha açık bir ifadeyle, İstanbul’da Türk hükümranlığının tanınıp tanınmaması meselesini bir sonuca bağlamak[39].
Paris Konferansı ile başlayan barış görüşmeleri, İngilizlerin üzerinde durduğu iki meselenin çözümlenmesi yolunda uygun bir zemin oluşturmuştur. Bu döneme kadar, İngilizlerin İstanbul ve Boğazlarla ilgili olarak geliştirdikleri uluslararası yönetim biçiminin açık ifadesi, bütünüyle Amerikan idaresi altında bir Boğazlar rejimi oluşturmaktı. Paris görüşmelerinin ortaya koyduğu şekliyle, burada asıl yapılması gereken, Birleşik Devletler Başkanı Wilson’un böyle bir hareket tarzı konusunda ikna edilmesiydi. Bu ise çok kolay görünmüyordu, çünkü İngiliz önerisi, Wilson’ un özelde Amerikan dış politikasında, genel de de savaş sonu dönemde, devletlerarası ilişkilerin yürütülmesinde çerçevesini oluşturduğu prensiplerle büyük ölçüde çelişiyordu. Buna ek olarak, Wilson prensipleri ile savaş sırasında Müttefikler arasında yapılan gizli anlaşmalarda yer alan paylaşımlar da birbirlerine oldukça zıt bir yapı sunuyordu. İşte Paris görüşmelerinin en temel işlevlerinden birisi, bu gizli anlaşmalarda hedeflenen ile Wilson prensiplerini bağdaştırabilecek bir yöntemi bulmaya çalışmak olmuştur. Ara yol, toplantıların en başında kurulan Milletler Cemiyeti bünyesinde oluşturulacak bir manda sistemi[40] olarak formüle edilmiştir (30 Ocak 1919).
Oluşturulan bu yeni formülden yola çıkarak, 14 Mayıs’ta Lloyd George, esas itibariyle Harold Nicolson[41] tarafından, Osmanlı İmparatorluğunun yeniden organizasyonu üzerine, hazırlanan planı başkan Wilson’a sunar. Bu planın ilk maddesi, yukarıda sözü edilen birinci mesele ile ilgilidir, dolayısıyla, İstanbul ve Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları düşünülen topraklar üzerinde[42] Amerikan mandası oluşturulmasını öngörür[43]. Uzun süre karşı tavır almasına rağmen,[44] Başkan Wilson, Haziran ayı sonlarına doğru, Nicolson tarafından kaleme alınan iki öneriyi, Senatonun onayına sunulmak şartıyla kabul eder[45].
İngilizlerin üzerinde durduğu ikinci nokta: ‘İstanbul'daki Türk hâkimiyetinin tanınıp tanınmaması, ya da Türklerin Avrupa’dan silinip silinmemesi,’ meselesidir. Enteresan bir biçimde, hem Lloyd George hem de Wilson bu hususta ortak bir tavır benimserler; öyle ki, iki liderin benzer yaklaşımlar içinde olduğu, neredeyse tek konudur. Onlar açısından bakıldığında, Türklerin lehine oluşturulan barış hedefleri, savaşın sonlandırmasına yeterli olmamıştır. Bu nedenle her iki lider de, daha önce oluşturulan yumuşatılmış savaş hedeflerinden çok uzaklaşarak, bir kez daha, Türklerin Avrupa’dan çıkarılmasından yana kesin bir tavır alır [46].
İngiltere açısından bakıldığında, Boğazlarla ilgili öne çıkan iki temel güçlük, bu konferans sırasında çözülmüş gibi görünmektedir. Geriye, gizli anlaşmalarda ifadesini bulan Osmanlı topraklarının paylaşımı meselesinin bir sonuca bağlanması ve bu çerçevede bir barış antlaşmasının oluşturulması kalmıştır. Fakat bu o kadar kolay değildir; çünkü Almanya’dan farklı olarak, Türkiye ile yapılan ateşkes anlaşmasının hükümleri Wilson Prensipleri bağlamında değil[47], Osmanlı topraklarının Müttefiklerce paylaşımını öngören, gizli anlaşmaların hükümleri ışığında tespit edilmişti. Bu nedenle, formülün bulunması yeterli olmamış, manda sistemi ile yönetilecek bölgeler, sınırları ve kimin tarafından idare edileceği tartışma konusu olmaya devam etmiştir. Ayrıca, henüz Boğazların kaderinin ne olacağı da bir netlik taşımamaktadır; bunun için Birleşik Devletler’in kararının beklenmesi gerekecektir[48], Dolayısıyla bu mevzu, bir barış antlaşmasının maddelerinin oluşturulabileceği olgunluğa henüz erişememiştir.
Her ne kadar, Konferans sırasında Osmanlı ile yapılacak Barış Antlaşmasının şartları belirlenemese de, bununla dolaylı olarak ilgili; ama giderek sorunun tam da merkezine oturacak, çok önemli bir karar alınır. Lloyd George, Clemenceau ve Wilson’un tasarrufu ile Mayıs ayında[49], Yunanlıların İzmir’e asker çıkarmasına izin verilir. Burada Wilson’un büyük desteği inkâr edilemezse de, kararın asıl mimarı İngiliz Başbakanı Lloyd George’dur.
Arka planda, Lloyd George’un bu yöndeki kararını destekleyen ve besleyen belli sebepler söz konusudur. Bunlardan birincisi, Müttefikler arasında, başlangıçta görüş ayrılığı şeklinde beliren; ama giderek güvensizliğe varan anlaşmazlıkların ortaya çıkmasıdır. Bu durum Paris Konferansı sırasında ve özellikle İtalya ile Müttefiklerin geri kalanı arasında hissedilir olmuştur. Bilindiği gibi, her ne kadar Müttefikler, bu kelimenin anlamı itibari ile belli bir birlikteliğin içinde yer almakta idiyseler de; savaşın en başından beri pek çok konuda farklı bakış açıları sergilemişlerdir. Osmanlı Meselesi gündeme geldiğinde ise durum iyice karışır; çünkü savaş sırasında yapılan gizli anlaşmalardaki paylaşım, hangi ülkenin, asıl olarak hangi yerleri ve hangi sınırlar içinde kendi payı olarak göreceği meselesini tam olarak belirleye-memiştir. Bu durum özellikle, Müttefiklere sonradan kaulan Yunanistan ve İtalya için geçerlidir. İki devletin ilgi alanları ve çıkarları İzmir’de çakışmıştır[50]. Lloyd George, Paris görüşmeleri sırasında daha çok Yunanistan’ dan yana bir tavır takınarak[51], İtalyan taleplerine karşı soğuk bir bakış açısı sergilemiştir[52].
Bütün bunlar İtalya’nın Müttefiklere, özellikle de İngiltere’ye olan güveninin giderek azalmasına neden olarak, onu kendi başına hareket etme noktasına getirir. En sonunda da bu ülke, Müttefiklerin onayını beklemeden, Mondros Ateşkes Anlaşmasının 7. Maddesine dayanarak, Adana bölgesine (Kilikya) asker çıkarır[53]. İtalya’nın tek taraflı olarak ortaya koyduğu bu girişim, aslında biraz aceleci ve zamansızdır, dolayısıyla vaktinden önce bir hareketin oluşması sonucunu doğurmuştur. Tam da Paris Barış görüşmeleri sırasında ortaya çıkan bu gelişme, İtalya’nın İzmir’e de asker gönderebileceği ihtimalini gündeme taşır. İşte bu tehlikeyi bertaraf etmek ve İtalya’nın daha ileri bir hareketini durdurabilmek için[54], o an elde var olan en yakın gücün, yani Yunanlıların İzmir’e asker çıkarması kararı alınır.
Kuşkusuz ki, bu kararın böylesine çabuk alınmasının, geri planda başka nedenleri de mevcuttur. Lloyd George, stratejik olarak Akdeniz’deki İngiliz çıkarları noktasında değerlendirdiğinde, Yunanistan’ı bölgede yükselen ve İngiltere’ye en yakın güç olarak görmüş; dolayısıyla, bu ülkenin varlığını çok önemsemiştir[55]. Bu nedenle de, Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de stratejik olarak güçlenmesine yardımcı olabilecek, bir köprübaşı mevzii (İzmir) kazanmasına yardımcı olmuştur. Şu sözler onun Yunanistan’a duyduğu güveni açıkça ortaya koyar: “Doğu Akdeniz’de Yunan medeniyetinin yeniden inşa edilmesinin, mutlak barışa doğru yapılmış gerçek bir katkı olacağı yönünde, gerçek ve derin bir inancım vardı.”[56].
Bütün bunları destekleyen bir başka unsur da Yunan Başbakanı Venizelos’tur. Venizelos oldukça etkili bir kişiliktir ve Aralık 1912’de Venizelos’la ilk karşılaşması sonunda Lloyd George onu “Büyük bir adam, çok büyük bir adam”[57] olarak nitelendirmıştır. İngiliz Başbakanı’nın Venizelos’a duyduğu bu saygı, sonrasında Venizelos’un Müttefiklere sergilediği bağlılıkla gelişerek, tam bir güven ve inanca dönüşmüştür. Fakat bütün bu olumlu düşüncelerin ve beklentilerin aksine, İzmir’de başlayan Yunan askerî harekâtı en başından itibaren, normal bir işgal ve düzenli bir ordunun davranışı olmaktan çıkarak, durdurulamaz bir katliam şeklini almış[58] ve savaş sonrası dönemde herkesin geleceğini çeşidi açılardan etkileyecek en kritik olay niteliğini kazanmıştır.
Nasıl ki 1915 Çanakkale Harekâtı, Müttefikler açısından, savaşın gidişini olumsuz etkileyen tarihi bir hatadır; Yunanlıların İzmir’e asker çıkarmasına izin verilmesi kararı da, savaş sonrası dönemin benzer bir tarihi yanılgısıdır. Savaşın başından beri zar zor yürütülen bir İttifakın dağılışının ilk adımını teşkil etmiş, fakat tam tersi olarak da, buna karşı oluşan tepki, Türk ulusal hareketini birleştirip bütünleştiren bir yapı taşını oluşturmuş ve kurtuluş mücadelesini hızlandırmıştır.
Bu dönem İngiliz politikalarını bütünüyle yöneten ve yönlendiren Lloyd George’un öngörülerinin, varsayımlarının, dolayısıyla kararlarının bazı yanılgıları söz konusudur. Birinci olarak, Türkiye’nin ateşkes anlaşması sonunda, tam bir teslimiyet içinde olduğunu varsaymış, bu ülke ile yapılacak barış antlaşmasının da, sadece Müttefikler arasında kararlaştırmaya kalan, teknik bir mesele olduğunu düşünmüştür. Meseleyi çok basite indirgeyen bu yaklaşım, sonrasında İngiliz politikaları için çok büyük açmazlar yaratmıştır. Zannedilenin aksine, ciddi bir karşı direnişle karşılaşılmış ve antlaşmanın dayatılabilmesi için büyük oranlarda güç kullanımına ihtiyaç duyulmuştur.
İkinci olarak Lloyd George, Yunanistan’ın İzmir’e asker çıkarması kararını verirken, Osmanlı’nın yakın tarihi geçmişini, Türklerin Yunanlılar ile ilgili hislerini ve Yunan halkının potansiyel gücünü yeterince değerlendirememiştir. Ayrıca, bir Yunan ve İtalyan işgali durumunda, bütün tablonun değişeceği ve Türklerin bunu asla kabul etmeyeceği yönündeki ciddi uyarıları da göz ardı etmiştir[59]. Bu işgalden sonra, İstanbul’da, Müttefiklerden herhangi birinin eliyle kurulacak ayrı bir Boğazlar Devletini, Türklere kabul ettirme ihtimali, artık çok zorlaşmıştır. Harold Nicolson’un bu konudaki yorumu “Türkler kaderlerine küserek de olsa, kendi topraklarında, Büyük Güçlerden birinin yönetimini kabul edebileceklerdi; kabul edemeyecekleri şey, bu topraklardan bir parçanın Yunan Krallığı’na dâhil edilmesiydi”[60] şeklindedir. İşte Lloyd George’un belki de en büyük hatası bu hassasiyeti görememek olmuştur.
İngiliz Başbakanının politikalarında göze çarpan diğer bir sorun da, benzerleriyle mukayese edildiğinde oldukça demokratik bir geleneğe sahip olan İngiliz sistemi içinde, benmerkezci ve diktatör vari tavırlarla, bu ülkenin politikalarını yönetmeye çalışması olmuştur. Edwards’m ifadeleriyle, “Lloyd George, askerî konularda, ciddi hatalar yapmasına sebep olan çok az bir bilgiye sahipti ve muhalefete hiç tahammülü yoktu."[61]. Dolayısıyla, pek çok konuda olduğu gibi, İngiltere’nin Türkiye’ye yönelik politikalarında da kendi düşünceleri doğrultusunda hareket etmiş; siyasî meselelerde, Kabine üyelerinin fikrini almadan[62], askerî meselelerde de, İngiliz Genel Kurmayına[63] danışmadan kararlar almıştır.
