Mızrağı bulutlara geçiren, oku güneşin kursuna saplayabildi, canlarını feda etmekten çekinmeyen; savaşmak için zırhı, kılıcı ve mızrağı hazır. Şehid olmak için daha önce yüzüne gerekli kokulan sürmüş savaşçı yiğitlerin, her yere harb ve darbin kaim olup, kılıç ve mızrağın pazarının canlanıp, canın değeri ve ruhun ücretinin azaldığı[1] bir bezm u rezm çağının savaş kültürüne nüfuz etmek, savaş kültürü ve mantığını anlamak teşebbüsü ilmi usûl, tahayyül ve tasavvurlarla ve ancak o yüce ruhlara duyulan hayranlık ve minnettarlık anlayışının ilmi bir kisveye bürünmesiyle bir nebze ortaya konulabilir. Savaş gerçeği insanlığın tarihiyle yaşıt olup öç almak, düşmanlık. Tanrı ve din adına savaşmak gibi sebeplerle tarihi gerçekliğini (Peteng Savaşı, Malazgirt Meydan Muharebesi, Haçlı Savaşları, Yüzyıl Savaşları, Ayn-ı Câlut Savaşı, Sakarya Meydan Muharebesi vs.) bulmuş ve muhtelif zamanlarda ve muhtelif devirlerde meşrulaştırın doğrularla tanımlanmıştır. Buna binaen beşeriyet savaşın kaçınılmazlığı karşısında ister savunma, isler saldırı amacıyla olsun her zaman askeri teşkilâta ihtiyaç duymuştur. Beşeriyetin çok önemli bir unsuru olan Türkler de tarihleri boyunca askerlikle temayüz etmişler, kurdukları devletlerde güçlü askeri teşkilâtlar vücuda getirmişlerdir.
Savaşın Ortaçağ Türk İslâm Alemi’ndeki esaslarını anlamak için burada başlangıçta bir kere daha Ibn Haldun’a (1332-1406) müracaat etme gereği vardır. İbn Haldun, Ortaçağ İslâm dünyasına dair pek çok konunun cevherini aydınlattığı gibi savaşın doğasıyla ilgili çok açık bilgiler vermektedir: “Savaş ve öldürüşlerin her çeşidi, kavimlerin yeryüzünde zuhurundan ve Allah’ın varlıkları yarattığı günden beri devam etmektedir, insanların birbirinden öç almak istemeleri savaşların ve öldürüşlerin kaynağıdır. İnsanoğlu, yekdiğeri nden öç almak hususunda, mensup olduğu uruk ve kavinin kendisini korumasından ve onların yardımlarından faydalanmaktadır. Her iki taraf önce kendi mensuplarını öç almaya teşrik ve ikna eder. Arkasından saflar halinde bir araya toplanılır ve kendilerini korumaları ihtiyacının bir sonucu olarak, tabiatıyla savaş cereyan eder. Bu, beşer için tabii bir hâl olup, hiçbir kavim ve nesil bundan hali değildir. Bu öç alma arzusu, çoğunlukla, kıskanma, kızgınlık ve herhangi bir hususta yarışmaktan yahut karşılıklı düşmanlıktan veyahut Allah yolundaki ayrılık veya dini korunma arzusundan yahut da korunmak istenilen devlet için duyulan hissiyattan ileri gelir.
Birbirine komşu olan, birbirine yaklaşan ve birbiriyle görüşen aşiretler arasında savaşlar kızgınlıktan, şeref ve meziyetler hususunda birbiriyle yarışmak ve bunun sonucu karşılıklı dalgınlıktan doğar.
Savaşın ikinci sebebi olan düşmanlık, Arap, Türk, Türkmen, Kürt ve bunların benzerleri gibi sahra ve çöllerde yaşayan vahşî kavimler arasında görülür. Çünkü bunlar, süngüleri ile ve başkalarının elindekini çekip almak suretiyle geçinmek yolunu seçmişlerdir. Bunlar, elindekini vermek istemeyen, mülk ve malını korumak isteyenlerle savaşırlar. Bunların rütbe, derece kazanmak ve devlet kurmak gibi hiçbir emelleri yokuır. Onların emel, kaygı ve gözlerini diktikleri şey, galebe çalarak başkalarının ellerindekini almaktır.
Üçüncüsü Allah ve din uğruna savaşmaktır. Bu savaş şeriat ısulahında “cihâd” adıyla anılır.
