I) Giriş
Bektaşi tekkelerinin coğrafi dağılımına dair en eski çalışmanın sahibi olan F.W. Hasluck, haklarında ayrıntılı bilgi vermeden Bağdat, Kâzımiyye, Kerbela, Necef ve Samerra gibi Şiilerce kutsal kabul edilen yerlerde Bektaşi tekkeleri olduğunu belirtir[1]. Yazara göre bunlar tam anlamıyla birer tekke olmaktan çok türbeleri ziyarete gelen Bektaşilerin kaldığı konuk evleridir[2]. Hasluck’un 1920’lerde yayımlanan bu çalışmasından sonra Bektaşilik hakkında yapılan yayınlarda dolaylı birkaç değinme dışında konunun bahsi geçmez. Bunun tek istisnası, 1990’ların sonlarından itibaren yayımlanmaya başlayan Bektaşilerin Babagan kolundan Bedri Noyan Dedebaba’nın hacimli eseridir[3]. Eserin dergâhlara tahsis edilmiş beşinci cildinde Noyan, Irak’taki beş Bektaşi tekkesi hakkında muhtelif bilgiler verir, ayrıca adlarını vermeden Kerkük’te eskiden on beş tane Bektaşi tekkesinin var olduğunu yazar. Literatürde gereken ilgiyi görmemiş olan Irak’tâki bu tekkeler her şeyden önce Bektaşîliğin Anadolu ve Balkanlar dışındaki etki alanlarının tanı olarak tespiti açısından önemlidir.
Ayrıca son yıllarda ortaya çıkmaya başlayan Alevi ocaklarına[4] ait belgelerden, Irak’taki bazı Bektaşi tekkelerinin Anadolulu Alevi dedelerince de düzenli olarak ziyaret edildiğini anlıyoruz. 16. yüzyılın ikinci yarısı ile 19. yüzyılın sonlarına kadarki geniş tarihsel dönemi kapsayan bu belgeler, üzerlerinde Irak’taki Bektaşi tekkelerinde meskûn dervişlere ve Kerbela nakibüleşrafına ait mühürler bulunan ziyaretname, hilafetname ve seyitlik şecerelerinden oluşmaktadır. Toplu olarak bakıldığında bu belgeler, ocakzade dedelere bağlı Alevi cemaatleri ile Bektaşilik arasındaki tarihsel ilişkilerin daha önce bilinmeyen yeni bir boyutunu gündeme getirmektedir.
Bu çalışma, tümü özel şahısların elinde bulunan ve kısaca “Alevi belgeleri” olarak anılacak sözü geçen belgeler, Ankara Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki bazı kayıtlar ve konuyla ilgili tespit edebildiğimiz diğer bir grup kaynağa dayanmaktadır. Tüm bunlar çalışmamızın bundan sonra gelen ilk bölümünde ayrıntılı olarak tanıtılacaktır. Çalışmamızın ikinci bölümünde, kaynaklarımız el verdiği ölçüde Irak’taki Bektaşi tekkelerinin tarihi hakkında tek tek bilgi verilecektir. Konumları itibariyle bu tekkeleri iki gruba ayırabiliriz. Birinci gruptakiler On İki İmamlara ait türbelerin avlularında bulunmakta İdi. Kerbela’da İmam Hüseyin’in, Necef’te Hz. Ali’nin, Kâzımiyye’de İmam Musa el-Kâzım’ın ve Samerra’da İmam Hasan el-Askeri’ nin türbelerinin etrafında oluşmuş külliyelerin parçası olan Bektaşi tekkeleri, bu gruba dahildir. İkinci gruptakiler ise, bu tür bir külliyenin parçası olmayan tekkelerdir. Bağdat’taki Gürgür Baba ve Hızır İlyas Tekkeleri ile Kerkük ve civarındaki tekkeler bu gruptandır. Ancak Şahin Baba adındaki Bektaşi tekkesinin tam konumunu tespit edemedik. Şahin Baba, Hızır İlyas Tekkesi’nin bir diğer adı olabileceği gibi, bu tekke Bağdat’ta veya onun dış mahallelerinden biri olan Kâzımiyye’de bulunmuş ayrı bir Bektaşi tekkesi de olabilir. Kaynaklarımız 17. yüzyılın başlarından itibaren Irak’ta Bektaşi dervişlerinin ve tekkelerinin var olduğunu göstermektedir. Ancak tekkelerin ilk kuruluş tarihleri ve zamanla muhtemelen değişmiş olan tarikat bağlantıları konusunda yeterli bilgi içermemektedirler. Özellikle Kerbela ve Necef’teki tekkeler ile Bağdat’taki Hızır İlyas Tekkesi’nin Osmanlıların bölgeyi fethinden önce kurulduklarına ve ilk ikisinin geçmişte Rum Abdalları ve Hurufi dervişlerince meskûn olduğuna dair ipuçlarına sahibiz. Bu tekkelerin tam olarak ne zaman ve nasıl Bektaşi hüviyeti kazandığını ise şu aşamada belirleyemiyoruz.
Çalışmamızın son bölümünde, Irak’taki Bektaşi tekkelerinin Anadolu’ daki Alevi ocakları ile olan bağlantılarının mahiyeti ve önemine dair bazı değerlendirmelerde bulunulacaktır. Alevi dedelerinin 20. yüzyılın ortalarına kadar Irak'ı, özellikle de Kerbela’yı ziyaret ettiklerini bu konuda mevcut yaygın sözlü anlatılar teyit etmektedir. Hatta bu, her kuşaktan en az bir dedenin, ailenin yeni üyelerini şecerelerine ekletmek ve şecereyi bu yeni haliyle Kerbela’da onaylatmak üzere yapması zorunlu bir görev olarak addedilmektedir. Ancak ilgili işlemlerin nerede ve nasıl gerçekleştirildiğine dair hatıralar, günümüze hemen hemen hiç ulaşmamıştır. Sözlü gelenekteki bu boşluğu kısmen elimizdeki yazılı belgelerle doldurabiliyoruz. Bu belgeler, Irak’a giden Alevi dedelerinin burada bulunan Bektaşi tekkelerinin özellikle üçü ile temas ettiğini göstermektedir; bunlar Kerbela ve Necef’teki tekkeler ile Şahin Baba Tekkesi’dir. Bunlardan Kerbela’daki tekke bilhassa ön plana çıkmaktadır. Zira Irak kaynaklı Alevi belgeleri arasında nakibüleşrafca verilenler dışında kalanların tümü, bu tekkede düzenlenmiş veya yenilen-miştir. Her iki gruptaki belgelerin çoğu daha sonra Necef teki tekkeye ve Şahin Baba Tekkesi’ne bağlı dervişlerce de mühür basılıp onaylanmıştır. Bütün olarak bakıldığında elimizdeki bu belgeler, geçmişte Alevi ocakları ile özellikle sözü geçen üç Bektaşi tekkesi arasında konukluğu aşan, nispeten kurumsallaşmış bir bağlantının var olduğunu gösteriyor. Alevi cemaatlerinin Safevilerin başını çektiği Kızılbaş hareketi ile olan tarihsel münasebetleri birlikte düşünüldüğünde, yaptığımız bu tespit, ocak-zade Alevi dedeleri, Bektaşiler ve Safeviler arasında Irak merkezli ve daha önce bilinmeyen bazı ilişkilerin varlığını ciddi bir olasılık olarak karşımıza çıkarmaktadır. Anadolulu Alevi dedelerinin düzenli olarak ziyaret ettiği Irak’taki bu tekkelere bağlı dervişler kimlerdi, ne tür Bektaşilerdi? Bunların Irak içindeki ve dışındaki diğer Bektaşiler ile ilişkileri var mıydı? Varsa bu ilişkilerin niteliği neydi? Bu sorulara şu aşamada kesin yanıtlar vermek mümkün değildir. Bununla birlikte çalışmamızın son bölümünde konuyla ilgili bazı ön değerlendirmelerde bulunulacak ve bu meyanda ilgili soruların Osmanlı- İran siyasi ve dini mücadelesi bağlamında ele alınması gerektiği ve bölgedeki Bektaşi tekkelerinin de muhtemelen bu mücadelenin yaşandığı çekişmeli alanlardan olduğu savlanacaktır.
II) Konuyla İlgili Birincil Kaynaklar
Telif Eserler
Irak’taki Bektaşi tekkelerinden bahseden tespit edebildiğimiz en eski eser, 17. yüzyılın ortalarında bölgeyi ziyaret etmiş olan Evliya Çelebi’nin Se-yahatnamesi’dir[5]. Seyahatnamesinin bir yerinde Evliya Çelebi, muhtemelen sonradan üzerine ekleme yapmak niyetiyle “Ve tekye-i Bektaşî ve Şatt kenarında tekye-i Hazret-i Hızır" şeklinde kısa bir not düşmüştür[6]. Evliya ayrıca, Samerra’da bulunan İmam Mehdi ziyaretgâhında “âyende ve revendenin nezerâtlarıyla” geçinen Bektaşi dervişleri olduğunu belirtir[7].
