Giriş
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren temel hedefleri arasında hiç şüphesiz devletin temel taşlarından gaza ideolojisini gerçekleştirebileceği bir alan olarak görülen Balkanları ele geçirmek vardı. Bu idealine ulaştıktan sonra Osmanlı Devleti’nin bir Balkan devleti olarak gelişmesini idame ettirdiği görülür[1] . Meselenin manevi boyutunun yanında, güvenlik boyutu da ön plandaydı. Zira Balkanlara doğru yayılma politikası izleyen Osmanlı Devleti için bölgenin güvenliği, kendi güvenliği ve muhafazası ile eşdeğerdi[2] . Ayrıca Edirne, Bursa ve İstanbul gibi büyük şehirlerin, iaşesinin buralardan karşılanıyor olması, bölgeyi Osmanlı Devleti için vazgeçilmez kılıyordu[3] . Bütün bunlara ilaveten meydana gelen bazı teknolojik gelişmeler ve fikirlerin, yine Balkanlar yoluyla Osmanlı Devleti’ne girdiği düşünüldüğünde[4] , Balkan topraklarının kazanılmasının getirdiği avantajların büyüklüğü kadar, kaybedilmesinden doğacak sıkıntıların karmaşıklığını da tahmin etmek güç değildir. Balkan topraklarından ciddi anlamda ilk kopmalar, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından imzalanan Berlin Antlaşması ile yaşanmıştır. Berlin Antlaşması ile bağımsızlığını kazanan Balkan devletlerinden birisi de Karadağ’dır. Tabii bağımsızlık ilanı sınır anlaşmazlıkları, Müslümanlar mülkleri meselesi, Müslüman arazilerinin işlenmesinden elde edilecek gelirlerin aidiyeti sorunu, göç, eğitim vb. birçok meselenin ortaya çıkması demekti.
Bu çalışmanın amacı Karadağ’a bağımsızlık verilme sürecini ortaya koyarak, Karadağ’a verilen topraklardan göç etmek mecburiyetinde kalan Müslümanların Berlin Antlaşması’nda güvence altına alınan mallarının akıbeti ve bu malların gelirleri üzerindeki hakları sorununu irdelemek olacaktır. Ama öncelikle bağımsızlığa kadar Karadağ’ın durumuna kısaca göz atmakta yarar vardır.
Balkan Yarımadası’nın batısında yer alan Karadağ’ın[5] fethi, Fatih Sultan Mehmed döneminde başlamıştır. Nikşik’e kadar olan bölgenin hâkimiyet altına alınması üzerine Karadağ Prensi Crnojevic’in oğlu Zeta Beyi İvan Crnojevic, başkenti Çetine’ye taşımak mecburiyetinde kalmıştır. Bir süre sonra 1499 yılında İşkodra’nın düşüşü ile İvan Crnojevic Venedik’e kaçtığından, Karadağ’ın tamamı Osmanlı hâkimiyetine geçmiştir. Karadağ bundan sonra İşkodra (İskenderiye) Sancağı’na bağlı bir kaza şeklinde teşkilatlandırılmıştır[6] . 1539 yılında idari bakımdan Bosna Beylerbeyliği’ne bağlı hale getirilen Karadağ, bölgenin dağlık olması nedeniyle 1851 yılına kadar Prens-Bishop[7] ya da Vladika adı verilen hem idari hem de kilise yönetimini elinde bulunduran kişiler tarafından idare edilmiştir[8] .
Karadağlıların Osmanlı Devleti’ne ilk isyanları 1683 sonrasında kutsal ittifaka giren Venediklilerin kışkırtması sonucu olmuştur. Bunu Çar Petro’nun çabalarıyla gerçekleşen 1711 yılındaki isyanları izlemiştir[9] . Karadağ’da sular yüzyılın sonlarına kadar durulmamış. III. Selim döneminde fiili bir durum ortaya çıkarmak suretiyle (defacto) Karadağlılar, bağımsızlık iddiasında bulunmuşlardır[10].
Panslavist akımların yoğun propagandası ile başlayan XIX. yüzyıl Rusya sayesinde Karadağlıları da etkilemiştir. Özellikle Vladika Petar I Petrovic Njegos’un yerine geçen yeğeni Petar II Petrovic Njegos topraklarını genişletmeyi başaramasa da Dağ Çelengi adlı eseri ile Karadağ halkının milli ideolojisinin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. O, bütün hayatını Türklerle savaş ve Müslümanları yok etme üzerine bina etmiştir[11].
Karadağlıların amacı Sırbistan’a ve denize ulaşabilmek için topraklarını Hersek’e doğru genişletmektir[12]. Bu doğrultuda 1852 yılında Hersek’te yer alan Benan, Grahova, Derbenak ve Piva kazaları halkının din birlikteliğinden kaynaklanan destekleri sayesinde bölgedeki Hıristiyanları Müslümanlar aleyhine kışkırtmışlardır. Bu kışkırtmalar, Hıristiyanların Müslüman köylerindeki halkın can ve mallarına kast etmeye başlamaları ile sonuçlanmıştır[13]. Bütün bu çabalara Vladika Danilo’nun bağımsızlık arzusu da eklenince olay uluslararası boyut kazanmıştır. 1853 yılında isyanı bastırmak üzere bölgeye ordu sevk eden Osmanlı Devleti, devreye Rusya ve Avusturya girince askeri harekâtı durdurmak zorunda kalmıştır[14].
Bu süreçte Rusya’nın desteği ile kendisini bağımsız Karadağ Prensi ilan eden Danilo[15], bu girişimine uluslararası arenada fazla destek bulamamıştır. Danilo’nun ölümü üzerine yerine geçen yeğeni Nikola da aynı amaç çerçevesinde hareket etmeye devam etmiş ve Bosna-Hersek isyanı ile başlayan sürece dâhil olmuştur[16]. Karadağ tarihinde yepyeni bir dönemi başlatacak olan Nikola, 1861 yılında Hersekli Hıristiyanları bu defa Avusturya’nın desteği ile isyana teşvik etmiştir[17]. İsyan, Temmuz 1862’de Osmanlı ordusunun isyancıları bozguna uğratmasından sonra imzalanan İşkodra Anlaşması ile bitmiş ve 12 yıl süren sükûnet dönemi başlamıştır[18].
Nihayetinde 1875’de yeniden başlayan Hersek isyanı[19] Karadağlılara Osmanlı Devleti’ne karşı harekete geçmek üzere aradıkları fırsatı fazlasıyla vermiştir[20]. İsyanın suni bir şekilde uluslararası boyut kazanması, bağımsızlık arzusunda bulunan Sırbistan ve Karadağ’ı bir hayli cesaretlendirmiş,[21] önce Sırbistan, bir gün sonra 2 Temmuz 1876’da Karadağ, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir[22]. Nikola’nın amacı I. Kosova savaşının intikamını almak ve antik Sırp Krallığı’nı yeniden ihya etmekti[23]. Bu arada Rusya ve Avusturya 8 Temmuz’da Reichstadt Anlaşması ile Osmanlı Devleti’nin yenileceğini düşünerek savaş sonunda Bosna Hersek’in Avusturya, Karadağ ve Sırbistan arasında paylaşılmasına karar vermişlerdi[24]. Ne var ki bu plan, Osmanlı Devleti’nin Sırpları kısa sürede yenmesi ile alt üst olmuştu[25].
