ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Ali Aktan

Anahtar Kelimeler: Memlûk, Haçlı, Avrupa, İslâm, Türkler, Anadolu, Bizans, Hıristiyan

Haçlı seferleri, papalığın teşvikiyle, Avrupalıların İslâm âlemine karşı birlikte düzenledikleri seferlerin genel adıdır. Dinî sebep başta olmak üzere siyasî ve İktisadî çeşitli sebeplerle yapılan bu seferlerin ilki 1097 yılında gerçekleştirilmiştir. Türklerin Anadolu'ya yerleşme ve kendilerine yeni bir vatan kurma mücadelesi devam ederken, Bizans İmparatoru Türklere karşı Avrupa'dan yardım istedi. Bu çağrı, papalığın teşvik ve propagandası sayesinde çok büyük ilgi gördü. Öyle ki, normal bir askerî yardımın boyutlarını aşan ve sayıları yüz binlerle ifade edilen, her milletten Hıristiyan'ın bulunduğu çok büyük bir ordu Anadolu'ya yöneldi. Yapılan savaşlar sonunda Sultan I. Kılıçarslan, devletinin başkenti olan İznik'i ve sahil bölgelerini Bizans'a terk etmek zorunda kaldı. Haçlılar, büyük kayıplar vermelerine rağmen Anadolu'ya geçmeye ve bilâhare Kudüs'te bir krallık, Antakya ve Urfa'da birer kontluk kurmaya muvaffak oldular. Türklerin Haçlılarla uğraşmasından yararlanan Ermeniler de, Toroslar'da Kilikya Ermeni krallığını tesis ettiler.

Urfa Haçlı Konduğu, İslâm diyarı içine bir kama gibi sokulmuş olup, hem Halep ile Musul'u hem de Anadolu ile Irak'ı birbirinden ayıran stratejik bir mevkide bulunuyordu. Onun bu özel konumu, kontluğun Müslümanlar tarafından kesin bir biçimde ortadan kaldırılmasını lüzumlu kılıyordu. Herhalde bu düşüncelerle harekete geçen İmâdeddin Zengî, 24 Aralık 1144'te Urfa'yı fethetti[1]. Urfa'nın düşmesi ve ayrıca diğer haçlı merkezlerinin de tehlike altına girmesi, Avrupa’da yeni bir haçlı seferini tahrik etti. Almanya İmparatoru III. Konrad ve Fransa Kralı VII. Lui haçlı ordularının başına geçtiler. Önden gelen Konrad'ın birlikleri, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Mesud tarafından âdeta imha edilircesine yok edildi. Bunu haber alan Lui, kıyı bölgelerini takip ederek, Türk toprakları dışından Antalya'ya güçlükle varabilmiş ve oradan da yalnız varlıklı olanlar, deniz yoluyla Suriye sahillerine gidebilmişlerdir.

Salâhaddin Eyyûbî'nin, 1187 Hıttîn Zaferi ile Kudüs'ü fethi üçüncü haçlı seferini başlattı. Bu sefer, Avrupa'nın çok sayıda kont, dük, baron ve krallarının katılmasıyla meşhurdur. Kara ve deniz yoluyla Filistin'e gelen Haçlılar Kudüs'ü alamadılar. Buna karşılık, iki yıl süren uzun bir kuşatmadan sonra, ancak Akka'yı geri alabildiler[2].

Dördüncü haçlı seferi, amacından saparak, umulmadık biçimde İstanbul'da noktalanmış (1204) ve burada, 1261 yılına kadar devam edecek olan bir Lâtin Devleti vücut bulmuştur.

Eyyûbîlere karşı Filistin cephesinde bir başarı kazanamayan Haçlılar, beşinci seferlerini Nil'in Akdeniz'e dökülen ana kolu üzerindeki Dimyat şehrine yaptılar (1218). Denizden ve karadan kuşatılan Dimyat, 9 ay direnmesine rağmen sonunda emanla teslim oldu. Haçlılar, buradan Kahire üzerine yürüdülerse de tam bir yenilgiye uğradılar ve Dimyat'ı geri vermek zorunda kaldılar.

1228'de, altıncı haçlı seferine zoraki olarak çıkan Alman İmparatoru II. Friedrich, daha ziyade diplomasi yolunu tercih etmiştir. Onun müzakere yoluyla Eyyûbîlerden aldığı Kudüs, 10 yıldan fazla bir süre Hıristiyanların elinde kalmıştır.

Yedinci haçlı seferi, Kudüs'ü tekrar geri alan, Gazze'de Lâtin ordusunu yenen ve kutsal yerlerin denetimini ele geçiren Mısır Eyyûbîleri üzerine yapıldı. Seferi gerçekleştiren Fransa Kralı IX.Lui, kendisini dine adamış samimî bir Hıristiyan olduğu için, haçlı zihniyetine sıkı sıkıya bağlıydı. O, 5 Haziran 1249'da Dimyat yakınlarında karaya asker çıkardı. Bu sırada hasta olan Sultan es-Salih Necmeddin Eyyûb, düşmana karşı koyma vazifesini komutanlarından Fahreddin'e havale etmişti. Fakat o, kralın karaya çıkmasına engel olamadığı gibi Dimyat'ı da savunmasız bırakarak geri çekildi. Askerlerin Dimyat'tan ayrıldığını gören halk da şehri terk etti. Halbuki aynı Dimyat, beşinci haçlı seferinde asker ve yiyecek bakımından şimdikinden daha zayıf olmasına rağmen düşmana uzun süre dayanabilmiş. Bir gün sonra şehri boşaltılmış gören kral, önce bunun bir tuzak olduğunu sandı. Fakat işin gerçek olduğu anlaşılınca, Haçlılar savaşmaksızın Dimyat'ı ele geçirdiler. Sultan buna çok içerledi ve başta Fahreddin olmak üzere Dimyat’ın düşmesinde ihmali görülen askerlere ağır sözler söyledi. Sultanın kendilerine kötülük yapacağından çekinen Memlûkler, öldürmek suretiyle ondan kurtulmak istediler. Fakat Fahreddin, sultanın hastalığının ölümcül olduğunu söyleyerek onlara biraz sabırlı olmalarını tavsiye etti[3]. Nitekim çok geçmeden sultanın hayatı, el-Mansûre Kalesi'nde, eceliyle ve fakat üzüntü içerisinde sona erdi (23 Kasım 1249).

Sultan, Hısn-ı Keyfâ'da bulunan oğlu Turanşah'ı veliaht bırakmış ve bu konuda ileri gelen emirlerden de söz almıştı[4]. Sultan öldüğünde, dirayetli bir kadın olan eşi Şecerü'd-dürr, bir yandan onun ölümünü gizlerken bir yandan da Turanşah'a haber gönderdi. Buna rağmen Haçlılar, es-Salih Necmeddin'in öldüğünü anladılar ve güneye doğru hızla inerek el-Mansûre karşısında karargâhlarını kurdular. Artık Müslümanlarla aralarında sadece Eş- mum Gölü vardı[5]. Kralın kardeşi Robert d'Artois komutasında 1500 kişilik bir öncü haçlı birliği, gölün sığ sularını geçerek Mısır ordugâhına bir baskın düzenledi. Bu baskında Müslümanlardan Emir Fahreddin dahil pek çok kimse hayatını kaybetti. Fakat, el-Mansûre'ye kaçan Müslümanların arkasından şehre tedbirsizce dalan haçlı birliğinin kendisi de telef oldu. Zira içlerinde, daha sonra saltanata yükselecek olan Baybars'ın bulunduğu Memlûkler, şehrin dar sokaklarında Haçlıları tamamen kılıçtan geçirdiler[6]. Buna karşılık kralın ordusu hiçbir ciddî varlık gösteremedi. Lui, Eyyûbîlerin saltanat değişikliğinden arzu ettiği şekilde yararlanamadı ve Turanşah, Şubat ayı sonuna doğru el-Mansûre'deki ordugâha geldi. Yeni sultan, derhal bazı tedbirler aldı. Bu meyanda haçlı ordusunun Dimyat'tan yardım görmelerini engelledi. Bu yüzden erzak sıkıntısı çekmeye başlayan kral, barış talebiyle sultana elçiler göndermeye mecbur kaldı. Elçiler Dimyat'ı iade etmeyi, buna karşılık olarak da Kudüs'ün kendilerine verilmesini teklif ediyorlardı[7].

Kral, anlaşma ümidini de yitirince 7 Nisan 1250'de, ordusuyla birlikte Dimyat'a hareket etti. Ancak onları izleyen Mısırlılar, Farskûr'a vardığında düşmanı her taraftan kuşatma altına aldılar. İki taraf arasında çıkan çatışmada Müslümanların insan kaybı 100 civarında olduğu halde, düşmanın kaybı 20 bin idi. Esirlerin sayısı ise on binleri buluyordu. Diğer bir ifade ile haçlı ordusu kayıtsız şartsız ve tamamen teslim alınmışa. Kral ve kardeşi de esirler arasındaydı[8]. Bu savaşta Memlûkler ve özellikle Baybars, yine büyük kahramanlıklar gösterdiler.