Evliya dan yüz küsur yıl sonra, 18. yüzyılın ikinci yarısında Alman seyyali ve bilim adamı Carsten Niebuhr bölgeyi ziyaret etmiştir. Niebuhr’un seyahatnamesi, Hasluck’un Irak’taki Bektaşi tekkeleri hakkında verdiği kısa notun kaynağıdır[8]. Niebuhr ayrıca, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde de bahsi geçen, ancak daha sonra Dicle’nin taşmasıyla harap olan Hızır İlyas Tekkesi’nin kitabelerini kopyalamıştır[9]. 12. yüzyılda bir ribat olarak inşa edilmiş olan bu yapı, daha sonra bir Bektaşi tekkesine dönüştürülmüştür. Buna ilaveten Niebuhr ’daki bir kayıttan, Bağdat’taki Gürgür Baba Tekkesi’nin isim babası olan zatın Kerkük bölgesi ile bağlantılı bir Bektaşi dervişi olduğunu anlıyoruz[10].
A. Rıfkı’nın Bektaşi Sırrı adlı eserinin sonuna eklediği, yazara yollanmış bir mektup, birinci elden gözleme dayalı konuyla ilgili diğer bir kaynağımızdır[11]. A. Rıfkı’ya mektubu yollayan kişi “Kozan Sancağı “na mülhak Kars-ı Zûlkadriyyeli[12] Müfâ-zâde Hazım Âgâh"dır. Mektubundan anladığımız kadarıyla bu şahıs görevi nedeniyle 1880 ve 1890’lı yıllarda Bağdat ve Kerbela’da bulunmuş, Bektaşîliğin Babagan koluna yakınlık duyan biridir. Hazım Agâh, Irak’tâki Bektaşi tekkelerinden en az ikisinin kuruluşunu Osmanlı sultanları ile ilişkilendirir, hatta “Rum Abdallarına, yani Bektaşilere" mahsus olduğunu söylediği Kerbela’daki tekkenin Kanuni döneminden kalma vakıfnamesini bizzat gördüğünü bildirir[13]. Aşağıda daha ayrıntılı değineceğimiz üzere, Ankara’daki Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi'nde bu tekkeye ait, aslı h.Safer 962/ m. 1554-55 tarihli ve Rum Abdallarından bahseden bir vakfiye sureti mevcutsa da bunun Hazım Agâh’ın gördüğü vakfiye ile aynı olup olmadığı kesin değildir. Hazım Agâh ayrıca İrak'tâki Bektaşi tekkelerinin özellikle 1826'dan sonraki akıbeti hakkında, bazdan arşiv belgeleriyle de teyit edilebilen önemli bilgiler verir. Bunlara göre, ilgili tarihte diğer Bektaşi tekkeleri gibi Irak’takiler de kapatılmış, vakıflarına el konulmuş, kimileri de tahrip edilmiştir. Ancak Sultan Abdülmecid döneminde (1839-61 ) ve sonrasında bunların bazıları Bektaşilerce yeniden canlandırılmıştır. Hazım Agâh, kendisinin bölgede bulunduğu dönemde Irak’ta halen işler halde dört Bektaşi tekkesi olduğunu söyler ki bunlar Kerbela, Necef ve Kâzımiyye’deki tekkeler ile, Bağdat’taki Gürgür Baba Tekkesi’dir. Hazım Agâh’ın mektubu. Bedri Noyan’ın çalışmasında atıfta bulunduğu kaynaklardan da biridir.
Konuyla ilgili diğer bir kaynağımız, 20. yüzyılın başlarına ait Ali Suad’ın Seyahatlerim adlı kitabıdır[14]. 1911 yılında Kerbela’ya yaptığı ziyarette Ali Suad, buradaki Bektaşi tekkesinin şeyhi Abdülhüseyin Dede ile uzun görüşmeler yapmıştır. Abdülhüseyin Dede bu görüşmelerde Kerbela’daki tekkenin kuruluşuna ve tarihine dair Bektaşiler arasında yaşayan bazı sözlü gelenekleri aktarır ve bu tekkenin şeyhlerinin aynı zamanda İmam Hüseyin Türbesi’nde çerağcılık hizmeti gördüğü şeklinde dikkate değer bir bilgi verir. Ayrıca bu kaynak, Kerbela’daki tekkenin 20. yüzyılın başlarında halen işler durumda olduğunu göstermesi açısından da önemlidir.
İçlerinde Irak’taki Bektaşi tekkeleri hakkında bilgi bulabildiğimiz diğer bir grup eser, çoğu Iraklı yazarlarca kaleme alınmış Irak’ın tarihine ve talihi eserlerine dair kitaplardır[15]. Bu eserler başka kaynaklarda rastlayamadığımız birkaç Bektaşi tekkesinin varlığını, adını ve yerini bizlere bildirdiği gibi, konu hakkındaki 19. ve 20. yüzyıllara dair bilgilerimize de bazı eklemeler yapmaktadır. Ayrıca bu kaynaklardan Bağdat’taki Gürgür Baba Tekkesi’nin kuruluşu hakkında somut tarihi bilgiler de edinebiliyoruz.
Belgeler
Arşiv Belgeleri
Ankara’daki Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde, özellikle Kerbela' daki Bektaşi tekkesi hakkında bazı önemli kayıtlara rastlıyoruz. Bunlardan en dikkat çekici olanı, yukarıda da zikrettiğimiz h.Safer 962/ m.1554-55 tarihli vakfiyedir[16]. İlgili vakfiyede Rum Abdallarından bahsedilmekte, ancak tekkenin Bektaşi tekkesi olduğuna dair açık bir ibareye rastlanmamaktadır. Ayrıca vakfın kurucusu olarak, kendisi de belli ki Rum Abdallarından olan Sadık Dede isminde birinin adı geçmektedir.
Aynı arşivde, yine çoğu Kerbela’daki tekke ile ilgili 19. yüzyıla ait zaviyedar ve müderris atamaları gibi muhtelif başka kayıtlar da mevcuttur.
Özel Şahıslara Ait Belgeler
Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndekiler dışında ulaşabildiğimiz konuyla ilgili belgelerin tümü Alevi dede ailelerinden gelmektedir. Bu yeni ortaya çıkmaya başlayan belge grubundan belli bir kısmı Irak kaynaklı olup konumuzla doğrudan alakalıdır. Literatürde pek fazla tanınmadıklarından dolayı bunlar hakkında nispeten ayrıntılı bilgi vermek yerinde olacaktır[17].
Irak kaynaklı bu Alevi belgelerinden en eskileri 16. yüzyılın ikinci yarısından kalmadır ve kendi metinleri içerisinde “ziyâretnâme” veya “şefkatnâme” olarak adlandırılmaktadırlar[18]. Bunların İmam Hüseyin Asitanesi’nde düzenlenmiş ve Kerbela nakibüleşrafınca, bazen de nakibüleşrafın yanısna “seyyid” veya “dede” unvanlı -muhtemelen bu asitane içerisindeki Bektaşi tekkesine bağlı dervişlerden olan- başka şahıslarca tasdiklenmiş olduğunu görüyoruz. Genellikle sahiplerinin talebi üzerine verildiği belirtilen bu belgelerde. On İki İmamların ve evliyaların türbelerini ziyaret etmenin gerekliliğini vurgulayan bir girişten sonra, belgenin sahibi kişinin Irak’a gelerek erkânına uygun bir şekilde bu ziyaretleri yaptığı, uğradığı ziyaretgâhlar sıralanarak teyit edilir. 16. yüzyılın ikinci yarısından kalma bu belgelerin görebildiğimiz kadarıyla tümü Türkçe'dir.
Bugüne kadar su yüzüne çıkan Alevi belgeleri arasında 17. yüzyıl ve 18. yüzyılın birinci yarısına ait Irak kaynaklı belge yoktur. Bunun tek istisnası, Malatya merkezli Dede Kargın ocağından gelen, yine Türkçe olarak kaleme alınmış bir mektuptur. Bu mektubun 1624 yılında, Bağdat’ın Şah Abbas ta-rafından alınışını takip eden günlerde Irak’taki tekkelerden birinden yollanmış olduğunu tahmin ediyoruz. Dede Kargın evlatlarından Seyit Yusuf adlı bir şahsa yollanmış olan mektupta Bağdat’ın fethi haberi bir müjde gibi verilmektedir. Ayrıca mektupla, gıyabında düzenlenmiş bir hilafetnamenin Seyit Yusuf’a gönderileceği yazılıdır. Bu mektubu konumuz açısından bilhassa önemli kılan özelliği ise, yollayanın adını ve unvanını “bende-i Şâh-ı Velayet, Seyyid Bâki, Evlâd-ı Kutbü’l-'Ârifin Sultân Hacı Bektaş-t Veli” şeklinde kaydetmiş olmasıdır. Yani mektubun yollayıcısı Seyit Baki, kendisini Hacı Bektaş-ı Veli’nin soyundan biri olarak tanıtmıştır[19]. Bu mektup, elimizdeki Alevi belgeleri arasında Irak’taki Bektaşi varlığına işaret eden en eski belgedir[20].