Öte taraftan II. Abdülhamid’in 31 Ağustos 1876’da tahta geçtiği sırada Karadağ’a karşı Ahmet Muhtar Paşa komutasında başlayan askeri harekât başarısızlıkla sonuçlanmıştı[26]. Rusya’nın çok fazla işe karışmasını istemeyen Batılı Devletler, İstanbul’da bir konferans düzenlemeye karar vererek durumu müzakere etmişlerdi[27]. Tersane Konferansı olarak bilinen bu toplantının başladığı gün Osmanlı Devleti, 23 Aralık 1876’da Meşrutiyet’i ilan ederek batılı devletlerin kendi iç işlerine karışmasını engellenmeyi amaçlamış ise de başarılı olamamıştı[28]. Konferans sonunda alınan kararlara göre, Karadağ’a Hersek tarafından Piva, Garan, Kolaşin, Nikşik, Banyan, Drobniak; İşkodra tarafından ise Koçi, Drakalobiçi, Kranya ve Ziyavna nehrinden Drina nehrine kadar Vasovik kazası içinde bulunan arazi, Moraça nehrinin sağ kıyısından Mali ve Libredo ile İşboz ve Jabjak nahiyeleri bırakılıyordu[29]. Sırpların aksine, Osmanlı ordusu karşısında başarılı olmuş Karadağ’ın, kendine olan bu özgüvenle Osmanlı Devleti’nden yeni isteklerde bulunması tabiiydi. Fakat Meclis-i Mebusan büyük tartışmaların yaşandığı oturumun sonucunda Karadağ’ın isteklerini reddetmiştir[30]. Bu arada Tersane Konferansı’nda alınan kararların biraz yumuşatılmış şekli olan Londra Protokolünü batılı devletlere kabul ettiren Rusya, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir Karadağ’a, istediği yerlerin verilmesini öneriyordu. Bu protokol de Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan tarafından kabul görmeyince Rusya, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmişti[31]. Osmanlı Devleti için tam bir trajediye dönüşen Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarında büyük kayıplar vermesiyle sonuçlanmıştı[32].
Savaşın sonucunda imzalanan Ayastefanos Antlaşması’yla[33] Karadağ’ın bağımsızlığı kabul edilirken, topraklarının üç katına çıkarılmasına da rıza gösterilmişti[34]. Osmanlı Devleti’nin altına imza attığı en ağır antlaşmaya göre, Gusinye, Kolaşin, Plava gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu yerler başta olmak üzere İşboz, Jabyak, Nikşik, Bar, Gaçka, Podgoriça, Bohor ve Rogova, Karadağ’a bırakılıyordu[35]. Her şeyden önemlisi Karadağ’ın artık bağımsız bir devlet olduğu kabul ediliyordu. Ardından imzalanan Berlin Antlaşması’nda[36] durum biraz hafifletilmiş, ancak yine de Karadağ’ın savaşla alamadığı yerler olan Ragova, Podgoriça, İşboz, Jabyak, Nikşik, Gaçka, Bohor, Peklin, Berana, Denpoşe Karadağ’a verilmiş,[37] bağımsızlığın kabulünde ise bir değişiklik olmamıştı[38]. Antlaşmanın 29-33. maddeleri arası Karadağ’la ilgili hükümleri içeriyordu. Özellikle 30. madde Müslümanların malları ve mülkleri ile alakalıydı[39].
Bağımsızlıktan Sonraki Gelişmeler
Bölgede Ayastefanos Antlaşması ve gerekse Berlin Antlaşması’nın en sorunlu yerleri Plava, Gusinye gibi yerler idi. Çünkü bölgenin Müslüman halkı Karadağ hâkimiyetine girmek istemiyordu ve işgali önlemek için vakit kaybetmeksizin teşkilatlanarak silahlı mücadele kararı almışlardı. Osmanlı Devleti’nin antlaşmanın uygulanması yönünde gönderdiği nasihatçileri dahi dinlememişler, üzerlerine gelen Karadağ kuvvetlerini bozguna uğratmışlardı. Batılı devletler Osmanlı Devleti’ne antlaşmanın uygulanması yönünde baskı yapmaları bile halkın direnişine engel olamamıştı. Bunun üzerine Karadağ’a Gusinye ve Plava yerine, İtalyan büyükelçisi Kont Corti’nin teklifiyle hazırlanan Corti Uzlaşmasıyla (Corti Compromise) Tuz Kazası’nın Hot nahiyesi, Klemendi ve Gruda’nın verilmesi kararlaştırılmıştı. Bu defa da Hot, Ksatrat, İşkirek, Repol ve Gruda halkı topraklarının Karadağ’a verilmelerine tepki göstererek direneceklerini ilan etmişlerdi. Bu gelişmeler üzerine Batılı devletler İngiltere’nin öncülüğünde 16 Haziran 1880’de Berlin’de yeniden bir araya gelerek Gosine ve Plava’nın yerine Ülgün ve Bar’ın Karadağ’a terkini içeren “Granville Projesi”ni hazırlamışlardı. Ülgün Düzenlemesi (Dulcigno Arrengement) olarak tarihe geçen bu kararların Osmanlı Devleti’ne kabul ettirilmesi, bölgedeki Arnavutların direnişi nedeniyle bir hayli zor olmuştu[40]. Ülgün tamamen Arnavut ve büyük çoğunluğu Müslüman idi. Müslüman Hıristiyan fark etmeksizin Ülgün halkının topyekûn Karadağ hâkimiyetine karşı çıkması da çare olmamıştı. Başta Rusya olmak üzere batılı devletlerin Osmanlı Devleti nezdinde baskısı neticesinde, 23 Kasım 1880 İşkodra fevkalade Kumandanı Derviş Paşa, Ülgün’ü herhangi bir direniş olmaksızın güvenli bir şekilde boşaltmak için şehre girmişti. 25 Kasım 1880 akşamı Osmanlı Devleti murahhası Bedri Bey ile Karadağ Prensi’nin özel temsilcisi Nicolas Matanoviç arasında Kounina’da bir konvansiyon imzalanmıştı. Bu konvansiyonda konumuzla ilgili şu hususlar şunlardı[41]:
1. Karadağ hükümeti terkedilen yerlerdeki halkın can, mal ve onurlarını koruyacak, onların mallarına el koymayacaktır.
2. Devletin yada vakıflarının mallarının değerleri ile ilgili, ileride iki devlet arasında yapılacak bir sözleşmeyle karar verilecektir.
3. Karadağ Hükümeti devredilen yerlerde Osmanlı yetkilileri ve Mahkemeleri tarafından konulan kanunları geçerli kabul edecektir.