Zaferden hemen sonra Turanşah, kazanılan başarıda büyük pay sahibi olan Memlûklere gereken ilgiyi göstermediği gibi, önemli makamları, yanında getirdiği adamlarıyla dolduruyordu. Bu yüzden Memlûklerin düzenlediği bir isyan sonucu 30 Nisan'da hayatını kaybetti[9].

Turanşah'ın ölümü ile birlikte Eyyûbîlerin Mısır'daki saltanatı son buldu. Memlûkler, Şecerü'd-dürr'ün sultan, içlerinden biri olan İzzeddin Aybek'in ise ordu komutanı olmasına karar verdiler. Şecerü'd-dürr'ün ilk işi haçlı meselesini bir sonuca bağlamak oldu. Yapılan görüşmeler sonunda esir Kral Lui ile bir anlaşmaya varıldı. Buna göre Haçlılar, Dimyat'ı Memlûklere iade ettikten başka kurtuluş fidyesi olarak tayin edilen 800 dinarın yarısını da peşin ödeyeceklerdi. Gerçekten kralın, şehri iade etmeleri hususunda, kendi adamlarına emirler göndermesi üzerine Müslümanlar şehri savaşsız teslim aldılar. Böylece, tam 11 ay süren düşman işgali sona ermiş oldu. Öte yandan 400 bin dinarı temin ve teslim eden Lui, kardeşi ve sayıları 12 bin civarında olan diğer savaş esirleriyle birlikte salıverildi (7 Mayıs 1250) [10].

Adamlarıyla birlikte, deniz yoluyla Akka'ya giden Lui, burada isteyen herkesin ülkesine dönebileceğini ilân etti. Kendisi ise 1400 kişi ile orada kaldı. Öte yandan yenice kurulmuş olan Memlûk Devleti'yle, bu devleti tanımayıp Dımaşk'ta saltanatını ilân eden Eyyûbî meliklerinden Haleb hâkimi en-Nâsır Yusuf arasında mücadele ve rekabet başlamıştı. Bu arada en-Nâsır Akka'ya elçi gönderip, Frank yardımına karşılık Kudüs'ü onlara bırakacağını imâ etti. Bunun üzerine Kral Lui, Sultan Aybek'e bir elçi gönderdi ve esirler meselesi çözülmediği takdirde en-Nâsır ile ittifak edeceğini bildirdi. Cepheyi genişletmek istemeyen Aybek, ilk plânda, 1244 Gazze Savaşı'nda esir düşmüş 3000 haçlı askerini 300 Müslüman esire karşılık olarak serbest bıraktı[11]. Daha sonra kral, Aybek'le anlaşarak, hâlâ Mısır'da esir bulunan 10 bin kadar adamını tamamen ve fidye ödemeksizin esaretten kurtardı (M. 1252). Bundan bir yıl sonra Halife Musta’sım'ın arabuluculuğu sayesinde Aybek ve en-Nâsır arasında bir barış imzalandı. Kral Lui ise, zayıflayan durumunu İlhanlılarla temasa geçerek takviye etmeyi denedi. Ancak, bundan bir netice alamadı ve 1254 Nisanında ülkesine dönmek üzere Suriye'den ayrıldı[12].

Aynı Lui, sekizinci haçlı seferi dolayısıyla, 1270 Temmuzunda Tunus'un Kartaca sahiline de bir çıkartma yaptı. Yanında 6000 atlı ve 30 bin piyade vardı. Bir süre şehrin muhasarası ile vakit geçirdi. Fakat, bu sırada ülkede kıtlık ve salgın hastalık hüküm sürüyordu. Hastalık, kralın ordusuna da sirayet ederek yayılmaya başladı. Bizzat kralın kendisi hastalığa yakalandı ve kurtulamadan öldü. Adamları ise, Tunus Meliki Muhammed el-Mustansır ile anlaşarak geri döndüler[13]. Böylece Lui’nin,hayatına mal olan bu ikinci seferi de tam bir başarısızlıkla sona ermiş oldu.

Bir yıllık saltanatı sırasında, bütün mesaisini Moğollarla yapacağı savaşın hazırlıklarına harcayan Memlûk Sultanı Kutuz, savaştan önce onların ikmal yollarını kesmek istiyordu. Bunun için de Akkalıların arazisinden geçmesi gerekiyordu. Dolayısıyla sultanın Haçlılarla iyi geçinmesi işini kolaylaştıracaktı. Nitekim, 1260 yazında Akka'ya vardığında Haçlılar onu hediyelerle karşılamışlar, o da onlara çok iyi davranmıştı. Ayrıca Akkalılardan, Memlûk- Moğol mücadelesinde tarafsız kalacaklarına dair söz aldı. Eğer Haçlılardan bir kişi bile, kendilerini arkadan vurmaya kalkışacak olursa, geriye dönüp Moğollardan önce onlarla savaşacağı tehdidinde bulundu[14].

A. Baybars Zamanında Memlûk-Haçlı Münasebetleri

Aynu-Calût Zaferi'ni müteakip, aralarındaki bir ihtilâftan dolayı Kutuz'u ortadan kaldırarak sultan olan Baybars'ın dış düşmanlarının başında Moğollar, Haçlılar ve Ermeniler geliyordu. Ayrıca, bunların her zaman için ortak hareket etme ihtimalleri de vardı.

Aynu-Calût'ta Moğolları yenen Memlûkler, bu sayede hem yeni devletlerini tehdit eden en büyük tehlikeyi durdurmuşlar, hem de Mısır ve Suriye'de kesin olarak Eyyûbîlerin Haçlılara karşı sürdürdükleri cihadın takipçisi olma vazifesini üstlenmişlerdir. Kader, bunu gerçekleştirme fırsatını Kutuz'a vermedi. Fakat, halefi Baybars bu siyasetin kaidelerini vazetmiş ve Haçlılara karşı çok büyük başarılar kazanmıştır[15].

1260 yılı sonlarına doğru Yafa ve Beyrut'tan gelen Frenk elçileri, ileri sürdükleri bazı şartlarla barış istediler. Fakat sultan, bu elçilere hiç önem vermedi. Aksine Nablus'taki haçlı esirlerin, yapı işlerinde çalıştırılmak üzere Dımaşk'a naklini emretti. Dahası Emir Cemâleddin, bunların üzerine bir yağma seferi düzenledi[16].

Frenkler, yürürlükteki anlaşmaya uymadıkları için, 1263 yılı baharında, Suriye'deki nâiblerden Baybars'a şikâyet mektupları gelmeye başladı. Bunun üzerine Baybars, olay yerine bizzat giderek meseleye el koydu. Bu defa Frenkler sultandan özür dilemeye başladılar. Yafa ve Arsuf hâkimleri, hediyeleriyle birlikte gelerek Baybars'ın huzuruna çıktılar. Sultan bunların hediyelerini kabul ettikten sonra, mallarına ve canlarına ilişilmemesi için ilgililere emirler verdi[17].

Öte yandan şövalye tarikatlarının temsilcilerini huzuruna davet etti. Bilâhare işledikleri kötülükleri yüzlerine karşı sayıp döktükten sonra[18] Emir Alâeddin Baybars'ı, Nâsıra Kilisesi'ni yıkmakla görevlendirdi. Adı geçen Emir, Hıristiyanların en eski ve en büyük mabedlerinden biri olan bu binayı yerle bir etti. Baybars ayrıca, komutanlarından Emir Bedreddin Aydemirî'yi askerin başında Akka'ya gönderdi. Memlûkler, şehrin varoşlarına kadar giderek pek çok ganimetle geri döndüler. Ardından Baybars Akka'yı bizzat kuşattı. Fakat, şiddetli çarpışmalara ve verilen zararlara rağmen şehri düşürmek mümkün olmadı.

