Osmanlı araştırmalarında ilgiyle cevabı aranan konulardan birini, doğal olarak bulunması gereken muhaliflerin varlığı ve onların ne tür tavırlar sergileyerek kendilerini ifade ettikleri oluşturmaktadır. Genel hatlarıyla Osmanlı Devleti'nin de dâhil edildiği patrimonyal sistemlerde muhalefetsiz bir irâdenin hüküm sürdüğü ve bütün statü gruplarının temel vasfının sadakat olduğu belirtilir[1]. Buradaki statü grupları şüphesiz bugünkü anlamdaki baskı gruplarının karşılığı değildir. Osmanlı Devleti’nin tüm dönemlerinde hemen hemen bütün vazifeliler için geçerli olarak "intisâb sistemi" adıyla tanınan[2], bir çeşit kadrolaşma/geçinme biçiminin yürürlükte kaldığı bilinmektedir. Padişahların tahtdan uzaklaştırılmaları, sadrıâzam veya onun gibi üst dereceli ricâlin görevden alınmaları, bazen muhalif seslerin isteği doğrultusunda ve öncelikle onların eylem gücünü kırmak için gerçekleştirilmekteydi. Taşrada şehzâde merkezli, İstanbul'da yeniçeri merkezli muhalif hareketlere dâir bolca örnek bulunmaktadır. Kuvvete, gücün kullanımına dayanan ve bazen trajediyle sonlanan bu tür hareketlerin ayrınnlarını tarih eserlerinden iz-lemek mümkündür.
Devlet yönetiminde siyasî muhalefete dâir içinde şiddet barındırmayan örnekler Osmanlı tarihi için erken devirlerden îtibâren söz konusu olmuştu. Sultan II. Mehmed'in ilk saltanat günlerinde karşısında bulduğu nüfûzlu ve- zîriâzanı Çandarlı Halil Paşa ve onun yanında yer alan Yeniçeri Ocağı'na karşı, tahtı ikinci kez devr almasının ardından bu muhalif gruplaşmayı etkisizleştirmek amacıyla incelikleri olan bir siyaset izlediği anlaşılmaktadır. Yeni padişahın, Yeniçeriler'in itimâdını kazandıktan sonra vazifeye getirdiği paşalarla birlikte müşterek tavırlar sergileyerek Çandarlı grubunu safdışı ettiği ve bunun sonucunda da hükümdârlığını emniyedi bir hâle getirdiği bilinmektedir[3]. Daha sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmelerden, Şehzâde Mustafa vakasının küllenmediği bir dönemde yeniçerilerin, ağalarından şikâyederini bildiren arzlarında Kanûnî Sultan Süleyman'a da gözdağı vermeleri, Sultan II. Osman'ın öldürülmesi, büyük Celâli isyanları ile Sultan IV. Murad (1623- 1640) devrinde temelleri atılan ve IV. Mehmed (1648-1687) döneminde büyüyen Kadızâdeliler hareken, askerî/icdmaî olduğu kadar siyasî muhalefete dâir gelişmelerin uç noktalara ulaştığı örnekler arasında sıralanabilir[4].
Bu çalışma, Osmanlı tarihinin muhalefet geleneği içinde sözlü muhalefetin bir noktadan sonra yazılı muhalefete ve giderek padişaha yönelik yazılı bir tehdite dönüşmesinin ilk örneklerini ele almaktadır. Osmanlı tarihinin klâsik dönemleri olarak kabul edilen zaman diliminin son yıllarında ortaya çıkan bildirilerin önemli vasfı, muhtevalarının vesikalara aksetmesi kadar, bugüne ulaşması itibariyle tam bir bildiri metninin ilk kez gün ışığına çıkıyor olmasıdır. Muhtemelen daha önce de bu tür kağıdlar bir yerlere bırakılıyor veya asılıyordu; ancak Sultan I. Abdülhamid (1774-1789)'e yönelik bildiri, orijinal metni mevcut olan ve -şimdilik- arşivlerde rastlanan bu türden ilk belge olma konumundadır.
I. Sultan I. Abdülhamid Döneminde Muhalefet ve Kullandığı Araçlar
Doğrudan ve sözlü olarak padişaha muhalefet, esasen Osmanlı tarihi boyunca zaman zaman karşılaşılan bir olgudur. Tahtın bir önceki sahibi Sultan III. Mustafa (1768-1774) devlinde yaşanan bir hadise burada hatırlanabilir. III. Mustafa'nın adı, Ayasofya'da selâmlık olduğu 16 Şevvâl 1184 / 2 Şubat 1771'de "gâzî" olarak hutbede okunduğunda, "mevlevî dervişi" ve "rüfekası" iki kişi "yalandır, gâzî değildir" şeklinde hatibe cevap vermişlerdi[5]. Bu olayı tek kaynak olarak nakl eden Mehmed Hasîb bazen yapuğı gibi tarihleri karıştırmadıysa[6], bu sözler 1182/1768 seferinin olumsuz gidişatı ve padişahın gaziliği üzerinde dile getirilen çok açık ve cesûr bir îtirâz olarak değerlendirilebilir.
III. Mustafa'nın ardından 21 Ocak 1774’de tahtı Sultan I. Abdülhamid devr aldı. Kısa bir süre sonra, 12 Cumâdelülâ 1188/21 Temmuz 1774’de[7] imzalanan Küçük Kaynarca Barış Andlaşması'nın getirdiği yükler ve problemler hem onun hem döneminin sürekli gündemini oluşturmuştu. Maruf olduğu üzere bu andlaşma ve sonrasındaki gelişmelerle, ilk kez Kırım gibi halkı tamamen müslüman olan bir memleket elden çıkmaktaydı.