Dördüncüsü, devletlerin isyanlarda ve hükümete itaat etmeyenlerle yaptıkları savaşlardır. Bu dört türlü savaştan ilk ikisi serkeşlik edenlere zulmedenlere ve kargaşalık çıkaranlara karşı yapılan savaşlardır. Yaratılıştan beri insanlar arasında cereyan eden savaşlar iki şekilde olmuştur: Biri, saflar tertip ederek hücum etme; diğeri, saldırma ve saldırdıktan sonra kaçar gibi geriye çekilerek (daire içine alma) suretiyle icra edilir. Kaynaklardaki bilgilere göre Türk kavimleri, ok atarak savaşıyorlardı. Onların tabya usulleri, saflar teşkil ederek savaşmaktı. Onlar, bir biri arkasında üç sal' teşkil ederler, atlarından inerek oklarını önlerine, yere dökerler. Bir dizlerini yere dayayıp ok atmaya başlarlardı. Her saf, önündeki safı düşman baskınından korumaya çalışır ve iki taraftan biri diğerini yeninceye kadar bu şekilde savaşırlardı. Bu tabya usulü garip olmakla beraber, sağlam bir tabya usulü idi.”[2] İbn Haldun savaşın sebebini en temel insan hissiyaundan alarak, en üst düzeydeki siyasi teşkilât olan devlete kadar uzanan bir çizgide değerlendirmektedir. Bu hem genellenebilir hem de özel sayılabilecek bir tanımlamadır. Tabii bir olay olarak savaşa bakan İbn Haldun, bunun gerçeklik ve savaşa yol açanlarca ortaya konulan meşrulaştırın sebepler bağlamlarına da atıflarda bulunmaktadır. Her halükarda savaş soyut bilgisi bakımdan, Ortaçağlar için, onun değerlendirmelerinin eşsiz değerlendirmeler olduğunu söylemek yanlış olmaz. İbn Haldun savaşa kendi açısından bu anlamda bakan nadir simalardan biridir. İbn Haldun’unun Memlûkler devlinde yaşamış ve o devri idrak etmiş olması da konumuz bakımından ayrı bir önem taşımaktadır.
Memlûkler, Türk ve İslâm tarihinde önemli roller oynamışlardır. Siyasî olarak Haçlı ve Moğol saldırılarını durdurmuş, Abbasî Halifeliğİ’ni Mısır’da yeniden tesis etmişlerdir. Kültürel olarak, Türk dilini ve kültürünü Mısır’a taşımışlar[3] ve devirlerinde pek çok sahada eserler vücuda getirmişlerdir. Moğol sürülerinin altında yıkılan Bağdat’ın yerini Kahire almış ve İslâm Medeniyeti kendisine yeni bir melce ve merkez bulmuştur. Mısır, Suriye, Hicaz ve Anadolu’nun güneyine hükmeden Memlûkler Merc-i Dâbık ve er-Reydâniyye savaşları sonucunda ortadan kaldırılmıştır[4]. H. Becker, Memlûkler hakkında şunları söyler: “Moğolları mükerreren geri atanların Memlûkler olduğunu bir kere göz önüne getirelim. Düşünelim Nil vadisinde siyasi ve kültürel devamlılığı onlar sağlamışlardır. İslâm dünyasında diğer hiçbir yerde bu gösterilemez." Bu hususta Von le Coq, "Mısır’ın eski kültür zemininde, intizamlı zengin sanat hayatı daima, idare Arap valilerden Türklere geçtiği zaman gelişmiştir.” demektedir[5]. Türk-İslâm tarihinin ehemmiyetli devletlerinden biri olan Memlûkler, Mısır'da her sahada silinmez izler bırakmışlardır. Memlûkler, Eyyûbîler’in ve dolayısıyla Selçukluların ve Atabeylerin siyasî ve kültür mirasını büyük oranda devralmışlardır.[6] Bu yönüyle Memlûk Devleti Türk kültürünün izlerini taşıyan bir devlettir; Mısır’ı vatanları olarak benimseyen, orada yaşayıp ölen Memlûkler Selçuklular çizgisinde devam eden süreçte birçok geleneği Mısır’da temsil ennişler ve bunları kendilerinden sonraki ikinci ve üçüncü memlûk nesillerine de aktarmışlardır. Memlûkler Türkçe adları, Türkçe konuşmaları, Arapça’dan Türkçe’ye eserler tercüme ettirmeleri, Türkçe şiir yazıp okuınalari ve çeşitli Türk âdetlerini yaşatmalarıyla devletlerine bir Türk devleti karakteri vermişlerdir[7]. Memlûkler, 1291 yılında Haçlıların son kalesi Akka’yı zaptedinceye kadar Haçlı kalıntılarına karşı sürekli savaşmışlardır. Bunun yanı sıra, Moğol ilerleyişini durduran bir set oluşturmuşlardır; Memlûkler, Kahire’yi ikinci bir Bağdad olmaktan kurtarmışlar, medenî gelişme bakımından Mısır’da bir süreklilik sağlamışlar ve kurumlanın korumuşlardır. Ayın şekilde, Abbasî Hilafetini Mısır’da yeniden ihya etmişlerdir. Bu, İslâm Alemi’nin ağırlık merkezinin Mısır'a kayışının ana sebeplerinden biri olmuştur[8]. Mustansır Billah Ebû el-Kasım Ahmed b. Zahir Mısır’daki ilk Abbasi halifesi olmuş, onu yirmi bir halife takip etmiş ve III. el-Mütevekkil ile sona ermiştir[9].