Irak kaynaklı ikinci grup belgeler, Kerbela’daki tekkeden verilmiş olan halifelik icazetnameleri, yani hilafetnamelerdir. içerik ve dil olarak benzerliklerine rağmen hilafetnamelerin ziyaretnamelerden iki önemli farkı vardır. Öncelikle ziyaretnamelerde yalnıza İmam Hüseyin Asitanesi’nden[21] bahsedilirken, hilafetnamelerde bizzat burada bulunan Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesi’nden söz edilir. Hilafetnamelerin diğer bir ayırt edici özelliği, belgenin sahibi kişinin tarikata bağlanıp halifelik mertebesine yükseltildiği yönünde ifadeler içermeleridir. Bu hilafetname örneklerinden elimizde bulunan en eskisi h.20 Cemaziyülahır 1170/ m.1757 tarihini taşımaktadır. Yarısı Arapça yarısı Türkçe olan bu hilafetname, “Kerbelâ-yı Mu’allâ'da vâki' olan Hacı Bektaş-ı Veli - kuddise sırruhü’l-'aziz - tekyesinde” aşçı olarak hizmet etmiş olan Derviş Ali Dede adına düzenlenmiştir. Belgenin sonundaki sebeb-i tahrir bölümünde Derviş Ali Dede’nin “tarîk-i evliyayı" kabul ettiği ve “yedine sofra ve çerâğ ve zeng [ve] tiğ ve 'alem ve icazet ve inâyet" verildiği ve “halifelik safâ-nazar ve himmet” olunduğu belirtilmek-tedir. Belgeyi tasdikleyen, metinde kendisinden “tekyenişin-i İmâm Hüseyin,”[22] mührünün altında ise “Aşçıbaşı Kerbelâ-yı Mu'allâ"[23] olarak bahsedilen Şeyh Mehmet Dede’dir. Hilafetnameyi ayrıca, yine aynı tekkedeki bir grup derviş ile “tekyenişin-i Bektaşi fî’n-Necefi’l-eşref” Ali Dede ve “tekyenişin-i Şahin Baba” İsmail Dede mühür basıp onaylamıştır. Bu hilafetname, Irak’taki tekkelerin açıkça Bektaşi sıfatıyla karşımıza çıktığı en eski Alevi belgesidir[24].
Bu noktada belirtilmesi gereken önemli bir husus, Kerbela’daki Bektaşi tekkesinde düzenlenmiş hilafetnamelerin, Kırşehir merkezli Çelebi Bektaşileri tarafından ocak-zade Alevi dedelerine verilen icazetnamelerden hem içerik olarak, hem de ait oldukları dönem itibariyle bazı farklılıklar göstermesidir. Kırşehir kaynaklı icazetnamelerde, Çelebilerin Hacı Bektaş-ı Veli’ye ve ondan da Hz. Ali’ye kadar giden soy şecereleri ile Ahmed Yesevi’yi içeren bir tarikat silsilesi bulunmaktadır. Ancak Kerbela’daki tekkeden verilen hilafetnamelerde ne bu tür bir soy ağacına, ne de bir tarikat silsilesine rastlıyoruz. Ayrıca Kerbela’daki tekkeden alınan belgelerden farklı olarak. Çelebilerden alınan icazetnameler görebildiğimiz kadarıyla tümüyle 19. ve 20. yüzyıllardan, yani daha yakın dönemlerden kalmadır[25]. Bu durum, Anadolu’daki Alevi ocaklarının Irak’taki Bektaşi tekkeleri ile olan ilişkilerinin, Kırşehir’deki Çelebiler ile olan ilişkilerinden daha eskiye gittiğine işaret etmektedir. İç ve Doğu Anadolu’daki ocak-zade Alevi dedelerinin Çelebilere bağlanma sürecinin nispeten geç bir tarihte başladığı yönündeki yaygın sözlü anlatılar da bu bulguyu desteklemektedir[26].
Irak kaynaklı üçüncü grup belgeler, örneklerinin tümü 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyıldan kalma, sahibinin seyit soylu olduğunu gösteren ve Arapça olarak kaleme alınmış nakibüleşraf tezkereleri ile seyitlik şecerleridir. Bahsi geçen tezkereler çoğunlukla Kerbela’daki nakibüleşraftan alınmış hüccet formatında vesikalardır. Seyitlik şecereleri ise bu tezkerelerden farklı olarak uzun rulo şeklindedir ve daha özenle yazılıp çoğu zaman süslerle bezenmiştir. Uzun şecereler, nakibüleşrafın yanı sıra Bektaşi tekkelerine bağlı dervişlerce de mühür basılarak tasdiklenmiştir. Mesela h.1207/ m.1792 yılında Irak’ı ziyaret etmiş olan Maraş merkezli Sinemilli ocağına mensup Bektaş Dede’nin, bu ziyareti esnasında hem Kerbela nakibüleşrafı Murtaza el-Musevi el-Hüseyni’den bir seyitlik tezkeresi aldığını, hem de ayrıca uzun bir şecere çıkarttığını görüyoruz. Uzun şecerenin altında nakibüleşrafınki ile birlikte “tekyenişîn-i İmâm Hüseyin” Haydar Dede’nin ve “tekyenişîn-i Necef- i Eşref” Abdülgafur Dede’nin mühürleri vardır[27]. Osmanlı resmi makamlarınca geçerliliği kabul edilen nakibüleşraf tezkerelerinin aksine, bu uzun şecerelerin özellikle Alevi cemaatinin kullanımına yönelik hazırlanmış olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Nitekim yukarıda adı geçen Bektaş Dede, Irak'tan dönüşünde Maraş ve Darende’deki kadı mahkemelerinden de seyitliğini tasdik eden hüccetler almıştır. Bu hüccetlerin metinlerinden, mahkemeye kanıt olarak sunulan belgenin uzun şecere değil, nakibüleşraftan alınan tezkere olduğunu anlıyoruz[28].
Irak’taki Bektaşi tekkelerine bağh dervişlerin mühürlerini taşıyan dördüncü gruptaki belgeler, Vefai tarikatına ait icazetnamelerdir. Özellikle Doğu Anadolu’daki Alevi ocaklarının önemli bir kısmının kökenlerinin bu tarikatla bağlantılı olduğunu gösteren, en eskileri 15. ve 16. yüzyıllardan kalma belgeler mevcuttur[29]. 16. yüzyıldan sonra verilmiş yeni Vefai icazetnamelerine rastlanmamakla birlikte, bunlardan bazılarının eskiyip yıprandıkları için Kerbela’daki Bektaşi tekkesinde temize çekildiğini görüyoruz. Yani bu tekkenin dervişleri, yeni belge düzenlemenin yanı sıra bu tür eski belgelerin aslına uygun olarak temize çekildiğine şahitlik ederek adeta bir tür noterlik hizmeti de görmüşlerdir. Temize çekilmiş halleriyle çoğu zaman bu icazetnamelerin üzerine, belgenin sahibi ailenin icazetnamenin ilk çıkarılış tarihinden sonra gelen kuşaklarına mensup kişilerin adlarının da eklenmiş olması, bu belgelerin Vefai tarikatının Anadolu Aleviliği ile bütünleşmesine paralel olarak sadece ilgili ailelerin seyit soylu olduğunu kanıtlayan vesikalar olarak işlev gördüğüne işaret etmektedir[30] Zaten günümüzde de Alevi dedeleri bu belgeleri bu maksatla kullanmakta ve çoğu zaman birbirinin muadili olarak “şecere” veya “berat" olarak adlandırmaktadır.
Son olarak elimizdeki Alevi belgeleri arasında, özellikle 19. yüzyıldan kalma ve yukarıda kısaca tanıtmaya çalıştığımız ziyaretname/şefkatname, hilafetname ve şecere türlerinin adeta bir karışımı olan örneklere de rastladığımızı belirtmeliyiz. Bunlar, asılları daha eski olan bu türdeki muhtelif belgelerin belli değişikliklerle bir arada temize çekilmesi sonucu meydana getirilmiş olmalıdır.
III) Irak’taki Bektaşi Tekkeleri
A-İmamlara Ait Türbelerin Avlularında Bulunan Tekkeler
Kerbela’daki Tekke:
Kerbela'da İmam Hüseyin’in türbesinin avlusunda bulunan bu tekke muhtemelen Irak’tâki en önemli Bektaşi tekkesiydi. Yukarıda belirttiğimiz gibi. Alevi dedelerinin ellerindeki Irak kaynaklı belgelerin önemli bir kısmı bu tekkede düzenlenmiş veya yenilenmiştir. Ayrıca Babagan Bektaşilerince burası geçmişte mücerret erkânının yapıldığı dört büyük dergâhtan biri olarak kabul edilmektedir[31].
Noyan’ın “Kerbelâ Dergâh-ı Şerifi” olarak bahsettiği bu tekke, gene aynı yazara göre "Tekke-i Abdâlân-ı Rum” ve “Mü’min Dede Dergâhı” olarak da bilinmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki 19. yüzyıl kayıtlarında tekkenin adı “‘Abdülmü’min Baba Zaviyesi” olarak geçer[32]. 16. yüzyıldan kalma vakfiyesinde, İmam Hüseyin türbesine nispetle “Hüseyniyye Tekkesi” mealinde bir ifadeyle anılır, ayrıca “Meydan” adıyla bilindiği belirtilir. Alevi belgelerinde bu tekkede meskûn dervişler için “tekyenişîn-i İmâm Hüseyin" gibi genel ifadeler kullanıldığını yukarıda görmüştük. 20. yüzyıl başlarına ait biri Arapça, diğeri Almanca iki kaynakta ise “dedeler tekkesi” (Arap, de- devât) olarak söz edilmektedir[33].