Padişahı doğrudan ilgilendiren meselelerden birinin de bu gelişmelerle bağlanulı olarak İstanbul'da dedikoduların önlenmesi ve emniyetin sağlanması haline geldiği ifade edilebilir. Şehirde olup-bitenlerle ilgili haberlerin hızla yayılması sonucunda onun "mesmû‘u" olduğu pek çok konu ve tebdillerde bizzat öğrendikleri üzerinde fikir yürüten Abdülhamid, anlaşıldığı üzere konuşulanlara bir hayli önem vermekteydi[8]. Halkın dilindeki sözleri hatt-ı hümâyûnlarla sadrıâzamlara duyuran padişahın zaman zaman bunlardan tedirgin olduğu ve endişelendiği de görülmektedir. Tebdile çıktığı bir günde Dîvânyolu'nda karşılaştığı Bektâşî kıyâfetli birinin "ağzına gelen hal- tıyyât"ı söylemesinden rahatsız olan padişah, onu Cebehâne'ye gönderirken "serhoş" veya "mecnûn"olup olmadığını araştırması için sadrıâzama yazmıştı. Aynı hatt-ı hümâyûnla Şehzâdebaşı’nda gördüğü ve ağlayarak şikâyetler eden bir kadının durumunu anlatarak hakkında bilgi istemekteydi[9]. Kendisine gönderilen cevapda, söz konusu kimsenin ilk sorgusuna göre "mecnûn" olmasının daha yakın bir ihtimâl olduğu, onun Muhzır Ağa habsine verildiği, ikinci sorgusundan sonra gerekirse bîmârhâneye kaldırılacağı ifâde edilmekteydi. Ayrıca kadına âit şikâyet ve isteklerin de karşılanmakta olduğu yazılmıştı[10].
Halkın yoğun şekilde konuştuğu konuların, padişahın hem dikkate aldığı hem de huzurunu kaçıran bir gelişme olduğu belirtilmişti. Bu bakımdan devlet görevlilerine yönelik muhalif sesler çok defa sonuca ulaşmıştır. Onun vazifelileri başlıca azl sebebi olarak gördüğü durum, "lisâna gelmiş" olma hali idi[11]. Padişah, ulûfe sâhiplerinden boşalan esâmelerin hâzineye kalacağının ilânına ve mevâciblere yönelik olarak artan dedikodulara karşı endişelerini "ocaklar tarafı rencide oldukda dürlü dürlü söz olur ", "giderek dahi hevâdis- i erâcîf olacağı me'mûldür" şeklinde belirtmekteydi[12].
Devrin muhalif hareketlerinin ilk kıvılcımları sabotajlar sonucunda çıkan yangınların fazlalığında görülmektedir. Önemli bir artış kaydeden yangınların başlıca sebebini kundak vakaları (sabotajlar) oluşturmakta idi[13]. 1782'de "günde üç beş yerde kundak bırakdılar deyü velim, filân yerde ihrâk var deyü azim gıılgule verilür idi" şeklinde tarif edilen sabotajlar, 1784-1785 yıllarında daha çok artmış ve meselâ 5 Zilkade 1199/9 Eylül 1785'de 15 yerde kundak bırakıldığı gibi Bâb-ı Asafî'ye 25 kundak ihbârı gelmişti[14]. Sadrıâzam İzzet Mehmed Paşa arkası kesilmeyen ve âfete dönüşen 1782 yangınları sebebiyle görevden alınmıştı[15]. Abdülhamid'in doğal olarak ilgisini bu yönde yoğunlaştırdığı görülmektedir. "Yine kundak sadedi beyne’n-nâs şöhret buldu ", "şimdi mesmû'ıım oldu Tahmis'e kundak bırakmışlar deyü ", "bu esnalarda yine ihrâklar zuhûru kıındakdandır deyü söz başladı"gibi ifadelerle padişah uyarılarda bulunmakta[16] ve bunu yapanların yakalanmasını istemekteydi[17].
Sabotajların sebeplerinden biri hoşnûdsuzluğun bu yolla duyurulmasıdır. Üsküdar'da hânedânın saraylarından birisi de kundaklanmış[18], 7 Zilkade 1199/11 Eylül 1785 tarihindeki Okçular yangınında sadrıâzam kethudâsı ve dâmâd Ahmed Nazif in yüzüne karşı "sizin içün yanayoruz ve kül olduk" şeklinde sözler söylenmişti. Kethudâ bunun ertesinde de görevden alınmıştı[19].
Yangınların oldukça fazla olmasının diğer bir sebebi, Yeniçeri Ocağı üyelerinin yangınların söndürülmesindeki yöntemi bir baskı aracı olarak kullanarak haraç toplamak çabalarıydı. Yangın çıkan binanın yanındaki "bâb" lamı yıkılarak ateşin tecrid edilmesine dayanan başlıca söndürme tedbiri, yangını söndürmek tulumbacıların görevi olmakla birlikte[20], padişahın izin ve isteğiyle bu faaliyete katılan yeniçerilerin istismarına sebep-olmakta ve evlerinin/dükkânlarının yıkılmasına doğal olarak razı olmayan bina sahipleri baskı altında tutulmaktaydı. Dönem boyunca ve bu şekildeki kundaklama yoluyla çıkarılan yangınların sayısı bir çalışmada 140'dan fazla olarak belir-tilmiştir[21].
Yangınlar ve kundaklamalara karşı bir takım önlemler de gündeme gelmişti. Tobkârhânesi gibi bazı özel yerlerin korumaya alınması. Ağa Kapısı'nda ve Bâb-ı Âsafi'de su depolan ("havuzlar") inşâ edilmesi, yangına sebep olması dolayısıyla Eyüp Sultan Camii imam odası gibi bazı yerlerde ve sokak içinde tütün içmenin yasaklanması, Abdülhamid'in emri üzerine alınan tedbirler arasındadır[22]. Yangınlar münâsebetiyle meşveretler yapıldı, ihmâli görülenler sürgün edildi ve Bâb-ı Âsafi'de "300 su destisi, 150 balta, 150 testere"den oluşan bir malzeme hazır hale getirildi. Daha farklı olarak 8 Zilkade 1199/12 Eylül 1785'de Hasan Paşa Hanı[23], yakınındaki Dârendeli Konağı'na bırakılan kundağı farketmeyen "kolluk" buradan kaldırılarak yerine Ağa Kapısı'ndan 60. bölük getirilmişti[24]. Bu uygulama modern anlamıyla bir tür sıkıyönetim ilânını çağrıştırabilir.