Bu çalışmada, genel olarak İslâm devletinde savaşın nasıl telakki edildiğine daha özelde ise Memlûk Devleti’ndeki duruma temas edilmeye çalışılacaktır. Zira, Memlûk tarihi bir bakıma harpler tarihidir. Kaynaklara akseden bilgiler, çoğunlukla, umumi tarih yazıcılığı geleneğine paralel olarak askerî olaylarla bağlantılıdır. “Aynı medeniyete mensup milletler her, teşkilât ve faaliyetlerinde zamanın icaplarının yanı sıra ve beklide ondan daha fazla, o medeniyetin temel kaidelerinden ilham almışlardır" yargısı, tarihi hakikatlerle pek de tenakuz teşkil etmez. Bu bakımdan, İslâm coğrafyasının mühim merkezlerinden birinde kurulmuş olan Memlûk Devleti bu medeniyet dairesinin dışında kalamazdı. Bunun yanı sıra Memlûkler din savaşlarının tam merkezinde bulunmaları sebebiyle tabii olarak İslâmî duyarlılığa da sahip olmuşlardır. Savaş onlar için bir mecburiyet olmanın ötesinde bir meşru müdafaa ve mukadderat konusu olmuştur.
İslâm devletleri kutsal naslarla sabit bir emir olan harbi son çare olarak telâkki etmişlerdir. Savaş arzu edilen veyahut peşinde koşulan bir şey değildir. “Allah yolunda savaşın ve bilin ki şüphesiz Allah hakkıyla işitendir ve hakkıyla bilendir.” (2: 244) ve “O halde, dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz ona büyük bir mükafat vereceğiz.” (4: 74) ayetleriyle tespit edilen savaş hakkında zarureti konusunda Kur’an-ı Kerim ’de Hz. Muhammed’e “Eğer onlar barışa meylederse sen de ona yanaş ve Allaha güven” (8: 61) denildiği gibi Hz. Peygambere de, “Düşmanla karşılaşmaya pek istekli olmayın, takat Allah’tan selamet dileyin. Bununla beraber, eğer onlarla karşılaşırsanız sebat edin ve sabredin ve bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır'’[10] buyrulmaktadır. Bu ayet ve hadisler Müslümanların hiçbir zaman aklından çıkmamışın·. Savaşı önlemenin en tesirli yolu insanlara barışçı bir ahlâk terbiyesi vermek ve kuvvete başvurmayı gerektiren durumları ortadan kaldırmaktır. Savaşın tek bir sebebi olsaydı, belki insanlar bütün güçleriyle o sebebi ortadan kaldırabilirlerdi. Ancak bugüne kadar geçirilen tecrübeler, insanlar arasındaki bilgi, inanç, iktisadi seviye, hayat tarzı, coğrafî bölge vs. bakımlardan meydana gelen ayrılıkların hiçbir zaman tam olarak giderilemeyeceğini göstermiştir. Bu ayrılıklar devam ettikçe insanlar ve toplumlar arasında ihtilaflar da sürüp gidecektir[11]. İnsanların hilkatinde bulunan bu ayrılıklar olduğu sürece mütecanisler ve müdafiler de hep olacak gibi görünmektedir. Bu durum, savaşı ve orduları talihin en merkezi yerlerinden birine yerleştirmektedir.