1265 yılı başında, Moğolların el-Bîre (Birecik)'yi kuşattıkları haberini alır almaz, sultan, buraya Kahire'den çok sayıda asker yolladı. Kendisi ise 25 Ocak'ta büyük bir ordu ile yola çıktı. Çok geçmeden Moğolların el-Bîre'den ayrıldıkları haberini aldı. Fakat geri dönmedi ve bu vesileyle Kaysâriye üzerine yürüdü. 5 Mart'ta şehri savaşla teslim aldı. Buradan 16 Mart'ta kendisi Aslis'e giderken komutanlarından bir kısmını Hayfa'ya gönderdi. Hayfa'daki Frenkler, vaziyeti önceden öğrenip burayı terk ettikleri için savunmasız kalan şehir ve kale kolayca zapt ve tahrip edildi. Buna karşılık sultan, Aslis'i alamadan Kaysâriye'ye geri dönmek zorunda kaldı. 19 Mart'ta anîden Arsuf a yöneldi. Bir aydan fazla devam eden ve bütün kuşatma tekniklerinin kullanıldığı şiddedi bir muhasara sonunda surlardan birinde bir gedik açıldı. 26 Nisan'da yapılan genel taarruz sonunda Müslümanlar şehre girmeye başladılar. Birkaç gün içerisinde Arsuf tamamen teslim oldu. Esir alınanların sayısı binleri buluyordu. Sultan, bu esirlere kaleyi kendi elleriyle yıktırdı[19]. Sıra artık Akka'ya gelmişti. Fakat buradaki garnizon, kısa süre önce Kıbrıs'tan takviye almış olduğu için şimdilik şartlar buna elverişli değildi. Bunun için sultan, Arsuf tan 11 Mayıs'ta ayrıldıktan sonra Gazze yoluyla Kahire'ye döndü.

Sultan, 1266 yılı Mayısında, Kahire'den tekrar ayrıldıktan sonra Aynu- Calût’a vardı. Buradan, askerlerinden bir kısmını, ayrı birlikler halinde keşif seferlerine gönderdi. Bu birlikler, Frenk bölgelerinde çeşitli yağma hareketlerinde bulundular ve hatta bazı küçük kaleleri zapt ve tahrip ettiler. Bundan maksat, herhalde bir yandan düşmanı yıpratmak bir yandan da asıl ordunun hedefini gizlemek olmalıdır. Nitekim, önce Sûr kentinin Akka cihetine inen Sultan Baybars, birdenbire doğuya hareket ederek 13 Haziran'da Safed'i kuşatma altına aldı. Bu uğurda Dımaşk'tan büyük mancınıklar getirtti. Ne var ki kale çok müstahkemdi. Bu yüzden şehir 7, 13 ve 19 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirilen genel taarruzlar ve şiddetli çarpışmalardan sonra, ancak eman ile teslim alınabildi. Yapılan teslim anlaşmasına göre kaledeki şövalyeler, ayrılırken yanlarında silâh ve değerli eşya götürmeyecekler ve kaleye hiçbir şekilde zarar vermeyeceklerdi. Fakat kalenin teslim alınması sırasında, bazı Frenklerin anlaşma şartlarına uymadıkları anlaşılınca, rivayete göre iki kişi hariç bütün savaşçılar katledildiler[20].

Daha sonra Şam'a giden Baybars, oradan, Frenklerin ve Moğolların müttefiki olarak gördüğü Küçük Ermenistan üzerine bir ordu gönderdi. Ermeniler, bu darbeden sonra bir daha bellerini doğrultamadılar. Bu arada Sultan Baybars, Humus ile Dımaşk arasında bulunan ve sakinleri tamamen Hıristiyan olan Kara Kasabası üzerine bir askerî birlik gönderdi. Çünkü, bu kasabanın Frenklerle yakın temas halinde olduğu iddia ediliyordu. Bu sebeple adı geçen kasaba zaptedilmiş ve kilisesi camiye çevrilmiştir. Üzerine konan Baybars kitabesi, günümüzde dahi bu seferin hatırasını yaşatmaktadır[21]. Yine bu sefer sırasında Baybars, Sûr yakınındaki Hûneyn ve Tibnin (Toron) yerleşim merkezlerini kolayca ele geçirdi ve nihayet Mısır yolu üzerindeki Remle'yi de ülkesine katarak 30 Kasım'da Kahire'ye döndü[22].

Sultanın Mısır'daki ikameti bu kez de fazla sürmedi. 25 Mart 1267'de Suriye’ye giderek, vaktini daha ziyade Safed Kalesi'ndeki savunma tedbirlerini tamamlamakla geçirdi. Bu arada Akka üzerine yaptığı bir baskınla çok sayıda düşman askerini kati ve çevreyi tahrip etti. Haziran ayında, barışın devam etmesi isteğiyle Sûr'dan Frenk elçileri geldiler. Bu şehirle 10 yıllık bir barış yapıldı. Aynı şekilde Hospitalier şövalyeleri de Hısnü’l-Ekrâd ve Merkab kaleleri için barış istemeye geldiler. Onlarla da 10 yıl 10 ay ve 10 gün süreyle bir anlaşma yapıldı[23].

Baybars, 1268 yılı Şubatında tekrar Kahire'den ayrıldı. Memlûk ordusu 7 Mart’ta Yafa önünde göründü ve aynı gün şehir zaptedildi. Ahşap ve mermer malzemeler, Baybars'ın yaptırmakta olduğu camide kullanılmak üzere Kahire'ye götürüldü[24]. Emanla teslim olan halkın, gemilerle Akka’ya gitmesine izin verildi[25] Sultanın yeni hedefi Şakif (Beaufort) Kalesi'ydi. 4 Nisan'da başlayan ve 26 mancınığın kullanıldığı kuşatma sonunda kale zaptedildi. Erkekleri esir alındı; kadınları ve çocukları ise kendi istekleriyle Sûr'a gittiler. Askerî ve idari alanda gerekli bazı düzenlemeler yaptıktan sonra Şakif ten ayrılan Baybars, birkaç gün sonra Trablus önünde göründü. Ancak, burada fazla zaman harcamadı. Verdiği zarar ve aldığı ganimetlerle yetinip kuzeye doğru yoluna devam etti. Bu arada Safita ve Antartus'taki şövalyeler, yanlarındaki 300 Müslüman esiri serbest bırakarak elçileriyle birlikte sultana gönderdiler. Sultan bundan memnun oldu ve onlara dokunmadan kuzeye doğru çıktı. Humus üzerinden Hama'ya vardı. Bu sırada kimse onun gerçek niyetini bilmiyordu. Burada ordusunu üç kola ayırdı. Kendisi, ana kolla doğrudan Antakya'ya yürürken, diğer iki koldan birini Süveydiye Limanı, diğerini Derbsak Kalesi'ne göndermek suretiyle şehrin ikmal yollarını kapattı. 15 Mayıs 1268'de kuşatma başladı. Şehrin eman talebi kabul olunmayıp üç gün sonra hücumla ele geçirildi. Alınan esir ve ganimetin haddi hesabı yoktu. Rivayete göre payına esir düşmeyen kimse kalmamışa. Adeta küçük bir tepe oluşturan altın ve gümüşler ise taslarla bölüştürüldü. Bilâhare o civarda bulunan küçük çaptaki bazı kaleler fazla direnmeden sultanın adamlarına teslim oldular[26]. Antakya'yı kaybeden Templier şövalyelerinin elinde şimdi sadece her yerle bağlantıları kesilmiş Lâzkiye Şehri ile Kusayr Kalesi kalmıştı ki bunlardan Kusayr, yine Sultan Baybars tarafından 1275 yılında alınmıştır[27].

Haçlıların doğuda kurdukları prensliklerden birincisi Urfa, İkincisi ise Antakya idi. Bu bakımdan Antakya'nın Müslümanlar tarafından fethi çok önemli bir hadisedir. Zira bu durum, Haçlılara, kurdukları binanın çökmekte olduğunu gösteren yeni bir delildir[28].

Sultan, Antakya'da bulunduğu sure zarfında küçük Ermenistan (Kilikya Ermeni Krallığı)'la bir anlaşma imzaladı. Buna göre Ermeliler, daha önce Müslümanlardan aldıkları yerlerden Behisni ve Derbsak gibi bazı kaleleri iade edecekler, buna karşılık sultan, iki yıl önce düzenlediği seferde esir aldığı Ermeni veliahdı III.Leon'u serbest bırakacak[29].

Antakya'da İşini bitiren sultan, Şeyzer, Hama ve Humus üzerinden Dimaşk'a döndü (9 Haziran 1268). Bir süre sonra Akka naibi III. Hugue'den ateşkes talebiyle elçiler geldi. Sanki Akkalıllar, Latin Devleti'nin yıkıntıları arasında kendileri İçin yaşama imkânı arıyorlardı. Şu şartlarla bir anlaşmaya varildi: Hayfa, üç köyü ile birlikte Frenklere ait olacak. Akka ile ona bağlı bütün bölgeler ve özellikle Kirmil, taraflar arasında paylaşılacaktır. Sayda'ya kadar uzanan bölgedeki ova Hıristiyanların, dağlık kesim ise Müslümanların mülkiyetinde kalacaktır. Söz konusu anlaşma 10 yıl sürecektir. Bundan sonra Baybars Suriye'de daha fazla kalmamış ve 30 Temmuz'da Kahire'ye dönmüştür[30].