8 Ocak 1784 tarihli Kırım Senedi sonrasında sürekli artan muhalif sesler aradan geçen zamana karşı dinmemişti. 8 Eylül 1786 günlü Venezuelalı General Miranda'nın nodarına göre ardı ardına çıkan yangınlar halkta bir kaynaşma olduğunu ve Sadrıâzaın Yusuf Paşa'ya karşı olumsuz bakışı gösteriyordu[25].
Yangınlarla birlikte padişahın ihbar ettiği üzere bazı yerlere bildiri bırakılma olayları meydana geldi[26]. Bu çalışmada bildiri olarak karşılanan metinler vesikalarda "kâğıd", "şukka", "varak-pâre" adlarıyla tanımlanmaktadır. Bunlar bazen belirli bir yere bırakılıyor veya bir ihtimal asılıyordu[27]. Bildirilerin konulduğu yerler olarak Eski Saray duvarları, Kapdan Paşa sebili ve bazı konaklar söz konusu edilmekte ancak Eski Saray'ın ismi birden fazla geçmektedir.
Sultan I. Abdülhamid kundaklamalarla birlikte bırakılan bir bildirinin Bâb-ı Asafî'ye ulaştığı halde kendisine niçin sunulmadığını sorarak metnin gönderilmesini talep etmişti[28]. Sadrıâzamın cevabında Eski Saray tarafında "galiba sokakda"bulunan kâğıdda "Tezkîreciler ve Benderli Yûsuf Çavuş fena adamlardır" şeklinde bir yazı bulunduğu, bunun da daha önce bildirildiği, ondan başka yeni bir kâğıdın duyulmadığı, hattâ kendisini ziyâret eden Yeniçeri Ağası'nın da yemin verdiğini belirterek yeni bir bildirinin söz konusu olmadığını yazmaktaydı. Abdülhamid bu telhis üzerine hatt-ı hümâyûnunda "sadr-ı müteveffa" ( Halil Hamîd Paşa) döneminde Eski Saray kapısına bırakılan ve Yeniçeri Ağası Yahyâ’dan şikâyeti ihtivâ eden bildiriye benzer bir yazının bırakıldığını duyduğunu, ancak telhîsde belirtilen kâğıddan haberdar olduğunu söyleyerek cümlesini "Allahu te'âlâ mu'ârız olanları def eyleye, âmin" şeklinde tamamlamakta idi[29]. Padişah yeniçeri ağası ile ilgili bildirinin de etkisiyle ağanın azline karar vermiş ancak ulûfe dağıtımına denk gelme-mesi ve "vesveselice" olmaması için bu kararını bir süre erteleyerek uygulatmıştı[30].
Yine Eski Saray kapısına bir bildirinin konulduğuna dâir haberi Cumâ selâmlığında kendisine teşrîfât üzre refakat eden Yeniçeri Ağası'ndan öğrenen Sultan Abdülhamid, "vaz‘ "edilen bildirinin hem muhtevâsının aktarılmasını hem bırakanın bulunmasını istemekte idi[31]. Ardından kendisine gönderilen "kâğıd-ı ma’hûd" u okuyan padişah sadrıâzamdan "hoşnûd" olduğunu vurguluyordu[32]. Aynı yere bırakılan bir başka bildiriyi okuyan padişahın yazılarına göre "Nişân kisedârı ve Bedesteni! Küçük Kethüda ve ocâkdan fülân çavuş"gibi isimler söz konusu edilmekteydi. Padişah bu bildiriyle amaçlananın hile ve yalan ile bir oyundan ibâret olduğunu kaleme alırken, "ta 'accüb"ettiği nokta ise bildirilerin devamlı olarak Eski Saray tarafına bırakılması idi[33].
II. Padişaha Yönelik Yazılı Tehdit: 1789
Osmanlı kamuoyundaki huzursuzluğu körükleyen başlıca gelişme Kırım'ın giderek Rusya işgaline doğru sürüklenmesi ve buna karşı etkili bir çözümün ortaya konamamasıdır. Küçük Kaynarca Barış Andlaşmasını müteâkip askerî ve diplomatik pek çok manevra ile Kırını Hanlığı'nı fiilen kontrole başlayan Rusya'nın ânî bir harekât ile Kırım'ı işgali ve ardından bunu Osmanlı Devleti'ne onaylatma çabası ve nihayet 15 Safer 1198/8 Ocak 1784'de «Kırım Senedi» olarak anılan ve Kırım, Kuban ile Taman'daki son durumu Osmanlı Devleti'nin kabul ettiğini belirten üç maddelik tasdîknâmenin Rusya elçisine teslim edilişi[34], kararın gizlenmesine dâir belirli gayretlere rağmen Osmanlı toplumunda muhalif konuşmaların yaygınlaşmasının temelini oluşturdu. Devletin sessiz kaldığına dâir genelde kabul gören düşünceler, Abdülhamid kadar sadrıâzamı da bir an önce Rusya'ya karşı savaş ilânına sürüklüyordu. Gelişmeler sonrasında Kırım halkının kafilelerle göç yoluna çıkmaları ve Osmanlı topraklarına ulaşmaları[35], halkın hassasiyetlerinin ön plâna çıkması bakımından da önemli idi.