Memlûkler dönemindeki harpler, en geniş karakteriyle, müdafaa, kuşatma ve misilleme harpleridir. “Size harp açanlarla Allah yolunda siz de dövüşün, aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez” (2:190)[12], “Kendileriyle savaşanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaşa) izin verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardıma mutlak suretle kadirdir” (22:39) hükümleri bu harblerin meşruiyet eniridir. Misilleme, bu kabil harpte kısas’a müracaat suretiyle ekseriya müessir bir ihkak-ı hak usûlünü ifade eder. Bir devlet tarafından diğer bir devlete veya onun tebasına ait olan mallara el koymak veya onları tahrip etmek, elçileri hapsetmek, intihasını devlet arazisini geçici olarak işgal etmek ve buna benzer fiiller hep bu cümledendir. Çünkü Kur’an-ı Kerim: “Memnu şeyler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de tıpkı onların üstünüze saldırdıkları gibi ona saldırın, /Allah’tan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah kendisinden korkanlarla beraberdir" (2:194) demekledir.[13] Esasa ait bu bilgiler Memlûk devri savaşlarında da neredeyse bire bir paralellik arz eden hususlardır.
Tarihte birçok savaş kalemin aciz kaldığı yerde medeniyet dersi verildiğini gösterir[14]. Bu durum Yusuf Has Hacib’in ifadesiyle şöyle söylenmiştir: ‘Memleketi alan onu kılıç ile alınıştır, memleketi tutan onu kalem ile tutmuştur. Bir memleketi kılıç ile derhal ele geçirmek mümkündür; fakat kalem olmayınca, insan onu elinde tutamaz. Herhangi bir memleket kılıç ve kuvvetle alınabilir; fakat bu hâkimiyet şiddet ve intikam ile uzun yıllar devam ettirilemez’[15].
Memlûklerin Haçlı ve Moğol harpleri yukarda sunulan gerekçelerle gözden geçirildiğinde hep bir meşru müdafaa ve misilleme görülür. Batıh zihinlerde İslâmî düşünce ve uygulamayla birlikte hatırlanan en yaygın ka naatlerinden biri kutsal savaştır (cihad)[16]. İslâm, Batılılarca başlangıçtan beri hep saldırgan ve savaşçı bir din olarak; Müslümanlar da kendi inanışlarını silah zoruyla yaymaya çalışan fanatik cengâverler olarak algılanmışlardır. Klasik Arapça’da kutsal savaşı ifade eden bir terimin olmaması hayret verici görülebilir. Elbette, savaş anlamına gelen, harp ve mücadele etmenin (savaşmanın) farklı tür ve icralarını anlatan birçok kelime mevcuttur. “Kutsal” kelimesi karşılığı olarak “mukaddes" kelimesi bulunmaktadır. Fakat bu kelimeyle klasik kullanımda çok nadir rastlanır ve İslâmî çağrışımlardan çok, Yahudiler ve Hıristiyanlar ile ilgili olarak ortaya çıkuğı görülmektedir[17]. Bu durum bütün İslâm Tarihindeki ve Meınlûkleı devrindeki “cihad” anlayışı hakkında da bir fikir vermektedir.
Memlûkler döneminde de, gazâ ve cihad geleneğe uygun olarak bir vecibe sayılıyordu[18]. Kaynaktan kaydedildiğine göre ıstılahı olarak Memlûk ordusu el-futûhât el-mansurîyye uğruna mücadele etmekteydi[19]. Savaşa kimlerin katılacağı tespit edilmiş olup, küçük erkek çocuklar, köleler, kadınlar, bedeni özrü olanlar (körler, hastalar, topallar vs.) savaşçı olarak görülmemiş ve savaşın dışında tutulmuşlar[20] ve fiilen savaşlara katılmamışlardır. Ancak tabiauyia ansızın gerçekleşen düşman saldırısında savaş herkese katılınması gereken bir vecibe olurdu. Bu devirde kadınlar kocalarının, köleler efendilerinin izniyle savaşa katılabilirlerdi[21]. Ancak kaynaklarda savaşlarda kadınların dununu ile alâkalı bir bilgiye rastlayamadık.