Yukarıdaki anlaşma şartlarının ne ölçüde uygulandığım bilemiyoruz. Ancak, bir haçlı donanmasının Akka'ya asker çıkarması üzerine, Baybars'm şehir varoşlarına kadar gidip düşmana büyük zararlai verdiği malumdur. Sekizinci haçlı seferinin kahramanlarından biri olan IX.Lui'nin Tunus'a asker çıkardığını ve orada vefat ettiğini daha önce belirtmiştik. Yine bu uğurda Aragon'dan denize açılan büyük bir donanma ise fırtınaya yakalanmış ve gemilerden çoğu geri dönmek zorunda kalmıştı. Akka'ya ulaşabilenler de Baybars'a karşı bir şey yapamayacaklarım anlayınca elleri boş olarak geri dönmüşlerdir[31].

Sekizinci haçlı seferinin tam bir hüsranla sona ermesi Sultan Baybars'a rahat bir nefes aldırdı. Ar tik, yarim bıraktığı fetih hareketlerine, kaldığı yer- den devam edebilirdi. Nitekim onun, 26 Ocak I271'de oğlu elMelikts-Salih ile birlikte bu amaçla Suriye'ye hareket ettiğini görüyoruz. Dımışk'ta ordu- sunu iki ana gruba ayırarak Cebele, Lazkiye, Merkab, Arka, Merakiyye, Kuley'at. Safi ta, Mecdel ve Antartus gibi kaleler üzerine baskınlar düzenlemeye karar verdi[32], işe Safîta'dan başladı. Burayı Templierlerin elinden zorla aldı. Kaleden indirdiği kişilerin sayısı, kadınlar ve çocuklar hariç olmak üzere 700 idi[33]. Bu arada oğlu el-Melikü's-Salih, ordusunu, Hospitalier şövalyelerinin elindeki Kal'atü'l-Hısn önüne indirdi (3 Mart 1271). Üç kat surla çevrili bulunan kalenin etrafına mancınıklar kuruldu. Şiddetli çarpışmalardan sonra, surlar birer birer zaptedildi ve nihayet 6 Nisan Sah günü, kalenin tamamını emanla bizzat teslim aldı. Sultan Baybars, fetihten sonra, şövalyelerin Trablus'a gitmelerine izin verdi. Harap olan kalenin tamiriyle Emir Aybek el-Ef- rem'i görevlendirdi. Ayrıca, buraya birer kadı ve nâib tayin etti. Cuma gününe kadar gerekli düzenlemeleri yapıp, namazı da eda ettikten sonra buradan ayrıldı. Kal’atü'l-Hısn'ın düştüğünü öğrenen Antartus Templier şövalyelerinin reisi Sultan Baybars'tan barış istedi ve ona Antartus'un anahtarlarını gönderdi. Bunun üzerine sultan, Antartus'tan toplanan gelirin, taraflar arasında ikiye bölüşülmesi şartıyla barışa razı oldu. Buna ilâve olarak bir nâibini orada görevlendirdi. Çok geçmeden Merkab Kalesi de aynı şartla bir anlaşma yapmaya razı oldu. Yapılan bu anlaşmanın süresi 10 yıl, 10 ay ve 10 gündü[34].

4 Mayıs Pazartesi günü, Hospitalier şövalyelerinin hâkimiyetinde olup Trablus'un kuzeyinde bulunan Akkar Kalesi kuşatma altına alındı. Ertesi gün kurulan mancınıklar, içeridekiler eman dileyinceye kadar çalıştırıldı. Sonunda şövalyeler, canlarına dokunulmayıp Trablus'a girmelerine izin verilmesi şartıyla teslim oldular (12 Mayıs 1271). Baybars'ı, bundan dört gün sonra Trablus önünde görüyoruz. Trablus hâkimi Bohemond'un sulh talebinde bulunması üzerine sultan, gönderdiği iki adamı ile ona barış şartlarını bildirdi. İleri sürülen şartları ağır bulan Bohemond, kaleye kapanarak savaşmaya karar verdi. Bu sırada sultan, kuşatma aletlerini yerleştirmişti. Çatışma başlamadan önce gerçekleştirilen ikinci bir elçi teatisi anlaşmaya imkân sağladı[35]. Zira tam bu sırada İngiltere veliaht prensi Edvard’ın 30 kişilik takviye kuvvetiyle Akka'ya geldiği duyuldu. Baybars’ın, ikinci görüşmede barışı benimsemesinde bu yeni durumun herhalde büyük tesiri olmuştur[36]. Varılan anlaşmaya göre Akka ve Cebele, çevresiyle birlikte Trablus hâkiminde kaldı.

Buna karşılık Trablus hâkimi, sultanın bu son seferi sırasında yaptığı fetihleri kabul ediyordu. Anlaşma süresi ise çoğu zaman olduğu gibi 10 yıl, 10 ay, 10 gündür.

Baybars, bundan sonra 23 Mayıs 1271'de İsmailîlerden Uleyka Kalesi'ni alarak Dımaşk üzerinden bauya yöneldi. Bu arada yol üzerinde bulunan Karin (Montfort) Kalesi'ni kuşattı. Bu kale, müntesipleri Almanlar olan Toton tarikatı şövalyelerinin elinde bulunuyordu. Kale bir haftalık kuşatma sonunda, 12 Haziran'da emanla teslim oldu. Bu fetihle birlikte, hâlâ Frenklerin elinde bulunan bütün kaleler, yalnız sahile münhasır kaldı[37]. Artık onların, iç kesimlerde bir tek kaleleri bile yoktu.

Sultan, Karin'den sonra Akka'yı sıkıştırmaya başladı. Bir yandan da Kıbrıs Kralı III.Hugue'ün, Akka'ya yardım etmek üzere adadan ayrıldığını haber alınca, bu ada üzerine 17 savaş gemisinden oluşan bir donanma gönderdi. Ne var ki bu donanma, düşmandan önce fırtınaya yenik düşmüştür. Zira bu yüzden 11 gemi kontrolden çıkarak Kıbrıs'ın Limasol sahillerinde karaya oturdu. İçinde bulunan 1800 tayfa ise esir düştü[38]. Bu arada Sür hâkimi John de Monfort'dan barış isteğiyle elçiler geldi. Yapılan müzakereler sonunda bir barış imzalandı. Buna göre Sûr'a bağlı beldelerden 10'u John'da, 5'i sultanda kalacak, diğerlerinde ise taraflar ortak hâkimiyet süreceklerdi[39].

Kıbrıs yenilgisine çok üzülen sultan, derhal yeni bir donanmanın inşası için gerekli tedbirleri aldıysa da bundan bir netice çıkmadı. Çünkü, sonraki yıllarda Ermeni ve Moğol meselesine öncelik verecek olan sultan, 21 Nisan 1272'de Akkalılarla 10 yıl 10 ay ve 10 gün süreli bir barış yaptı[40].

B. Kalavun Zamanında Memlûk-Haçlı Münasebetleri

Moğollar, Kalavun'un ilk yıllarında, Memlûklerin kendi aralarında düştükleri ihtilâftan ve bu meyanda Suriye'de bağımsızlık davası güden Emir Şemseddin Sungur'un yardım isteğinde bulunmasından yararlanarak, 1280 yılının sonbaharında Suriye'ye girdiler. Haleb, Antep, Bagras ve Derbsak'ı istilâ ederek yağma ve talanda bulundular. Ancak, Emir Sungur'un kendileriyle ortak hareket etmekten vazgeçmesi üzerine istilâ ettikleri yerlerde fazla eğlenmeksizin aldıkları ganimetlerle birlikte ülkelerine geri döndüler (20 Kasım 1280) [41].

Sultan Kalavun'u uğraştıran önemli dış gâilelerden biri de Haçlılar meselesidir. Sultan Baybars, Haçlılar karşısında her ne kadar önemli başarılar kazanmışsa da ömrü, onları Suriye'den tamamen atmaya yetmemişti. Nitekim o öldüğü vakit Haçlılar, Trablus ve Akka dahil olmak üzere, Suriye sahil bölgelerinden çoğunu ellerinde bulunduruyorlardı. Ayrıca, Memlûklere karşı fırsat buldukça Moğollarla birlikte hareket ediyorlardı. Gerçekten Moğolların, 1280 Eylülünde Suriye'ye gerçekleştirdiklerini söylediğimiz sefer sırasında Merkab Kalesi'ndeki Hospitalier şövalyeleri de, Bukey’a'ya, bol ganimet elde ettikleri bir akın yapmışlar, ayrıca dönüşlerinde kendilerini durdurmak üzere gönderilmiş olan bir Müslüman ordusunu bozguna uğratmışlardır[42]. Herhalde bu yüzden olsa gerek, ümerâdan Hısnü'l-Ekrâd[43] nâibi Seyfeddin Balaban et-Tabbâhî'nin bu kale üzerine bir baskın yapmak için sultandan izin istediği ve sultanın da onu bu işle görevlendirdiği biliniyor. Savaş hazırlığını tamamlayan Balaban Merkab üzerine yürüdü ise de Müslümanlar yine mağlûp oldular. Kaleden inen şövalyeler, Müslümalardan bir kısmını esir veya katlettiler[44]. İbnü Ebi'l-Fedâil, Müslümanların verdiği insan kaybının 200 kişi civarında olduğunu belirtmektedir[45].