Lloyd George’un başka bir hatası, savaş sonu dönemde, Türklerin cezalandırılmasına yönelik olarak oluşturduğu ve Boğazların Türk hâkimiyeti ve kontrolünden mahrum edilmesine dayandırdığı yeni Boğazlar politikasında; ileride karşılaşılabilecek muhtemel askerî, siyasî ve ekonomik problemleri önceden tasavvur edememesidir. Belki de bu, Amerika’nın desteğini yanında hissettiği ve barış zamanı politikalarında, onun bir ağarlığının ve yardımının olacağını varsaydığı için böyleydi. Hâlbuki gelecekte, değişen dengeler sebebiyle, büyük ölçüde kendi inisiyatifi ve kaynakları ile çözmesi gereken bir problemle karşı karşıya kalacak; bu durum ise onu, Boğazların kontrolü ile ilgili süregelen katı politikalarında, yumuşamaya, hatta geri adım atmaya zorlayacaktır.
Lloyd George’un diğer bir yanılgısı da, savaş sonu dönemdeki bütün po-litikaların merkezine Amerika'yı oturtması ve bu ülkenin Avrupa meselelerinde etkin bir güç olarak devam edeceğini zannetmesidir. Bu o kadar böyledir ki, bütün savaş sonrası düzenlemelerde, öncelikle bu ülke ile anlaşılmaya çalışılmış, onun onayı aranmış, diğer Müttefik ülkeler ikinci sırada değerlendirilmiştir. Bu nedenle Amerikan Senato’sundan gelen haberin, İngiliz politikalarını yönetenler üzerinde oldukça sarsıcı bir etkisi olmuştur. İngiliz Parlamentosu, Versailles Barış Antlaşmasını ezici bir çoğunlukla kabul eder ve Wilson’un prensiplerini alkışlarken[64], Amerikan Senatosu, aynı Antlaşmayı büyük eleştirilerle karşılamış[65]; sadece Antlaşmayı ret etmekle kalmamış, Milletler Cemiyeti Sözleşmesini de geri çevirmiştir. (19 Kasım 1919). İşte bu İngilizler açısından gerçekten de beklenilenin çok dışında bir sonuç[66] olmuş ve sonraki dönemin bütün gelişmelerini etkilemiş, hatta değiştirmiştir.
Aralık 1919- Ocak 1920 Arasında Gelişen İngiliz Boğazlar Politikası
Birleşik Devletler’in Versailles Antlaşması’nı reddetmesi, İngilizlerin savaş sonrası dönemdeki Boğazlar politikasında, gerçekten temel bir değişikliğe yol açacak ilk gelişmedir[67]. Versailles Antlaşması'nın reddi, aslında. Boğazlardaki manda rejiminin de reddi manasına gelmiştir. Bunun hemen akabinde Amerika, Avrupa meselelerinden de çekileceğini ilan etmiştir[68]. Başka bir açıdan değerlendirildiğinde, bu yeni durum. Birleşik Devletlerin Türkiye ile ilgili problemlerin çözümü sürecinde artık yer almayacağını göstermektedir.
Böylesi bir durumun Boğazlar diplomasisi söz konusu olduğunda tek anlamı, ne İngiltere, ne de Fransa’nın doldurmak istemediği sıkıntılı bir yerde (Boğazlar, İstanbul ve Marmara), yeniden bir güç boşluğunun ortaya çıkmasıdır. İşte bu dönemde İngilizler bir kez daha, bizzat kendilerinin çözmesi gereken o eski problem, ‘Boğazlar Surunu’ ile baş başa kalmıştır.
Bu arada yılsonuna doğru, İngiliz Dışişlerinde bir değişiklik olmuş ve Balfour’un yerine görevi, Türkiye ile ilgili meseleler söz konusu olduğunda adı hep gündemde olan, Lord Curzon devralmıştır[69]. Şimdi işler eskisinden daha karışıktır ve çözülmesi gereken bir Türkiye problemi vardır. Gecikilen her günün Barış antlaşmasını biraz daha zora soktuğunu Curzon çok iyi bilmektedir[70]. Gerçekten de, İtalyan ve Yunan işgali Anadolu’daki ulusal hareketin ivme kazanmasını etkilemiştir[71]. Bu hareketin gelişip güçlenmesi demek, Barış Antlaşmasının hükümlerinin uygulanmasının sıkıntıya girmesi demektir. Sultan bu hükümleri kabul etse bile, büyük bir ihtimalle, Ulusal Birlik ve Bağımsızlık hareketini yürütenler bu antlaşmayı asla kabul etmeyecekler, uygulanması için üzerlerinde güç kullanmak gerekecektir. Dolayısıyla zaman ve Barış Antlaşmasının imzalanmasındaki gecikme, Müttefiklerin aleyhine işlemektedir.
Bu olumsuz gidişi bir noktasından yakalayıp durdurabilmek ve tersine çevirebilmek için Curzon, elde kalan tek muhatabı olan Fransa ile resmî görüşmeleri başlatmakta gecikmez[72]. Aralık 1919’da Londra’da Dışişleri Bakanlığında başlayan görüşmeler[73], bu ay içinde, karşılıklı müzakerelerle devam eder. Burada gündeme gelen en önemli konu, Boğazların kontrolü ve İstanbul’un idaresinin nasıl bir sistem üzerine oturtulacağıdır[74]. En sonunda oluşturulan ve Fransa’nın da onayladığı taslak, büyük ölçüde Curzon’un formüle ettiği maddeleri içerir. Bu “Curzon Planı", Türklerin Avrupa’dan çıkarılmasını, İstanbul’un ve Boğazların uluslararası bir organizasyonun yönetimine bırakılmasını[75], Anadolu topraklarındaki Türk hükümranlığının ise, yabancı danışmanlar ve etki alanlarına tabi olarak devamını öngörür[76].
Her ne kadar, zihinleri uzun süredir meşgul eden Türkiye Meselesinin, nihayet sonuna yaklaşılıyormuş gibi görünse de, bu konuda, kabine içinde bir süredir devam eden huzursuzluk ve görüş ayrılıkları[77] İstanbul ve Boğazlar konusunda iyice belirginlik kazanır. Dolayısıyla, iki ayrı görüşün ve savunucularının mücadelesine dönüşür. Türklerin İstanbul’daki varlığını, Avrupa’nın içindeki bir ülsere benzeten Curzon[78], bunun tedavisi için 'kesin ve kararlı bir operasyonla’[79] Türklerin Avrupa’daki topraklardan sökülüp atılmasını; İstanbul ve Boğazların ise başka ellerin güvenliğine bırakılmasını savunur. Türklerin İstanbul’daki hâkimiyet hakkının devamından yana olan Edwin Montagu ise, daha 1917’den bu yana, İngiliz savaş hedefi olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun yok edilmesi fikrine sürekli olarak karşı çıkmıştır[80]. Montagu’nun en büyük korkusu, Türkiye’nin parçalanmasının Hindistan’da ve Britanya İmparatorluğu’nun diğer Arap bölgelerindeki Müslümanlar[81] arasında huzursuzluğa ve infiale sebep olacağıdır[82]. Fikirleri Curzon ile çatışsa da, Montagu, kabinenin diğer üyelerini ikna etmekte başarılı olur[83]. Sonuç itibari ile Ocak 1920’de toplanan İngiliz kabinesi, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın politikalarını adeta çiğneyerek, Türkleri Avrupa’dan silme çabalarına bir son verme ve onların İstanbul’daki hükümranlık haklarını sürdürmelerine izin verme kararı alır[84]. Bu İngiltere’nin Boğazlara yönelik politikaları açısından çok tarihi bir karardır[85]. Ayrıca bu, İngiltere’nin, savaş sonu dönemde temel prensiplerini oluşturduğu bir politikadan yavaş yavaş çekilişinin de ilk adımını teşkil etmiştir.
Akabinde gelişen İngiliz Boğazlar Diplomasisi, giderek savaş zamanı ihtiraslarından arınmış ve barış zamanı gerçeklerine uzanan yeni bir döneme girmiştir. Bundan sonra oluşturulan bütün taslak planların, Türklerin İstanbul’daki varlığını, şu veya bu şekilde kabul ederek hazırlanması gerekmiştir.
İstanbul Meselesi’nin bu şekilde bir sonuca bağlanmasının en belirleyici faktörü, hiç kuşkusuz, Lloyd George’un da daha sonra önemle vurguladığı gibi, Hindistan tartışmasıdır[86]. Bilindiği gibi on dokuzuncu yüzyıl boyunca İngiliz Politikacıları, Boğazlar ve Boğazların güvenliği hususunu, hep Hindistan ve Hindistan’a giden yolların güvenliği bağlamında değerlendirmiş[87]; Türklerin İstanbul ve Boğazlardaki hükümranlığını ise, bu ilişki çerçevesinde en güvenilir unsur olarak görmüşlerdir[88]. Garip bir tecelli olarak, Kabinenin İstanbul ile ilgili kararında, Boğazlar ve İstanbul, yine Hindistan’la ilintili olarak ele alınmışa. Fakat bu defa, Hindistan’ın güvenliği, buraya ulaşan yolların korunması ya da gelebilecek dış tehditler kapsamında değil, ama belki çok daha önemli bir noktadan, içeriden gelebilecek tehlikeler bağlamında mütalaa edilmişti. Bilindiği gibi Hindistan, Britanya’yı gerçek bir imparatorluk yapan en önemli kazanımdı, burada Müslümanlar arasında ortaya çıkabilecek bir isyan kıvılcımı, bütün bîr imparatorluğa mal olabilecek bir ateşe dönüşebilirdi.
Kabine’nin, İstanbul’un Türk varlığını destekleyen kararını arka planda besleyen bir başka tartışma noktası da, Türkleri İstanbul’dan çıkarmak gerektiğinde, mevcut askerî imkânların, bunu ne derecede sağlayabileceği konusuydu. Tartışmaların geldiği nokta, İngiltere’nin bunu zorlayacak bir askerî gücünün olmadığını ortaya koyuyordu[89]. General Henry Wilson ve Churchill, bu görüşün önde gelen savunucularıydı. Churchill’in naklettiği kadarıyla, Kabine’ye yöneltilen, “askerleriniz olmadan, Türkleri İstanbul’dan nasıl süreceksiniz?”[90] Sorusuna tatmin edici bir cevap alınamamıştı. Dolayısıyla, bu karar öncesindeki, hem Hindistan, hem de askerî güç tartışmalarının vardığı sonuç, İngiliz çıkarları ve mevcut şartlar düşünüldüğünde, Sultan’ın ve hükümetinin İstanbul’da kalmasının, en doğru seçim olacağı şeklindedir[91].
Ortaya çıkan bu netice ise, oluşturulan Barış planı taslağının tümden gözden geçirilerek düzeltilmesi anlamına gelmiştir. Çünkü bu taslağın temel dayanağı, bütün Boğazlar bölgesindeki Türk hükümranlığını bertaraf etmek ve İstanbul'un büyük bir bölümünü de içine alan bir Boğazlar devleti kurmak üzerine kurulmuştu. İçinde gerekirse zor kullanmayı da barındıran bu sert çözümün ret edilmesinden sonra, ortaya çıkan bu tabloya göre yeniden şekillendirilecek, başka bir yol haritasının oluşturulması gerekmiştir.
Sevr Antlaşmasına Giden Yolda İngiliz Boğazlar Politikası Şubat-Ağustos 1920
İngiliz Kabinesi’nin kararını takiben, aynı ay içinde Paris Barış Konferansı resmî olarak kapanmış (21 Ocak 1920); ama çözümlenmemiş bir Türkiye meselesi olduğu için, liderler uygun olan en kısa zaman içinde bir araya gelme ve bu ülke ile yapılacak barış antlaşmasının taslağını hazırlama kararı almıştı. Bu amaca yönelik ilk Müttefik konferansı, Londra’da 12 Şubat-10 Mart tarihleri arasında yapılır. Burada Türkiye ile yapılacak barışın genel prensipleri ve taslak metin üzerinde anlaşmaya varılır. Teknik detaylar üzerindeki çalışmalar ise 10 Nisan’a kadar sürer. Bu son dönemdeki çalışmaların ağarlıklı noktası, antlaşmanın Boğazlarla ilgili olan bölümüdür;daha açık bir ifadeyle, yeni Boğazlar rejiminin nasıl olacağı ve ne şekilde uygulanacağına yönelik olarak oluşturulan, detaylı taslak metinlerdir.
Bu toplantılar sırasında Lloyd George ve Curzon, Boğazlarla ilgili kararların her aşamasında, yönlendiren, hatta belirleyen olarak etkin olmuşlar; esas itibari ile görüşmeler de, onların belirlediği çerçeve dâhilinde sürdürülmüştür.
Boğazlarla ilgili ele alınan konulardan birincisi İstanbul’dur: Bu, şehrin Türk kimliğinin, ya da bu şehirdeki Türk hâkimiyetinin devam edip etmeyeceği ikilemidir. Konferansa katılan bütün liderler, artık Türkleri buradan çıkarmanın çok kolay olmadığı noktasında görüş birliği içindedirler. Bu yöndeki kabine kararı nedeniyle İngiliz Başbakanı, gönülsüzce de olsa benzer bir yaklaşımı benimser. Bu meseleyi, Başbakan açısından daha kabul edilebilir bir forma sokacak olan öneri ise Curzon’dan gelir ve diğerlerince de kabul edilir. Buna göre Türkler İstanbul’da kendi hâkimiyetlerini sürdürebilir; ama bu Barış Antlaşmasının bütün yükümlülüklerini yerine getirmeleri şartına bağlanmalıdır[92].