Öte yandan İstanbul halkı arasında olumsuz yorumların artmasının diğer bir anlaşılır sebebi ise, halkın büyük bir arzuyla seferin açılmasını istemesi, Padişah I. Abdülhamid, Sadrıâzam Yusuf Paşa ve Kapdân-ı Deryâ Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın aynı yönde tavır sergilemekle birlikte vâki tereddütleri ve sonuçta geciken seferle ilgiliydi. Abdülhamid'in "beni ve seni lisâna alıyorlar. Benim devletim bana elzemdir ", "gayri bilen ve bilmeyen beni ve seni lisâna ge türüyorlar. Be-gâyet bî-huzûr kaldım " şeklindeki hatt-ı hümâyûnları bu günlere âitti[36]. Sonuçta, 2 Zilkade 1201/16 Ağustos 1787 tarihli Bâb-ı Asafi'deki Meşveret'e çağırılan Rusya elçisine son kez "Kırım'dan el çeker misin ?" mealinde yöneltilen soruya "ona murahhas değilim" cevâbı alındı ve daha önce kararlaştırılan sefer îlân edildi[37]. Pâdişâh'ın "israf' olacağı düşüncesi sebebiyle Esnâf Alayı gerçekleştirilmedi[38]. Kahvelerde[39] ve berber dükkânlarında sürüp giden dedikoduların önlenmesi için padişahın önerileri arasında sadrıâzam tebdillerininpolisiye önlemler alması ile Bâb-ı Asafî'nin geleneğe uygun olarak silahlar ve şâir aletlerle donatılması gelmekte idi[40]. Sefer ilânından yaklaşık yedi ay sonra 2 Cumâdelûlâ 1202/9 Şubat 1788 Cumartesi günü tuğlar dikildi, vakt-i muhtarı belirlenen 17 Mart'da livâ-i şerif çıkarıldı ve Sadrıâzam Yusuf Paşa İstanbul'dan İncirli'ye hareket etti[41].
Sefer esnasında pâdişâh gibi İstanbul halkını derinden üzen bir diğer gelişme harbin ilânından beri bütün gözlerin çevrildiği ve korunması için büyük ihtimâm gösterilen Özi kalesinin kaybı oldu. Bu kale 17 Rebîlülevvel 1203/16 Aralık 1788’de Ruslar'ın eline geçtiğinde[42], pâdişâh bunu büyük üzüntüler içinde karşılamış ve daha sonraki yazılarında sıkça bu acısını hatırlatmıştı[43]. Onu "nâ-mizâc" yapan ve halkı kederlendiren de kalenin düşüşüyle birlikte İstanbul'a ulaşan katliâm haberleri idi[44].
Sarayın ve halkın pozisyonunun berraklaştığı bu aylar, Osmanlı tarihi bakımından -bugüne ulaşması îtibâriyle- padişaha yönelik olarak bilinen ilk bildiri bırakılma vakasına sahne oldu. Tarihsiz olan bildirinin Özi Kalesi'nin kaybından sonraya ve 1789 yılının ilk aylarına âit olduğuna dâir kesin bir tarih bulunmamakla birlikte, hadiselerin akışı, bildiride yazılı "memleketleri kâfire verdin" cümlesinden Özi Kalesi'nin 16 Aralık 1788’de kaybının istihrâc edilebileceği, Sultan I. Abdülhamid'in 7 Nisan 1789'da vefat ettiği, taraftarlarının bildiriyi hazırladığı padişahça tahmin edilen ve Özi Kalesi'nin kaybı dolayısıyla gözden düşüp suçlanan Cezâyirli Hasan Paşa'nın görevinden uzaklaştırılıp kara seraskerliği verilmesine dâir görüşmelerin sıklaştığı zamana uyması ve padişahla birlikte Sadrıâzam Yusuf Paşa’nın Cezâyirli'yi sürekli baskı altında tutuyor olmaları[45] ile Avusturya cephesinde kısmen başarılı bir harbin sürdürüldüğü göz önüne alındığında, bildirinin tarihlenmesini 1789 yılının ilk ayları olarak belirlemek mümkün olmaktadır.
Bildiri ("kâğıd, şukka, varak-pâre") metni :
"Sultan Abdülhamid. Bizim takatimiz kalmadı. Aklın başına gelmiyor. Gördün ki Yûsuf Paşa işi göremedi. Niçün bu âna dek sözüne aldanup mem- lekederi kâfire verdin? Ümmet-i Muhammedi dağlar başında açlık susuzluk- dan kırdın. Senin vezirin, şeyhüi-Islâmın, kâ’im-makâmın müslimân değildir. Sana doğru haber vermiyorlar. Sefer (sefer kelimesinin ilk harfi "sad" harfi ile) feth olmaz. Bundan böyle asker gerek akça erişdiremezsin. Hemen bir gün akdem ortalığı tebdil edüp seferin bir sulhuna mübâşeret edesin. Sancağı askeri içeri getüresin. Vallâhi sanra peşîmân olursun. Yûsuf Paşa işi göremez, zararı sana dokunur. Yetişür aldanların yetişür. Maskaralık ("sad" ve "kaf' harfleriyle) eyledin. Mâbeyncilerle devlet işi görülmez. Bir müslimân paşaya mühr veresin. Sulhun ucuna yapışasın. Vallahi bu seferin sonu çıkmaz. Sonra işi sana dayaruz. Müceddit [ Müceddîd] veziri, şeyhü’l-İslâmi is- temiyoz. Ortalığı tebdil edesin. Ümmet-i Muhammed'e yazık oldu. Nice beri gafletdesin. Bu kâğıdın sâhib [i] ocaklı. Bu kâğıdı sana göstermeyen karısı boş, kendi kâfir görüp işine nizâm veresin. Gün, vakt kalmadı. Bundan aklın başına gelmezse artık biz işimizi görelim"[46]