4. Karadağ hükümeti göç etmek isteyen halka yardımcı olacak ve onların transferini kolaylaştıracaktır.
5. Ülgün’de Osmanlı ordusuna ait silahlar ve savaş malzemelerinden tahliye günü götürülemeyenler, depolara koyulacak ve bir Osmanlı memuru gözetiminde bir bölük asker bu cephaneyi koruyacaktır. Ayrıca askerler Karadağlı bir memurla uyumlu olarak göçmenlerin ve mallarının sevki için görevlendirileceklerdir.
6. Eğer terkedilmiş ve kilitli evler tespit edilirse, sahibinin göç etmiş olma ihtimaline binaen o gelene kadar açılmayacak ve korunacaktır.
7. Resmi ve barışçıl tahliyesi Karadağ güçlerinin Kounia’dan Ülgün’e girmesinden itibaren, 30 saat içinde yapılacaktır.
Görüldüğü üzere konvansiyonda belirtilen maddeler, Berlin Antlaşması’nın hükümleri çerçevesinde hazırlanmıştı. 26 Kasım 1880’de Osmanlı ordusu, Ülgün’ü Abdülhamid’in “kan dökülmeksizin sükûnetle” boşaltılması yönündeki talimatıyla tahliye ederek, Karadağlılara terk etmiştir. Buradaki Arnavutların büyük çoğunluğu Kosova’ya göç etmek mecburiyetinde kalmıştır. Sınır meselesinde Osmanlı Devleti’nin Batılı devletlerin baskısına boyun eğerek Berlin Antlaşması’nı uygulamak zorunda kalması, Arnavutlar arasında bugüne kadar gelen rahatsızlığa sebep olmuştur.
Bu sonuç her şeyin hallolduğu anlamına gelmemelidir. Karadağlılar ile Arnavutlar arasında sınır çatışmaları hiç bitmemiştir[42]. Çatışmaların sebebi otlak ve kan davası gibi görünse de asıl mesele dağlık olan bölgede sınırlı olan tarım arazilerine hâkim olma mücadelesi ve Karadağ’ın stratejik noktaları ele geçirme isteği idi. Velika Köyü ve Skolar sorunları bunlara örnek gösterilebilir[43].
Göç: Karadağ’ın Yıldırma Politikası
Balkanların en büyük sorunlarından birini oluşturan göçün temelinde Rusya’nın Panslavist politikası yatmakta idi. Balkanları Müslümanlardan arındırmak ve Slav Ortodoks hâkimiyeti kurmak amacı taşıyan bu politika için Balkanlarda Sırbistan, Bulgaristan gibi müttefikleri hazırdı. Karadağ da bu politikanın en büyük savunucusu ve uygulayıcılarından birisi olarak ele geçirdiği topraklar üzerindeki Müslüman halkı zaten eskiden beri uyguladığı baskılarla göçe zorlamış ya da katletmiştir[44]. Şimdi sıra Berlin Antlaşması ile elde ettiği yerlere gelmişti. Halkın büyük kısmı Karadağ hâkimiyetini daha başında kabul etmeyerek, Kosova, Bosna, Hersek, Arnavutluk ve Sancak’a göç etmişti. Karadağlılar Berlin Antlaşması’ndan sonra özellikle Podgoriça’daki Müslümanları göçe zorlamışlardı. 1880 yılında iki gün içerisinde Podgoriça’dan 600 kişi göç etmek mecburiyetinde kalmıştır[45]. Zaten Podgoriça’nın nüfusu 6.600 idi. Bunun % 70’i Müslüman olup Karadağ hâkimiyetine geçtikten sonra Müslümanların % 66’sı göçe tabi tutulmuştur. Bar kasabası ise Podgoriça’dan farklı değildir. 5000 kişilik nüfusu, göçler sonucunda 1823’e kadar düşmüştü[46].
Ülgün halkına ise iki seçenek sunuldu. Ya Osmanlı tabiiyetini seçerek göç etmek ya da Karadağ tabiiyetini kabul ederek Ülgün’de kalmak. Yukarıda da açıkladığımız gibi göç edeceklere Osmanlı askeri yardım edecekti. Fakat Ülgün halkı her iki seçeneği reddederek ayaklansa da, bölgenin Karadağ’a tesliminin önüne geçemedi. Bu gelişmeler Karadağlıların Müslüman halk üzerindeki baskısının artmasına sebep oldu. Berlin Antlaşması gereği Karadağlılar kendilerine verilen, Tara Nehri’nin güneyinde yer alan Pihke ve Pola nahiyelerini kuşatmışlardı. Muhasarada bazı çocuklar nehrin öbür tarafına, Osmanlı toprağında olan akrabalarına gitmek üzere nehre atlamışlardı. Bu esnada Karadağ askerlerinin ateş açmaları sonucu beş kişi ölmüştü. Bununla kalınmamış, cenazelerini almaya gelen 30-40 kişilik guruba da ateş açılmıştı. Daha bu olayın ateşi soğumadan Karadağlılar Pihke yakınlarındaki bir köyü basarak, köy halkını Karadağ hâkimiyetini kabule zorlamışlardı. Bunu Pola ve Birlovik köyleri izledi. Karadağ askerleri, Pola katliamından 15 gün sonra Podihka ve Kolaşin kasabaları arasında bulunan İstisari köyüne geldiler. Hâlbuki burasının Karadağ hâkimiyetini kabul etmiş olması, amacın sadece Müslümanları bölgeden kovarak arazilerine el koymak olduğunu düşündürüyordu. Karadağlılar, halkı göçe zorlamak için sadece askerî harekâtta bulunmuyor, Berana’da olduğu gibi Hıristiyan halka silah dağıtarak Müslümanlara saldırmaları yönünde onları teşvik ettikleri söyleniyordu. Göçün en önemli nedenlerin biri de Müslümanların vaftiz edileceklerine ve kalpak giyeceklerine dair yayılan dedikoduydu. Ayrıca Karadağ Hükümeti’nin Müslümanları askere alacağını ilan etmesi, göçün bir başka sebebini oluşturmaktadır. Müslümanlar Hıristiyan üniforması giyerek orduda yer almak istemiyorlardı[47].
Karadağ’dan göç etmek zorunda kalan göçmenlerin en çok iskân edildikleri yerlerin başında Kosova vilayeti gelmekte idi. Daha sonra İşkodra, Manastır, Yanya ve Edirne gibi yerler gelmekteydi. Sayısal olarak göçmenlerin tamamını bilmek mümkün olmasa da 1905 yılına kadar Üsküp Sancağı’na 14.000 muhacirin geldiği tahmin edilmektedir[48]. 1878 yılında Sırbistan ve Karadağ başta olmak üzere Balkanların çeşitli bölgelerinden Kosova vilayetine gelen göçmenlerin sayısı 26.000’e ulaşmıştı. Bunların büyük çoğunluğu Üsküp Sancağına yerleştirilmişlerdir[49].