Boğazlar üzerindeki kontrolün ne şekilde kurulacağı, ya da uygulanacağı konusu, üzerinde tartışılan ikinci husustur. Lloyd George, İstanbul’un Türk kimliğinin devamına, istemeyerek de olsa, onay vermiştir; ama Boğazların kontrolü meselesinde, çok daha hassas bir yaklaşım içindedir. Türkleri, hiç değilse bu “suyollarının muhafızlığından” uzak tutabilecek bir formülün bulunması gerektiğine inanır[93]. Öte yandan, Boğazların kontrolü hususu, aslında askerî bir konudur; dolayısıyla, Müttefiklerin yeni ve uzun süreli bir askerî sorumluluğu üzerlerine almaları anlamına gelmektedir. Bu ise Müttefiklerden hiç birinin gönüllü olarak istemeyeceği bir duruma işaret etmekte; büyük ölçüde ekonomik, askerî ve siyasî bir yük getirmektedir.
Bu nedenlerden dolayı, Boğazların hem Avrupa, heın de Asya kanadındaki Türk kontrolünü tamamıyla ortadan kaldırmak ve bunu Müttefik kontrolü ile değiştirmek hedefine yönelik girişimlerde bulunmak yerine, şimdi Lloyd George’un, yavaş yavaş, Müttefik kontrolünü daha sınırlı ve stratejik bir noktada yoğunlaştıran; ama aynı zamanda, daha az güçle, daha etkin bir denetlemenin yapılabileceği bir denklem arayışına girdiği anlaşılır. Önceki tavrından farklı olarak, bu noktada, askeri yetkililerin tavsiyelerine ihtiyaç duyduğu gözlenir. Onun önerisiyle, Boğazların tarafsızlığını muhafaza etmesi için gerekecek asgari gücün ne kadar olabileceği konusunda, askeri uzmanlara danışılmasına karar verilir[94]. Hazırlanan askeri raporlara ve bunlarda yer alan önerilere göre[95], Barış Antlaşmasının ilgili 39. maddesi şekillenir[96].
Barış Antlaşmasının Boğazlarla ilgili bölümünün üçüncü meselesi, kurulacak yeni Türk Devletinin Avrupa’daki sınırı ile ilgilidir. Fazla bir tartışma konusu olmaksızın, 18 Şubat 1920'de Avrupa yakasında Çatalca sınır olarak kabul edilir[97].
Boğazlarla ilgili görüşmeler esnasında tartışılan dördüncü konu, Boğazlar Sorununun çözümüne yönelik plan çerçevesinde, çok kilit bir konumu olacağı düşünülen. Boğazlar Komisyonunun kurulmasıdır[98]. İngiltere’nin planı, Boğazları, askerî yönden, üç Müttefik devletin kontrol edeceği; geçiş düzenlemelerini ise, Boğazlar komisyonunun yapacağı bir sistemi kurmaktır. Buradaki temel prensip, askeri olarak, bu stratejik suyollarının anahtarını elde tutabilmek; ama bu sorumluluğu, Müttefikler dışındaki ülkelerin de yer alacağı, uluslararası bir komisyon ile paylaşmamaktır. İngiltere’nin bu yöndeki çabası başarılı olur ve Boğazlar Komisyonu’nun askeri bir sorumluluğu olmaz[99].
Boğazlar Komisyonunun kompozisyonuna gelince, İngiltere hem Müttefikleri hem de Karadeniz’e kıyısı olan ülkeleri içine alacak geniş bir katılımdan yanadır[100]. Sevr Antlaşması’nın ilgili maddeleri ise (38, 39, 40) buna göre düzenlenir[101].
Bütün bu maddelerden çıkan sonuç, sadece Boğazlarla ilgili hükümlerine bakıldığında bile, Antlaşma taslağının genel havasının bütünüyle cezalandırmaya yönelik olduğudur. Antlaşmanın maddelerinin neredeyse tamamı üzerinde İngiltere’nin etkin rol oynadığı düşünülürse, bu çok şaşırtıcı değildir. Bunlara ek olarak, Sevr Antlaşmasının taslak metinleri görüşülürken, durumu Türkiye açısından biraz daha zorlaştıran çok önemli bir gelişme olur. Müzakereler devam ederken, 28 Şubat'ta, ulusal hareketi yürütenlerin, Anadolu’da yüz binlerce Ermeni’yi öldürdüğü yönünde duyumlar alınır. Bu büyük bir heyecana sebep olur. Bir yönüyle buna bir tepki, fakat asıl itibariyle, ileriye yönelik karşı bir önlem olarak, Lloyd George’un çabalarıyla, İstanbul’un Müttefikler tarafından işgaline karar verilir[102].
Bu olay gündeme yeniden, bu sefer ciddi bir biçimde, Müttefiklerin, bu sert barış maddelerini uygulatabilirlik kudretinin ne derecede olduğu, sorusunu getirir. İngiliz Genelkurmayının buna yanıtı, hiç olmadığı yönündedir[103]. Churchill, böylesine ağır maddeler içeren bir Antlaşmanın dayatılabilmesi için elde yeterli asker gücünün bulunmadığı yönünde uyarır. Ona göre, İstanbul Hükümetine bu barışı kabul ettirmeye çalışmak boşuna bir çaba olacaktır; çünkü Asya'da varlıklarını sürdüren ulusal güçler bunu asla kabul etmeyecektir, Müttefikler ise İstanbul dışında, barışı dayatacak yeterli asker sayısına sahip değildir[104]. Lloyd George bu uyarıları görmezden gelerek Müttefiklerin, Türk’e, “barışı dayatabileceğini ve Kemalist kuvvelerin askerî gücünün büyük ölçüde abartıldığını” göstermesi gerektiğini savu-nur[105]. İşte İstanbul’un 16 Mart’ta Müttefiklerce resmî olarak işgal edilmesi kararı, Lloyd George’un çabaları sonucunda alınır[106]. Bu görünüşte Müttefik işgalidir, fakat gerçekte, Barış Antlaşmasının maddelerini Türk Hükümetine kabul ettirmek için başlatılan, geçici (ad hoc) nitelikli bir İngiliz işgalidir[107].
Müttefiklerin Sevr’e son şeklini verdikleri San Remo toplantısı ve burada imzalanan (24 Nisan 1920)[108] anlaşmadan birkaç hafta sonra, 11 Mayıs 1920’de Müttefiklerin Sevr Tasarısı, Osmanlı Hükümeti’ne iletilir. Osmanlı Hâriciyesi ise, 25 Haziran 1920’de buna çok kapsamlı ve neden uygulanamayacağı konusu iyi temellendirilmiş bir yanıt belgesi ile cevap verir[109]. Bu belgede Osmanlı Hâriciyesi, kendisine uygulanmaya çalışılan antlaşma hükümlerinin, sağlam temellerden yoksun olduğunu çok iyi ifadelendirmiş; kaybedenler tarafında olsa bile, bu kümede kendisiyle birlikte yer alan diğerlerinden çok daha kötü ve eşitlikten uzak bir muameleye tutulduğunun altını çizmiştir[110]. Osmanlının bu eşitsizliğe atfı, özellikle Bulgaristan’ın Boğazlar Komisyonuna delege göndermesi konusunda, öylesine gözler önüne serilir ki, başka noktalarda değilse bile, bu konuda Müttefikler Sevr'in ilgili maddesinde değişikliğe giderek, Türkiye’ye Komisyonda, Bulgaristan ile eşit haklar tanımak zorunda kalır[111].
Bununla birlikte, Osmanlı Hariciyesi’nin bu cevabi mektubu Müttefikler sathında çok rahatsız edici olmuştur; çünkü buradan anlaşılan, varsayılanın aksine, Osmanlı Hükümeti’nin bu antlaşmayı hiç de kolay kabul etmeyeceğidir. Bu nedenledir ki, Osmanlı Hariciyesi’nin mektubuna 16 Temmuz 1920’de verilen cevap çok sert ve tehditkârdır. Burada, Müttefikler nezdinde, Osmanlının işlediği suçlar bir bir sıralanır[112]. Ayrıca, son söz niteliğindeki ifadeler, antlaşmanın en kısa zamanda imzalanması yönündeki sabırsızlığı gözler önüne sermektedir. Buna göre: “Eğer Osmanlı Hükümeti, Antlaşmayı imzadan kaçınırsa ve imzadan sonra, Anadolu’da otoritesini yeniden kurmak ve Antlaşmanın yürütülmesini sağlamak konusunda zaafa düşerse, Müttefikler, antlaşmanın İstanbul ile ilgili olan hükümlerini yeniden gözden geçirmek ve Türkleri Avrupa’dan bu defa sonsuza kadar’ kovmak zorunda kalacaktır.”[113].
Osmanlı Hükümeti’ne, antlaşma konusundaki kararını bildirmesi için, 27 Haziran gecesine kadar süresinin olduğu, bu cevabi mesajla iletilir. Görüleceği üzere çok büyük bir baskı söz konusudur ve yapılabilecek fazla bir şey yoktur; bu nedenle Osmanlı Hükümeti, yukarıda bahsi geçen az bir değişiklikle Sevr Antlaşması’nı[114] 10 Ağustos’ta imzalamak zorunda kalır. Ama bilindiği gibi, bu Antlaşmanın onayı sürüncemede kalır ve Osmanlı Meclisi bunu hiçbir zaman onaylamaz[115], gelişen olaylar ise, zaman içinde bu Antlaşmanın geçerliliğini kendiliğinden ortadan kaldırır.
Lozan Antlaşmasına Giden Yolda İngiliz Boğazlar Politikası
İngiltere, bu dönemde tarihte ilk defa olarak, her ne kadar aşırı bir isteksizlikle de olsa, bir adım ileri giderek Fransa ve İtalya ile Boğazların ortak askeri kontrolünde yer alır[116]. 1920 ilkbaharının sonunda tamamlanan Sevr Antlaşmasının içinde yer aldığı şekliyle, bu İngiliz ve Müttefikler kontrolü, Marmara Denizi ve Boğazların her iki tarafında oluşturulan geniş, askerî donanmadan tecrit edilmiş mıntıkalarda, Müttefik güçlerinin sürekli varlığının devamı şeklinde uygulanacaktır. Fakat bu Boğazlar Meselesi’ne Sevr’in getirdiği çözümden geriye dönüş, antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre sonra başlamıştır. Aslında bu antlaşmanın kolay kolay uygulanamaz ve değişimin adeta kaçınılmaz olduğu, 1920 yazı ve sonbaharında, Türklerin bunu asla kabul etmeyeceğinin anlaşılmasıyla kendini hissettirir.
Görünen odur ki, bu antlaşma maddelerini ulusal hareketi yürütenlere kabul ettirebilmek için, hiç istenilmeyen yeni bir savaşa girmek gerekir. Hâlbuki Mart’tan bu yana hazırlanan askerî raporların da açıkça ortaya koyduğu gibi, elde, bunu gerçekleştirebilecek yeterli güç mevcut değildir. Bu nedenle bir kez daha Venizelos ve Yunan ordusundan medet umulur[117]. Churchill’in dile getirdiği gibi, Sevr Antlaşmasının hazırlanması on sekiz ay almış, ama “daha Antlaşma hazır olmadan, geçerliliğini yitirmişti.” Olabilirliği sadece “bir tek şeye kalmıştı: Yunan ordusu.”[118].
Yunan ordusuna duyulan bu güven birkaç ay içinde yerini tedirginliğe, hatta İngiltere dışındaki Müttefikler nezdinde, güvensizliğe bırakır. Bunun en birinci nedeni. Kasım ayında yapılan Yunanistan seçimlerinde Venizelos’un yenilerek, yerine Müttefik ülkelerde savaş suçlusu olarak nefret edilen, Kral Constantine’nin gelmesidir[119]. Özellikle Fransa ve İtalya bu durumdan çok rahatsız olarak[120], Anadolu’da ulusal hareketi yürütenlerle bir an önce anlaşmanın bir yolunun bulunması yönünde telkinde bulunurlar. Lloyd George ve Lord Curzon, Yunanistan’daki bu gelişmeden fazlaca etkilenmezler[121], fakat Constantine’in başa gelmesi, İngiltere’de Yunan isteklerine duyulan ilgiyi ve sempatiyi azaltır[122]. Bunun da ötesinde, Parlamento üyeleri Sevr’in gözden geçirilerek yenilenmesi için baskı yapmaya başlarlar[123]. Sevr’in yeniden görüşülmesi yönünde oluşan bu hava, Lloyd George’u, bir Müttefik toplantısı yapmaya zorlar. 26 Kasım -4 Aralık tarihleri arasında, onun çağrısıyla Londra’da toplanılır.
Bu toplantı sırasında, İtalyan ve Fransız temsilcilerinin ortaya koyduğu görüş, Sevr’in Yunan yanlısı bir Antlaşma olduğu, bu nedenle de, ulusal hareketi yürütenlerin kabul edebileceği bir şekilde, revize edilmesi gerektiğidir. Aslına bakılırsa Fransa bu antlaşmayı henüz onaylamamıştır ve Fransızların İngiliz Büyükelçisi Harding’e naklettiği, “hiçbir kuvvetin, Fransız Hükümeti’ni Sevr’i bu haliyle onaylamaya zorlayamayacağı” şeklindedir[124]. Fransa’nın bu noktadaki önerisi, Marmara Denizi’nin ve Çanakkale Boğazının kuzey bölgeleri ile İzmir’den Yunanlıların çıkarılması yönünde, antlaşmanın yeniden ele alınmasıdır[125].