Bu yenilgileri hazmedemeyen Kalavun, Haçlılara karşı bizzat sefere çıkmaya karar verdi ve 1281 yılının ilkbaharında, yerine oğlu el-Melikü's-Sâlih Ali'yi veliahd olarak bıraktıktan sonra Kahire'den çıkarak bir süre Matariyye civarında vakit geçirdi. Daha sonra yoluna devamla Ravhâ'ya[46] vardığında, Akka'dan haçlı elçileri gelerek sultandan banş talebinde bulundular. Bu sırada sultan, Moğolların yeni bir akına hazırlandığı haberini aldığı için cepheyi genişletmek istemedi ve Haçlılarla ilişkilerini iyileştirmeye karar verdi. Bu maksada ilk önce, Baybars'ın daha evvel Hospitalier şövalyeleriyle yapmış olduğu anlaşmayı yeniledi ve Hospitalierlerin büyük üstadı Nicolaus Lorgne ile 3 Mayıs 1281 tarihinden itibaren 10 yıl, 10 ay ve 10 gün süreli bir barış imzaladı. Yine çok geçmeden, 16 Temmuz 1281'de Trablus kontu VII.Bohemond'la da buna benzer bir anlaşma imzalamıştır[47]. Bu ikinci anlaşmanın maddeleri özet olarak şunlardan ibârettir:

  1. Sultan Kalavun ve oğlu Ali ile Trablus kontu arasında on yıl süreli bir anlaşma yapılmıştır
  2. Sultanın ve Trablus kontunun nâibleri Lâzkiye şehrinde oturacak ve toplanacak olan vergi ve hâsılat yan yarıya pay edilecektir.
  3. Trablus kontu, kendi oturduğu şehrin dışında kalan, fakat barışa dahil olan yerlerin hiçbirinde, herhangi bir kale veya sığınak bina etmeyecektir. Buna karşılık sultan da barış bölgesine komşu olan hâkimiyet bölgelerinde yeni kaleler inşa etmeyecektir.
  4. Taraflara ait gemilerden biri diğerinden emin olacaktır.
  5. Bu barış, her iki taraf hükümdarlarından birinin ölümü veya herhangi bir suretle iktidarda bir değişikliğin meydana gelmesi ile sona ermeyecektir[48].

Kalavun, yine bu sıralarda, maiyetindeki bazı kişilerin kendisine karşı bir suikast hazırlığı içinde bulundukları haberini aldı. Akka'daki Frenkler de, sultana mektup göndererek, bazı kişilerin kendileriyle bu hususta yazıştıklarını, fakat onlara iltifat etmediklerini bildirdiler. Neticede Emir Güvendik'in başını çektiği kişilerden oluşan suikastçılar tam zamanında yakalandılar ve suçlarını itiraf ettikten sonra öldürülmek suretiyle cezalandırıldılar[49].

Bundan sonra Kalavun, 50 bin kişilik ordusuyla Dımaşk'a hareket etti. Zira Moğolların, 1281 sonbaharında tekrar Suriye üzerine yürüdükleri haberi gelmişti. İki taraf orduları Humus önünde karşılaştılar. Yapılan savaşta[50]Moğollar çekilmek zorunda kaldılar. Bir süre sonra Kalavun, muhtemel bir Moğol-Haçh ittifakını önleyebilmek için, Akka ile süresi bitmiş olan 10 yıllık anlaşmayı uzatmak istedi. Gerçekten, Akka hâkimi olan Sicilya Kralı Charles d'Anjou'nun buradaki nâibi Eude Poilechien ile 3 Temmuz 1283'te yeni bir anlaşma imzalandı. İbnü'l-Furat bu anlaşmanın maddelerini bütün ayrıntılarıyla vermiş ve yapılan anlaşmaya tarafların bağlı kalacaklarına dair ettikleri yemin metinlerini de buna ilâve etmiştir[51]. Söz konusu anlaşmanın önemli maddeleri özet olarak şunlardır:

  1. Sultan Kalavun ve oğlu Alâeddin Ali ile Akka, Sayda, Aslis ve buralara bağlı yerlerin hâkimleri arasında 3 Haziran 1283'ten itibaren 10 yıl, 10 ay ve 10 günlük bir anlaşma imzalanmıştır.
  2. Sultana bağlı reâya ile ülkesi tüccarları, Akka şehrine ve anlaşmaya dahil olan diğer sahil beldelerine gidiş-dönüşleri sırasında, hem kendilerinin hem de maiyetlerinin güvenliği bakımından emin olacaklardır.
  3. Barışa dahil olan Akka'yı ve diğer sahil beldelerini vatan edinmek isteyen Frenkler, herhangi bir şekilde sultanın ve oğlunun topraklarına ve reâyasına saldırmayacaklardır. Aynı şekilde bütün Akka toprakları ve anlaşmada belirtilen bölgeler de: sultanın kendisi, oğlu, askerleri ve reâyasından yana emniyette olacaklardır.
  4. Frenkler, Akka, Aslis ve Sayda hariç diğer yerlerde herhangi bir sur, kale veya burç yenilemeyecekler ve yenisini de inşa etmeyeceklerdir.
  5. Sultana ve oğluna tâbi yerlerin birinden herhangi bir kimse, Akka'ya ve anlaşmada belirtilmiş olan sahil beldelerinden birine kaçar ve Hıristiyanlığa girecek olursa, kendisine eman verilecek, yanında getirdiği şeyler ise sultana iade edilecektir. Aynı şekilde Akka ve sahil beldelerinin birinden İslâma girmek kasdıyla birisi gelir ve kendi iradesiyle Müslüman olursa, yanında getirdiği mallar geri verilir. Şayet İslâma girmeyecek olursa, eman alındıktan sonra kendisi Akka'ya bağlı yerlerin hâkimlerine iade edilir.
  6. Şâyet Akka'da ve barışa dahil olan sahil beldelerinde, Müslüman tüccarlardan birinin yanında silâh gibi yasak bir şey bulunursa o şey, satın aldığı kimseye geri verilir. Parası ise tüccara iade edilir. Aynı şekilde Frenk tüccarlarından biri Akka veya barışa dahil kıyı bölgelerinin birinden İslâm topraklarına geçer ve yanında yasaklanmış mallardan biri bulunursa o şey, onu satan kimseye, parası ise tüccara iade edilir. Tarafların, kendi tebaasından, yasak madde ile karşı tarafa geçecek kimseler hakkında daha önceden bilgi vermeleri gerekmektedir.
  7. Her iki taraftan gasp veya cinayet gibi suçlan işleyen kimseler yakalanırlar ve suçları sabit görülürse, gâsıbın gasbettiği şeyler kırk gün içinde iade edilir; kâtile ise işlediği suça benzer bir ceza tatbik edilir.
  8. Sultana ve oğluna bağlı yerlerden birine ait bir tüccar gemisi Akka veya barışa dahil yerlerin sahil bölgelerinde bir kaza geçirecek olursa içindeki kimseler kendi canlarından ve mallarından emin olacaklardır. Eğer bu gemilerin sahipleri biliniyorsa gemileri mallarıyla birlikte kendilerine teslim edilecektir. Eğer gemi sahipleri herhangi bir nedenle ortadan kalkmışsa, gemiler ve mallar emniyet altına alınacak ve daha sonra sultanın nâiblerine teslim edilecektir. Bu hükümler, sultana bağlı beldelere giden Frank gemileri için de aynıyla geçerlidir.
  9. Sultanın ülkesine mensup olan tüccarlardan biri Akka, Aslis, Sayda ve barışa dahil sahil şehirlerinden birinde vefat edecek olursa, onun malı sultanın nâiblerine teslim edilir. Aynı şekilde Akka, Aslis ve Sayda'dan bir tüccar, sultanın memleketinde ölecek olursa onun malı da Akka hâkimine gönderilir.
  10. Haçlı veya Moğol hükümdarlarından biri, Sultanın memleketine saldırmak için teşebbüse geçecek olursa, Akka nâibi onların bu hareketini iki ay içerisinde Sultana haber vermek durumundadır.
  11. Barışa dahil Frenk memleketlerinde oturmakta olup Müslüman beldelerine mensup olan çiftçiler, ister Müslüman ister Hıristiyan olsunlar kendi ülkelerine döneceklerdir. Frenk beldelerine mensup çiftçilerin durumları da aynı şekildedir. İsteseler de Müslüman beldelerinde ikametlerine izin verilmeyecektir.
  12. Akka'dan ve diğer sahil bölgelerinden Nâsıra Kilisesi'ni[52] ziyarete gelen Hıristiyan hacıları, barışa dahil belde sınırlarına gelişlerinde ve gidişlerinde güvenlik içinde olacaklardır. Rahiplere ve keşişlere herhangi bir şekilde taarruz edilmeyecektir.
  13. Sultan ve oğlu bu anlaşmaya dahil olan yerleri kendi askerlerinin, hırsızların ve müfsitlerin vereceği zarardan korumayı taahhüd ederler. Aynı şekilde Akka hâkimi de, kendi hâkimiyeti altındaki yerlerde bulunan müfsitlerin, Müslüman memleketleri üzerindeki tehlikelerini bertaraf etmek zorundadır.
  14. Anlaşma süresi bittiğinde veya feshetme durumunda geçiş dönemi kırk gün devam edecektir. Her iki taraf topraklarında bulunan yabancılar, bu süre zarfında vatanlarına güven içinde dönebileceklerdir. Taraflardan birinde meydana gelecek bir iktidar değişikliği anlaşmayı sona erdirmeyecektir.