Bildiri Kapdan Paşa sebiline bırakılmıştı[47]. Yazının ilk görüntüsü bunu hazırlayanların iz bırakmamak endişelerini açığa vurmaktadır. Konuşma diliyle yazılan ve oldukça acemi bir kalemin elinden çıktığı -belki de çıkartıldığı- görülen bildiride kelimelerin ve cümlelerin eksik bırakılışı ve bazan yanlış yazılışı iz belli etmeme kaygusu ile birlikte acelenin ve korkunun işaretleri olarak da değerlendirilebilir, ifadelerden anlaşılan bir diğer husus ise bildiriye kaleme alanların, zihinlerde de olsa güçlü bir muhalif kesimin sesini yansıtmakdan uzak olduklarıdır. Bir kişi hariç en üst dereceli üç idarecinin ( sadrıâzam-şeyhülislâm-kaymakam paşa ) değişimi ile yetinileceği baştan itibaren söylenirken, yeniçeriler adına hareket edildiği vurgulanıyor, ancak ocağın geleneğinde böyle bir eylemin bulunmadığı atlanıyordu. Büyük çoğunluğu seferde olan yeniçerilerin gerektiğinde klasikleşen muhalif hareketlere başvururak -çorba içilmemesi, sözlü saldırılar, kundaklamalar, ocak kazanının öne çıkarıldığı bir takım tavırlar ve saire ile- seslerini duyurdukları bilinmektedir. Onlar adına yola çıkılıyor olması böyle bir değişim isteğinin ve tehdidin ancak ve sadece Yeniçeri Ocağı tarafından dile getirilebileceğine ayrı bir delil teşkil eder. Bir grubun esaslı bir teklifi seslendirirken ocağı arkasına almak istemesi kadar tabiî olan diğer bir husus ise, padişahı tehdidle birlikte, isterse bunları yapabileceğinin belirtilmesi, aslında onun tam olarak hedef seçilmediğine satır aralarında yer verilmesidir. İsteklerin doğrudan ondan yapılması kadar, bildirinin mutlaka padişaha ulaştırılmasının, dönemin tesirli sözleriyle (" karısı boş ve kendi kâfir" ) ikaz edilmiş olması bunu destekler. Genel olarak amacın bu olduğu bildiri bir başka açıdan, klasik dönemler Osmanlı tarihinin bütününde görüldüğü üzere, padişahın tahtdan uzaklaştırılması gibi büyük bir hareketin düşünülmediğine veya tahmin edilmeyen gelişmeler doğrultusunda bir çözüm olarak kendiliğinden ortaya çıktığına dâir uygulamaya da işaret etmektedir. Bu çeşit büyük hareketler ise esasen plânlı olmayan ve sonucun önceden kestirilemediği çıkışların ardın-dan meydana geliyordu.
"Sultan Abdülhamîd bizim takatimiz kalmadı. Aklın başına gelmiyor. Gördün ki Yûsuf Paşa işi göremedi. Niçün bu âna dek sözüne aldanup memleketleri kâfire verdin" ifadeleriyle başlayan bildiride, padişah "ümmet-i Muhammed" i dağbaşlarında açlık ve susuzlukdan kırmakla suçlanmaktadır. Devamında sadrıâzamın (Koca Yusuf Paşa) , şeyhülislâmın (Seyyid Mehmed Kâmil Efendi) ve kaymakam paşanın müslüman olmadığı, bir an önce bunları görevden uzaklaştırıp sefer yerine barışı tercih etmesi isteniyordu. Sürmekte olan 1787 Rusya-Avusturya seferi için asker ve para yetiştiremeyeceği uyarısının ardından, açık tehditlere önce "Vallâhi sonra peşîmân olursun. Yûsuf Paşa işi göremez, zararı sana dokunur" cümlesiyle girilmiş ve Abdülhamid'i küçük düşürücü "Maskaralık eyledin. Mâbeyncilerle devlet işi görül-mez" kelimelerine yer verilmiştir. Sadrıâzamın değiştirilmesi tekrarlanırken padişahın hassasiyeti göz önüne alınarak "müslimân" paşaya mührü vermesi, bu seferin sonunun çıkmayacağı ve barış için uğraşması isteniyordu. "Sonra işi sana dayaruz" şeklindeki ibâre ile bir kez daha tehdit edilen padişaha ısrarla yenilikçi (?) sadrıâzâmı ve şeyhülislâmı değiştirmesi hatırlatılıyor, Ümmet-i Muhammed’e yazık oldu" denilip "nice beri gafletde" olmakla suçlanıyor, sahibinin "ocâklı" olduğu belirtilen bildiri "ortalığı tebdil" etmesi, vaktin kalmadığı ihtarıyla ve "akim başına gelmezse artık biz işimizi görelim" cümlesiyle son buluyordu. Arada yapılan bir uyarıya göre de bu kâğıdı pâdişâha göstermeyenin "karısı boş ve kendi kâfir" olacaktı[48].
Bildirinin padişaha nasıl ulaştığına dâir bilgilere de kaymakam paşanın telhisinde yer verilmiştir. Kapdân Paşa sebiline konulan kâğıdı önce sebilcinin bulup mekteb hocasına getirdiği, onun da cıvârda oturan Mazrûbî Efendi'ye gösterdiği, bu zâtın sebilciye kâğıdı gizlemesi ve saklamasını tenbih ettiği, vakanın sadrıâzam baştebdîlince haber alınarak kâğıdın kendise getirildiği, ayrıntılı biçimde anlatılmıştı. Kaymakam Paşa'ya göre seferin açılmasından îtibâren çarpışılmakta olan düşmanlar Devlet-i Aliyye'yi "ihtilâl" e sevk etmek ve fesad çıkarmak için bazen "musâlaha şâyi'aları" ve bâzen bunun gibi "erâcîf-i kesire" neşr etmekte bulunduğu bilindiğinden söz konusu kâğıd böyle bir tertibin ürünüydü. Ancak ona göre bu tür hileli, düzmece haberler neşriyle Devlet-i Aliyye'de "ihtilâl" uman düşmanların hüsrana uğrayacakları beklenmeliydi[49].