Lloyd George, bütün bu yeni arayışlara ve baskılara direnir. Zaten bu konferansı toplamasındaki amaç, Sevr’in Türkler lehine gözden geçirilmesi değil, sadece gelen baskıları bir süre için bertaraf edebilmek, o günü kurtarmak ve biraz da Yunanlılar için zaman kazanmaktır. Başbakana göre. Müttefikler artık Türkleri kontrol edememektedir, Trakya’nın Türklere geri verilmesi demek. Müttefiklerin Boğazlar üzerindeki kontrolünün tamamıyla kaybı demektir. Oysaki Müttefikler, bütün olumsuz gelişmelere rağmen, hâlâ Yunanistan’ı kontrol edebilmektedir. Bu nedenle Lloyd George bekle ve gör politikasını tercih ederek, herhangi bir değişikliğe gidilmeden önce, Yunan- Türk savaşının ne yönde gelişeceğinin beklenmesini, değişikliğin ancak, Curzon’un savunduğu şekliyle, Yunanlıların yenilgisi gerçekleşirse ele alınması gerektiğini ileri sürer[126]. Dönemin genel Müttefik politikalarını yönlendiren Lloyd George olduğu için, bu sefer de belirleyici olur ve dile getirilen Müttefik taleplerinden bir sonuç alınmaz.
Fakat bundan sonra işler, hiç de istenildiği gibi gitmez; Yunanlılar sanılanın aksine, artık, kontrol altında değildir. Kral Constantine, yayılmacı ihtirasları fazla olan birisidir ve Ocak ayı içinde ordularını, Ankara’yı ele geçirmek hedefine yönelik olarak harekete geçirir. İşin ilginç yanı, yakın gelecekte, Fransa, İtalya, hatta İngiltere, Türklerle anlaşmak yönünde adımlar atmak isterken, ikna edilemeyen taraf Yunanistan olur. Bu ülke adeta İngiltere’nin kendi elleriyle yarattığı bir canavara dönüşür.
Bütün gelişmeleri ve bu kötü gidişi görüşmek üzere, Müttefik ülkelerin başbakanları ve Dışişleri bakanları, 25 Ocak’ta Paris’te bir araya gelerek, en kısa zamanda bir çözüme ulaşabilmek için, geniş çaplı bir konferans düzenlemeyi kararlaştırırlar. Curzon’un önerisiyle, Yunanlılar, Türkler (hem İstanbul, hem Ankara hükümetleri) ve Müttefikler olmak üzere, bütün tarafları bir araya getirecek, bir yuvarlak masa konferansı düzenlenmesine karar verilir[127].
Bunu takip eden dönemde, İngiliz Boğazlar Politikasındaki değişimlerin seyri, Türkiye’nin askerî dirilişi ve Yunanistan’ın Sevr’i dayatmaktaki başarısızlığı, İngiltere’deki savaş sonrası askerî tasarruf tedbirleri ve en nihayetinde Müttefikler arasında. Boğazlardaki Türk hâkimiyetinin yeniden tesis edilmesinin hangi ölçüde olacağı konusunda ortaya çıkan görüşlerin seyrine göre belirlenir. 1921’in başından 1922 güzüne kadar olan dönemde, yukarıda belirtilen gelişmeler, Lloyd George ve Lord Curson’u, Boğazlarda sınırsız geçiş hakkının olması ve bu bölgedeki Türk kontrolünün. Müttefik askerî kontrolü ile yer değiştirmesi yönündeki isteklerinden, yavaş yavaş geri çekilmeye zorlar.
1921’in ilk aylarından itibaren, Sevr’den adım adım uzaklaşılarak, Lozan’a doğru uzanan yolda, önemli eşikleri oluşturacak ve bu defa bütün tarafları içinde barındıran, konferanslar[128] dönemi başlar. İlk önemli safha, Şubat-Mart 1921 arasında yapılan Londra Konferansıdır. Burada, İstanbul ve Ankara Hükümeti temsilcileri, iki başlılığı ortadan kaldırarak, Ankara Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey’in şahsiyetinde, ortak bir irade ortaya koyarlar. Konferansta Sevr’e karşı ileri sürülen Türk Tezinin, Boğazlarla ilgili çözüm konusunda en önem verdiği husus, İstanbul’un güvenliği meselesidir[129]. Bunun sağlanması yönünde öne sürülen şartlar: Sınır olarak, 1913’deki Midye-Enez hattına geri dönülmesi ve Yunanistan’ın Doğu Trakya’dan tamamıyla çekilmesidir[130]. Birleştirilmiş Türk Delegasyonunun, Boğazlarla ilgili olarak üzerinde durduğu ikinci önemli husus, Boğazlardan Serbest geçiş prensibi ile ilgilidir. Buna göre Türkiye, “Boğazlardan serbest geçişi, bütün devletlerin bayraklarına, tam bir eşitlik içinde uygulanmasını güvenceye alan, her karara mutabık kalacaktır,” ama belli şartlarla: 1. İstanbul’u tehlikeye atmadığı; 2. Türkiye’nin bütün egemenlik haklarına saygı duyduğu takdirde[131].
Lloyd George, Türk Tezinde yer alan birinci konu ile ilgili olumlu yönde bir adım atmaya ve Yunanistan’ı terk etmeye henüz hazır değildir; ama yine de, Türklerin tatmin edilebileceğini düşündüğü ikinci konu üzerinde bazı düzenlemeler yapılabileceği noktasına gelir. Lloyd George’un politikaları açısından bakıldığında bu yeni bir durumdur ve sonuç itibariyle de, Müttefikleri Sevr’den geriye çeken, Türkleri ise, Lozan’a giden yolda, ileriye götüren bir adımdır. Bu noktaya gelinmesinde, belli gelişmelerin etkili olduğu söylenebilir. Her şeyden önce, İtalya ve Fransa, artık İstanbul'da büyük miktarlarda işgal kuvveti bulundurmayı istememektedirler. Aslına bakılırsa, İngiltere de “orada düzeni sağlamak yolunda, belirsiz bir süre için askerî güç bulundurmaya hevesli değildir.”[132]. Bu dönemde, İngiltere içinden gelen yoğun baskılar askerî harcamaların azaltılması yönündedir[133]. Ayrıca, 1921’den itibaren, basında ve akademik çevrelerde, Hükümetin Türkiye politikalarını ciddi bir biçimde eleştiren yazılar artmaya başlamıştır[134]. Öte yandan, kısmî de olsa Bekir Sami Bey’in Lloyd George ile 4 Mart’ta yaptığı özel görüşmenin etkisinden bahsedilebilir. Bu, her iki taraf için, İngiliz-Türk dostluğunun yeniden tesisi yönünde düşüncelerin dile getirildiği bir ortam oluşturmuştu. Bu noktadan sonra, Lloyd George’un hâkimiyet ve bağımsızlık konularındaki Türk hassasiyetlerine daha olumlu baktığı söylenebilir[135]. Bütün bunların yanı sıra, Yunanistan’daki liderlik değişimi ve izlenen yeni politikalar, Lloyd George’un bu ülkeye olan güvenini, giderek zedeleyen bir noktaya taşımıştır[136]. Bütün bunların sonucu olarak İngiliz Başbakanı, Türklere de hoş görüneceğini düşündüğü bir denemede bulunarak. Boğazlar üzerindeki askerî kontrolün azaltılması Önerisini gündeme getirir. Ona göre “Müttefik kontrolleri ne kadar gevşetilirse, o kadar iyi olacaktır.[137]. Bu konferanstan ve Lloyd George’un önerilerinden bir netice alınmaz; Türkler kendi istekleri karşılanmadığı için[138], Yunanlılar ise, Türklerle yürüteceği savaşta daha fazlasını kazanacağını düşündüğü için kabul etmez[139].
Genel olarak bakıldığında, bu konferanstan bir sonucun alınmadığı düşünülebilir; ama mercekle incelendiğinde, İngiltere’yi, yürüdüğü yolda yalnız bırakan oluşumların ilk nüvelerinin burada oluştuğu görülecektir. İngiltere’nin dikkati dışında, Bekir Sami Bey ile Fransız ve İtalyan temsilcileri arasında, bu iki devletin İngiltere ile yollarını ayıracak ve Sevr’in gözden geçirilerek düzeltilmesini kolaylaştıracak önemli görüşmeler ve anlaşmalar yapılır[140]. Ankara Hükümeti ile İngiltere’nin iki müttefiki arasında gelişen ve anlaşmalarla sonuçlanan bu yakınlaşma, İngiliz Hükümeti’nin Parlamentoda ciddi biçimde eleştirilmesine yol açar[141]. Bütün bunlara ek olarak, Rusya ile de bir dostluk antlaşması imzalanır ve bu ülke, Ankara’daki Ulusal Parlamento’yu, Türkiye’nin asıl temsilcisi olarak kabul eden ilk devlet olur (16 Mart 1921)[142]. Görüleceği üzere İngiltere’nin eski ve hali hazırdaki müttefikleri birer birer, Ankara’ya yaklaşan ve İngiltere’den uzaklaşan bir yaklaşım içine girmişlerdir.
Bundan sonraki süreçte, Fransa ve İtalya, Türklere karşı Yunanistan’ı savunan ve İngiltere’yi destekleyen bir konumdan artık çok uzaktadırlar[143]. Önceleri, Boğazların savunusunu, Müttefiklerin uhdesi altında, tamamıyla askerî bir mesele olarak kabul ederler ve kimseyi karıştırmak istemezlerken, geldikleri nokta itibariyle bunu, “bütün Dünya’nın” siyasî bir sorunu olarak görmeye meylederler[144].
Bu arada, Anadolu’da süregelen savaşta, Yunanlıların beklenilen başarıyı gösterememesi ve Türklerin ise giderek güçlenmesi, sonuca ulaşmayı geciktiriyor; barışın bir an önce sağlanmasını isteyen Müttefikler açısından bir çıkmaz oluşturuyordu. Bu duruma bir çözüm getirmek için, İngiltere bu dönemde bir kez daha girişimde bulunur ve uzlaşmayı hedefleyen yeni öneriler hazırlar. Türklere sunulması düşünülen bu yeni teklifin mimarı Curzon’dur ve İngiltere’nin o güne kadar Trakya ve Boğazların kontrolü konusunda takındığı katı tutumdan ödün vermeyi vaat eder. Teklifin ilk göze çarpan maddesi, sınırlan, Midye’nin (Midia) Güneyindeki Çatalca hatundan Marmara Denizi’ndeki Tekirdağ’a (Rodosto) kadar genişletilen, Marmara Denizi’nin kuzey kıyısının Türkiye’ye verilmesi şeklindedir[145]. Burada hedeflenen, kısmî bile olsa, Türklerin İstanbul’un güvenliği konusundaki kaygılarını bertaraf etmeye çalışmak, bu şekilde de, başlatılması düşünülen görüşmeler için farklı bir zemin oluşturmaktır. Bununla birlikte önerilen, istenilen sonuç için gerekeni sağlamaktan uzaktır, çünkü Türklerin istediği Midye-Enez (Enos-Midia) hattıdır; hem diğer müttefiklerce, hem de İngiliz Genel Kurmayı[146] tarafından desteklenen de budur. Fakat bu dönemde Curzon’a sunulan raporlar, “Boğazlardan serbest geçiş güvenliğinin ancak, Çanakkale Boğazı’nın her iki kıyısındaki hâkimiyetin Türklere geri verilmemesiyle mümkün olabileceği" düşüncesini ön plana çıkarmaktadır[147].
Burada dikkati çeken diğer bir öneri ise Boğazların fiziki kontrolü ile ilgilidir. Aralık sonuna kadar iyice belli olur ki, Müttefik kuvvetler, artık, fiziki olarak Boğazların kontrolünde yer almakta hevesli değildirler. Müttefiklerce yalnız bırakılan İngiltere de, Boğazlarda uzun süreli bir polis gücü rolünü üstlenmek istemez. Bu nedenle de Lord Curson, Boğazların kontrolü için Milletler Cemiyeti’nin sorumluluk almasını önerir[148]. Boğazların daha geniş çaplı bir uluslararası kontrole geçmesini öngören bu teklifin altında yatan, Türkleri masaya yöneltebilecek bir itici güç oluşturmaktır[149]. İngiltere açısından bakıldığında bu önemli bir tavizdir, çünkü fiiliyatta oluşacak durum, aslında, askerî kontrolün Türkiye’ye geri dönmesiyle eş anlamlıdır. Hem Loyd George, hem de Lord Curson, Milletler Cemiyeti kontrolünün gerçek bir kontrol olmaktan çok uzak olduğunun farkındadır[150]. Sonuç olarak gelinen bu durum, bir yandan Müttefiklerin Boğazları kontrol etme ira-desindeki büyük çöküşün ifadesidir; diğer yandan da, İngiltere’nin Türkleri, Boğazların hâkimiyetinden men etme politikasının, artık iflâs ettiğinin bir delilidir. Fakat Müttefiklerin bunu kabul edebilmesi için biraz daha zaman gerekecektir.