Kerbela’daki tekkenin özel konumundan kaynaklanan bazı ek işlevleri olduğunu görüyoruz. Gelen ziyaretçileri ağırlamak dışında, bu tekkenin şeyhleri İmam Hüseyin’in türbesinin çerağcısı olarak görev yapmışlardır[34]. Ali Suad ile görüşen Abdülhüseyin Dede’nin anlattığına göre, Kerbela tekkesinin şeyhi her gün akşam ezanında elinde çerağ tabir edilen bir kandil ile İmam Hüseyin’in makamına gidermiş. Kapıda ellerinde bal mumlarıyla bekleyen seyitler, şeyhin elindeki çerağdan o mumları yakarmış. Sonra şeyh önde seyitler arkada İmam Hüseyin’in türbesine girilip, şamdanlara mumlar dikilir ve dua edilirmiş. Bu işlem yapılmadan evvel başka hiçbir ışık yanmazmış[35]. Elimizdeki Kerbela kaynaklı bir Alevi belgesi de bu durumu kısmen teyit eder niteliktedir. Tarihsiz olmasına rağmen 18. yüzyılın sonlarında kaleme alındığını tahmin ettiğimiz bu belgeye göre, İmam Zeynel Abidin ocağına mensup Seyit İbrahim, Malatya’dan Bağdat’a gider. Orada gerekli ziyaretleri yaptıktan sonra Bağdat’taki Şahin Baba Tekkesi’nden Halil Dede refakatinde Necef’teki İmam Ali ve Kerbela’daki İmam Hüseyin Asitaneleri’ni ziyaret eder. Kerbela’daki Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesi’nde tarikat erkânına uygun olarak kurban kesip, halife kazanı kaynattıktan ve dervişlere nezirlerini verdikten sonra Seyit İbrahim, çerağcı olarak Abdülhüseyin Dede’nin tasvir ettiğine çok benzer bir çerağ uyandırma törenine katılır ve akabinde bu hilafetnameyi alır[36].
Kerbela’daki tekkenin kuruluşuna dair yazıya geçirilmiş en eski sözlü geleneklerden birinin kaynağı da yine Abdülhüseyin Dede’dir. Buna göre, Kerbela’daki tekke 500 yıl önce Abdülmümin adındaki bir Bektaşi şeyhi ta-rafından kurulmuştur. Meşhur şair Fuzuli de bu zata bağlanarak bir süre Kerbela’daki tekkede çerağcılık hizmetinde bulunmuştur. Her ikisinin de mezarının tekkenin içerisindeki çukur mağarada olduğu rivayet edilir[37].
Özellikle Babagan Bektaşileri arasında yaygın kimi inanışlara göre, Abdülmümin Dede ile dönemin Osmanlı sultanı görüşmüştür. İlgili rivayetlerde bu Osmanlı Sultanı çoğunlukla Kanuni Sultan Süleyman olarak geçer. Bunlardan tarihi verilerle en çok uyuşanı Arnavut Bektaşileri kaynaklıdır. Buna göre, Abdülmümin Dede, Bektaşi tarikatını yaymak için 16. yüzyılın ortalarında Kerbela’ya gider ve İmam Hüseyin’in türbesinin yakınında bir çadırda hizmet vermeye başlar. Kanuni Kerbela’ya geldiğinde Abdülmümin Dede ile görüşür. Dede, Padişah’tan Kerbela halkı için Fırat nehrinden su getirmesini rica eder. Padişah bu isteği yerine getirir. Ayrıca nehrin sularını şehre taşıyacak kanallar kazılırken karşılaşılan zorluklar Abdülmümin Dede’nin dualarıyla aşılır. Bu kerametiyle şöhret kazanan Dede, Bektaşîliği bölgede yayar[38]. Her ne kadar Kerbela’da bir Bektaşi dervişi ile görüştüğüne dair elimizde kayıt yoksa da, Kanuni’nin Irak’a üç sefer yapağını, ayrıca bu seferleri esnasında diğer birçok türbe gibi Kerbela’daki İmam Hüseyin’in türbesini de ziyaret ettiğini ve Kerbela’ya su getirilmesi için kanallar kazdırtmış olduğunu biliyoruz[39].
Hazım Agâh bir adım daha ileri giderek Kerbela’daki Bektaşi tekkesinin bizzat banisinin Kanuni Sultan Süleyman olduğunu yazar. Hatta tekkenin vakıfnamesini kendi gözleri ile gördüğünü ve Kanuni’nin tekkeye önemli miktarda gelir vakfettiğinin burada kayıdı olduğunu iddia eder[40]. Yukarıda belirttiğimiz gibi, gerçekten de Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde Kerbela’daki Abdülmümin Dede Zaviyesi’ne ait h.Safer 962/ m. 1554-55 tarihli, yani Kanuni döneminden bir vakfiyenin sureti mevcuttur. Buna göre vakfın kurucusu Sadık Dede adında bir derviştir. Bu Sadık Dede belirtilmeyen bir tarihte malıyla, adamlarıyla ve çocuklarıyla birlikte bölgeye gelerek, devlet görevlilerinin bilgisi ve izni dahilinde Süleymani nehrinin civarlarına yerleşir. Metinde bu yönde bir ifade olmamakla birlikte, Sadık Dede’ye, belki de müritleriyle birlikte ihya etmesi şartıyla bölgedeki mevat araziden bir kısmının temlik edilmiş olabileceği düşünülebilir. Sadık Dede vakfiyeye göre tüm bu araziyi ve burada bulunan iki ev, evlerin eşyaları ve hayvanları kendisine müritlik bağıyla bağlı evlatlarına, öz(?) evlatlarına, evlatlarının evlatlarına, Hüseyniyye Tekkesi’nde bulunan evli veya bekâr Rum Aballarına ve diğer(?) Anadolulu dervişlere vakfetmiştir. Metinde açık bir şekilde Acem Abdalları bu grubun dışında tutulmuştur. Vakfın geliri, Sadık Dede’nin erşed evladı olması şart koşulan mütevelli tarafından bu sayılan gruplar ve İmam Hüseyin Türbesi’nin ziyaretçileri için harcanacaktır[41].
Görüldüğü gibi, elimizdeki vakfiye Kerbela’daki tekkenin banisinin Kanuni Sultan Süleyman olduğuna veya bizzat onun tekkeye gelir vakfettiğine dair herhangi bir bilgi içermemektedir. Zaten daha h.727/ m.1326-27 tarihinde, İbni Battuta Kerbela'yı ziyaret ettiğinde İmam Hüseyin’in türbesinin yanında bir zaviyenin var olduğunu ve bu zaviyenin temel işlevinin, aynen daha sonra buradaki Bektaşi tekkesi için de söylendiği gibi türbeyi ziyarete gelenleri ağırlamak olduğunu belirtmektedir[42]. Dolayısıyla yapı olarak İmam Hüseyin’in türbesi etrafında oluşmuş külliyenin bir parçası olan bu tekkenin kuruluş tarihi Osmanlılardan önceye gitmektedir. Ayrıca elimizdeki vakfiyeye göre, vakfın kurucusu herhalde kendisi de Rum Abdallarından olan Sadık Dede'dir[43]. Rum Abdallarına ve Ahilere yeni fethedilen yerlerde zaviye kurmaları için, özellikle Osmanlıların ilk dönemlerinde devletçe arazi temlikinde bulunulduğu bilinmektedir[44]. Sadık Dede örneği, bu uygulamanın bazı yerlerde 16. yüzyılda da devam etmiş olabileceğini göstermektedir.
Sadık Dede’nin, sözlü gelenekte adı geçen Abdülmümin Dede ile aynı kişi olması ihtimal dahilindedir. Anadolu kökenli Rum Abdallarının ilk olarak Sadık Dede zamanında Kerbela’daki tekkeye yerleşmiş olmaları da kuvvetle muhtemeldir. Ancak Rum Abdalları ifadesinin bu dönemde Bektaşi kelimesinin bire bir muadili olarak kullanıldığını varsayamayız. Konu hakkında en ayrıntılı çalışmanın sahibi olan Fuad Köprülü’ye göre, 14. yüzyıldan beri Anadolu’da mevcut olan Rum Abdalları, Hacı Bektaş-ı Veli’yi kendi tarikatlarının azizlerinden kabul etmekle birlikte, Bektaşi değillerdi. Köprülü’ye göre “her mânâsıyla müfrit Alevi olan” Rum Abdalları, 16. yüzyıl ve 17. yüzyılın ilk yarısında Safevilerle olan ilişkileri nedeniyle takibata uğramış ve 17. ve 18. yüzyıllarda Bektaşilik içinde erimişlerdir. Rum Abdallarının, tarikatlarının kendilerine İmam Hüseyin’den intikal ettiğine inandıklarını, Kerbela’yı bilhassa ziyaret ettiklerini, mücerret yaşadıklarını, aralarına yeni girmiş gençlere “köçek” (kûçek) büyüklerine “dede” adını verdiklerini yine Köprülü’nün çalışmasından öğreniyoruz[45]. Nitekim, vakfiye metninin sonunda vakfın işleyişine hariçten, yani Rum Abdalları dışında müdahele edecek kimselerin, adet olduğu üzere lanetlendiği bölümde “kûçek” tabiri de kullanılmıştır[46]. Ayrıca Sadık Dede’nin adlarıyla zikredilen sekiz dervişinden biri “âbdâl,” dördü “dede” unvanı taşımaktadır[47]. Bütün bunlara dayanarak Kerbela’daki tekkenin büyük ihtimalle Osmanlılar döneminde ilk olarak Rum Abdallarının kontrolüne geçtiğini, ancak bu derviş zümresinin zamanla Bektaşîliğin içinde erimesiyle tekkenin Bektaşi bir hüviyet kazanmış olduğunu düşünebiliriz.