Bu anlaşma, Frenklere Akka kuzeyindeki Sûr Merdivenleri dağ geçidinden Aslis'e kadar olan topraklarla Sayda'nın mülkiyetini sağlamıştır[53]. Buna karşılık Sultan Kalavun, Frenkleri Moğollardan uzaklaştırmak ve daha da önemlisi onların bu bölgeyi ele geçirme teşebbüsünde başarısızlığa uğrayacak olan Kıbrıs Kralı Hugue ile aralarındaki ayrılığı takviye etmek suretiyle, tâbiri caizse politik bir başarı kazanmıştır.

Abaka'nın ölümünden sonra (M. 1282) İlhanlı tahtına çıkan Teküdar'ın Müslüman olarak Ahmed adını alması[54] ve Memlûkler üzerindeki Moğol tehdidinin eski gücünü kaybetmesi Kala١٦ın'a rahat bir nefes alma imkânı verdi. İç ve dışişlerini yoluna koymuş bulunan Sultan Kalavun artık Haçlılara karşı harekete geçebilirdi.

Sultanın ilk hedefi, sakinleri eskiden Moğollarla daha çok ittifak etmiş bulunan Merkab Kalesi olmuştur. Ancak, bu hareketin görünürdeki sebebi Merkablıların Müslüman bir tüccar kafilesini yağmalamış olmalarıdır[55].

Sultan Kalavun, Nisan ayı ortalarında, kalabalık bir ordu ile Merkab Kalesi’nin önüne geldi. Hospitalier şövalyelerine ait olan bu kale son derece yüksek ve dayanıklı bir kale idi. Bu yüzden ele geçirilmesi oldukça zordu. Memlûkler, kalenin çevresine irili ufaklı çok sayıda mancınık ve diğer muhasara aletlerini yerleştirdiler. Buna rağmen kuşatma tam 38 gün sürdü. Müslümanlar surlarda büyük gedikler açmaya muvaffak olunca içeridekiler eman dilediler. Sultan, eğer eman vermeyecek olursa, kaleyi ele geçirebilmek için daha çok savaşmak ve surları daha fazla tahrip etmek zorunda kalacağını biliyordu. Kale bu yolla zaptedilse bile, tamiri için de ayrıca uğraşmak gerekecekti. Bunun için Kala١٦ın eman vererek içeridekilerin, silâh hariç olmak üzere, taşıyabildikleri kadar eşyalarıyla birlikte kaleyi terk etmelerine izin verdi. Bu şartlarla kale 25 Mayıs 1285 Cuma günü şövalyelerden teslim alındı. Sultan Kalavun, kalede yeni düzenlemeler yaptıktan sonra buradan ayrıldı. Kendi ifadesine göre, tarihçi Ebü'l-Fidâ da bu savaşta babasıyla birlikte, henüz 12 yaşında bir çocuk iken hazır bulunmuştur[56].

Merkab'ın zaptı diğer haçlı şehirlerini endişeye düşürdü. Bu meyanda Trablus kontu, barışın devamı için sultana elçilerini gönderdi. Ancak, sultan Merakıyye'deki burcun yıkılmasını ve içindeki Müslümanların serbest bırakılmasını şart koştu. Kont, burcun yıkılması konusunda önce özür beyan ettiyse de, sonunda Merakıyye’yi sultana teslim etmek zorunda kaldı. O da burcu yıktırdı[57].

Aynı şekilde Sûr hâkimesi Margaret de, Sûr'un yıllık gelirinin yarısından vazgeçmek ve kalelerini yenilememek şartıyla 10 yıllığına barışı temin edebildi[58].

Charles d’Anjou'nun ölümünden sonra oğlu !!.Charles, Sicilya Savaşı'yla meşgul olduğu için Doğu Frank Devleti ile ilgilenemedi. Fırsattan istifade ile Kıbrıs Kralı II.Henri, şövalyelerin desteğini alarak Akka'ya çıktı (4 Haziran 1286). Fakat buranın nâibi Ende Poilechien bu oldu-bittiyi kabul etmeyip Fransız alayının yardımıyla görevini sürdürmeye çalışü. Sonunda o da ikna edildi ve II.Henri iç kaleye girdi (29 Haziran 1286). Çocuk yaştaki kral Akka'da uzun sure kalmadı ve her konuda kendisine yardımcı olan dayısı Baudou- İn'i naib olarak bıraktıktan sonra Kıbrıs'a geri döndü.

İlhanlı hükümdarı Ahmed Tekudar, Müslümanlığa karşı olan yeğeni Argun'un çıkardığı isyan sonucu hem iktidarım hem de hayatini kaybetmişti (M. 1284). Yerine geçen Argun'un, yeni ve ortak bir haçlı seferi düzenlemesi konusunda Avrupa devletleri nezdinde yaptığı teşebbüsler neticesiz kaldı[59]. Bütün bunlar olup biterken Menlikler de Suriye'deki son Hıristiyan devletlerini ortadan kaldırmaya hazırlanıyorlardı

Bu meyanda, bir süreden beri Halebli tüccarlar, mallarım eski Antakya prensliğinin son kalıntısı olan Hıristiyan Lazkiye Limanına göndermek zorunda olmanın verdiği hoşnutsuzluktan şikayet ediyorlardı[60]. Sultan Kalavun, Naibüssaltana Hüsameddin Toruntay'ı kalabalık bir ordunun başında. Sahyun'u elinde bulunduran Emir Çemseddin Sungur'un üzerine gönderdi. Toruntay, Sahyun'u ele geçirdikten sonra (Nisan 1287) Lazkiye'ye gitti. Buradaki limanda, her taraftan denizle çevrili müstahkem bir burç vardı. Torun- tay karaya yakın olan bu yeri, taştan yaptırdığı bir yol ile karaya bağladı. Ay- rica, kuşatma altına alarak burçtakileri emanla teslim almaya mecbur bıraktı. Burcu teslim alıp yıktırdıktan sonra Emir Sungur'u da yanma alarak Mısır'a geri döndü[61].

Lazkiye'nin zaptından sonra Trablus kontu VILBohemond fazla yaşamadı ve ayni yıl sonlarına doğru vefat etti. Kendisinin, Avrupa'da yaşamakta olan kızkardeşi Lucia'dan başka bir varisi bulunmadığı İçin, Trablus asilzadeleri burada bir çeşit özerk idare (Commune) kurduklarım İlân ederek başlarına Cübeyl Hakimi Bartholome Embriaco'yu geçirdiler. Halbuki Bartholome, buradaki asilzadelerden habersiz olarak Trablus'un geleceği hakkında Sultan Kalavun'a gizlice elçi göndermiştir[62]. Rivayete göre Bartholome, Trablus’u aralarında yarı yarıya pay etmek üzere sultanla anlaşmıştı. Fakat başa geçtikten sonra, asilzadelerin kendisine engel olacaklarım bildiği İçin sultana verdiği sözden dönerek onu oyalamaya başladı[63]. Onun sultanla müzakere halinde olduğu ortaya çıkınca, kamuoyu aleyhine döndü. Yukarıda adı geçen ve bu sırada hakkını aramak için Akka'ya gelmiş bulunan Lucia, Trablus kontesi olarak tanındı.

Yine bu sıralarda, Suriye'den gelen bir mektupta Şam nâibi Trablus'taki Frenklerin daha önce imzaladıkları anlaşmayı bozarak, içinde tüccarların da bulunduğu bir grup Müslümanı yakalayıp esir aldıklarını sultana haber veriyordu. Halbuki onlar, sultan Merkab Kalesi'ni ele geçirdiği vakit ona hediye göndermişler ve yanlarında kimseyi esir tutmamak, tüccara saldırmamak ve nihayet yolcuların yollarını kesmemek şartıyla barışın devamını sağlamışlardı[64].