Hazırlanan bu yeni öneriler paketi[151], Fransız ve İtalyanlara, görüşülmek üzere, 30 Aralık’ta sunulur[152]. Ancak, Müttefikler arasındaki müzakereler Mart 1922’ye kadar başlamaz. Bunun en önemli sebebi, Fransa’da meydana gelen yönetim değişikliğidir; Briand’ın yerine başbakan olarak, oldukça sert bir kişiliği olan Poincaré gelmiştir. Yeni Fransız Başbakanı, konferanslardan hiç hoşlanmamaktadır ve karşılıklı görüşlerin yazılı olarak iletilmesini ister; bu da öneriler konusunda karara varılmasını geciktirici bir rol oynar. Selefinin aksine, Pioncaré, İngiliz önerilerinin, müzakereler için uygun bir zemin oluşturmadığı görüşündedir. Ona göre bunlar, daha çok Yunan yanlısı bir görüntü vermekte ve Türkleri yeterince desteklememektedir[153]. "Fransa, hangi şekilde olursa olsun, Türklerin, Yunan yanlısı bir barış anlaşmasını kabul etmeye zorlanmasına müsamaha etmeyecektir. Fransa, kendisi de böyle bir baskı uygulamayacaktır; çünkü Müttefik çıkarları tehlikede değildir. Türklere, kabul edebilecekleri bir anlaşma sunulmalıdır”[154].
İtalya da benzer bir yaklaşım içindedir. Bu iki ülkenin Türkiye yanlısı bir tavır sergilemesi karşısında. Kral Constantine’in Başbakanı, M. Gounaris ülkesini savunma ihtiyacı duyar. 15 Şubat 1922’de, Lord Curzon’a yazdığı bir mektupta, “ilgili Güçlerin, arabuluculuğu tartıştıkları sırada, Mustafa Kemal’in, Rus, Fransız ve İtalyan kaynaklarından askerî mühimmat aldığını; İngiltere’nin, en azından, Türklere sağlanan miktarlardaki parasal ve teçhizat yardımını kendilerine sağlamadığı takdirde. Yunan ordularının Anadolu’dan çekilmek zorunda kalacağını" bildirir. Curzon’un buna cevabı ise, durumun gerektirdiğinin aksine açık bir cevap değildir. “Askerî durumun, M. Gounaris’in belirttiği kadar acil olmadığı umudunu taşıdığını, bu durumda izlenmesi gereken en iyi yolun, bütün tarafları içine alan diplomatik bir çözüm arayışı olacağını” belirtir[155]. Bu dönemde Curzon’un açıkça Yunanistan’ı destekleyen bir tavır ortaya koymamasının ve durumu geçiştirmeye çalışmasının en önemli sebebi, Türklerle, bir an önce anlaşmak istemesidir[156]; çünkü meselenin bu şekilde uzayıp gitmesi, Hükümetin de kendi içinde sorunlar yaşamasına sebep olmaktadır[157].
Türklerle Yunanlılar arasında uzlaşmaya dayalı bir barış anlaşması hazırlanmasına yönelik Müttefik Konferansı 22-26 Mart arasında Paris’te yapılır. İngiltere adına Lord Curson katılır[158]. Meselenin Boğazlarla ilgili bölümü, yoğun olarak 24 Mart’ta görüşülür. Burada ağarlıklı konu Trakya’dır. Her ne kadar Curzon, Midye-Enez hattı konusundaki Fransız ısrarım bertaraf edebilse de[159], müzakereler öylesine çetin geçer ki, Aralıkta sunulandan daha ileri giden, yeni önerilere razı olmak durumunda kalır. İlk olarak, daha önce Yunan-Türk sınırı olarak kabul edilen Çatalca hattının, Tekirdağ’ın (Rodosto) bau noktasından, kuzey-kuzeydoğu tarafında, Bulgaristan sınırına uzanan yeni hat ile değiştirilmesine, onay verir[160]. İkinci olarak ise, Çanakkale Boğazı'nın Asya tarafındaki kıyısının Türk hâkimiyetine geri verilmesini kabullenir; Türkleri ikna etmek için, Çanakkale’deki Müttefik işgal hattı kaldırılacaktır[161]. İngiltere açısından bakıldığında bu oldukça ileri bir ödündür, çünkü daha bir ay öncesinde hazırlanan askerî raporlar. Boğazların etkin bir kontrolünün ancak, Çanakkale Boğazı’nın her iki yakasının Müttefiklerin elinde olması halinde yapılabileceği yönündeydi[162]. Dolayısıyla bu yeni durum, İngiltere’nin Boğazları kontrol etme noktasındaki isteğinin giderek azaldığının bir göstergesidir. Ayrıca bu konferans sırasında, Curzon tarafından, Boğazların Kontrolünün, Müttefiklerin yerine Milletler Cemiyetine verilmesi önerisi ve bu yönde görüş birliğine varılması da, bu durumu destekler niteliktedir[163]. Bütün bunlar sonuç itibari ile Boğazların, yeniden Türk Boğazları haline dönüşebilmesinin yolunu açmaktadır.
Hazırlanan bu yeni öneriler metni, Yunan ve Türk taraflarına 3 Nisan’da sunulur. Plana göre bu, ateşkes imzalanması için gerekli zemini oluşturacak; ateşkes ise, Yunan güçlerinin Anadolu’dan tahliyesini ve buraların Türklere iadesini sağlayacaktır[164]. Söz konusu tahliye’nin dört ay içinde tamamlanması öngörülür. Yunan tarafı, önerilen ateşkesi kabul eder, yalnız barış maddeleri konusunda çekincelerini korur. Türk tarafı ise, “Müttefik önerilerinin, İngiliz Hükümeti’nin Yunanlıları korumak ve yardım etmek için geliştirdiği diğer bir savaş hilesi”[165] olduğunu düşünür ve karşı talepler öne sürer. Bunların en temel noktası, herhangi bir anlaşmaya bağlanmaksızın, Anadolu’dan Yunan tahliyesi’nin hemen başlamasıdır. Ancak Curzon ısrarını sürdürür, Türkler ateşkesi ve Müttefik Barış önerilerini kabul edinceye kadar, tahliye başlamayacaktır[166].
Karşılıklı restleşmelerin ardından, ateşkes görüşmeleri çıkmaza girer ve 1922 yazı boyunca sürüncemede kalır. Bu arada Temmuz ayında Fransa’nın 'Mart prensiplerinin’ yeniden önerilmesi teklifi gelir; fakat önemli bir farkla, bu defa Müttefikler, herhangi bir görüşme başlamadan, önce ateşkesin yapılması yönünde, evvelce ileri sürdükleri şartı geri çekmelidirler[167]. Bu öneri haberi Yunanistan’a ulaşınca, Kral Constantine, önemli bir risk almaya karar verir; askerlerinin büyük bir bölümünü İzmir’den çekerek, Marmara Denizi’ndeki Tekirdağ’a çıkarır ve İstanbul’u ele geçirme isteğini ilan eder. Müttefikler ise onun bu hareketine karşı olduklarını ve gerekirse güç kullanarak engelleyecekleri bilgisini ulaştırırlar[168]. Bu durum karşısında Constantine vazgeçmek zorunda kalır. Hâlâ Yunan sempatisini içinde barındıran, kendi ülkesinin de katılmak durumunda olduğu bir kararla, onların bu şekilde durdurulmasını içine sindiremeyen, Lloyd George, olay akabinde Parlamentoda bir konuşma yapar. Türkler nezdinde, müttefiklerin gerçek niyetinin ne olduğu konusunda soru işaretleri uyandıran bu konuşma, özede şu düşünceleri dile getirir: “Kemalistler barışı kabul etmeyecekler, çünkü onlara tatmin edici ateşkes maddeleri vermeyeceğimizi söylüyorlar; ne var ki biz Yunanlıların ellerindeki bütün güçleriyle savaşmalarına izin vermiyoruz. İnsanlarının on-on iki yıldır bir savaştan ötekine sürüklendiği ve sınırsız kaynakları olmayan bu ülkenin (Türkiye), Kemalistlerce en sonunda tüketileceği bir noktaya gelebilmesi umuduyla, belirsiz bir süre için daha, durumun böyle devam etmesine izin veremeyiz.”[169]. Bu sözler, dolaylı da olsa Yunanlıların desteklendiği ve bu ülkenin Türklerle savaşa devam etmeye teşvik edildiği; ya da Mart önerilerinin, Yunanistan lehine revize edilebileceği ihtimallerini akıllara getirir.
Bu arada Ağustos ayı boyunca, Türk Hükümeti’nin temsilcisi Fethi Okyar Londra’dadır. Bu dönemde sürdürülen Türk diplomasisinin bir kaç hedefi vardır. Her şeyden önce, geçmişten edinilen tecrübelerle, Mustafa Kemal, düşmanla diyalog imkânlarını açık tutmaya büyük önem vermektedir[170]. Öte yandan, bütün dünyaya, eğer, Ulusal Paktın hükümleri yerine getirilebilirse, Türkiye’nin hâlâ barış istediği anlatılmalıdır[171]. En nihayetinde de, yapılması bir süredir planlanan ve hazırlıkları tamamlanmak üzere olan karşı taarruz için zaman kazanabilmek, düşmanı bir süre için oyalayabilmek[172]; mümkünse de, henüz vakit varken, son bir hamle öncesinde, barışa bir şans tanımaktır. Fethi Bey’in misyonu, yaptığı basın toplantılarıyla, Türk tezini dünyaya anlatmak yönünde başarılı olur. İngiliz gazeteleri ve dünya basını bundan bahseder, hatta İngiliz Parlamentosundaki bazı üyeler de bundan etkilenir[173]. Fakat İngiliz Hükümeti ile konunun ayrıntılı müzakeresi konusunda, istenilen gerçekleştirilemez[174]. Bu arada yeterli zaman kazanılmış, diplomatik girişimlerden bir sonuç alınamadığı için de, Türkler açısından, harekât öncesindeki belirsizlik ortadan kalkmıştır.
En sonunda 26 Ağustos’ta başlayan Türk harekâtı. Yunanlılara karşı beklenilen başarıyı sağlar ve adım adım işgal altındaki topraklar geri alınır. 30 Ağustos’ta, Curzon’un özel sekreteri Fethi Okyar’ı arayarak, İngiliz Dışişleri Bakanı’nın kendisi ile acele görüşmek istediğini bildirir. Beklenen görüşme gerçekleştiğinde, Curzon, Fethi Okyar’dan, daha fazla kan dökülmesini engellemek için, Ankara Hükümeti’nin ateşkesi isteyip istemeyeceğini araştırmasını ister. Mustafa Kemal’in buna cevabı, Trakya’nın Türkiye’ye geri verilmesi, Yunanistan ve Türkiye arasında azınlıkların değişimi ve savaş tazminatıdır[175]. Fethi Okyar, Türk isteklerini iletir, fakat cevabın verilmesinin uzun zaman alabileceğini düşünerek, daha fazla vakit kaybetmeden geri döner. Bu arada, 2 Eylül’de Atina’daki İngiliz elçisi Curzon’a, “Yunan ordularının büyük bir yenilgiye uğradığı ve Yunanistan’ın “Anadolu’nun hemen tahliyesi esasına dayalı” ateşkes imkânlarını araştırdığı bilgisini iletir[176]. Bundan sonra, Anadolu’da yaşanan hikâyenin son safhasına girilir; zafer kazanarak ilerleyen Türk ordularıyla, İngiliz birliklerini karşı karşıya getiren ve İngiltere’yi yeni bir savaşın eşiğine taşıyan gelişmeler Çanakkale’de yaşanır. Burası bir kader anıdır ve geleceğin nasıl olacağını belirler.
Çanakkale Krizi: İngiltere İçin Zor bir Karar
Zafer kazanan Türk orduları kuzeye doğru, Boğazları geçmek, sonrasında da, Trakya’yı ve İstanbul’u almak üzere ilerlerler. Yenilen Yunan orduları, Boğazdan geçişi kontrol etmek üzere Çanakkale’de bulunan, İngiliz askerî birlikleri ile ilerleyen Türk birlikleri arasındaki engeli kaldırmıştır. Bir piyade taburu ve bir topçu birliğini barındıran İngiliz askerleri ise, bölgede dağınık, küçük müfrezeler halinde konuşlanmıştır ve yeterince güçlü değildir. Bu nedenle, 11 Eylülden itibaren burada, dört millik bir alanı çevreleyen, siper ve dikenli tellerden oluşan bir savunma hattı hazırlanır. Bu hattın ötesinde de, Çanakkale’nin iki mil dışına kadar genişleyen, Marmara Denizi’nden Ege’ye kadar yayılan seksen millik bir tarafsız bölge oluşturulur. Bölgedeki İngiliz komutanına, Türklerin bu kuşağı geçmesine izin verme-mesi emri ulaştırılır[177].