Hazım Agâh’a göre, Kerbela’daki tekke, İmam Hüseyin’in türbesi ile yapısal olarak bağlantılı olduğundan, dolayısıyla halktan gelecek tepkilerden korkulduğu için 1826’dan sonra tahrip edilmemiş, ama Bektaşilerin elinden alınıp vakıf mallarına kısmen el konulmuştur. Hazım Agâh ayrıca, Abdülmecid döneminde tekkeye tekrar Tâki Baba adında bir Bektaşinin postnişin olduğunu ve bu zatın tekkeyi yeniden canlandırdığını yazar[48]. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki bir kayıt bu iddiayı desteklemektedir. Buna göre, h.22 Cemaziyülahır 1275/ m.1859 yılında Abdümümin Dede zaviyesine Seyit Mehmet Tâki Dede zaviyedar olarak atanmıştır[49]. Mehmet Tâki Dede bu dönemden kalma Alevi belgelerinde de Kerbela tekkesinin postnişini olarak karşımıza çıkar. Bu belgelerden ayrıca Seyit Mehmet Tâki Dede’den önce babası Seyit Ahmet Dede’nin tekkenin postnişinliğini yaptığını öğreniyoruz[50]. Bu da gösteriyor ki Kerbela’daki tekkenin şeyhliği en azından bu dönemde aynı aileden kişilerce yürütülmekteydi ve Mehmet Tâki Dede daha resmen buraya zaviyedar atanmadan önce bu görevi üstlenmişti. Hem Hazım Agâh’a, hem de Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki kayıtlara göre, Mehmet Tâki Dede’nin ölümünden sonra aynı uygulama sürdürülmüş ve h.26 Muharrem 1316/ m.1898 yılında oğlu Seyit Abbas Dede babasının yerine geçmiştir. Abbas Dede bu tarihten iki yıl sonra vefat eder. Vefatında Cafer, Musa, Mehmet ve Hüseyin adlarında tekkede yaşayan ve henüz ergen yaşta olmayan çocukları vardır. Bunlardan Seyit Hüseyin h.3 Rebiyülevvel 1318/ m.1900 yılında. Selim Dede adlı birinin naipliğinde zaviyedar olarak atanır[51]. Ali Suad’ın Kerbela’yı ziyaret ettiği 1910’lu yıllarda tekkenin başında bulunan Abdülhüseyin Dede, muhtemelen Abbas Dede’nin bu oğludur. Arap kaynaklarında sadece Hüseyin Dede olarak anılan bu kişi, 1948 yılında Meşhed’de vefatına kadar tekkenin postnişinliğini sürdürmüştür[52].
Ali Suad, Kerbela'daki tekkenin aslında bir Bektaşi tekkesi olduğunu söyler; ama Abdülhüseyin Dede’den bir Nakşibendi şeyhi olarak bahseder. Bunun nedeni 1826’dan sonra tekkenin resmen bir Nakşibendi tekkesine dönüştürülmüş olmasıdır. Arşiv kayıtlarına göre mesela Abbas Dede’ye zaviyedarlık “âyîn-i Nakşbendiyye icra ve derûnunda âyende ve revenedeye te'âmüli vechile it'âm-ı ta’âm olmak üzere" tevcih edilmiştir. Bu kayıtlarda ayrıca Tâki Dede’nin “tarîkat-ı 'aliyye-i Nakşbendiyye'den” olduğu yazılıdır[53].
Necef’teki Tekke:
Necef’te Hz. Ali türbesinin avlusunda bulunan bu tekke, Alevi belgelerinde özel bir adla anılmayıp, burada meskûn dervişlerden “tekyenişîn-i Necefü’l-Eşref” veya “tekyenişîn-i İmâm Alî” gibi ifadelerle bahsedilmektedir. Noyan’a göre “Vîrânî Baba Dergâhı" adıyla da bilinmektedir[54]. Gerçekten de 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başlarında yaşamış olan ünlü Hurufi/Bektaşi şairi Virani Baba’nın Necef’teki tekkeyle yakın ilişkisi olduğu ve burada bir süre postnişinlik yaptığı söylenir[55]. Ayrıca Iraklı tarihçi 'Azzâvî’den en azından 20. yüzyılın başlarına kadar Virani Baba’nın sarığının bu tekkede muhafaza edildiğini ve saygı gördüğünü öğreniyoruz[56]. Virani Baba’nın Hurufi kimliği, Necef’teki tekkenin bu tarikat ile özel bir ilişkisi olabileceğini ve buradaki Hurufi dervişlerinin Bektaşilik içerisinde erimesine koşut olarak, aynen Kerbela’daki tekke gibi ancak zamanla net bir Bektaşi kimliği kazandığını düşündürmektedir[57].
Hazım Agâh Necef’teki tekkenin Yavuz Sultan Selim tarafından mücerret Bektaşi dervişlerine tahsis edildiğini, hatta onun tekkenin bizzat banisi olduğunu iddia eder[58]. Yavuz döneminde Irak’a bir sefer yapılmış olmakla birlikte, bu bölgeler Osmanlı kontrolüne tam anlamıyla İlk defa Kanuni Sultan Süleyman döneminde geçmiştir. Dolayısıyla Hazım Agâh’nı sözü geçen iddialarında gerçeklik payı olması zayıf bir olasılıktır. Hazım Agâh ayrıca, en azından 19. yüzyılın son yıllarına kadar tekkenin kapısının üzerindeki kitabede, buranın Bektaşilere ait olduğunu belirten ve Bektaşîliği öven Farsça manzumeler bulunduğunu söylemektedir[59].
Necef’teki tekke, İmam Ali’nin türbe binası ile bir bütün teşkil etmesinden dolayı, aynen Kerbela’daki tekke gibi 1826’da tahrip edilmemiş, ama evkafına kısmen el konulmuştur. Daha sonra, Abdülmecid döneminde, Sükuti Baba adında bir Bektaşi burada postnişinlik yapmış ve tekkeyi yeniden canlandırmıştır. Ancak Sükuti Baba’nın ölümünü takiben Bağdat Valisi Namık Paşa tekkeyi Bektaşilerin elinden alarak Hint asıllı birinin idaresine vermiştir[60]. Tekke binasının bu tarihten sonra hangi maksada kullanıldığını bilmiyoruz.
Kâzımiyye’deki Tekke:
Bağdat’ın dış mahallelerinden biri olan Kâzımiyye’de, İmam Musa el- Kâzım’ın türbesinin avlusunda bulunan Bektaşi tekkesidir. Hazım Agâh’a göre h.1299/ m.1881-82 senesinde, Gürgür Baba’yı yeniden hayata geçiren Hüseyin Mazlum Baba namına, İran hanedanından Nasırüddin Şahin amcası Mirza Ferhad tarafından yaptırılmıştır[61]. Hamza Agâh ayrıca, Mirza Ferhad'ın tekkenin kapısına, üzerinde buranın Bektaşi dervişlerine ait olduğu yazılı bir mermer taş asmış olduğunu söyler[62], Hüseyin Baba’nın sağlığında bu tekkeye atadığı Seyit Veli adında bir mücerret derviş, h.1313/ m. 1895-96 yılında ölene kadar burada hizmet vermiştir. Hazım Agâh’a göre Seyit Veli’nin ölümünden sonra tekke İranlılar ile burada türbedar olarak görev yapan Arapların eline geçmiş ve içindeki eşyalar yağmalanmıştır[63]. Oysa Noyan, 20. yüzyılın başlarına kadar hayatta olduğunu anladığımız Selman Cemali Baba adında, iyi tanınan, Arnavut asıllı bir mücerret Bektaşi dervişinin Kâzımiyye’deki tekkede postnişinlik yapmış olduğunu yazar ki bu durumda tekke Seyit Veli’den sonra da bir süre hizmet vermeye devam etmiş olmalıdır[64].
Samerra’daki Tekke:
Noyan’ın Samerra’daki tekkeden “İmâm Hasan-ül-Askerî Âstânesi” olarak bahsetmiş olmasına bakılırsa, aynen Kerbela, Necef ve Kâzımiyye’de olduğu gibi bu tekkenin de sözü geçen İmamın türbesinin avlusunda bulunmuş olması gerekir[65]. Evliya Çelebi ise açıkça Samerra’da bir Bektaşi tekkesinin varlığından söz etmemekle birlikte, buradaki İmam Mehdi ziyaretinin çevresinde yaşayan ve gelen gidenin bağışları ile geçinen Bektaşi dervişleri olduğunu belirtir[66]. İmam Mehdi’nin makamı Samerra’da, onuncu ve on birinci imamlar, İmam el-Naki ve İmam el-Askeri’nin türbelerinin bitişiğindedir.