Abdülhamid’in kendisine yönelik bildiri hakkındaki ilk değerlendirmesi "sahte müzevvir kağıdıdır. Hemen setri elzemdir" şeklinde oldu. Bildirinin ya "kefere" tarafından yahut Kapdan Paşa tarafından olduğunu, değiştirilmesi istenenler içinde sadece onun adının verilmeyişi dolayısıyla tahmin etmekteydi. Ona göre doğrudan Cezâyirli Hasan Paşa suçlanamazsa da onun hizmetinde bulunanlar bu bildiriyi hazırlamış olabilirdi. Bildiride kendisi hakkındaki suçlamalardan biri olan devlet işlerini Mâbeyn ağalarıyla birlikte yürüttüğü iddiasına karşı padişah, onların "hademe makülesı" olduğunu yazıyor ve hangi işlere karıştıktıkları şeklindeki bir soruyla cevaplıyordu. Abdülhamid konunun gizlice araştırılmasını isterken, açıktan soruşturmanın kesinlikle uygun olmayacağını hatırlatmakta ve sebilin Kapdân Paşa'nın olmasından harekede zannının "Tersânelü " olduğunu tekrar belirtmekteydi[50].
Kaymakam Paşa'nın tek adres olarak gösterdiği ve Abdülhamid’in iki ihtimâlden birisi olarak öne sürdüğü gibi bildirinin "kefere" tarafından hazırlanmış olması ihtimali vurgulanmaya değerdir. Sadrıâzam Koca Yusuf Paşa, göreve geldiğinden beri Rusya'ya savaş ilânı ile kadanılan sıkıntıların sona ereceğine inanan ve harp taraftarı olarak bilinen bir isimdir. Israrla onun değiştirilmesinin istenmesi ve mutlaka barış yoluna dönmesinin hatırlatılması ("Sulhun ucuna yapışasın. Vallahi bu seferin sonu çıkmaz"), öncelikle karşı cephedekilerin menfaati ve beklentisi olabilir ve bu bakımdan da bildiride bir yabancı parmağının aranmasını kolaylaştırır. Bu aylar Avusturya cephesinde kalıcı olmayan ancak padişahı "mesrûr" ve İstanbul halkını şenlikler yapmaya sevk ettirecek büyüklükte başarıların kazanıldığı bir dönemdi. Yusuf Paşa'yı alışılmış bir muhalif tepkiyle yenilikçi olarak adlandırmak, doğru bir yakıştırma değilse de yenilikçi olmanın önemli bir suçlama aracı şeklinde geçerli ve kullanılır olduğunu gösterir. Bildiriyi hazırlayanların veya benzeri düzmece haberleri yayanların Osmanlı Devleti nde "ihtilâl" beklentisi içerisinde bulunan ve cephelerde çarpışılmakta olan Rusyalılar'ın/Avusturyalılar'ın olabileceği hakkındaki kanaat kaymakam paşanın yegâne, padişahın ilk önce yürüttüğü bir tahmindi.
Öte taraftan padişahın bildiriyi koyan taraf olarak, ikinci ve daha ısrarlı bir tahminle Cezayirli Hasan Paşa'nın etrafındakiler! göstermesini mümkün ve belki isabetli kılacak bazı karineler de bulunmaktadır. "Mâbeyncilerle devlet işi görülmez" ancak padişahı yakından tanıyanların bir suçlaması olabilir. Ayrıca, Cezâyirli Hasan Paşa'nın 23 Safer 1203/23 Kasım 1788'de İstanbul'a dönüşünden sonra Özi kalesinin düştüğü öğrenilmiş ve padişah tarafından ağır ifadelerle suçlanan Kapdan Paşa'ya daha önce konuşulduğu üzere "kara tarafında seraskerlik" verilmesine dâir yazışmalar yapılmışdı[51]. Bu kalenin düşmesinden sorumlu görülen Kapdan Paşa'nın padişah ve sadrıâzam tarafından baskı altına alındığına dâir çeşitli bilgiler bulunmaktadır[52].
Cezâyirli Hasan Paşa ekibinin böyle bir bildiriyle padişaha karşı manevra/santaj yapabileceklerine dâir ikinci ipucu Elisabeth Craven'in notlarından çıkarılabilir. Seyyaha göre, daha önceleri Cezayirli Hasan Paşa'nın Mısır'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılışının ertesi günü meydana gelen yangın, Kapdan Paşa nın adamlarınca çıkarılmıştı ve bu şekilde padişaha, onun yokluğunda emniyet altında bulunmadığı mesajı verilmek istenmekteydi[53]. Bu bilgiler, Cezâyirli ekibinin böyle konularda tecrübeli olduklarına dâir bir delil olarak görülebilir. Bütün bu bilgilerle beraber bildiriyi koyan taraf için kesin bir adres gösterilemez.
Osmanlı tarihinde padişaha yönelik bu ilk bildiri hakkında vesikaların ulaştırdığı bilgiler burada sonlanmaktadır. Padişaha yönelik yazılı muhalefete dâir ilk örneğin sanıldığının aksine klasik dönemlerin bu son yıllarında meydana gelmesi, ayrıntılarına vâkıf olamadığımız bir takını gelişmelerin ve daha sonraki padişah III. Selim dönemindeki ona yapılan suikast girişiminin de dahil olduğu kanlı olaylara doğru gidişte, İstanbul halkının tecrübeli ve tarafların idmanlı bulunduğunu göstermesi bakımından da dikkate değer olmalıdır.
Son olarak, 1789 yılının ilk aylarında İstanbul'da meydana gelen ve padişahın tehdit edildiği bildiri ile eşzamanlı ancak boyutu ve mâhiyeti bakımından çok farklı bir başka gelişmeye bakılabilir: Bilindiği üzere yaklaşık aynı zamanda Dünya tarihi açısından son derece önemli olan ihtilâl/inkılâp hareketleri Fransa'nın kraliyet merkezi Paris'de gerçekleşiyordu. Fransız ihtilâlinin, hazırlık döneminin ardından asıl başlangıcı olarak Bastille'in zabtı günü olan 14 Temmuz 1789 tarihi kabul edilir. Burada zorlama bir fikre ka-pılmadan, aynı dönem İstanbul'undaki gelişmeler ile Fransızların içine şikayet ve temennilerini yazdıkları "dilek listeleri"nde kralla ilgili bir eleştirinin bulunmaması, ilerleyen ihtilâl günlerinde kralın tebdilinin düşünülmemesi[54] gibi bir takını noktaların karşılaştırılması gündeme getirilebilir. Ancak İstanbul'daki bildiri dar bir saray çevresine yönelikti ve muhtemelen bir ekibin manevra aracı veya bir yabancı parmağın işiydi. Dolayısıyla Paris'de ve İstanbul'da bir yönüyle senkronize gerçekleşen gelişmelerden Fransız toplumu- nun kazançlarını anlamak ( deklarasyonlar, cumhuriyet ve şâire ) ve benzerlerini öne sürmek açısından Osmanlı toplumunun daha uzun yılları karşılayacağını dile getirmek malûmun îlâmı gibidir.