İşte bu çok kritik gelişmeler karşısında, durumu görüşmek üzere İngiliz Kabinesi 15 Eylül’de toplanır. Bundan önceki gün, Pioncaré, Mustafa Kemal’e gönderilecek ve Boğazlar hattının ihlal etmemesi yönünde imada bulunacak bir uyarıya katılmayı kabul etmiştir. Görünüşteki bu Fransız işbirliğinden hareketle, Kabine, Türklerin bu işgal alanını tehdit girişimine müsamaha etmeme kararı alır: Türklerin Asya’dan Avrupa’ya geçme, ya da İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını alma girişimine karşı savaşarak direnilecektir. Curzon bu toplantıda, Kemalistlerin, Müttefik kuvvetlerine karşı, herhangi bir şekilde ateş etmeye cesaret edeceklerini varsaymak ‘çok büyük ve saçma bir abartıdır’ düşüncesini dile getirse de, Kabineyi ikna edemez[178]. Herhangi bir risk almamak için, bölgedeki birliklerin güçlendirilmesine karar verilir. Ancak bu İngiltere’nin tek başına yapabileceği bir şey değildir. Bu nedenle. Müttefiklere, Dominyonlara ve Balkan Devletlerine, Boğazların Özgürlüğü’nün tehlikede olduğu uyarısını yapan ve bu tehlikeye karşı silah gücüyle direnmeye davet eden, telgraflar yollanır (15 Eylül)[179]. Bu telgrafların gönderilmesinin ardından Curzon dinlenmek üzere 16 Eylül’de Hackwood’a gider. İşte ne olursa onun ayrıldığı günün öğleden sonrasında olur. O güne kadar kabinede Türk yanlısı grubun içinde yer alan ve zaman zaman da Lloyd George’un Türkiye politikasını eleştiren Churchill; şaşırtıcı bir biçimde, şimdi Başbakanın yanında yer almaktadır, daha da önemlisi tavrını Türklerle savaşmaktan yana koymaktadır.
Curzon’un ayrılışının ardından, aynı günün öğleden sonrasında Churchill, İngiltere'nin savaşmaya karar verdiğini açıklayan ve arkasında Müttefik ve Dominyon desteğinin olduğu intibaını veren bir bildiri yayınlar ve bu gazetelerde de yer alır. Özetlemek gerekirse bildiri, “Kemalist güçlerin İstanbul ve Çanakkale’ye yaklaşmaları karşısında, Ankara Hükümeti’nin talep ettikleri noktalarda bir uzlaşmaya varılırsa bu, son savaşta Türkiye üzerine kazanılan zaferin tüm sonuçlarının kaybedilmesinden başka bir şey olmayacaktır." şeklinde başlar. Devamında, “İngiliz Hükümeti Boğazlardan gerçek ve sürekli serbest geçişi hayati bir gereklilik sayar... Kemalistlerin heyecanlı ruh hali ve aşırı talepleri karşısında, sadece diplomatik harekete güvenmek, boşuna ve tehlikeli olacaktır. Türklerin şiddetli ve düşmanca saldırılarına karşı, Asya ve Avrupa arasında uzanan bu derin suyolunun serbestliğini korumak ve savunmak için yeterince güç mevcut olmalıdır... İngiliz Hükümeti, Dominyon Hükümetlerine ve Yabancı Güçlere, şimdiye kadar zaten çok büyük fedakârlıklarda bulundukları çıkarların müdafaasında, birliklerle temsil edilmelerine davet eden, bir başvuruda bulunmuştur... Majeste’lerinin Hükümeti’nin niyeti, Charles Harrington’un kullanımında olan güçleri, eğer gerekliyse önemli ölçülerde, takviye etmektir ve Akdeniz’de bulunan İngiliz Donanmasına, Türklerin, tarafsız bölgeleri ihlal etmesine veya Avrupa kıyısını herhangi bir geçme girişimlerine, her yoldan karşı konulması yönündeki emirler de çoktan verilmiştir.” sözleri yer alır[180]. Olabilecek muhtemel sonuçları itibari ile bu bildiri, İngiliz Hükûmeti’ni ciddi bir biçimde bağlayan çok önemli ve sorunlu ifadeler içermektedir.
Her şeyden önce, Türklere karşı gerekirse savaşılacağına dair açık bir meydan okumadır; ama bu İngiliz kamuoyunun desteğinden yoksundur. Halkın neredeyse tamamı, yeniden bütün imkânların kullanılacağı bir savaş istememektedir. Diğer önemli bir husus, Churchill bunu gazetelere verirken, büyük ihtimalle, Dominyon Hükümetleri’nin her durumda, İngiltere’nin yanında olacağını varsaymıştır. Belki gönderilen telgraflara olumsuz bir cevabın gelmemiş olması da bu düşünceyi güçlendirmiştir. Fakat Churchill çok önemli bir ayrıntıyı atlamıştır; o da İngiltere ile Dominyonlar arasındaki zaman farkıdır. Telgraflar 15 Eylül Cuma günü gönderilmiştir; mevcut saat farkı nedeniyle, ilgili kişiler ancak Pazartesi günü görüp, cevap verme imkânına sahip olabilmişlerdir[181]. Kendilerine önceden danışılmadan ve herhangi bir yöndeki cevabi mesajları beklenilmeden, gazetelerde destekleri varmış izleniminin yaratılmış olması, hoşnutsuzluk yaratmıştır. Sonrasında sadece Newfoundland ve Yeni Zelanda destek sözünü vermiş, Güney Afrika moral desteği vermekle yetinmiş, Kanada’nın cevabı ise olumsuz ve çok sert olmuştur. Buna göre “Kanadalılar imparatorluğun savaşlarına katılmaya hazardır, ama İmparatorluğun savaşlarının ne olduğu konusunda, Büyük Britanya Hükümeti’nin tek ses gibi davranmasına, izin vermeye hazır değildir.”[182] Bu karşı çıkış ile Dominyon statüsü ilk defa olarak, Dominyon bağımsızlığı olarak açıkça sergilenmiştir[183].
Bu bildirinin, diğerlerine göre çok daha mühim bir başka sonucu, İngiltere’nin Müttefikleri ile ilişkilerine yaptığı olumsuz etkidir. Curzon, adeta savaş çığırtkanlığı yapan bu bildiriyi sonradan, gazetelerde büyük bir 'şaşkınlıkla’ okur. Kendisinin yokluğunda ve danışılmadan yayınlanmasına oldukça tepkilidir. En büyük endişesi ise, bunun özellikle Fransa ile zaten çok hassas dengeler üzerine oturan ilişkileri germesi, hatta koparması ihtimalidir[184]. Churchill'in ve onu destekleyen Lloyd George’un net bir şekilde göremediği, bundan böyle, Fransa ile hiç bir şeyin kolay olmayacağı gerçeğidir. Yakın bir zamana kadar, Lloyd George’un liderliğinde İngiltere, Müttefikleri, Türkiye meselesinde, kendi politikaları doğrultusunda manipüle edebilmeyi başarmıştı; ancak, hali hazırdaki süreçte, sinyalleri bir sûre önce ortaya çıkan ve Pioncaré ile daha da bir ağırlık kazanan, farklı ve yer yer baskın bir Fransız diplomasisi vardır. Bu yeni yaklaşımın en temel özelliği, Fransız kimliğinin ön planda olmasıdır: Müttefiklerin geleceğini ilgilendiren hiç bir karara, Fransa’ya danışılmadan, üzerinde yeterince tartışılmadan ve Fransız onayı alınmadan, artık ulaşılamaz. Curzon’ıın önceki tecrübeleri, özellikle Mart önerilerinin hazırlanması aşamasında, bu durumu açıkça ortaya koymuştur.
Fransa’nın tepkisi, Curzon'un endişelerini doğrularcasına, oldukça sert olur. Pioncaré göre bu bildiri, çok kışkırtıcı bir ifade tarzına sahiptir. Üstelik yayınlanmadan önce, Fransa’ya hiç danışılmamıştır[185]. Bu kızgınlığın bir sonucu olarak, 18 Eylül’de gönderdiği bir telgrafla, Çanakkale’deki birliklerin çekilmesi emrini verir. İngiliz Büyükelçisi Hardinge ile yaptığı görüşmede ise, İngiltere’yi ‘savaş politikası gütmekle’ suçlar[186], hâlbuki izlenilmesi gereken yol diplomatik kanalları sonuna kadar kullanmaktır. Bu arada İtalyanlar da savaştan yana olmazlar ve Mustafa Kemal’e tarafsız kalacaklarını bildirirler. Dolayısıyla, İngiltere, bu hassas zamanda Müttefikleri tarafından yalnız bırakılır. İlerleyen Türk orduları karşısında, savaş ihtimali, her zamankinden daha da yakındır ve İngiltere bu tehlike karşısında tek başınadır.
Bütün bu olumsuz gelişmeleri bertaraf edip. Müttefik birlikteliğini yeniden sağlayabilmek için Curzon, Paris’e gider. Burada, Pioncaré ile görüşmeler beklenilenin de ötesinde, karşılıklı sert suçlamalar nedeniyle, oldukça zorlu geçer. Fransa, Türkiye ile barış yapmak noktasında kararlıdır. Pioncaré, “eğer ki İngiltere kendisini, Barış konferansı toplanmadan önce, Doğu Trakya ve Ulusal Pakt ile ilgili olarak, Türklere söz vermek hususunda, Fransa ile birlikte hareket etmeye hazırlamadıysa, o zaman, Fransa bu yolda tek başına devam etmek zorundadır” diyerek Curzon’u uyarır[187]. Curzon ise gelinen noktada, Türklerin isteklerini kabul etmekten başka çare ol-madığının farkındadır, çünkü tersi bir durum, yeni bir savaş anlamına gelecektir. Bununla birlikte, görüşmeler sırasında, olabildiğince, Trakya ve Gelibolu konusunda Mart 1922 önerilerini savunmaya devam eder. İşin ilginç yanı, elinde, Doğu Trakya konusunda verilecek tavizi kabul eden bir kabine onayı da mevcuttur[188]. Fakat konferansın son bölümüne kadar bu kartı ortaya koymayı istemez. Bunun bir kaç nedeni olduğu düşünülebilir. Birincisi, böyle bir durum, o güne kadar sürdürülen Yunan yanlısı bir politikanın tamamıyla ve hemen terk edilmesi anlamına gelecektir. İkincisi, Çanakkale’deki İngiliz birlikleri çok zayıf bir durumdadır. Curzon, konferans sürdüğü müddetçe, Mustafa Kemal’in ileri bir harekette bulunmayacağını bilmektedir. Bu şekilde, birliklerin kuvvetlendirilmesi için zaman kazanılmıştır[189]. Üçüncü ve en önemli mesele ise Gelibolu’dur. İngilizler, adım adım da olsa, Türklerin istediği noktalarda ödünler vermeyi kabul etmişlerdir; ama iş Gelibolu’ya geldiğinde, işte orada çok zorlanmışlardır. Burası Çanakkale 1915 ve orada yaşananlar demektir İngiltere için. Bu nedenledir ki, 20 Eylül’de Paris’teki konferansın açılışında Curzon, Gelibolu için “Britanya İmparatorluğu’nun kutsal ve yüce menfaatidir” ifadesini kullanmıştır[190]. Bu sözler, Çanakkale savaşlarının, orada yaşanan hüsranın ve kayıpların, henüz tamamıyla unutulmadığını göstermektedir. Bu yerlerin, Türklere geri verilmesini kabul etmek kolay değildir. Belki de bu nedenle Churchill, uzun zaman Lloyd George'un Türkiye politikalarını eleştirdiği ve kabinede Türkiye yanlısı grup içinde yer aldığı halde, iş Çanakkale ve Gelibolu’ya gelince, birden bire değişmiş ve burada direnmek ve gerekirse savaşmak gerektiğini savunmuştur[191]. Ama zor da olsa, zaman, karar zamanıdır. Curzon sonunda yapılması gerekeni yapar ve bir uzlaşma noktası bulunur. Türklere sunulacak ateşkes önerisinin bir parçası olarak, Trakya’da istenilen tavizin verilmesine karar verilir. Plana göre, General Harrington, Fransız meslektaşının da desteği ile Mudanya’da Mustafa Kemal ile buluşacak, önerileri iletecek, sonrasında da Barış Antlaşması imzalanana kadar, Türklerin, ötesine geçmemeleri gereken, bir sınır çizgisi-hattı belirleyecektir[192].
Bu arada Mustafa Kemal, Curzon’un tahmin ettiği gibi, Paris’teki görüşmelere bir şans tanımak amacıyla, İngiliz’leri zorlamak yerine, bir süre için beklemeyi tercih etmiş; taleplerini ise. Müttefiklere Fransızlar eliyle çoktan iletmiştir. Türk istekleri şu noktaları kapsar: İstanbul; Meriç Nehri sınırına kadar Trakya; Anadolu; silahlardan arındırılmış-tarafsız hale geldiğinde, Boğazlarda hâkimiyet. Ayrıca 15 Eylül 1922’de yapılan görüşme sırasında Mustafa Kemal, Çanakkale Boğazından serbest geçiş için, her türlü güvenliği sağlamak yönündeki isteğini belirtir ve tahkimde bulunmayacağı sözünü verir. Ama buna karşın, Marmara Denizi’nin kuzey kıyıları boyunca, İstanbul’u bir sürpriz saldırıdan korumak için, birtakım savunma mekaniz-malarının yerleştirilmesinin kabul edilmesi gerektiğini belirtir[193].
Paris’teki görüşmeler bir anlaşma noktasına varmış ve iş bunu Türklerle müzakere etmeye kalmışken, Yunanistan’da umulmadık bir gelişme olur ve kral Constantine tahttan indirilerek, ikinci defa sürgüne gönderilir. Yeni hükümet Venizelos politikalarına yakındır. Venizelos da, Lloyd George’dan ülkesine destek istemek üzere Londra’ya gelir. Bu gelişmelerden ve İngiltere nezdinde, Yunan sempatisinin artmasından endişelenen Türkler, ileri doğru harekete geçerler ve tarafsız bölgeye girerek, dikenli tellerle çevrili alanın dış kısmına kadar gelirler[194]. Oradan öteye geçmezler; ama geri de çekilmezler, beklerler. Bu ciddi olduklarının bir göstergesidir; aynı zamanda da, hâlâ barışa bir şans tanıdıklarının.