Göçmenlerin Geride Kalan Malları
Göç birçok sorunu beraberinde getiren bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Göçmenlerin yaşam mücadelesi bu sorunların en başında gelmektedir. Diğer bir sorun da yaşam şartları açısından ehemmiyete sahip olan göçmenlerin geride bırakmak zorunda kaldıkları mallarıdır. Çünkü göçmenler yaşamak, kendi yaşam biçimleri ve tercihleri doğrultusunda yaşayabilmek için her şeylerini bırakmak mecburiyetinde kalmışlardı. Berlin Antlaşması dünyanın bu anlamda geldiği en önemli aşamalardan birisi olarak kabul edilmelidir. Çünkü Berlin Antlaşması ile göçmenlerin geride bıraktıkları malları hukuki olarak garanti altına alınmıştır. Antlaşmanın 30. maddesi Karadağ’a verilen arazilerden göç etmek zorunda kalanların geride bıraktıkları malları ile alakalıdır. Madde şu şekildedir:
“İslam ve saireden Karadağ‘a ilhak olunan arazi dâhilinde emlaki bulunup da Prenslik haricinde yerleşmek isteyenler, mülklerini iltizama vererek veya başkaları vasıtasıyla idare ettirerek muhafaza edebileceklerdir. Kimsenin emlaki kanunen kamu yararı için olmadıkça ve kıymeti önceden ödenmedikçe alınamayacaktır. Osmanlı ve Karadağlı üyelerden oluşan bir komisyon devlete ait emlakin ve vakıfların Bab-ı Ali hesabına olarak devredilmesi ve kullanılmasına dair işleri ve onlarda halkın ilişiği bulunursa bu gibi meseleleri üç sene zarfında halledecektir. Buna göre göçmenlerin arazileri ve emlaklerinin hakları bakidir”[50].
Bu arazilerin kimlere ait olduğu tapu ile ispat edilebilecek durumdaydı. Bu nedenle göçmenler Karadağ’da kalan arazilerini iltizama verebilecekleri gibi güvendikleri birilerine bırakabilecekler ve bu suretle idare edebileceklerdi. Kamu menfaati olmadıkça ve emlakin bedeli önceden belirlenmedikçe kimsenin emlaki satılamayacaktı. Yani göçmenler emlakini ne şekilde tasarruf etmek isterlerse o şekilde tasarruf edecek, onların istekleri dışında bir hareket söz konusu olmayacaktı. Berlin Antlaşması’na konulan bu madde, dünya tarihinde süregelen insan hakları bakımından önemli bir ölçüt olarak kabul edilmelidir.
Zira muhacirlerin geride bırakmak zorunda kaldıkları malların mülkiyetlerinin korunmasına yönelik bu derece kesin ifadelerin yer alması yeni karşılan bir durumdur. Bu durumu uluslararası hukukta azınlık hakları bağlamında değerlendirmek yerinde olacaktır. Çünkü bu hakkın kaynağını 1648 Vestfalya Antlaşması’na konulan dinsel hizipleri yöneticilerin ülkeden çıkarmasına, yani sürgüne göndermesine izin verirken onların mal edinme haklarına dokunamayacaklarına dair hükme dayandırmak gerektirmektedir[51]. Bu, Nantes Fermanı’ndan sonra atılmış en önemli adım idi[52]. Bundan sonraki uluslararası alanda azınlık hakları ve yurttaşlık hakları bakımından dikkate değer gelişme 1815 Viyana Kongresi’nde meydana gelmiştir[53]. Nitekim Viyana Kongresi’nden sonra uluslararası antlaşmaların en önemli bölümünü azınlık hakları oluşturmaya başlamıştır. Berlin Antlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanacak olan Berlin Kongresi’nde azınlık hakları uzun uzun tartışılmış ve Kongre, egemen devletleri bağlayıcı kararların alınması ile sonuçlanmıştır. Antlaşmanın Sırbistan, Karadağ, Romanya ve Bulgaristan’a bağımsızlık verilmesine ilişkin maddelerinde yönetimleri altında bulunan azınlıklara dini ayrımcılık yapılmaması yönünde egemen devletlere sorumluluk yüklenmiştir[54]. Böylece uluslararası hukuk, azınlıkların dini özgürlüklerinin kabul edilmesinin yanı sıra, temel vatandaşlık haklarından biri olan mal ve mülkleri üzerindeki tasarruf hakkını da garanti altına almıştır. Berlin Antlaşması hükümleri ile göç etmek zorunda kalan azınlıkların malları da garanti altına alınarak, egemen devletin göç eden azınlıkların mallarına el koymasının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bütün bu düzenlemeler ileride Milletler Cemiyeti’nin temel felsefesini oluşturacaktır.
Fakat pratik her zaman teori ile aynı paralelde gitmemiş, Berlin Antlaşması’nda olduğu gibi birçok problemi beraberinde getirmiştir. Çünkü Bulgaristan ve Sırbistan’da olduğu gibi Karadağ Hükümeti de Berlin Antlaşması’nın göçmenlerin malları ile ilgili hükümlerini uygulamak için hiç de hevesli olmamıştır. Pallairet’in de üzerinde durduğu gibi Karadağ Hükümeti Bar, Ülgün, Podgoriça ve Nikşik’te Müslümanların boşalttığı arazileri, askerlerine ödül olarak dağıtmıştır[55]. Hatta çoğu göçmenin arazilerine Podgoriça’da olduğu gibi düşük bir bedel belirlenerek el konulmaya çalışılmıştır. Müslümanlar buna karşı çıkınca, 1881 yılında Müslümanların Podgoriça’daki emlakinin değer tespitinin yapılması amacıyla bir komisyon kurulmuştur. Komisyon, 1882 yılında çalışmasını tamamladığında Podgoriça’daki Müslümanların mallarının değerini 50 bin lira olarak tespit etmiştir. Karadağ Hükümeti’nin bu meblağı dört eşit taksitte ödemesine karar verilmiştir. Bu bile kısa süre sonra büyük bir sorun haline gelmiş, Podgoriça başta olmak üzere[56] birçok yerde taşınmaz mallara şu ve ya bu şekilde hile ile el konulmaya başlanmış, bedelleri ödenmemiştir[57].