Noyan’a göre Samerra’daki tekkede, Bektaşi cönklerinde şiirlerine sık sık rastlanan 16. yüzyıl Bektaşi ozanlarından Edirneli Askeri postnişinlik yapmıştır[67]. Eğer bu doğruysa, bu tekkenin de ya Osmanlı idaresinden önce ya da hemen sonra kurulmuş olması gerekir. Elimizdeki diğer kaynaklarda Samerra’daki tekkeden hiç söz edilmemiş olmasına bakılırsa, bu tekke muh-temelen 19. yüzyıldan önce kapanmıştır.
B- İmamların Türbelerinden Bağımsız Tekkeler
Bağdat’taki Tekkeler
Gürgür Baba Tekkesi:[68]
Kuruluşu hakkında en kesin verilere sahip olduğumuz tekkelerden biri Gürgür Baba Tekkesi’dir, Bir Bektaşi dervişi olan Gürgür Baba’nın, Kerkük bölgesindeki petrol yataklarının bulunması ile ilgili kerametleri olduğuna inanılmaktadır. Arap kaynaklarına göre “Nurani” anlamına gelen Gürgür lakabı da kendisine muhtemelen bundan dolayı verilmiştir[69]. Ayrıca Niebuhr’dan, Kerkük’te onun adıyla anılan ve kendi kendine yanan petrol yataklarının bulunduğu bir yerin varlığını öğreniyoruz[70]. Dolayısıyla Gürgür Baba, Kerkük ile bağlantılı veya o bölgede en azından bir süre yaşamış bir zat olmalıdır.
Kalıntıları en azından 2000’li yıllara kadar ayakta olan Gürgür Baba Cami ve Tekkesi, Bağdat’ın merkezinde, Meydan mahallesindeymiş. Iraklı yazarlara göre ilk başta burada sadece Gürgür Baba’nın türbesi varken, h. Muharrem 1081/ m. 1670 yılında el-Hac Muhammed el-Defteri b. Abdullah tarafından yanına bir cami yaptırılmış ve bakımı için bir miktar mal vakfedilmiştir. Daha sonraki bir tarihte ise burası bir Bektaşi tekkesine dönüştürülmüştür[71]. Buna karşın Abdüsselâm Uluçam, 1670 yılında el-Hac Muhammed el-Defteri’nin buraya bizzat bir tekke yaptırdığını, bu tekkenin 1826 yılından sonra camiye dönüştürüldüğünü yazmaktadır[72]. El-Hac Muhammed el-Defteri'nin vakıfnameye koydurttuğu şarta uygun olarak, kendi soyu tükendiğinden Gürgür Baba vakfının tevliyeti Bağdat kadısına geçmiştir[73]. Defteri ailesi, mensupları Osmanlı bürokrasisinde görev almış Bağdat’ın ileri gelen ailelerinden biridir[74].
1826’dan sonra kapatılan Gürgür Baba Tekkesi, Bektaşi postnişini Turabi Dedebaba’nın teşvikiyle Irak’a gidip yerleşen Hacı Hüseyin Mazlum Baba’nın çabalarıyla tekrar ihya edilir[75]. Iraklı tarihçiler, “Dede Hüseyin b. Ahmed b. Mustafa”nın h.19 Zilhicce 297/ m. 1880 tarihinde dönemin Bağdat müftüsü ve kadı vekili tarafından bu tekkeye mütevelli olarak atandığını yazarlar[76]. Bektaşilerin Babagan kolundan olan Hüseyin Mazlum Baba, Noyan’ın kendisinden “Laz Hüseyin Baba" şeklinde bahsetmesine binaen muhtemelen Karadenizlidir[77]. Gürgür Baba Tekkesi'ne yerleşmeden önce Necef’teki Bektaşi tekkesinde, Sükuti Baba’nın postnişinliği esnasında yedi yıl kahveci olarak hizmet etmiştir. Hüseyin Baba h.1302 /m.1884-85 yılında vefat etmiş ve Kâzımiyye’de İmam Musa el-Kâzım’ın türbesinin avlusunda bir yere defnedilmiştir[78].
Hüseyin Mazlum Baba, ölmeden kısa bir süre önce, h.1300/ m.1882-83 yılında Bağdat kadısı tarafından mütevellilik görevinden alınmış, ölümünden sonra da tekkedeki tüm Bektaşi dervişleri koyulmuştur. Hüseyin Baba’nın yerine Nakşibendi tarikatından, Karadağlı Abdurrahman Efendi adında biri mütevelli ve müderris olarak atanmış ve bu tarihten sonra tekkenin binası bir süre okul olarak kullanılmıştır[79]. Tekkenin Bektaşilerin elinden alınmasında Bağdat Valisi Takıyeddin Paşa’nın özel çabasının etkili olduğu anlaşılmaktadır[80]. Gürgür Baba Tekkesinin bulunduğu yerde bugün mağazalar kuruludur[81].
Hızır İlyas Tekkesi:
Batı Bağdat’ın Kerh bölgesinde, Dicle’nin kenarındaki bu tekke, Evliya Çelebi’nin “Şatt kenarında tekye-i Hazret-i Hızır" diye kaydettiği Bektaşi tekkesi olmalıdır. Diğer kaynaklarda adı “Hızır İlyas”[82], Arapça kaynaklardan birinde de “Bağdat’taki dedeler tekkesi”[83] olarak geçer. Irak’taki Bektaşi tekkeleri arasında, yapısı itibariyle tarihi en eskiye götürülebileni budur. 12. yüzyılda bir ribat olarak inşa edilmiştir. Bu ribat, yanındaki, Abbasi Halifesi Nasır li-Dinillah’ın karısı olan, Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan’ın kızının türbesine istinaden Selçuki Hatun ribatı olarak bilinmektedir. Daha sonra bu yapı tekke olarak kullanılmaya başlanmış, nihayet Osmanlılar döneminde bir Bektaşi tekkesine dönüştürülmüştür[84]. Bu dönüşümün ne zaman yaşandığına dair herhangi bir tarih verilmemekle birlikte, Evliya’daki kayda bakılırsa en geç 17. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşmiş olmalıdır. Ayrıca kaynaklarımızın birinden, buradaki türbede Hacı Bektaş-ı Veli’nin gömülü olduğuna dair inançların var olduğunu öğreniyoruz[85].
1826’dan sonra kapatılan tekkenin binası bir süre darülhadis olarak kul-lanılmıştır[86]. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki bir kayıttan ayrıca, dönemin valisi Davut Paşa tarafından tekkenin bulunduğu mevkiye Hazret-i Hızır İlyas adıyla bir caminin yaptırıldığını öğreniyoruz[87]. Kaynaklarımız tekke binasının daha sonra Dicle’nin suları altında kaldığını bildirmektedir. Abdüsselâm Uluçam’a göre, tekke binasını harap eden bu Dicle taşkını 1831 yılında meydana gelmiştir[88]. Ancak h.7 Muharrem 1304/ m. 1886 yılında buraya Hanefi mezhebine göre eğitim vermek üzere Ahmet Efendi adında birinin müderris olarak atandığı göz önüne alınırsa, bina bu tarihten sonra da okul olarak hizmet vermeye devam etmiş olmalıdır[89].
Kerkük ve Civarındaki Tekkeler:
Noyan, isim vermeden Kekük’te eskiden on beş tane Bektaşi tekkesi olduğunu yazar[90]. 'Azzâvî ise, Kerkük’te Merdan Ali ve yine aynı bölgede bulunan Dakuk’ta Cafer Dede adlarında iki Bektaşi tekkesinin varlığından söz eder[91]. Bunlardan İkincisi, en azından 20. yüzyılın ortalarına kadar faal durumdaymış. Noyan’ın şahsen tanıdığını söylediği Dakuklu Bektaşi ozanı Raşit Ali Muhtar, bu tekke ile bağlantılı bir şahıs olmalıdır.
Kerkük’te Merdan Ali adında bir Bektaşi tekkesinin varlığından söz eden ‘Azzâvî, bu bilginin verildiği cümleyi takiben Telafar ve Sincar’da da "babalar” (Arap, babavât) grubundan kişilerin var olduğunu kaydeder, ancak belli bir tekkeden söz etmez. Bu vesileyle Kerkük’teki Bektaşilerin “babalar” adıyla da anıldığını tespit edebiliyoruz[92]. Buna mukabil, yukarıda belirttiğimiz gibi aynı yazar Kerbela’daki Bektaşi tekkesinden, bir başka Iraklı yazar da Hızır İlyas Tekkesi’nden “dedeler tekkesi” olarak bahseder. Terminolojideki bu dikkat çekici farklılık, Irak’ta bu adlarla anılan iki farklı Bektaşi grubunun varlığına yönelik bir işaret olarak yorumlanabilir.