İngiliz kabinesinde ise sağduyu değil, heyecan hâkimdir. Gerekirse savaşmak kararı baskın çıkmıştır. Bunun bir kaç sebebi olduğu söylenebilir. Birincisi Çanakkale 1915’te yaşananlar ve Gelibolu’ya atfedilen kutsal değer. İkincisi, Boğazlar bölgesinin en dar noktası olması nedeniyle, buranın, Boğazların kontrolünde stratejik bir öneminin olması. Üçüncüsü, ilerleyen Türk kuvvetleri karşısında, zayıflık göstermemek, dolayısıyla, İngiliz ulusal itibarını muhafaza edebilmek isteği[195]. Dördüncüsü ise, yaklaşan seçimler nedeniyle, yaratılacak ulusal heyecan dalgasıyla, seçim zaferi kazanabilmek hedefi[196]. Curzon’un aksi yöndeki bütün çabalarına rağmen. Kabine, Charles Harrington’a, Kemalistlere, geri çekilmedikleri takdirde, savaşla tehdit eden bir ültimatomu, hemen teslim etmesi yönündeki talimatı, bildirmeye karar verir. Curzon’un hiç değilse, yirmi dört saadik bir gecikmeyle gönderilmesi yönündeki ısrarları da sonuçsuz kalır[197]. Sadece içeriğindeki ifadeleri biraz olsun yumuşatabilir[198]. Burada, Mustafa Kemal’e, belirtilen zaman dilimi içinde askerlerini hemen geri çekmesi, aksi takdirde, Çanakkale’deki İngiliz gücünün ateş açacağı, uyarısı (ültimatom) vardır[199].
İşte herkes için geleceği değiştiren kader anı, burada belirir ve İstanbul’da bulunan iki İngiliz’in soğukkanlı kararlılığıyla, başka bir mecraya girer. İngiliz işgal kuvvetlerinin komutanı General Charles Harrington ve Yüksek Hükümet Temsilcisi Sir Horace Rumbold[200], Lord Curzon gibi, bulunulan zaman dilimi için, bu emrin uygulanmasının doğru olmayacağına karar vererek, talimatları görmezden gelirler; bunun yerine, diplomasiye, dolayısıyla barışa, son bir şans tanınır.
11 Ekim'de General Harrington, İsmet Paşa ile Mudanya’da buluşur. İngilizler tarafından, barışın yolunu açacak son şart da kabul edilir. 11 Ekim’ de Mudanya Ateşkesi imzalanır. Böylelikle, Doğu Trakya’dan Yunan tahliyesi, dolayısıyla, bu bölgenin, Türk hâkimiyetine geri dönüşü, onaylanır[201]. Bundan sonra barış görüşmeleri için hazırlıklar başlar[202].
İngiliz askerî kuvvetlerinin Çanakkale’de yaşadıkları, İngiliz Boğazlar politikasının son dayanağını da yıkmıştır. Yunanlıların çöküşü, Türklerin zaferi, Fransa ve İtalya’nın zayıf tavrı; İngiltere’nin Doğu Trakya’daki direncini kırmış; Gelibolu ve Marmara Denizi’nin bütün kuzey kıyısının, Türk hükümranlığına geri dönüşünü, onaya zorlamıştır. Ayrıca 1922 Ekim’inde İngiliz Generalleri tarafından hazırlanan bir memorandum, Türklere karşı, bundan sonra, koşulların istenildiği gibi dikte edilebileceği, işgal altındaki bir ulus muamelesi, yapılamayacağı gerçeğini de ortaya koymuştur[203]. Artık şartlar değişmiştir. İşin sonunda, barış masasına Türklerin elinde, yenilgiye uğrayan taraf olarak, oturmak da vardır. Sonuç itibari ile Çanakkale krizi Büyük Britanya İmparatorluğu’nu, Türk Boğazları üzerinde, Türk hâkimiyetinin yeniden oluşmasını kabule mecbur etmiştir. Bir başka açıdan ifade etmek gerekirse, bu kriz, Müttefiklerin Boğazlar üzerindeki kontrolünü sona erdirecek, nihaî darbeyi indirmiştir. Çanakkale’de yaşananlar, yine tarihi etkilemiştir; ama bu sefer, barışa doğru.
Hükümet Krizi ve Lloyd George’un Siyaset Sahnesinden Silinişi
Çanakkale’de bir büyük kriz böylece atlatılmış ve gereksiz olacağı sonradan iyice anlaşılmış olan bir savaştan son anda dönülmüştür. Ama bunun hazmedilebilmesi ve yankılarının atlatılması, hiç de kolay olmamıştır. Lozan görüşmeleri öncesindeki hazırlıklar safhasında, İngiltere bir de, emareleri bir süredir hissedilen ama son noktanın Çanakkale krizi sırasında ve sonrasındaki gelişmelerle yaşandığı, hükümet krizi ile karşı karşıya kalmıştır.
Bütün akılları meşgul eden ve sonunda da Muhafazakâr (Conservative) Parti’yi hükümetten çekilmeye götüren, barışa diplomasi kullanılarak ulaşabilmek imkânı varken ve bütün diplomatik yollar henüz tüketilmemişken; neden riskli olanın ve ülkeyi bir maceraya sürükleyebilecek, savaş seçeneğinin tercih edildiği noktasıdır. İstanbul’daki iki İngiliz yetkilinin, sağduyulu ve suçlanmayı göze alan cesaretleri sayesinde, tamamıyla gereksiz olacağı artık anlaşılmış olan, mutlak bir savaştan son anda dönülmüştü ve bu nedenle de bu insanlar, normal şartlarda kınanmaları gerekirken. Kabinenin takdirini görmüşlerdi[204]. Ama ülkeyi böyle bir riskten korumak görevi, bu iki kişinin mi, yoksa hükümetin ve aslında her zaman kontrolü elinde tuttuğu bilinen, Lloyd George’un mu olmalıydı? Bu sorunun cevabı çok açıktı ve yöneldiği yer, artık politikaları açısından güvenilmez olduğu düşünülen Başbakan’dı.
Lloyd George, Partinin ve İngiliz halkının açık desteğinin olmadığı bir yolda, kendi düşünceleri ve prensipleri doğrultusunda hareket etmiştir. Gelinen nokta itibari ile Muhafazakâr Parti, kendilerinin yanlış yönlendirildiği ve Çanakkale’de yaşananların gereksiz yere abartıldığı sonucuna varmıştır. Ama Lloyd George, kendi bildiğinin doğru olduğu kanısını sürdürmekte kararlıdır. Dış politikada barıştan yana ve diplomasiyi ön plana çıkaran bir tavır sergilemek yerine, saldırgan ve incitici ifadeler kullanmaktan çekinmez bu dönemde. Özellikle 14 Ekim’de Manchester’da yaptığı konuşma, sınırları ve sabırları zorlayan niteliktedir ve mevcut duruma hiç uygun değildir. Burada Lloyd George, Türklerden boğaz-kesen barbarlar şeklinde bahseder ve İstanbul ve Trakya’yı onların kanlı katliamından kurtardıklarını dile getirir. Fransızları ise, dönek ve cesaretlerinin yetersiz olduğu anlamına gelebilecek sözlerle itham eder[205]. Elbette ki bunlar, bir barış konferansının toplanması arifesinde, masaya oturacağınız insanlar için kullanacağınız ifadeler değildir. Üstelik Lord Curzon, kendisini bu konuda dikkatli olması hususunda, özellikle uyarmıştır. Bu bardağı taşıran son damla olur onun için; Başbakan’ın hem Türklere, hem de Fransızlara açıkça hakaret ettiği düşüncesindedir[206]. Bu nedenle de Dışişleri Bakanı, kendisinin onaylamadığı kararların alındığı, düşüncelerinin-uyarılarının hiçe sayıldığı ve alanına sürekli müdahalenin olduğu bir ortamda, daha fazla çalışamayacağı kanısına vararak, 16 Ekim’de istifasını verir.
Bu arada Muhafazakâr Parti de için için kaynamaktadır. Bir süre önce sağlık sebeplerini öne sürerek görevden ayrılan ve bu Parti için çok önemli bir isim olan Bonar Law[207], Lloyd George’un Çanakkale politikasının hatalı olduğu düşüncesindedir, 6 Ekim’de The Times’a verdiği demeçte “Biz tek başına, dünyanın polisi gibi hareket edemeyiz"[208] sözleriyle eleştirisini dile getirmiştir. S. Baldwin ise. Muhafazakâr Parti’ye çok bağlıdır, ama Lloyd George’un güvenilmez politikaları ile bu Parti’yi mahvedeceği görüşündedir ve parti toplantısında bunu, “büyük dinamik bir güç, çok kötü bir şeydir” sözleriyle ortaya koyar[209]. Olumsuz gidişi ve hükümet üzerinde azalan halk desteğini görüşmek üzere, 19 Ekim’de yapılan toplantıda, Muhafazakâr Milletvekilleri, yaklaşan genel seçimlere, Partinin tek başına girmesi yönünde oy kullanırlar ve mevcut koalisyon Hükümeti’ni artık desteklemeyeceklerini beyan ederler[210]. Bu haberi alan Lloyd George’un istifa etmesi bir zaruret haline gelir[211]. Bir Başbakanın, Parlamentoda güven oylaması, ya da seçim sonucuna bağlı olmadan, milletvekillerinin özel bir toplantısında aldıkları karar neticesinde, istifaya zorlanması, İngiliz siyasî tarihinde ender görülen bir durumdur[212]; ne garip bir tecellidir ki, Lloyd George’a nasip olur. Bu karar onu, siyaset sahnesinden, bir daha dönememek üzere uzaklaştırır.
Lloyd George’un, temel prensipleri itibariyle, Türkleri, Çanakkale 1915’den dolayı cezalandırmayı hedefleyen ve son ana kadar sürdürmeye azmettiği bir politika, her şeyin başladığı ve belki de bittiği yerde, Çanakkale’de, onun siyasî kariyerinin de sonunu getirmiştir.
Lozan Görüşmeleri Öncesi Ortak Cephe Arayışı
Lozan görüşmelerine gelindiğinde, askerî gerçekler ve içinde bulunulan şartlar itibari ile Boğazların Türk kontrolüne geçeceği, hem İngiltere, hem de Müttefikleri tarafından çoktan kabul edilmiştir. Dolayısıyla, bu dönem diplomasisinin üzerinde yoğunlaştığı asıl mesele, Türkiye’nin kontrolü ve hâkimiyeti altında iken ve Müttefik işgal güçlerinin bulunmadığı bir ortamda, Boğazlardan serbest geçişin nasıl sağlanacağı ve sürdürüleceği konusudur. Lozan görüşmelerinin Boğazlarla ilgili bölümünün odak noktasını da bu sorun teşkil eder.
Bu dönem İngiliz Dışişlerinde, Lloyd George’un etkisinden uzak, daha serbest davranabileceği düşünülen Lord Curzon[213] vardır. Fakat enteresan bir biçimde, ilk defa olarak, Boğazlarla ilgili meselelerin nasıl çözümlenebileceğine yönelik ayrıntılı bir planı, kararlaştırılmış ve çerçevesi oluşturulmuş bir politika bütünü yoktur. Bu durum, 14 Kasım’da, barış konferansında, ele alınabilecek önemli konuların neler olduğunu ele aldığı ve Müttefik ülkelere gönderdiği taslak metinde de görülmektedir[214]. Burada, İngiltere’nin yıllar boyunca en büyük sorunu olan Boğazların kontrolü meselesi hiç gündeme gelmezken, “Boğazların Serbestliği prensibi, bütün Müttefikler tarafından kabul edilir" ibaresi ile yetinilmiş; bu prensibin nasıl uygulanacağı, hangi gemiler için geçerli olacağı, savaş ve barış zamanlarında ne şekilde gündeme geleceğine yönelik açıklamalar yer almamıştır. Dolayısıyla en kararlı olunan nokta serbestliktir, fakat içi doldurulmamış bir prensip olarak mevcuttur ve müttefiklerle görüşmeye bırakılmıştır.
Bunun çok önemli bir sebebi olduğu söylenebilir; o da Curzon’un her şeyden önemli saydığı, Müttefik birlikteliğinin sağlanmasıdır. Uzunca bir zamandır çeşitli biçimlerde yaşanan ve Çanakkale Krizi sırasında hat noktada hissedilen Müttefik ayrılığı, İngiltere’yi hem rencide etmiş, hem de bütün dünyanın gözleri önünde, itibarını sarsmıştır. Dolayısıyla, ikinci bir örneğe tahammülü yoktur. İşte bu nedenle Curzon, barış konferansı öncesinde, temel noktalarında anlaşılmış bir Müttefik planının oluşturulması noktasında ısrarcı olmuştur. Fransa, İtalya ve İngiltere’nin üzerinde tamamıyla anlaşma sağlamadığı bir konferansı toplamanın anlamsız olacağı görüşündedir[215]. Poincaré’ye, “Avrupa’nın yüzüne karşı ve Türklerin gözleri önünde, Hükümetini ve ülkesini, başlıca müttefikleri ile açıkça anlaşmazlığa düşmenin utancıyla baş başa bırakamayacağını” bildirir[216]. Buna karşılık Pioncaré de, Türklere karşı. Müttefikleri ile birleşik bir cephe oluşturacağı konusunda söz verir[217].