Öte yandan Kalavun'un Trablus'u ele geçirmek için bahane aradığını da tahmin etmek zor değildir. Söz konusu gelişmeler, amacını gerçekleştirebilmesi için Kalavun'a aradığı fırsaü verdi. Bundan sonra Kala١٦ın, vakit geçirmeden savaş hazırlıklarına başladı ve 25 Ocak 1289 Perşembe günü Kahire dışında çadırını kurdu. Bundan dört gün sonra da yola çıktı.

Kalavun sefere çıkarken oğlu Eşref Halil'i kendisine vekil, Emir Baydara'yı da ona vezir olarak Kahire'de bıraktı. Suriye'deki ümerâya Trablus Savaşı için hazırlık yapmalarını yazdı. Yaklaşık bir aylık yolculuktan sonra 8 Mart’ta Şam'a vardı. Burada bir hafta kaldıktan sonra yoluna devam ederek 25 Mart Cuma günü Trablus'a ulaşarak şehri muhasara altına aldı. Şehre yardım etmek için gelen Kıbrıs'a ait dört büyük gemi limanda bekliyordu. Trablus, üç tarafı denizle çevrili bir yanmada üzerinde kurulmuştu. Dolayısıyla karadan müdahale ancak doğu tarafından yapılabilirdi. Nitekim sultan, bu cihete irili ufaklı 19 mancınık kurdurtarak şehrin surlarını dövmeye başladı. Öyle ki, sırf bu işle uğraşan Memlûk askerlerinin sayısı 1500 civarındaydı. Kuşatma tam 34 gün devam etti. Bu süre zarfında şiddetli vuruşmalar oldu ve sonunda şehir kılıçla ele geçirildi. Ahaliden çok azı limandaki gemilerle denize açılarak kurtulabildiler. Bir kısmı da yarımadanın hemen önünde bulunan ve St.Thomas adını taşıyan küçük bir adaya sığındılar. Diğerleri ise Memlûklerin insafına kaldı. Çehre giren askerler, kadınları ve çocukları esir, erkekleri ise katlettiler. Ayrıca, büyük miktarda ganimet topladılar. Sultan, Trablus'ta yapacaklarım yaptıktan sonra Frenklerin buraya tekrar dönme teşebbüslerini önlemek İçin, şehri oturulamayacak biçimde tahrip ettirdi. Bilahare Müslümanlar nehre yakın bir yerde, bugünkü Trablus'un bulunduğu yerde yeni ve güzel bir şehir kurmuşlardır, öte yandan St.Thomas adasına sığınanların durumu da şehirdekilerden pek farklı olmadı. Çünkü, denizin sığ sularım atlarıyla ve yüzerek geçen Memlûkler adadakilere de ayni şeyi yaparak halkı esir veya katlettiler. 15 yaşında iken bu kuşatmaya katılıp olaylara bizzat şahit olan Ebü'l-Fidâ, yağma sona erdikten sonra bir kayıkla bu adaya geçtiğini ve burada kokuşmaya başlamış bulunan çok sayıda cesetle karşılaştığını söylemektedir[65].

El-Makrîzî'nin dediğine göre Trablus'un surları o kadar genişti ki üzerinden üç atlı yan yana gidebiliyordu. Halk refah içindeydi, ipekçilik son derece gelişmişti[66]. Trablus'tan sonra Memlûk askerleri hareketlerine devam ederek o civardaki bazı kaleleri savaşsız ele geçirdiler. Kontluğa tabi Elife'[67] ve Butron[68] ile diğer bazı kaleler bu şekilde zaptedilmiş yerlerdir[69]. Buna göre Sultan Kalavun burada. Kontes Lucia İçin sadece iki koy bırakmıştı, itaatını arzeden Cübeyl hakimi Bartholome ise ancak şartlı olarak yerini koruyabildi[70].

Trablus düştükten üç gün sonra Kıbrıs Kralı II.Henri Akka'ya geldi. Henri, Sultan Kalavun'la Kıbrıs ve Akka adına barışı on yıllığına yenilemekten başka bir şey yapamadı. Kardeşini Akka'da naib olarak bırakıp Eylül ayında Kıbrıs'a geri döndü. Bu arada, durumun ne kadar ümitsiz olduğunu açıklamak İçin Avrupa'ya bir elçi gönderdi[71]. Artık Suriye sahillerindeki Latin şehirleri Sultan Kalavun'un merhametine kalmıştı. Bu şehirlerin tek umudu, papanın onlar için yapacağı yardım çağrılarına Avrupa ülkelerinin kulak vermesiydi. Fakat, kısa zamanda bu umudun da boşa çıktığı görüldü. Zira Fransa kralı konuya hiç ilgi göstermedi. Aragon ve Sicilya kralları ise, yapılması muhtemel haçlı seferleri ve Suriye'deki Lâtinlerin aleyhine sultanla bir anlaşma imzaladılar. Şu halde böyle bir seferin sorumluluğunu ancak bir tek kişi üstlenebilirdi. O da daha önceki tecrübesiyle Doğuyu bilen İngiltere Kralı I. Edward'dı. Nitekim o, önce sorumluluğu üzerine alabileceğini açıkladı. Hatta bu uğurda haçı bile kabul etti. Fakat daha sonra hiçbir somut adım atmadan bu işten vazgeçti[72].

Papa IV.Nikola'nın Suriye'deki Lâtinlere yardım konusunda harcadığı bütün bu gayretler, 1290 yazında, ancak birkaç yüz veya birkaç bin İtalyan hacısını Akka'ya getirebildi. Onların gelişi, Haçlıların uğrayacağı mukadder sonu hızlandırdı. Çünkü işgalciler, Sultan ile Lâtinler arasında yenilenmiş bulunan anlaşmaya uygun olarak, Akka yakınlarında güven içerisinde yaşayan Müslümanları taciz etmeye başladılar. Bu arada bazı Müslüman tüccarları öldürdüler (Ağustos 1290). Öte yandan son yıllarda Müslümanların eline geçen haçlı şehirlerinden kaçanlar Akka şehrine sığınmışlardı. Bundan dolayı Kalavun, son olayları Akka şehri aleyhine savaş ilânı için bir vesile kabul etti. Bazı Memlûk komutanları Akka surlarının sağlamlığından endişelerini dile getirdiler. Bunun üzerine sultan, kadıları toplayarak onlara Frenklerin Akka yakınlarındaki Müslüman tüccarlara zarar verdiklerini anlattı. Onlar da tüccarların maruz kaldıkları bu ihanetin Haçlılarla savaş için yeterli bir sebep olduğuna dair fetva verdiler. Bundan sonra Kalavun, Akka kuşatması için hazırlıklara başladı[73].

Aslında Kalavun, bu yıl hacca gitmek niyetindeydi. Akka'da meydana gelen olumsuz gelişmeler onu bu düşünceden vazgeçirdi[74]. Derhal Suriye'deki komutanlarına savaş hazırlığı yapmalarını emreden mektuplar yazdı. Öte yandan Emir Şemseddin Sungur el-Messâh’ı askerin başına geçirdi. Bu askerî birlik hareket ederek Leccûn'a[75] ulaştı. Bu sırada Akkalı şövalyelerden oluşan bir birlik onlarla vuruşmak üzere şehirden dışarı çıkmıştı. İki tarafın karşılaşmasıyla birlikte başlayan çatışmalar günlerce sürdü. Durumu öğrenen Kalavun, Akka üzerine bizzat sefere çıkmaya karar verdi. Bu arada Suriye'deki ordunun malî işlerine bakan Emîr Sungur el-A’ser, Dımaşk, Baalbek ve Bikâa bölgelerindeki varlıklı kimselerden, geliri Akka kuşatmasında harcanmak üzere, adam başına 500 ile 2000 dirhem arasında para topladı. Sonra mancınık yapımında kullanılmak üzere ağaç temini için Akka Dağlarıyla Baalbek arasındaki vadiye geldi. Ancak, bu sırada başlayan şiddetli kar yağışı yüzünden işi yarım bırakmak zorunda kaldı. Yaz geldiğinde, kar altından çıkan malzemelerin büyük çoğunluğunun telef olduğu görüldü[76]

Sultan Kalavun Akka'yı bizzat fethetmek kastıyla Kahire'den çıkarak, 10 km. kadar uzakta bulunan Mescidü Tibr'in karşısında karargâhını kurdu (4 Kasım 1290). Ne var ki bu sırada ateşli bir hastalığa yakalandı. Rahatsızlığı giderek arttı ve altı gün sonra, 10 Kasım 1290'da burada vefat etti[77].