EKİ
ÇEVİRİYAZILAR
Belge nr. 1.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi |=BA|, Ali Eınîrî, I. Abdülhamid [=A.], nr. 73; Beyaz üzerine hatt-ı hümâyûn.
Benim vezirim,
Bugün tebdile çıkdım. Dîvân Yolu'nda bir Bektâşî kıyâfetlü adama rast geldim. Dîvâne değildir. Ya sekrî hâli ola ya hemen bir müfsid ola. Ağzına gelen haltıyyâtı ediyor. Cebehâne'ye kaldırdım. Aldırup ya bîmârhâneye ve[ya] nefy-i bilâd edesiz. Kati edecek idim, lâkin keyfıyyeti, dîvâne midir deyü te’hîr eyledim. Hakîkat-i hâli arz edesiz.
Şehzâdebaşı'nda bir hatun dahi gördüm, bükâ ediyor. Çelebi Ağa Hamamı kutbunda hânesi. Ada-i kebîr defterdârının ehli, zevci fevt olmuş, malını zabt etmişler. Vâkı'-i hâli tashîhen bildiresiz.
Belge nr. 2.
Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi [= TSMA], Evrak [=E.|, nr. 7029/281; Beyaz üzerine hatt-ı hümâyûn.
Benim vezîrim,
İstanbul'da havâdis çoğaldı. Doğrusu ben de mütehayyir kaldım. Kundak sadedi başka ürcûfe havâdisâtı başka. Gelen mâh-ı sıyâm herkes bî-râhat diyorlar. Basmaciyân maddesi bir başka sebep oldu. Senevi Darbhâne'ye verecekleri yirmi beş bin guruşdan geçdim. Kaydı terkin olunsun. Sâniyen patrik maddesinde Katolik da'vâsı yine var mıdır? Mukaddemâ ba'zan kefere küreğe ve ba'zan mahbûs olmuşlar. Sebilleri tahlile [tahliye] olsa olmaz mı? Bunda havâdis, "dört beş-yüz kese aldılar" diyorlar. Benim haberim yokdur. Kime vermişler? Kimler almış? Rûmili Anadolu zulmden göl olmuşlar. A'yân zalemeleri. "Siyâset yok mecmû'u İstanbul'a döküldü geldi" deyü her kafadan bir sadâ. Defterdârın hâli ma'lûm. Ne-kadar sadâkati var ise lisân-ı nâs sükûnu içün azl olsa münâsibdir. Zîrâ sa‘y-i mîrî olsun olmasını mukaddem ki defterdârlığında ve bu defada muvaffak olamadı. Böyle bir şemâtât zuhûr etdi. Kethudânızın dahi hâl ve şâm ma'lûm. Bir kaç menâsıb tebdil olsa hoş olur. Kethudâ defterdâr olsa, kethudâlığa bir âharı tedârük olsa, çavuşbaşı dahi azl olsa ohır. Varsun hanesinde otursun. Doğru, gerek beni ve seni lisâna alıyorlar. Benim devletim bana elzemdir. Nakîza-i şân-ı şevketim olan maddeler bana ve sana bir rezâletdir. Elbette senin dahi mesmû'undur zann ederim. Gayri mülâhaza edesiz.
Belge nr. 3.
A. 94; Beyaz üzerine hatt-ı hümâyûn.
Benim vezirim,
Mâh-ı Şa‘bân-ı şerîfden berü İstanbul'da vâki' olan cüz’î ve külli ihrâklar ve bi-kazâillâhi te'âlâ çend-rûz zarfında vâki' olan harîk-i külli ma'lûm. Elbette kundak lafzı ve kelâm-ı kesîr-i erâcîf defi elzem-i umûrdan olmağla selefin rehâvet-i tabî'atinden taksîrât eyledi. Göreyim seni kelâm-ı erâcîf kafi ve kundak bulunan ele girüp su’âl ve ba'de’s-su’âl cezâsı verilmek bâbında gayret ve sa‘y-i ihtimâm gerekdir. Furunlann dahi muhterîk olduğu, bir gün akdem furunlann binâları ve şimdilik euneklere nizâm ve ibâdullâha zahmet verilmemek husûsu dahi matlûbumdur. Bundan akdem Ağa Kapusu eslâfla- rımız asr-ı Mahmûd Hânî'de ve asr-ı Osman Hânî'de ve birâderim mer- hûmda muhterîk oldukda Bekir Bey konağı Yeniçeri ağaları sâkin ve âna muttasıl olan Halil Paşa konağı ocakhı kullarımız sâkin oldukları cümlenizin ma'lûmu olup bu defa mûmâ-ileyh Bekir Bey "vermem" deyü inâd edermiş. Mutlak ısrâr eder ise müttehem olur. Sonra te’dîbi iktizâ eder. Elbette mu- kaddemâlarda olduğu gibi nizâmı matlûb-ı humâyûnumdur.
Belge nr. 4.