Memlûkler devrinde, bir yerin ele geçirilmesi ya kılıçla (melekûhâ bi’s- seyf) ya da emân (melekûhâ bi'l-emân) ile oluyordu[22]. Sultan bir kişiyi bağışlayacağı zaman mendil el-emân gönderiyordu[23]. Emânla bir yerin teslim edilmesi hâlinde oradaki topluluğun canı ve malının emniyette olacağı ifade ediliyordu. 1470’de Ayıntab ve Hu man kaleleri kuşaunalarında bu teklif yapılmıştı[24]. Bir kale kılıç zoruyla alınmış ise kalenin surları yıkılıyordu[25].
Memlûk ordusu bir yere saldırdığında ya da geri çekilirken kale burçlarının yıkılması yanında, oradaki suların ve otların zehirlenmesi, ağaçların yakılıp, ekinlerin tahrip edilmesi, şehirlerin suyunun kesilmesi savaşta uygulanan usûl ve hilelerindendi[26]. Ancak İslâm savaş hukukuna pek uymayan bu yöntem Moğollarla savaşlar bitince terk edilmişti[27]. Ancak hemen belirtilmelidir ki, bunlar kontrolsüz tahribat olmayıp birer savaş taktiği idi. Memlûk ordusunda savaşlarda muhtelif diğer hilelere de başvurduğu görülmektedir. Ermeni Sımbat Vekâyinâmesinin devamında müellifi belli olmayan kısımda bu hilelerle ilgi bazı bilgiler bulunmaktadır. Eserde, "O gün (Hıms muharebesi/1299), sultanın askerleri, muharebe için cephe aldıkları vakit, keçeden muharip şekilleri yapmışlar ve onları güneş altında parlatmak için parlak eşyalarla kaplamışlardı. Mısırlılar bu insan şekillerini ellibin kadar devenin üzerine yerleştirip (bu sayı abartılı ve gerçeğe uygun değildir. Ancak bu hileyi gösteren örnek olarak kayda değer görülmüştür.) onları sıralamışlar, kendileri de develerin arkasında gizlenmişlerdi. Hiçbir kurnazlıkları olmayan Moğol askerleri ise. Mısırlıların karşısında koyun gibi duruyorlardı. Cephe tanzim edildiği vakit, onlar evvelâ çarpış maksi zın birbirine baktılar. Moğolların, yani Tatarların silâh olarak yalnız okları vardı. Mısırlılar, onların, oklarını develerdeki keçeden adamlara atıp tüketmelerini beklediler. Çünkü kendileri masun vaziyette olup, oklarını bitirince, kılıçlarıyla hücum edip onları kâmilen imha edebileceklerini zannettiler...” kaydı bulunmaktadır[28]. Yine 1303 senesine ait bir kayıtta: “Sultanın askerleri hilekârlıkla hareket ederek bir pusu kurmuşlardı. Onlar, Dimaşk’ın şarkında iki günlük genişlikte olan ovanın içinde akan iki çaydan uzaklaşmışlardı. Tatarlar, diğer bütün geçitler kapanmış olduğu için buradan geçmeye mecburdular. Mısırlılar, çayların sularını ovaya akıtmışlar ve geniş bir bataklık husule getirmişlerdi. Tatar ve Ermeni askerleri bu bataklığa saplanıp dışarı çıkamadılar ve hemen hepsi telef edildiler.” denilmektedir[29].
Memlûk harp geleneğinde ordunun yolda ilerlerken veya vardığı yerlerde yağma yapmamasına dikkat edilirdi. 1470 senesinde Dulkadır-oğlu Şah-Suvar’ın üzerine gidilirken Zagragin köyü yağmalanınca, Türkmân, Ekrâd, ecnâd ve naiplerin memlûkleri zincire vurulmuş; üzerinden çalıntı mal çıkan tavsît (ikiye bölünerek kati) edilmiş ya da topuz, çekiç gibi silâhlarla öldürülmüş, elleri kesilmiş ve çalınan malların getirilmesi istenmiş ve bu çalıntı mallar sahiplerine iade edilmişti[30]. Sultan Baybars’ın Anadolu seferi ile ilgili bilgiler veren Ebu’l-Ferec, ‘...sonra hemen Kayseri’ye giderek sultanın (Selçuklu sultanının) talin üzerine oturdu. Kendisi halktan bir kimseye dokunmadığı gibi, yağmagirlik de etmedi. Ordusuna mensup askerler de herşeyi bedeli mukabilinde satın aldılar. Hatta atlarının samanını dahi bu şekilde tedarik ettiler.’[31] diyerek fanatik Hıristiyan yaklaşımlarıyla tanınmasına rağmen, ordudaki hassasiyeti ifade etmiştir. Aynı durum, Aksarayî’de şu şekilde yer almıştır: ‘...o sırada yollar kesilmiş okluğu için tahıl (gaile) fıyatı öyle yükseldi ki bir mud tahıl 40 bin dirheme satın alınıp, mevaşinin yem ihtiyacı için kullandılar. O durumda (Baybars) tahıl ambarlarını açmalarına, hiçbir yarauğa, halkın yiyeceğine veya hayvan yemine el koymasına İzin vermedi.’[32] Bu kayıtlar hem sorumlu devlet adamı tavrını göstermesi hem de savaş hukuku ile alâkalı olarak önemlidir. Memlûk ordusunda savaşlarda elde edilen ganimet emirler ve askerler arasında paylaştırılırdı[33]. Ganimetten atlılar iki, yayalar bir pay alıyorlardı[34]. Savaş meydanında düşmandan geriye kalan silâhlar da emirler ve memlûkler arasında paylaşılıyordu[35]. Memlûk ordusunun zaferi durum fetihnamelerle İslâm ülkelerine bildirilirdi[36].