C- Tam Konumları Tespit Edilemeyen Tekkeler
Şahin Baba Tekkesi:
Şahin Baba Tekkesi’nin, Alevi dedelerinin düzenli olarak ziyaret ettikleri Irak’taki üç Bektaşi tekkesinden biri olduğunu yukarıda belirtmiştik. Alevi belgeleri dışında bu tekkenin adı sadece Hazım Agâh’ın mektubunda geçmektedir. Hazım Agâh’ın ifadelerinden Şahin Baba’nın, Bağdat’taki Hızır İlyas Tekkesi’nin bir başka adı olabileceği izlenimini ediniyoruz[93]. Elimizdeki Alevi belgelerinden birisi Şahin Baba Tekkesi’nin Bağdat’ta bulunduğunu teyit etmekte, ancak tam konumu hakkında bilgi vermemektedir. Bir başka Alevi belgesinde ise, belgenin altında mührü bulunan Bağdat sakinlerinden Zeynel Dede, hem Şahin Baba Dergâhı’nın türbedarı, hem de İmam Musa el-Kazım Türbesi’nin emini olarak gözükmektedir (Şahin Baba Dergâhı ’nda türbedâr Dede Zeynâl, sâkin-i medine-i Bağdad ve emîn-i İmânı Kâzım)[94]. Zeynel Dede’nin aynı anda bu iki görevi yerine getirmiş olması, Şahin Baba Tekkesi’nin Bağdat’ın dış mahallelerinden Kâzımiyye’de bulunmuş olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca, Hızır İlyas Tekkesi’nin 1826’da kapatıldıktan sonra tekrar işler hale geldiğine dair elimizde herhangi bir ipucu yoktur. Buna mukabil, yukarıda bahsi geçen belgelerden İkincisi h.Muhaırem 1259/ m.1843’de düzenlenmiştir. 1826’tan sonra Hızır İlyas Tekkesi’nin artık hizmet vermediğini varsayarsak, bu durum Hızır İlyas ile Şahin Baba’nın aynı tekke olamayacağına dair bir veri olarak kabul edilebilir. Her halükârda şimdilik Şahin Baba Tekkesi’nin tam olarak konumunu tespit edemiyoruz.
IV) Toplu Değerlendirme: Osmanlı-Safevi Mücadelesi Bağlamında Irak’ taki Bektaşi Tekkeleri
Irak’ta Bektaşi dervişlerinin ve tekkelerinin varlığına işaret eden elimizdeki en eski yazılı kaynaklar 17. yüzyılın ilk yarısından kalmadır. Irak’taki bu tekkelerden yalnızca bazılarının kuruluşlarından itibaren Bektaşi tarikatına ait olduklarını anlıyoruz. Bunlardan kuruluşu hakkında en ayrıntılı bilgiye sahip olduğumuz Gürgür Baba Tekkesi muhtemelen 17. yüzyılın ikinci yarısında bir Osmanlı bürokratı tarafından yaptırılmıştır. Kerkük ve civarındakiler ile Samerra ve Kâzımiyye’deki tekkeler de ayın gruba dahil edilebilir.
Irak’taki diğer Bektaşi tekkelerinin durumu ise daha karmaşıktır. Kerbela’daki tekke ile Hızır İlyas Tekkesi’nin ve muhtemelen Necef’teki tekkenin kuruluş tarihlerinin bölgede Osmanlı hakimiyetinin kuruluşundan önceye gittiğini görüyoruz. Bunlardan Kerbela’daki tekke ile ilglili bulgularımız özellikle dikkat çekicidir. Irak kaynaklı Alevi belgelerinden, nakibüleşraf tarafından verilenleri hariç tutulursa, tümü burada düzenlenmiş veya temize çekilmiştir. Vakfiyesi, 16. yüzyılın ortalarından itibaren bu tekkede Anadolu kökenli, Rum Abdalları olarak bilinen zümreden dervişlerin yaşadığını göstermekledir. Nitekim 16. yüzyılın ikinci yarısından kalma Kerbela kaynaklı belgelerin Türkçe olarak kaleme alınmış olması da bu durumla uyumludur. Ancak ne bu belgelerde, ne de vakfiyede Bektaşi kelimesi geçmez, yalnızca Hüseyniyye Tekkesi’nden veya İmam Hüseyin Asitanesi’nden bahsedilir. Kerbela’daki tekke ilk olarak 18. yüzyılın ortalarından itibaren Alevi dedelerine verilmeye başlayan hilafetnamelerde açık bir Bektaşi kimliği ile karşımıza çıkar. Bütün bu görece dağınık veriler, Rum Abdallarının 17. ve 18. yüzyıllarda Bektaşilik içinde erimiş olduğuna dair Fuad Köprülü tarafından önerilen tez çerçevesinde anlaşılır olmaktadır[95]. Kerbela’daki tekkenin zamanla Bektaşileşmesi bu sürecin kurumsal düzeyde somut bir yansımasıdır.
Köprülü’ye göre Rum Abdallarını Bektaşi şemsiyesi altında sığmak aramaya iten, 16. yüzyıl ve 17. yüzyılın ilk yarısında Safevilerle olan ilişkileri nedeniyle uğradıkları sıkı takibattır. Bu noktada, ilgili derviş zümrelerinin zamanla Bektaşi kimliğini benimsemelerinin onların Safevilerle olan ilişkilerini nasıl etkilemiş olabileceği sorusunu sorabiliriz. Yani zamanla Bektaşileşmiş olan bu dervişler Safevilere olan bağlılıklarını sürdürmüşler midir? Eğer sürdürmüşlerse, bu bağlılığın tam olarak mahiyeti neydi? Söz konusu olan sadece edilgin bir Safevi duygudaşlığı mıydı, yoksa Safevi davasının faal destekçiliği mi? Merkezinde Kerbela Tekkesi’nin yer aldığı Hak’taki belli bir Bektaşi tekkeleri ağı ile Anadolulu Alevi dedelerinin sürdürmüş oldukları nispeten kurumsallaşmış ilişkilerin niteliğini anlamamızda bu sorulara verilecek yanıtların anahtar rolü oynayacağı açıktır. Bu önemli sorulara yanıt ararken konunun tarihsel bağlamını, özellikle de Irak’ın Osmanlı-Safevi mücadelesindeki özel konumunu dikkate almamız gerekmektedir.
Irak, neredeyse ta başından itibaren Osmanlı ve Safevi imparatorlukları arasındaki askeri ve ideolojik mücadelenin en yoğun yaşandığı bölgelerden biri olmuştur. 1508-1534 ve 1624-1638 yılları arasında Safevi, bunların dışında kalan dönemlerde ise Osmanlı hakimiyetinde bulunmuştur[96]. Ancak 16. yüzyılın son çeyreğinden günümüze ulaşmış olan mühimine kayıtları Irak’ın Kızılbaş takibatında hedef bölgelerden biri olduğunu, yani Osmanlı hakimiyeti altındayken bile bölgede önemli sayıda Safevi yandaşının bulunduğunu göstermektedir[97]. Safevilerin bölgedeki taraftarları arasında aşiret kökenlilerin yanısıra, ayana ve yerel Osmanlı bürokrasisine mensup kişiler de vardı. Mesela mühimine kayıtlarından zeamet sahibi Hoca Selman’ın, Arap kabileleri, Ulus taifesi ve vilayet ahalisi ile birlikte hareket eden varlıklı bir Kızılbaş olduğunu öğreniyoruz. Yine bu kayıtlara göre, Bağdat divanında tercümanlık yapan, ama rafızilik suçlamasıyla bu görevinden alınan Süleyman adında biri, İran’a Osmanlılar adına casusluk maksadıyla yollanan kişileri ihbar ettikten sonra firar etmiştir[98]. Osmanlı idaresinin zaman zaman özellikle İmamlara ait türbelerde Safeviler ile bağlantılı kişilerin barındığından şüphelenmiş olması da konumuz açısından önemlidir[99]. Her ne kadar 16. yüzyıl sonrası dönemde Irak’ta Kızılbaş varlığına dair elimizde benzeri nicelik ve nitelikte vesika yoksa da, h. 985/ m. 1577 senesinde Bağdat beylerbeyinin bölgede “bed mezheb ve râfızînin” nihayeti olmadığından yakınmış olmasına bakılırsa, Irak’ta kayda değer bir Safevi taraftarlığının bu dönemde de devam ettiği varsayımında bulunabiliriz[100].
Konuya Safeviler açısından baktığımızda; topraklarında yoğun bir Şii nüfus ve İmamlara ait türbeleri barındıran Irak’ın, bu özellikleriyle Safevi şahları için dini ve ideolojik ağırlığını her zaman koruduğunu görüyoruz[101]. Bu yüzden Osmanlı idaresi altındayken bile, ilgili türbelerin himayesi iki imparatorluk arasında hassas ve çekişmeli bir alan olmaya devam etmiştir[102]. Dahası, Kızılbaşlar tarafından mürşit olarak kabul edilen Safevi şahları ile Osmanlı idaresi altında yaşayan yandaşları arasında bu bölgenin adeta bir köprü vazifesi görmüş olabileceğine dair sınırlı, ama oldukça manidar bir ipucuna sahibiz[103]. Bağdat’a atanan Safevi valilerinden ikisi halifetü’l-hülefa unvanına sahip kişilerdi. Bu unvanı taşıyanlar, Safevi tarikatının da başı olan Safevi şahlarının tarikatla ilgili konulardaki temsilcisi idi ve bu meyanda Anadolu ve Halep'teki Safevi müritleri arasında yaşayan halifeleri atamak ve idare etmekle yetkiliydi[104].