Bar ve Ülgün muhacirlerinin malları aynen Podgoriça’da olduğu gibi Karadağlılar tarafından Berlin Antlaşması’ndan hemen sonra paylaşılmaya başlanmıştır. Osmanlı Devleti duruma sessiz kalmamış, Sadrazam Safvet Paşa kanalıyla Prens Nikola’ya telgraf çekmek suretiyle Berlin Antlaşması’nın hükümlerinin uygulanmasını talep etmiştir[58]. Çünkü yukarıda belirttiğimiz üzere Berlin Antlaşması’nda göçmenlerin malları garanti altına alınmıştır. Anlaşma hükümlerinin tam tersine Karadağ Hükümeti, Ülgün’den göç etmek mecburiyetinde kalan Müslümanların mallarını bir ay içinde satmaları gerektiğini bildirmiştir. Aksi durum vaki olduğunda ise Karadağ Hükümeti’nin söz konusu malları satacağı ilan edilmiştir. Buradaki en büyük sorun muhacirlerin mallarının, çok ucuz fiyata satılmasıdır. Özellikle Karadağlılara borcu olan muhacirlerin malları, haraç mezat değerinin çok altında bir fiyata satılmak isteniyordu[59]. Borçlulara Karadağ mahkemeleri çağrıda bulunmuş ve borçlarını iki ay içinde ödemeleri, ödemedikleri takdirde mallarının satılacağını duyurmuştur. Mahkeme, Müslümanları haklı bulduğu halde Karadağ hükümeti malların bedelini ödemeyi geciktirmektedir. Tarafların birbirlerine olan borçlarının toplam yekûnu bir milyon flori tahmin edilmektedir[60]. Muhacirlerin mahkemenin davetine icabet edemeyecekleri ortada idi. Karadağ Hükümeti bu defa, aralarında bir Osmanlı memurunun da bulunduğu komisyon oluşturarak[61] malları satma işine girişti. Bunun üzerine Muhacirler, Osmanlı Devleti’nden duruma müdahil olması için başvuruda bulundular[62].
Dörtleme Hâsılatı Bedelleri
Tabii ki göçmenler arasında el konulamayan, borçları karşılığında haraç mezat satılamayan arazilerin gelirlerini, tapuları olduğu için almak durumunda kalan göçmenlerin sorunları da bir türlü bitmek bilmiyordu. İşte Karadağ ile Osmanlı Devleti arasında uzun yazışmalara neden olan arazi ve bu arazilerin gelirlerinin tespiti ve tahsili meselesi böylece gündeme geldi. Nihayet 1894 yılında Osmanlı Devleti ile Karadağ Devleti arasında yapılan görüşmeler sonunda, soruna bir çözüm yolu bulunmuştu: Dörtleme Hâsılatı. Aslında bu terimin, 1912 yılında Meclis-i Mebusan’da yapılan görüşmelerde dahi, mebusların tavrına bakılırsa ne olduğu tam olarak bilinmiyordu. Bazı belgelerde dörtleme denilen intifaiyye (menfeat) hisseleri[63] şeklinde açıklanan bu terimin yöresel bir kullanım olduğu düşünülüyordu. Gelibolu Mebusu Hüseyin Ulvi Efendi’nin, Rumi 1328 senesi divan-ı muhasebat riyaseti bütçesi görüşmelerinde, dörtleme hâsılatı olarak geçen tabiri merak ederek “Burada bir «dörtleme» tabiri var; bu «dörtleme» tabirinden bir şey anlayamadık. Bunu izah buyursunlar” diyerek, istekte bulunması[64], terimin açıklamaya muhtaç olduğunun en açık deliliydi.
Müslümanların Karadağ’da kalan arazilerinin gelirleri çok eskiden beri Balkanlarda uygulanan bu sistem ile çözülmeye çalışıldı. Dörtleme hâsılatı sistemi toprağın verimine göre eskiden senyöre köylünün verdiği vergi miktarıydı. Bosna’da bu sistem, toprağın daha verimli olmasından dolayı üçleme adıyla bilinmektedir. Muhasebe-i Umûmiyye Müdürü Berberyan Efendi, 1912 yılında Hüseyin Ulvi Efendi’nin sorusu üzerine, dörtlemeyi şu şekilde tarif etmiştir. “Bu dörtleme, yedileme, sekizleme bir tabir-i mahsustur. Teamül-ü mahalliyyeye mahsus bir tabirdir. Bazı yerlerde arazi ziraat ediliyor. Ziraat edenler, arazinin sahibi değil fakat her zaman onlar ziraat ediyorlar. Arazi sahipleriyle temâülen bir mukaveleye merbut hâsılatının, mesela dörtte birini sahib-i arza veriyorlar. Veyahut yedide birini sahib-i arza veriyorlar. İşte bu mahrece göre, taksimin mahrecine göre ‘dörtleme’ yahut ‘yedileme’, ‘sekizleme’ tabirleri cari. Bu dörtleme de buradan geliyor” [65]. Hatta bazı bölgelerde yarıcılık ve beşleme diye adlandırıldığı da söylenmektedir. Kısaca dörtleme hâsılatı sistemi denilen sistemde arazilerden elde edilen ürünün gelirinin dörtte birini Karadağ Devleti topladıktan sonra Osmanlı Devleti’ne verecek, devlet de bu parayı arazi sahibi göçmenlere ulaştıracaktı. Böylece göçmenler Karadağ’da kalan arazilerinin gelirlerinden yararlanabileceklerdi.
Bu tabirin 1912 yılında Osmanlı Devleti’nin resmi bütçesinde yer almasına Gelibolu Mebusu Hüseyin Ulvi Efendi karşı çıkmış, “Devletin resmî bütçesinde bu tabir konulmamalıdır. Çünkü bu tabiri kimse anlamıyor” şeklindeki beyanı üzerine, Berberyan Efendi, “teâmül-ü mahalliye göre, cari olan bir tabirdir, biz de bunu muhafaza ettik”[66] şeklinde bir cevap vermiştir.
Yine Berberyan Efendi’nin ifadelerine göre, Karadağ sınırında böyle birtakım arazi vardır. Bu arazinin bir kısmı Karadağ hududunda, o araziyi ziraat edenler ise beri tarafta kalmıştır. Arazilerini ziraat edemediklerinden dolayı, ziraatlarından mahrum olan bazı ahaliye tazminat gibi bir şey vermenin gerekliliği ortaya çıkmıştır. Fakat Karadağ Hükümeti’yle bu konuda ihtilafa düşülmüştür[67]. Arazilerin gelirleri ile ilgili Berlin Antlaşması gereği bir mukavele yapılmasına rağmen, Karadağ Hükümeti yükümlülüklerini yerine getirmemiş, birkaç yüzbin florinlik masraf yapmasını gerekçe göstererek ödemesi lazım gelen miktarı ödememiştir. Osmanlı Devleti ise durumu kabullenmiş, 1888 senesi dörtleme bedelini Karadağ’ın yaptığını iddia ettiği bu harcamalara mukabil tutarak, bundan sonra düzenli ödeme yapılmasını teklif etmiştir. Bir karışıklık çıkmaması için de iki tarafın memurlarından oluşan bir komisyon Berane’de toplanarak arazilerin değer tespitine girişmişlerdir. İlk etapta hak sahiplerinin komisyona sunduğu defterlerde talep edilen miktar çok abartılı bulunup uzlaşmaya varılamayınca, komisyon üyeleri sahaya inerek söz konusu arazilerde incelemelerde bulunma kararı almışlardır[68]. Berane Kaymakamı Mehmed Bey ile Karadağ Hükümeti’nden tayin edilen bir memurdan müteşekkil bu “Dörtleme Komisyonu” 1893 ve 1895 yılında Gusinye, Plava, Kolaşin ve Polye ahalisinin, Karadağ ahalisinden alacakları olan dörtleme hâsılatının miktarının ne olacağını belirlemek için, Berane’de tekrar bir araya gelmiştir[69].