Memlûk ordusunun seferelerinden bahsedilirken işaret edilmesi gereken önemli bir husus da sefer öncesi yapılan istişaredir. Kaynaklarda Memlûk ordusunun teşkilinde, ictihâd fi el-mesâlik (değişik konularda gört'ış ahşverişive ortaya konulması), sulûk el-edeb, sabır gibi husulara dikkat edildiği ifade edilmektedir[37]. Bilindiği gibi müşavere İslâmiyetin rükünlerinden biridir[38]. Türk devletlerinde de danışarak iş yapma geleneğinin varlığı bilinmektedir. Nizamülmülk, ‘Padişah, bir durumla karşılaşınca konuyla ilgili herkesin fikrine açık olmalı, tüm fikirleri biribiriyle karşılaştırmalı ve doğruyu böylece seçmelidir İhtiyarlar, âlimler ve dostları ile meşveret etmeyi vazife bilmelidir. İşlerde müşavere etmemek zayıf fikirlilikten olur; kimse hodgam olur’[39] diyerek meşveretin önemine işaret etmekledir. Memlûkkerde meclis el-ceyş veya istişare meclisi istişarenin gerçekleştiği yer idi. Burada ictihâd fi el-mesâlik (görüşeılin alınıp, savaş konusunda stratejilerin belirlenmesi) prensibi gerçekleşiyordu. İbn İyâs 'Sultanlar harp işlerinde devletin son zamanlarına kadar (el-Gavrî devrine kadar) emirlerle müşavere yapmışlar ve kararlar almışlardır’ demektedir[40]. İdrîs-i Bidlîsî’de bulunan, ‘Mısır Sultanı Kansuh el-Gavrî, sadakat ve yandaşlık izhar etse de bu sırada İslâm sultanının İran topraklarına yeniden yöneldiği haberlerini duyunca devlet erkânıyla ve ileri gelenlerle müşavere edip görüşerek...’ kaydı devletin son zamanına kadar müşaverenin devamını göstermektedir[41]. Memlûk sultanları da devleti tehdid eden bir durum karşısında emirleri toplayarak istişare yapar; ona göre kararlar alınırdı. Bu meclis sultan ve atabek el-asâkir riyasetinde toplanırdı. Halife, dört mezhep baş kadıları ve ümerâ el-mi’în rütbesinde olan emirler bu meclise katılırlardı[42]. Bunun yanında savaşılacak yerin tespiti gibi konular da bu mecliste görüşülürdü[43]. Halife ve baş kadıların da katılmasıyla savaş da meşru bir zemine oturtulmuş olu-yordu[44]. Savaş öyle önemli bir konu idi ki yüksek hukuk otoritelerinin de onu uygun görmesi gerekiyordu.