Safevi idaresi altındayken Irak böyle bir bağlantı vazifesi görmüş ise, bölgenin aynı işlevini Osmanlı idaresi altındayken sürdürmüş olması mümkün müdür? Ve Safevi şahları bölgedeki yandaşı dervişleri bu süreçte, yani Anadolu’daki müritleri ile ilişkilerinde aracı olarak kullanmış olabilir mi? Irak merkezli bu tür çok katmanlı bir ilişkiler ağı gerçekten var idiyse, özellikle İmamlara ait türbelerin avlularında bulunan Bektaşi tekkelerinin bu aracı dervişlerin barınabileceği en uygun mekânlardan olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, Osmanlı idaresinin ve Hanefi ulemanın Irak’tâki odak noktası olan Bağdat’ın aksine, türbelerin bulunduğu şehirler 19. yüzyılın ortalarına kadar merkezi kontrolden uzak, adeta yarı bağımsız bölgelerdi. Buralarda söz sahibi olan en önemli grup, Bağdat merkezli Sünni ulemadan ve İran kökenli Şii ulemadan farklı olarak, Irak’ta üçüncü bir dini eliti teşkil eden Iraklı seyitlerdi. Osmanlı döneminde zaman zaman tımar tasarruf etmiş ve bazı yerel idari görevlerde de bulunmuş olan Irak’ın ayan ailelerine mensup bu seyitler, aynı zamanda İmamların türbelerini ve çoğu zaman nakibüleşraflık kurumunu da kontrol etmişlerdir[105]. Mühimme kayıtlarına göre Osmanlı idaresinin Safevi yandaşı oldukları iddiasıyla cezalandırdığı, bu şehirlerde yaşayan seyit, nakip ve mütevelli unvanlı kişiler, sözü geçen ayan ailelerinin üyeleri olmalıdır[106]. 19. yüzyılda uygulanan merkezileşme siyasetine koşut olarak bu ailelerin gücünün önemli oranda azaldığını ve Osmanlı hükümetinin türbelerin ve nakibüleşraflık kurumunun kontrolünü bunlardan alarak Sünni ve Şii ulemaya mensup kişileri yerlerine atadığını görüyoruz[107].
İmamların türbeleri ile fiziksel anlamda iç içe olan Bektaşi tekkelerinde meskûn dervişlerin, bu türbelerin kontrolünü elinde bulunduran Iraklı seyitlerle yakın ilişki içinde bulunmuş olması gerekir. Nitekim ilgili türbelerin ve avlularında bulunan tekkelerin görevlileri arasında bir yakınlık, hatta zaman zaman örtüşme olduğunu görüyoruz. Geçmişte Kerbela tekkesinin şeyhlerinin aynı zamanda İmam Hüseyin’in türbesinin çerağcısı olmaları bu açıdan önemlidir. Ayrıca yukarıda değindiğimiz h.Muharrem 1259/ m.1843 tarihli bir Alevi belgesine göre, bu dönemde Zeynel Dede adında bir kişinin, aynı anda hem Şahin Baba Tekkesi’nin hem de Kâzımiyye'deki türbenin görevlisi olarak hizmet etmiş olması yine bu iddiayı destekler mahiyettedir[108].
Benzer şekilde Alevi dedelerinin ellerindeki Kerbela nakibüleşrafının ve Bektaşi tekkelerinde meskûn dervişlerin mührünü taşıyan seyitlik şecereleri, aynı seyit ailelerinin nakibüleşraflık kurumu ile olan yakın ilişkileri düşünüldüğünde daha anlaşılır olmaktadır. Bu bağlamda ilgili seyit ailelerine iyi bir örnek Derraci ailesidir. Bu aileye mensup şahıslar, ilk olarak 17. yüzyılın başlarında olmak üzere birçok kez İmam Hüseyin türbesinin türbedan ve Kerbela nakibüleşrafı olarak karşımıza çıkmaktadır[109]. Bu kişilerin Anadolu’dan gelen dedeler için de seyitlik şecereleri düzenlediğini, biri h.Muharrem 1196/ m.1781-1782, diğeri h.Safer 1263/ m.1847 tarihini taşıyan iki Alevi belgesi sayesinde teyit edebiliyoruz. Diğerlerinden farklı olarak bu iki belgede, belgeleri onaylayan nakibüleşrafların Derraci ailesine mensup oldukları, isimlerinin sonundaki nisbelerden açıkça anlaşılmaktadır. Birinci şecerenin doğruluğuna şahitlik eden şahıslardan birinin Bektaşi tekkesinden Mehmed Dede (burada söz konusu olan muhtemelen Kerbela’daki tekkedir), ötekinin Bağdat’taki Bektaşi tekkesinden Halil Dede (büyük olasılıkla bahsi geçen Şahin Baba Tekkesi’dir) olması konumuz açısından ayrıca dikkat çekicidir[110]. Ziyaretname, şecere ve hilafetname türlerinin bir karışımı olan ikinci belgenin altında da benzer şekilde nakibüleşrafınkinin yanısıra Kerbela’daki tekkenin ve Şahin Baba Tekkesi’nin postnişinlerinin mührü bulunmak-tadır[111].
Bütün bu veri ve değerlendirmeleri toparlarsak, Irak’taki Bektaşi tekke-lerinden bazılarının Safevi yandaşı dervişlerce meskûn olduğunu ve bu dervişlerin Safevi şahları ile Anadolu’daki Kızılbaş/Alevi cemaatleri arasında aracılık görevi görmüş olduklarını savlayabiliriz. Hepsi bir şekilde Alevi dedelerinin ocak-zade statülerini teyit eden muhtelif türde belgelerin bu tekkelerde düzenlenmesi, temize çekilmesi veya onaylanması, görebildiğimiz kadarıyla bu aracılığın uygulamadaki temel mekanizmasıydı. İlgili belgelerde bahsi geçen tekkelerin ve buralarda meskûn dervişlerin bağlı oldukları tarikata dair 18. yüzyılın ortalarına kadar devam eden muğlaklık da aynı çerçevede açıklanabilir. İlk olarak Safevilerin artık ortadan kalktığı bu tarihten sonra[112] Alevi belgelerinde bahsi geçen tekke ve dervişler açıkça Bektaşi sıfatıyla karşımıza çıkmaya başlar. Ancak Alevi dedeleri ile Irak’taki bu tekkeler arasındaki ilişkilerin, Safeviler tarihe karıştıktan sonra bile devam etmesi ve en azından 19. yüzyılın sonlarına kadar sürdürülmüş olması ilginçtir. Bu devamlılık yerleşmiş bir sistemin ataletinin göstergesi olabileceği gibi, söz konusu ilişkilerin Safevilerden önceye giden, belki Rum Abdalları ve benzeri başka derviş gruplarına ulaşan daha derin köklerinin olması ile de alakalı olabilir. Her halükârda, Anadolu’daki Alevi cemaatleri nezdinde, 19. yüzyılın başlarından itibaren Kırşehir’deki Hacı Bektaş Dergâhı’nın giderek çekim merkezi haline geldiğini ve bu tarihten sonra birçok ocak-zade Alevi dedesinin icazetname almak veya yenilemek için bu dergâha yöneldiklerini görüyoruz. Nitekim, yukarıda da belirttiğimiz gibi Alevi belgeleri arasında bulunan Kırşehir merkezli Çelebilerden alınmış icazetnamelerin tümü bu döneme aittir.
Irak’ta geçmişte Safevi yandaşı Bektaşi dervişlerinin varlığı, bölgedeki Bektaşi gruplarının tümünün tarihsel olarak Kızılbaş hareketiyle bağlantılı olduğu anlamına gelmez. Bu açıdan bakıldığında, Irak kaynaklı Alevi belgelerinde düzenli olarak karşımıza yalnızca belli Bektaşi tekkelerinin çıkıyor olması önemlidir. Bunun tesadüfi olmadığını ve Alevi dedelerinin Irak’a gittiklerinde temas ettikleri Bektaşi tekkeleri konusunda bilinçli olarak seçici davrandıklarını düşünebiliriz. Şu halde, geçmişte Irak’ta farklı kesimlere hitap eden farklı Bektaşi grupları olduğunu varsayabilir miyiz? Ve Arap kaynaklarında bazı Bektaşi tekke ve gruplarından “babalar", bazılarından da “dedeler" şeklinde bahsediliyor olması bu ayrışmanın yansıması olabilir mi? Irak'tâki Bektaşiler arasında gerçekten bu tür bilinçli bir ayrışma var idiyse, yukarıda yaptığımız değelerlendirmeler ışığında bunun inançsaldan çok siyasi temellerinin olması mümkündür. Hatta konuya bir bütün olarak bakıldığında. Irak’tâki Bektaşi varlığının bölgeyi de içine alan Osmanlı-Safevi mücadelesi dışında kalmış olamayacağı ve ilgili tekkelerin muhtemelen bu çekişmenin yaşandığı alanlardan olduğu savlanabilir.
Görüldüğü gibi, Irak’taki Bektaşi tekkeleri hakkındaki verileri tarihsel bağlamları içerisinde değerlendirdiğimizde, çok dalia geniş açılımları olan bazı ilginç sorularla karşılaşıyoruz. Toplu olarak düşünüldüğünde bu sorular ocak-zade dedelere bağlı Alevi cemaatleri ile Bektaşi tarikatı arasındaki bağlantıların kökenleri, evrimi ve Safevilerin Anadolu'daki yandaşları ile olan ilişkilerini nasıl sürdürdükleri konularında odaklanmaktadır. Su yüzüne çıkacak yeni Alevi belgeleri bu karmaşık konulara büyük oranda ışık tutacağı gibi, bunlarla ilgili olarak önermiş olduğumuz tezlerin sınanmasına da imkân tanıyacaktır.