Sonuçta komisyondan Gusinye ve Plava’da dörtleme hakkına sahip olan ahaliye 40 bin kuruş, Kolaşin ve Polye Kazaları’ndaki hak sahiplerine ise 70 bin kuruş verilmesi kararı çıkmıştır. Gusinye ve Plava kazalarına ait 40 bin kuruşun 28 bin kuruşu ile Kolaşin ve Polye kazalarına ait 70 bin kuruşun 32 bin kuruşu Karadağ Hükümeti tarafından verilecekti. Bu bedelin bir müddet verildiğini, sonra verilmez olduğunu belirten Berberyan Efendi, ahalinin bu konuda çeşitli şikâyetlerde bulunduğunu ifade etmişti. Bu konuda birçok yazışmalar yapılmış, nihayet 1315 h. senesinde 40 bin kuruşun Karadağ tarafından verilmesi kararına varılmıştı. 28 bin kuruşu ise Hükümet-i Seniyyece kabul edilmiş ve Kosova Vilayeti’nin masraf hanesine kaydedilmişti[70]. Bu arada 1904’te dörtleme bedellerinin tesviyesi işi Kosova Defterdarlığına ve İpek Muhasebeciliğine verilmişti[71].
Bu para oldukça önemliydi ve Karadağ’ın bunu ödeyemediği ya da ödemediği durumlar, halk arasında ciddi bir infiale sebep olmaktaydı. Çünkü yerini yurdunu zorla bırakmak ve başka bir yere göç etmek zorunda kalan ahalinin başlıca geliri, dörtleme hâsılatından elde ettikleri bu paraydı. Gelirin aksaması onların maişetlerinin olmaması anlamına geldiğinden, hak sahiplerinin zor duruma düşmeleri işten bile değildi. Bu tür aksamalar artınca özellikle Gusinye ve Plavalılar paralarının bir an önce ödenmesi amacıyla devlete çağrıda bulunmuşlardı. Sıkıntı 1890’lara kadar devam edince halk, Gusinye, Plava, Yakavo ve İpek masörlerinin desteğini de alarak Karadağ’a saldırı planları bile yapmıştı. Bu meseleyle II. Abdülhamid’in üzerinde hassasiyetle durduğu iyi ilişkilerin sekteye uğraması an meselesi haline gelmişti. Bunun üzerine Abdülhamid, Bab-ı Ali’den Karadağ’a gerekli tebligatları yapmasını, iyi ilişkilere zarar verilmemesi yönünde çok hassas davranılmasını istemişti. Ona göre, güzellikle istenilen bu para alınamazsa, halk nezdinde sorumlu Karadağ değil, Bab-ı Ali olacaktı. Bu nedenle hak sahiplerinin mağduriyetini gidermek için Osmanlı Devleti Temmuz 1891’de Meclis-i Vükela mazbatası hazırlanarak dörtleme hâsılatı bedelinin ödenmesi yönünde karar verdi[72]. Fakat 1895’e gelindiğinde hâlâ sorunun devam etmekte olduğu görülüyordu. Karadağ’ın ödemek zorunda olduğu meblağ 180 bin kuruşa ulaşmıştı. Bu meblağın 110 bin kuruşu Gusinye, kalan 70 bin kuruşun ise Plava göçmenlerine ait olduğu tespit edildi. Gusinyeliler bu meblağın ancak 18 bin kuruşunu alabilmişlerdi. Plavalıların ise sadece 32 bin kuruşu ödenmişti. Osmanlı Devlet’i her zamanki gibi devreye girmek durumunda kalmıştır[73].
Ödemelerin gecikmesi şikâyetleri de beraberinde getirmişti. 25 Şubat 1899 tarihli bir belgede Plavalı Mehmed refikaları Elmas, Aydın ve Ramazan’ın birkaç yıl Gusinye’de bulunan arazileri için dörtleme hâsılatından yıllık 22 bin kuruş almaları gerekirken, dört beş yıldan beri bu meblağı alamadıklarını, bundan dolayı da zor durumda kaldıklarını telgrafla hükümete bildirdikleri yer alır[74]. 1899’da ödemelerdeki gecikmeler tekrar ettiğinden Osmanlı Devlet’i halkın başvurusu üzerine mağduriyeti gidermek ve yukarıda belirtildiği gibi halkın maişetini sağlamak amacına yönelik olarak, dörtleme hâsılatı bedelinin hazineden ödenmesi için karar aldı. Ödenmesi gereken miktar genellikle Kosova vilayeti malından ödenmeye başlandı[75].
Hak sahiplerinin mağduriyetleri her sene giderek artırıyordu. Mayıs 1905’de Gusinye, Plava, Kolaşin ve Polye halkı İstanbul’a gönderdikleri bir telgrafla H.1320/M.1902-1903 yılı dörtleme hâsılatı bedeli olarak Karadağ hükümetinin ödemesi gereken 60 bin kuruştan Gusinye ve Plava halkı için sadece 22 bin kuruşu gönderdiğini ifade etmişlerdi. Hatta Polye ve Kolaşinlilerin hissesine düşen 38 bin kuruşun ödemesi ise hiç yapılmamıştı. Osmanlı Devlet’i, bu defa 15 Eylül 1904 tarihli buyruldu ile bu meblağın Kolaşin ve Polye halkına Kosova vilayeti emvalinden ödenmesini sağladı[76].
Diğer taraftan Karadağ Devleti ile Osmanlı Devleti arasında dörtleme hâsılatı ödemelerindeki aksamalar ve çıkan sorunlar nedeniyle düzensiz aralıklarla görüşmeler devam ediyordu. Sonunda yeni bir anlaşmaya varılarak dörtleme hâsılatında kimin ne kadar ödeyeceği revize edildi. 18 Haziran 1905 tarihli bu mutabakata göre göçmenlerin geride kalan mallarının sistem dâhilinde senelik bedeli 100 bin kuruş olarak belirlendi. Bunun 40 bin kuruşunun Osmanlı Devleti tarafından, geri kalan 60 bin kuruşunun ise Karadağ Devleti tarafından ödenmesi esasını her iki taraf kabul etti. Belgelerin çoğunda 60 bin kuruşun ödenmesinde de ciddi sorunlar yaşandığını görmekteyiz. Daha sonra Osmanlı Devleti’nin ödemesi gereken meblağ 50 bin kuruşa çıkmıştır[77].