18 Kasım’da Paris’te yapılan görüşmelerde Curzon’un temel hedefi, önerilecek Boğazlar antlaşmasının maddeleri ve Lozan’da ne yapacakları, ya da, ne yapmayı istedikleri konusunda, ortak bir anlayışı benimseyebilmektir[218]. Bu nedenle, Türklere önerilecek antlaşmanın maddelerinin, içerik kısımlarının doldurulması işini Pioncaré’ye bırakır. Onun ortaya koyduğu önerileri de kabul eder. Dolayısıyla, Boğazlarla ilgili Türklere sunulan maddeleri formüle eden, İngiltere değil Fransa’dır. Curzon da önerileni, Fransız Formülü üzerinden herkesin anlaştığı, Müttefik planı olarak ortaya koyar[219].
Lozan’da başlayan görüşmeler, çeşitli taktiklerin, manevraların ve diplomatik becerilerin yarıştığı, gerçekten zor bir zaman dilimini kapsar[220]. Curzon, Müttefiklerin planını hazırlayan değil, ama sunan ve iyi bir orkestra şefi gibi yöneten rolünü üstlenir.
20 Kasım’da başlayan müzakereler, zorlu safhalardan geçerek, 31 Ocak’ta Boğazlarla ilgili nihaî Müttefik önerilerinin sunulduğu noktaya kadar gelir. Türkler bunu 5 Şubat 1923’te kabul ederler. Burada varılan mutabakat, 24 Haziran 1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasının, Boğazlar Sözleşmesi olarak, bir parçası olur[221].
Boğazlarda Sınırlı Serbestlik ve Yeniden Türk Kontrolü
Lozan görüşmeleri öncesinde Müttefiklerin, görüşmeler süresince de Lord Curzon’un temel stratejisi, Boğazlardan Serbest geçiş prensibini, Türklere kabul ettirmek üzerine kurulmuş; müzakereler bu esas üzerinden yürütülmüştür. Müttefiklerin, savaşın en başından beri hem fikir oldukları tek konu budur; geçen bunca zaman ve harcanan çabalar sonunda, elde edebilecekleri tek yarar da yine budur. Bu prensibi uluslararası bil’ kural olarak yerleştirmek, öylesine önemli bir meseledir ve bu konuyla öylesine meşguldürler ki, içinde bulundukları atmosfer, Türklerin de aslında bu konuya ne kadar yakın bir duruş içinde oldukları gerçeğini fark etmelerine engel olur.
Aslında bu husus, çok uzun bir zamandan beri Türk çevrelerinde tartışılmaktadır. Dönemin farklı koşulları; Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin, bu suyollarını kullanmak yönünde giderek artan talepleri ve uluslararası ilişkilerin değişen niteliği, zaten Türkiye’yi bu yönde düzenlemeler yapmak yönünde zorlamaktadır. 1915’ten bu yana da. Boğazlarda rejim değişikliğinin olması yönünde de facto bir kabul söz konusudur[222]. Dolayısıyla, Lozan görüşmeleri sırasında, Boğazlardan serbest geçiş prensibine karşı, Türk delegasyonu tarafından sergilenen soğuk tavır, aslında müzakere sisteminin doğası gereğidir. Burada, görüşmelerin akışı içinde yerinde gösterilecek yumuşama tavrı ile başka önemli noktalarda, istenilenin elde edilmesi hedeflenmiştir.
Lozan görüşmeleri sonucunda Boğazlar konusunda ortaya çıkan, özelde İngiliz ve genelde de Müttefik başarısı olarak sunulan sonuç. Boğazlardan sınırlı geçiş serbestîsi ve Boğazlar Bölgesinde silahlardan arındırılmış alanların ve kısmî Türk kontrolünün oluşmasıdır. Yukarıda vurgulanmaya çalışıldığı gibi, Boğazlardan Serbest Geçiş Prensibi, Türkiye’nin uzun zamandır zaten olması gerektiğini düşündüğü, ama diplomatik bir ustalıkla, karşı tarafın, büyük mücadeleler sonucu elde ettiği, bir başarıymış gibi algılamasını sağladığı bir neticedir.
Dar bir kapsam içinde değerlendirildiğinde, belki bu Müttefikler açısından önemli bir kazanç olarak da nitelenebilir; ama geniş bir ölçekten bakıldığında, elde edilenin, aslında bir politikanın iflâsı ve İngiliz ve Müttefik güçlerinin 1922’ye kadar kontrolü çoktan kaybettikleri bir alanda elde edebileceklerinin en iyisi olduğu anlaşılabilir[223].
Sevr Antlaşmasının ortaya koyduğu Boğazlar çözümüyle mukayese edildiğinde, Lozan Boğazlar Sözleşmesi, İngiltere’nin Savaş ve Barış zamanı, Boğazlarda koşulsuz serbest geçiş hakkının olması ve Türkleri, Boğazların kontrolünden, mahrum etme noktasında geliştirdiği politikasının, başarısızlığa uğradığını gösterir.
Her ne kadar, Boğazların tarafsız bir konuma getirilmesi ve silahlardan arındırılmış bölgelerin oluşturulması, Türklerin Boğazlar üzerinde, tümden bir kontrole sahip olmasını engeller ise de, Sözleşme fiziksel olarak, Türklerin bu silahlardan arındırılmış bölgeleri korumalarını garanti edecek bir mekanizma getirmez. Bu Türk onuruna bırakılmıştır.
Belki de en önemli olarak, 1. ve 2. maddelerin karşılıkları altında, Boğazlar üzerinde, dolaylı gibi görünen, uygulandığı takdirde ise, somut bir gerçekliğe dönüşecek, Türk kontrolü yeniden inşa edilir. Bu maddeler, savaş zamanında ve savaşan (belligerent) olarak Türkiye’yi, düşman ülkelerin ticarî ve askerî gemilerinin geçişine Boğazları kapatma hakkıyla donatır[224].
Tam da bu madde değil midir ki, İngiliz savaş gemilerinin Karadeniz’e geçişini engelleyen ve Gelibolu başarısızlığına sebep olan; bunun bir daha olmasını engellemek, Boğazlardan serbest geçiş hakkını güvenceye almak ve Türkiye’yi Boğazları kapatabilecek konumdan uzak tutmak için değil midir bütün çabalar? Peki, ne değişmiştir de bu noktaya gelinmiş ve her şey sil baştan olmuştur?
Cevap çok açıktır, artık savaş zamanı ihtirasları çok geride kalmış ve barış zamanı gerçeklerine dönülmüştür. Mevcut siyasî, ekonomik ve askerî realiteler, bunca yıldır izlenen politikaların sürdürülmesini imkânsız kılmaktadır. Artık masada, yenik sayıldığı için bütün olumsuz şartları kabule zorlanan bir ülke değil; karşı karşıya kaldığı ayrımcı ve kötü muameleye rağmen, zafer kazanan ve eşit şartlarda müzakere hakkına sahip olan bir Türkiye vardır.
Sonuç
Savaş sonu dönemde izlenen İngiliz Boğazlar politikası, gerçekçi olmaktan çok uzaktır; genel İngiliz çıkarları ile çelişen bir nitelik taşıdığı gibi, İngiltere’nin geleneksel olarak izlediği, Türkiye politikası ile de ters orantılıdır. Bu politikanın temelini oluşturan esaslar, Lloyd George’un yönetim tarzının ve kişisel algılamalarının sonucunda formüle edilmiştir. Dolayısıyla, ekonomik, siyasî ve askerî şartlar ve bunların stratejik yansımaları iyi hesap edilmeden, tamamıyla cezalandırma ve sorumluya gerekenin yapılması mantığıyla oluşturulmuştur. Bu nedenle başarısızlığa uğraması ve değişime zorlanması kaçınılmazdır. Bilindiği gibi devletlerin yaşamlarında sürekli düşmanlar ve düşmanlıklar yoktur; ülkelerin varlıklarını sürdürme istekleri ve bu yöndeki çıkarları buna izin vermez. Bu nedenle, değişim geç de olsa gerçekleşir. Lloyd George gibi, bu gerçeği göremeyip direnenler ise, bedelini siyaset ve tarih sahnesinden çekilmekle öderler.
Meseleye, Türk-İngiliz ilişkilerinin tarihi açısından bakıldığında da, 1915-23 dönemi çok istisnai bir konum arz eder. Hiç bir dönemde, münasebetler bu kadar süre gerilim yüklü; İngiltere’nin Türkiye politikası da, bu kadar hasmane olmamıştır. Öte yandan, İngilizlerin kendi siyasî tarihleri açısından incelendiğinde de, dönem farklı bir yapı sergilemektedir. Lloyd George’un Savaş Kabinesi ve devamındaki Koalisyon Hükümeti süresindeki siyasetini inceleyen tarihçiler, hiç de demokratik ifadelerle tanımlanamayacak bir sürece işaret etmektedirler. Herkesin, büyük ölçüde, üzerinde hem fikir okluğu nokta, Lloyd George’un ülkeyi bir diktatör gibi yönettiğidir. Alınan bütün kararlarda bu tavır kendini hissettirir. Bu makalenin kapsamı içinde, zaman zaman değinildiği gibi, Türkiye ile ilgili yürütülen politikalarda da bu tutum hâkimdir. Dolayısıyla, Türkiye’ye yönelik politikaların arkasında, bütünleşmiş bir halk ve siyasetçi desteğinin okluğunu söylemek doğru olmayacaktır. Aksine, Lloyd George’un Türkiye’ ye yönelik politikaları, kabine içinden, Parlamentodan, akademik çevrelerden ve gazetelerden eleştirilerle karşılaşmıştır. Dolayısıyla, bu dönem Türkiye’ye yönelik hükümet politikalarının arkasında bir uzlaşma olmadığını söylemek, gerçeğe yakın bir saptama olacaktır.
Bu makalede, olayların gelişimi içinde yer yer ortaya çıktığı ve Henry Wilson’un anılarında da, sıklıkla bahsedildiği gibi[225], kabine içinde en hararetli, uzun süreli tartışmalar ve görüş ayrılıkları, Türkiye üzerinde yaşanır; Lloyd George’un Türkiye politikalarına karşı muhalefet hiç eksik olmaz. Ama tartışmalar neyi işaret ederse etsin. Başbakan, bunları sadece dinlemekle yetinir; sonunda kararlar yine onun istediği yönde alınır.
Bütün bunlar 'demokratik gelenekleriyle tanınan ve demokrasinin de erken bir zamanda yerleştiği bilinen bir ülke halkının, nasıl olup da, Lloyd George’un ben merkezli ve baskıcı politikalarını bu kadar zaman kabullenebildiği,’ sorusunu gündeme getirir. Bunun cevabı, savaş sonu dönemin o çok zorlu sürecini, kendinden emin bir görüntü sergileyen, güçlü bir liderin itici gücü sayesinde atlatabilmek isteğidir. Lloyd George’un dinamizminin bunu sağlayabileceği düşüncesi, onun politikalarına katlanmayı gerektirmiştir. Ama bunun da bir sınırı olmuş, İngiliz siyasî hayatında ender rastlanan bir şekilde, İngiliz Başbakanı, seçim sonucu sebebi ile ya da güven oylamasının yeterli desteği sağlayamaması nedeniyle değil, Milletvekillerinin özel bir toplantıda aldıkları kararın neticesinde, görev süresi dolmadan istifaya zorlanmıştır. Garip bir tecelli olarak, Lloyd George’un mimarı olduğu bir politika artık tamamıyla yok olurken, beraberinde onu yaratanı da alıp götürmüştür.
1915-23 arası dönemde gelişen İngiliz Boğazlar politikasının esası Savaş ve Barış zamanı. Boğazlarda koşulsuz serbest geçiş hakkının olması ve Türkleri, hem İstanbul’un hem de Boğazların kontrolünden, mahrum etme prensibi üzerine kurulmuştur. Fakat savaş sonu dönemin getirdiği, siyasî, askerî ve ekonomik dengelerdeki farklılaşma ve bunların stratejik algılara yansımaları, bu politikanın uygulanmasını imkânsız kılarak yavaş yavaş değişime zorlamıştır. Müttefik güçlerin Boğazları askerî olarak kontrol etmedeki isteksizliği ile başlayan geriye dönüş, Yunanlıların Sevr’i kabul ettirmedeki yetersizliği ve İngiltere dışındaki Müttefiklerin ise, Sevr’in Türkler lehine düzeltilmesinden yana tavır almasıyla belli bir merhaleye erişmiştir. Türklerin, Yunanlılara karşı kazandığı zaferle bir dönüm noktasına ulaşan süreç, Çanakkale’de İngiliz birliklerinin yaşadığı krizle nihaî noktasına varmıştır. Geçen bunca zaman ve harcanan emeklerin İngilizlere ve Müttefiklerine kazandırdıkları, Boğazlardan sınırlı geçiş serbestîsi ve Boğazlar Bölgesinde silahlardan arındırılmış alanların ve kısmî Türk kontrolünün oluşmasıdır. Bir kazanç gibi sunulan sonuç, aslında bir politikanın iflâsı ve İngiliz ve Müttefik güçlerinin 1922’ye kadar konuolü çoktan kaybettikleri bir alanda elde edebileceklerinin en iyisidir. Zamansa, Lozan’da eksik kalan kısmı onarmış, Montraux ile Boğazlarda kısıdı olan Türk hâkimiyetini, tümden tam bir hâkimiyete çevirmiştir; beraberinde getirdiği geçiş kısıtlamalarıyla.