A. 195; Beyaz üzerine hatt-ı hümâyûn.
Benim vezirim,
Bundan akdem vâki' olan ihrâklarda ba'zı kâğıd bırakılmak ve ba'zı konaklara kâğıd vaz' olmak misillü nâ-bercâ hareket olduğu mesmû‘-ı hümâyûnum olmağla iktizâ eden havâdis ne ise elbette bırakılan kâğıdlarda musar- rah olmak gerekdir. Buldukları mahallerden Kapu'ya arz olunmuş. Kaptı tarafından taraf-ı hümâyûnuma arz olmadı. Sebep nedir, arz olmadığı. Elbette benim-dahi ma‘lûm-ı hümâyûnum oldukda icrâsı üzerime gerekdir. Elbette gelen kâğıdlar ne ise ve kimin hakkında ise taraf-ı mülûkâne[me] telhise mevzû'an tarafımıza bugün gönderesiz ve seninle mülâkat matlûbumdur. Ba zı su’âl edecek maddeler vardır. Bugün ikindi vakti bir işin olmaz ise gele- siz. Bugün olmaz ise yarın Cum'a'dan sonra seninle söyleşelim. Haberi matlûbumdur. Şimdi.
Belge nr. 5.
A. 46; Beyaz üzerine hatt-ı hümâyûn.
Benim vezirim,
Bugün Cum'a'da Yeniçeri Ağası'na mu'tâd-ı kadîm olan ba'zı tenbîhât emrim oldukda Saray-ı Atik kapusuna yine kâğıd vaz‘ olunduğu vâki' olmasını söyledi. Kafan benim haberim olmayup ve mesmû‘-ı hümâyûnum dal.i olmamış-idi. Bu keyfiyyet neden olmuşdur? Elbette Yeniçeri Ağası'na mü’ekked tenbîh ne tarafdan ise ve vaz‘ eyleyen her kim ise buldurmasına mü’ek- ked emrimi ifâde ve haberi matlûb-ı husrevânemdir.
Belge nr. 6.
A. 24635; Beyaz üzerine hatt-ı hümâyûn.
Benim vezirim,
Kâğıd-ı ına'hûd manzûr ve ma'lûmum olmağla bi-eyyi-hâl ele getürülüp ne-veehle te’dîbleri ve nizâmları elyak ise hemen icrâ edesin. Hakk te'âlâ hazretleri sana tevfîk versün. Ben senden nice hoşnûd isem Cenâb-ı Allâhu te'âlâ hazretleri dahi senden hoşnûd ola. Hemen ele gelmeleri ve icrâ-yı hükümetleri senden matlûbumdur. Yine haberini isterim.
Bir kâğıd bırakıldığını işitdim. Size yazmadım belki hılâfdır deyü. Esahh imiş.
Belge nr. 7.
A. 876; Beyaz üzerine hatt-ı hümâyûn.
Bu def a mukaddem ki şukkaların aynı nazîri yine Sarây-ı Atik hâricine komaları. Hiç bir ma'nâ fehm edemedim. "Nişân kisedârı ve Bedestenli Küçük Kethtıdâ ve ocakdan fülân çavuş" lafzı akıldan hâriç bir şeydir. Hemen zannım bir tezvîrât ve bir erbâb-ı hileden ıbâret. Bir hı'b-ı tezvir olmak ge- rekdir. Elbette bir uc verir. Hemen zâbitânın tekâsülleri ve rehâvetlerinden nâşî. Yalnız sarây-ı merkûmun tarafından gayri bir yere komamaları ta'accüb. Elbette hârice çıkartıp tashîhen haberi matlûbumdur. Yazdıkları şukkalarda bir devam ve sebât olmadığı. Cezmen erbâb-ı hilenin tezviridir. Gayri aklen bir ma'nâ veremedim. İmlâda dahi sakaınet. Hemen tezvirdir. Ya‘nî yazı dahi ne-vechle olduğu bilinmesün deyüdür.
Belge nr. 8.
A. 146; Beyaz üzerine hatt-ı hümâyûn.
Benim vezirim,
Bugün tebdile Tobhâne'den Beşiktâş'a dek vardım. Sulhun şüyû‘u mesmıT olunur. Eyü şey değildir. Neden oldu ve defi açıkdan olmayarak nasıl olur? Acebâ sefer-i sâbıklarda olduğu gibi âlât ve silâh ile Kaptı tezyin olunmadı ise vakitler de takarrüb etmekde bir tarafdan âlât-ı sefer ile Kaptı da tezyin ve meydanda gösterilse olmaz mı? Ve kahve ve berber dükkânlarında tebdilleriniz söyletmeseler hoş olur. Hâtırıma gelen bu sûretlerdir. Gayri münâsib tedbîrler dahi tuğ ihrâcına dek lâzımdır. Ricâlimiz de dahi bu misillü sohbet söyletmese. Nihânî anlara dahi tenbîh lâzım ise siz bilürsüz.
Belge nr. 9.
H. 54817; Telhis üzerine hatt-ı hümâyûn.
Telhis; Kapdân Paşa sebiline bırakılan kâğıdı sebilcinin bulup nıekteb hocasına getirdiği, onun da cıvârda oturan Mazrûbî Efendiye gösterdiğinde bunu gizlemesi ve saklamasını tenbih ettiği, vakanın sadrıâzam baştebdîlince haber alınıp ve kâğıdın kendise ulaştırıldığı, bunun muhtemelen düşman tarafından fesad çıkarmak için bir tertib olduğu, bu tür hileli, düzmece haberler neşriyle Devlet-i Aliyye'de "ihtilâl" uman düşmanların hüsrâna uğrayacakları hakkında.
Kâimmakâm Paşa,
Bu sahte müzevvir kâğıdıdır. Hemen setri elzemdir. Sadr-ı a'zamı ve efendi dâ‘îmizi bi’z-zât seni dahi yazmışlar. Zann-ı galibim ya kefere tarafından yâhııd Kapudân Paşa tarafından olmak. Zîrâ anları zikr etmemişler. Kendü ta'lîmi dahi değil ise elbet hıdmetinde olanların olmaya. Mâbeynciler lâfzı nasıl lafızdır? Anlar hademe makûlesidir. Ne umûrda müdâhilleri vardır? Elbet sinen vâkıf olmalıı. Alenen olmak çendân münâsib değildir. Sebil Kapudân Paşa'nındır. Zatınım hemen Tersânelü tarafından olmasını?