Bir yıl sonra ise yine 1905 senesi dörtleme hâsılatına binaen Karadağ idaresinde kalan arazi ve emlakin bedeli olarak 40 bin kuruşun ödenmediğine dair Gusinye halkının imzasıyla hükümete yeniden telgraf gönderilmiştir. Merkeze gönderilen bu telgraf sonucunda devlet, Bank-ı Osmaniye’ye aktarılan para ile böyle bir paranın tahsisatının karşılığı olmadığı belirtilmiş ve paranın ne suretle ödeneceğine dair çözüm bulunmaya çalışılmıştır. Kosova Defterdarlığı’na gönderilen tahriratta taksitli ve peşin ödeme seçenekleri üzerinde durulmuş, borcun taksitle ödenmesi gerekiyorsa işlemiş taksitlerinin; bir defada ödenmesi gerekiyorsa tamamının ödenmesi konusunda talimat verilmişti. Ayrıca geçen senelerde olduğu gibi bu bedelin Bank-ı Osmani’den karşılanması için emir gönderilmişti. Halkın, dörtleme hâsılatını alamamanın kendilerini zor duruma düşürdüğüne dair imza toplayarak başvuruda bulunması üzerine yine devreye giren Abdülhamid, yayınladığı iradeyle 40 bin kuruş gönderilmesini uygun görmüştü[78].
Karadağ dörtleme hâsılatına dair borçlarını hiç ödemiyor değildi. Karadağ Hükümeti örneğin 1894 ve 1895 yıllarına ait dörtleme hasılatı olarak 11 bin florin ve 83.5 Osmanlı lirasının Mart 1896’da Kosova vilayetine göndermişti. Fakat buna rağmen Karadağ Hükümeti’nin 70 bin kuruş daha ödemesi gerekmekteydi. Bu eksiği de Osmanlı Devleti kapatmış ve 1905/1906 senesi bütçesine dâhil edilen 50 bin liradan ödenmesi için Padişah tarafından emir gönderilmiştir[79].
Dörtleme hâsılatı bedeline dair çıkan sorunlar üzerine kaleme alınan bir belgede Müslümanların Karadağ’da kalan arazilerine ait sorunların, Karadağ Hükümeti ile Osmanlı Devleti arasında çözüme kavuşturulduğu ve Karadağ Devleti’nin ödemekle yükümlü olduğu meblağın 60 bin kuruş olarak tespit edildiği açıkça ifade edilmektedir[80]. Fakat çözüm yine kâğıt üzerinde kalmış, sorunlar devam etmiştir. Bu tarihten sonraki sorunlar Karadağ Devleti’nin belirtilen meblağı ya hiç ödeyememesi ya da eksik ödeme yapması ile alakalıydı. Karadağ’ın, Kolaşin ve Polya ahalisi için ödemesi gereken 32 bin kuruş da bir müddet verilmiş ama bir süre sonra verilmemeye başlanmıştır. Mağdur olan halkın H/1326 senesine kadar pek çok şikâyetde bulunduğunu söyleyen Berberyan Efendi, “hatta ora ahalisinden bazıları, ‘bizim paramız ne olacak?’ diye buraya kadar gelmişler müracaatta bulunmuşlar” sözleriyle durumun hassasiyetine vurgu yapmıştı[81].
Kaldı ki sorun sadece, muhacirlerin hakkını vermeyen Karadağ’da bitmiyordu. Osmanlı Devleti’nin de taahhüt edilen parayı vermediği zamanlar oluyordu. Zira Temmuz 1904’de iki muhacir, Kolaşin-i Bâlâ ve Polye muhacirleri gönderdikleri bir arzuhalde Karadağ’ın ödemesi gereken bu bedeli on bir seneden beri alamadıklarından dert yanıyorlardı[82]. Aradan altı yıl geçtikten sonra 1910 yılı Mayıs ayında, yine Kolaşin muhacirleri, dörtleme hâsılatı olarak Karadağ Hükümeti’nce her sene itası taahhüt edilen meblağın on yedi seneden beri ödenmediği ve Osmanlı Devleti’nin dahi kendilerine vermeyi kararlaştırdığı meblağı senelerdir vermediği yönünde şikâyette bulunmuşlardı[83]. Buradan anlıyoruz ki altı yılda arzuhallerdeki on bir senenin on yedi sene olmasının haricinde hiçbir şey değişmemiş, verilen sözler tutulmamıştı.
Bir de Bosna ve Hersek’e göç etmek zorunda kalan Nikşik muhacirlerinin emlak bedelleri vardı ki o da dörtleme hâsılatına dâhildi. Osmanlı tebaasından olup, emlak ve arazileri Nikşik’de kalanların, dörtleme hâsılatı Karadağ Devleti tarafından tesviye edilerek ödeniyordu. Fakat Avusturya’nın, II. Meşrutiyet’in ilanını bahane ederek 5 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i ilhak etmesi, Nikşik muhacirlerinin pozisyonunu değiştirmişti. Her ne kadar Bab-ı Ali’nin, Bosna-Hersek’in ilhak kararına tepkisi büyük olsa da destek bulamadığından barış yolunu seçmek zorunda kalmış ve 26 Şubat 1909’da yapılan bir antlaşma ile Bosna-Hersek’i, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na terk etmişti[84]. Bu hadise Karadağ’a Nikşik muhacirleri için tesviye ettiği dörtleme bedelini ödememek için önemli bir mazeret sunmuştu. Zira artık Nikşik muhacirleri, Osmanlı tebaası değildi. Karadağ, Nikşik muhacirlerinin dörtleme hâsılatı için ödemesi gereken o yılki miktarı, 1 Nisan 1909’da Çetine Sefaret-i Seniyyesi’ne teslim etmiş[85] ve bundan sonra ödememe kararı almıştır. Karadağ’ın, söz konusu ilhak tarihinden itibaren dörtleme hâsılatının tesviye olunmayacağı ve hukuk-ı tasarrufiyelerinin tanınmayacağı yönündeki kararı, Osmanlı hükümetini bir misilleme yapmaya itmişti. Çetine Sefareti’ne ilettiği bir yazıyla Osmanlı Devleti, Mokra çayırlarından dolayı Karadağ’a ödediği belli bir miktar parayı, Karadağ’ın kararına karşı aynı yolda mukabele edileceğini bildirerek, ödemekten vazgeçti[86]. Zor durumda kalan Nikşik muhacirleri, Karadağ’daki haklarının zayi olmaması için yeni çareler aramaya başlamışlardı. Dörtleme bedellerini alabilmek maksadıyla Avusturya’nın ilhak ettiği yerlerden kurtulup, Osmanlı toprağı olan Kosova vilayeti dâhilinde iskân edilmek isteyen tasarruf sahipleri, durumlarını Osmanlı yönetimine iletmiş ve devlet, yerleşim için boş arazi arayışlarına girişmişti[87].