Memlûk devlet teşkilâtının temelinde memlûk sistemi, askeri ıktâ sistemi ve furusiyye geleneği yatmaktadır. Furûsiyye, memlûk toplumunda fevkalade önemli idi. Memlûk savaş kültüründen bahsedilen bu çalışmada furûsiyye’den de kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Bir ilkeler ve anlayışlar bütünü olan furûsiyye, memlûk nizam ve dinamizminde uzun süre en etkili faktörlerden birisi olmuştur. Memlûk sultanlarının veya ümerâsının faziletleri sayılırken furûsiyyedeki maharetinden muhakkak bahsedilmektedir. Hatta bu husus sultan olmanın öncelikli şartları arasında sayılırdı[45]. Emir Allân’ın Osmanlı elçilerine, “...Binicilik ve savaş bizim askerîmizin sanatı olup, Osmanlıların savaş işlerinde pek o kadar mahir olmadığı bilinmektedir.” diyerek hitap etmesi, bu anlayışın Devletlerinin sonuna kadar memlûklerde ne denli hâkim olduğunu göstermektedir.[46] Bu anlayış devletin gerileme sebepleri arasına girerek askere hamle gücü veren bir gelenek olmaktan çıknğı zaman devleti gerileten bir taassup haline gelmiştir; Ateşli silahlara olan tepki bunun bir örenği olmuştur. Askerî eğitim konularında bazı emirler tarafından furûsiyye kitapları da yazılmıştı[47]. 14. asrın sonlarından Osmanlı fethine kadar Memlûk ordusu yavaş fakat derin bir çöküş yaşadı. Askeri disiplinin zayıflaması, askerlerin siyasetle aşırı ilgilenmeleri, askere alma usullerindeki bozukluklar, ödemelerdeki aksamalar, seferlere katılmada yaşanan düzensizlik ve muafiyetler, ananevi eğitim sistemindeki (furûsiyye) ihmaller, yeni çıkan savaş teknolojisini kullanmakta yaşanan ihmaller ve ateşli silâhlara karşı olan ilgisizlik gibi sebepler ordunun çöküşünü hazırlayan askerî faktörlerdendi[48]. Memlûkler’in baruta ve topa yenik düştüğü tarihte, dünyanın öteki ucunda başka bir askeri topluluk, kendisini tehdit eden koşullara başkaldırarak varlığını güvence altına alıyordu. Japonlar’ın kılıç kullanan sınıfı ateşli silahların meydan okumasıyla karşılaştı ve bunları ülkeden uzaklaştırıp 250 yıl daha toplumun üzerindeki hâkimiyetini sürdürebilmek için çıkar yollar aradı. Japon samurayları Batı’daki büyük değişim ve gelişimle yüzleşebilmek adına ve bin yıldır sürdürdükleri geleneklerinden kopmamak için yabancı dinler ve teknik gelişmeler gibi etkileri kökünden kazıdılar. 19. yüzyılda Meiji dönemindeki değişikliklerle yönetimin gücü meclisin eline tekrar geçinceye dek şogunlar merkezi otoriteyi elde tuttular[49]. Elbette Japonlar sırtlarını ateşli silaha dönmüş değillerdi. Aynı Memlûkler gibi! Shimazu Takashi’nin Kajiki'deki zaferi Portekiz fitilli tüfeklerinin ilk kullandıldığı bir savaş olarak bilinse de, Japon korsanlar bu silahları pek çok saldırılarda kullanmışlardı[50]. Samurayların muhafaza etmek istedikleri şeyler başkaydı. Geleneğin korunma üslubu açısından Memlûklerle Samurayların karşılaştırılması ilginç olabilir. Bu belkide Yakın Şarktaki bazı yanlış ezberlerin bozulup teorik bilginin tarihten daha gerçekçi yararlanmasını da sağlayabilir. Memlûk savaş kültürüne tahsis edilen bu makalede, savaş kültüründeki gelişme ya da gerilemenin devletin ve milletin tarihini etkilemesine işaret etmek bakımından Samuraylara bu kısa atıflar yapılmıştır. Keşfi eski olmakla birlikle modern bir işlevle ortaya çıkan barut ve ateşli silahlar düzenin ve dengelerin değişmesinde muhtelif coğrafyalarda etkili olmuştur. Orduların kültürel uyumu ya da uyumsuzluğu da toplumların gerileme ve ilerlemesinde bu anlamda sembolik bir yere sahiptir. Sa fevîler ve Memlüklerİn, Osmanlı topları karşısındaki durumu bunun en dramatik örneklerindendir. Osmanlı Devletinde de ilk reformların askeri sahada başlaması bu bakımdan anlamlıdır. Kavramları değişen bir zamanın uyum kuralları da değişmektedir. Bir kan ve yangın bilgisi gibi görülen savaşın bilgisi varoluşa ve devama/dönüşüme ait önemli ipuçları içermektedir.