Dörtleme hâsılatıyla ilgili sorunların 1912 yılına kadar sürdüğü anlaşılmaktadır. Nitekim Şubat 1912’de, 1899 yılından beri (yukarıda bahsedilmişti) parasını tahsil etmekte sıkıntı çeken Gusinye halkının bir kısmı ve Plavalı Mehmed sonunda alamadıkları dörtleme hâsılatı bedeline mukabil olmak üzere Gusinye’de Zeynel Bey çiftliğine el koymuşlardır. Uzun süren yazışmalar neticesinde Zeynel Bey çiftliğinin bir kısmının satılmasına karar verildikten başka, çiftliğin bir kısım arazisinin buraya yerleşenlere tahsis edilmesi yönünde karar verilmişti. Hatta bundan sonra dörtleme hâsılatının da şimdiye kadar biriken meblağın tahvil alınmak suretiyle sermayeye dönüştürülmesi esası kabul edilmişti[88]. Bu doğrultuda çiftliğin satın alınması için Dâhiliye Nezareti bütçesi artırılmış ilave tahsisat yapılmıştı[89].
Muhasebe-i Umûmiyye Müdürü Berberyan Efendi, 1912 yılında Meclis-i Mebusan görüşmelerinde yaptığı izahatta durumu çok güzel özetlemişti. Onunun ifadelerine göre vaktiyle 40 bin kuruşun 28 bin kuruşunu kabul eden Osmanlı Devleti, yine 32 bin kuruşu da ödemeyi kabul etmişti. Kısacası dörtleme bedeli olan 110 bin kuruşun tamamı Osmanlı Devleti tarafından verilir olmuştur. Fakat buna mukabil Osmanlı Devleti de Mokra Çayırı[90]* bedeli ile 1327 senesinin masraflar kısmına dâhil olup Karadağ Hükümetine verilen bir miktar parayı ve Nikşik muhacirlerine ödenen aynı meyanda bir parayı alıkoymuştu. Böylece Mokra Çayırı için verilen para ve Nikşik muhacirleri için ödenen para, Karadağ’ın ödemesi gereken dörtleme bedeline mukabil gelmişti. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin Karadağ için muhacirlere ödediği 110 bin kuruşluk dörtleme hâsılatı bedeli, 1327 (Rumi) senesinden beri bütçeye dâhil edilmişti[91].
Görüldüğü gibi Karadağlıların, dörtleme hâsılatına dair borçlarını zaman zaman ödeseler de, tamamen kapattıklarını söylemek çok güçtür. Abdülhamid’e göre fakir Karadağ halkının bu borçları ödeyebilmesine imkân yoktur[92]. Halkın alacağı hemen hemen hiçbir zaman tam olarak Karadağ hükümeti tarafından ödenmemiş ve Osmanlı Devleti halkının mağduriyetinin giderilmesi amacıyla kimi zaman ödemeyi kendisi yapmak mecburiyetinde kalmıştır[93].
Bütün bu sorunların çözümlenmesi kolay olmamıştır. Özellikle II. Abdülhamid, otlak meselesinde olduğu gibi bizzat devreye girerek halk üzerindeki etkisini kullanarak herhangi bir çatışmaya meydan vermemeye gayret etmiştir. Hatta Karadağ Prensi Nikola ile kurduğu dostluğu gündeme getirmek suretiyle sorunlara çözüm arayan Abdülhamid[94], bu tavrında kısmen başarılı olmuştur. Ancak bütün bu çabalara rağmen Müslümanların haklarının iadesi hususunda tam bir çözüm yolu bulunamamıştır.
Sonuç
1877-78 Osmanlı Rus Savaşından büyük bir yenilgiyle ayrılan Osmanlı Devleti, tarihinin en ağır antlaşmalarından birisi olan Berlin Antlaşmasını imza koyarak, Balkanların büyük bir kısmı başta olmak üzere Karadağ’ı da kaybetmişti. Karadağ’daki yaklaşık dört asırlık Osmanlı hâkimiyeti, Karadağ’ın bağımsızlığını kabul etmesi ve resmen tanımasıyla son bulmuştu. 19. Yüzyıl ilk çeyreğinden itibaren gerek Fransız ihtilalinin etkisi gerekse de Panslavizm akımının etkisiyle, kendisine verilen “imtiyaz hattı” dışına çıkarak Osmanlı topraklarını elde etme çabaları, bu anlaşmayla karşılık bulmuş, Müslüman nüfusun yoğun olduğu kimi bölgeler, Karadağ sınırlarına dâhil edilmişti. Podgoriça, Kolaşin, Polye, Nikşik, Gusinye, Plava ve Ülgün’den binlerce Müslüman göç etmek zorunda kalırken geride bıraktıkları mal ve mülklerin akıbeti Berlin Antlaşması ile güvence altına alınsa da, sorunlar sarmalına yeni bir halka olmuştur.
Muhacirlerin geride bıraktıkları araziler ve malların, anlaşma hükümlerine karşı haraç mezat satılması mağduriyet oluştururken, esas sorun arazilerini satmak istemeyen ya da satılmayanların, topraklarının kullanımı ve işlenmesinden elde edilecek gelirlerin hak sahiplerine ulaştırılmasında çıkmıştı. Bu problem “dörtleme hâsılatı” denilen bir sistemle çözülmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda iki memurlarından oluşturulan dörtleme komisyonunun çalışmaları ve aldığı kararların Karadağ’ın içinde bulunduğu mali durum ve bölge üzerindeki emelleri nedeniyle tam olarak uygulanamadığı da bir gerçektir.
Dörtleme hâsılatı bedelleri hiçbir zaman vaktinde ve tam olarak, çeşitli nedenler ve gerekçeler gösterilerek Karadağ hükümeti tarafından ödenmediğinden ya da ödenemediğinden, göçmenler zor durumda kalmaya devam etmişlerdir. Çoğu zaman muhacirlerin mağduriyetini gidermek için başta II. Abdülhamid olmak üzere Osmanlı Devleti girmiş, iyi ilişkilere halel gelmemesi için hak sahiplerine ödemeler yapmıştır. 1912 yılına gelindiğinde senelik 110 bin liralık dörtleme bedeli, Osmanlı bütçesindeki yerini almıştır.
Karadağ’ın diğer Balkan devletleri ile birlikte savaşa girmesi sorunun üstüne kül atılmasına neden olmuş ve ne göçmenler ne de Osmanlı Devleti Balkan savaşı gibi büyük bir gaileden dolayı olayın üzerine bir daha gidememiştir. Böylece Karadağ Devleti göç ettirmek zorunda bıraktığı Müslümanların mallarına el koyarak, kendi halkına vermiştir. Balkanlar sonraki yüzyılda birçok savaş görmüş, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve sonunda imparatorlukların sona ermesi sürecinde Osmanlı Devleti’nin ömrünün nihayete ermesi ile göçmenler hemen hemen bütün haklarını, yani geride kalan mallarını kaybetmek durumunda kalmışlardır. Kısaca Berlin Antlaşması’nda olduğu gibi yapılan antlaşmalar uygulamada istenilen sonuçları doğurmamıştır.
Bu tür sorunlar sadece Karadağ’dan göç eden Türkler ve Müslümanlar için geçerli olmamıştır. Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında göçe tabi olan herkes geride bıraktıkları malları kaybetmişlerdir. Tabii ki göç sırasında yaşanan acılar ve ölümler bu makalenin konusunu teşkil etmemektedir.