Ebü'l-Fidâ, Kalavun'un özelliklerinden bahsederken onun, surlarının sağlamlığı ile ünlü olan Merkab ve Trablus şehirlerinin fatihi olduğuna, halbuki Salâhaddin Eyyûbî dahil daha önceki meliklerden hiçbirinin buna cesaret edemediğine dikkat çekmektedir[78].

C. Kalavunoğullarından Sultan el-Eşref Halil Zamanında Memlûk-Haçlı Münasebetleri

Kalavun’un bu beklenmedik ölümünün Akkahları sevindirdiğini tahmin etmek zor değildir. Ancak, Mısır'ın Haçlılar karşısındaki tutumunda herhangi bir değişiklik olmadı. Zira Kalavun'un yerine geçen oğlu el-Melikü’l- Eşref Halil, babasının başladığı işi tamamlamak azmindeydi. Fakat önce içişlerini yoluna koyması gerekiyordu. Nitekim kendisine karşı isyan teşebbüsünde bulunanların lideri Nâibüssaltana Emîr Toruntay'ı öldürerek vaziyete hakim oldu[79]. Bu arada Emir Sungur el-A'ser'1 azil ve yerine Seyfeddin Doğan el-Mansuri'yi tayin etti.

Halil tahta çıktıktan iki ay kadar sonra Akka'dan elçiler gelerek, olup biten şeylerden dolayı özür dilediler. Fakat, o bunlara kulak asmadı[80]. Bir yandan da. Haçlıları Suriye'nin tamamından çıkarmak üzere savaş hazırlıklarını kararlılıkla sürdürdü. Emir Aybek el-Efrem'i mancınıkları hazırlaması İçin Suriye'ye gönderdi. 3 Mart I291'de Şam'a gelen Aybek, aradan iki hafta bile geçmeden hazırlıklar tamamladı. Mancınıkların sevk İşini Emir Sencer ed- Devâdârî ve binler emiri rütbesini taşıyan diğer komutanlar yürüttüler.Öte yandan Sam naibi Emir Hüsameddin Lâçin 24 Mart günü ordusuyla Dımaşk'tan hareket etti. Emir Seyfeddin Tuğrul ise Kahire'den çıkarak Suriye kalelerindeki insanları savaşa davet etmeye gitmişti. Gerçekten bunun ardından 26 Martta Hama sahibi el-MelikülMuzaffer, bundan iki gün sonra da Trablus ve sahildeki kalelerin naibi olan Emir Seyfeddin Balaban, maiyetlerindeki asker ve mancınıklarıyla birlikte Dımaşk'a vâsıl oldular. Bilahare hep beraber Akka üzerine yürüyüşe geçtiler[81].

Kerek naibi Baybars ed-Devâdâr'm da bu sefere katıldığını, Zübdetü'l- Fikre ة Târihî'1-Hicre adil eserindeki kendi ifadelerinden anlıyoruz. Buna göre o, sultana, söz konusu savaşa bizzat katılıp cihadın sevabına ortak olmak istediğini bildirmiştir. Kendisine bu konuda izin verilince, maiyetindeki kişilerle birlikte yola çıkmış ve sultanin emrindeki Memlûk ordusuna Gazze'de dahil olmuştur82].

Sultana gelince o, 6 Mart günü Kahire'den ayrıldı. Bu arada aile fertlerini Dımaşk'a yolladı. Kendisi, Mısır Ordusunun başında 5 Nisan’da Akka önlerine indi. Ordunun ardından iki gün sonra irili ufaklı çok sayıda mancınık oraya ulaştırıldı. Yolculuk sırasında vuku bulan kar ve yağmur yağışı Hama ketlerinin İşini yolda zorlaştırmıştır. Ayrıca, onların yanında Mansuri adim verdikleri çok büyük bir mancınık vardı. Bu yüzden atla sekiz gün süren Hisnü'l-Ekrâd-Akka yolunu ancak bir ayda katledebildiler[83]. Sayıları 92'yi bulan mancınıkların kurulması dört günü aldı ve nihayet kuşatma fiilen başladı.

Akka'ya, başta Kıbrıs'tan olmak üzere, deniz yoluyla birçok Hıristiyan topluluğu yardıma gelmişti. Esasen Hıristiyanlar, denizde hâkimiyetlerini kuşatma boyunca devam ettirmişlerdir. Limandaki düşman gemilerinin üstü ahşap kubbe ile örtülü olup manda derileriyle kaplanmıştı. Bunlardan atılan oklar, Müslümanların üzerine adeta yağmur gibi yağıyordu. Gemiler arasında, içinde mancınık bulunan büyük bir gemi vardı. Bu mancınıktan atılan gülleler, Müslüman karargâhına büyük zarar vermişti. Düşman böyle bir kuşatmayı beklemekte olduğu için, sadece içeriye kapanmayıp, vuruşmayı, açık bıraktıkları bazı kapıların önünde de kabul ettiler.

Müslümanlar Akka'yı karadan kontrol altına almışlardı. Fakat bir taraftan şehirdekilerle savaşırken bir taraftan da denizden gelen ateşe karşılık vermek zorunda idiler. Bu yüzden zor anlar yaşadılar. Bu arada kulelerin altına doğru çok sayıda lâğım kazmakla da uğraşıyorlardı[84]. Kuşatma sırasında çıkan bir fırtına sonucu düşman gemilerinin zarar görmesi ve bu meyanda söz konusu mancınığın kırılarak bir daha kullanılamayacak hale gelmesi Müslümanları kısmen rahatlattı.

Kuşatma sırasında Akkalılar, bir gece kaleden çıkarak Memlûk askerlerine bir baskın düzenlediler ve ümerânın çadırlarına kadar ulaştılar. Öyleki bazıları çadırların iplerine takıldılar. Memlûk askerleri derhal karşılık vererek onları geri püskürttüler ve bir kısmını da öldürdüler. Hama sahibi el-Melikü'l-Muzaffer, sabah olunca bunların kesik başlarını kendi adarının boynuna asarak sultana götürdü[85]. Kuşatmanın şiddeti giderek artırıldı. Bu arada Kıbrıs Kralı II.Henri kendisi de bizzat yardım için Akka'ya gelmişü. Onun gelişi Akkalılar arasında olağanüstü bir sevinç yarattı. Fakat, bu çok sürmedi. Zira burada üç gün kalan kral, bu süre zarfında vaziyetin ümitsiz ve kaçınılmaz sonun hızla yaklaşmakta olduğunu anlayınca daha fazla beklemedi ve geri döndü[86]. Kuşatma ve vuruşmalar 44 gün boyunca devam etti. Bu arada pek çok Memlûk askerleri de şehit oldu. Emir Alâeddin Güçdoğdu eş- Şemsî, Aybek el-İzzî, Akkuş el-Gatemî, Bilik el-Mesudî ve Şerefeddin Kıran es- Sekzî gibi bazı büyük komutanlar da kuşatma sırasında şehit oldular[87].

Akka surlarının içinde birçok Hıristiyan ülke kralının temsilcileri ve çeşitli Hıristiyan tarikatleri bulunuyordu. Fakat, bunlar arasında gerçek anlamda bir birlik yoktu. Herbiri diğerinden ayrı bir yönetime sahipti. Öyle ki bu bağımsız toplulukların sayısı 17’yi bulmuştu. Öte yandan Akkalılar, son zamanlarında eğlence ve sefahate düşkünlüklerinden dolayı sağduyu sahibi Hıristiyanların ağızlarında bile bir sakız haline gelmişti[88]. Maddî ve manevî bakımdan böyle bir yapıya sahip olan bir devletin, ne olursa olsun daha uzun süre ayakta kalmasının zorluğu ortadadır.

Sultan, 18 Mayıs 1291 günü genel taarruzu başlattı. 300 deve üzerine yüklettiği köslerin hepsinin bir anda çalınmasını emretti. Seher vaktinde, köslerin yüreklere korku salan müthiş gürültüleri arasında Müslümanlar saldırıya geçtiler. Bu sırada surlar arasında büyük bir gedik açılmıştı. Fakat buradan ateş altında içeri girmek yine de kolay değildi. Onun için Müslümanlar düşmanın atacağı ok vb. gibi şeylerden kendilerini koruyabilmek amacıyla kalın keçeleri birbirine dikerek imal ettikleri bir çeşit siper sayesinde gediğe yaklaştılar[89]. Gedikten içeri giren Memlûkler, sancağı burca diktiler. Güneş doğalı henüz üç saat olmamıştı ki şehri ele geçirdiler. Halk denize doğru kaçmaya başladı. Çıkan izdiham sonunda içlerinden birçoğu helâk oldu. Birçoğu da Memlûk askerleri tarafından esir veya katledildi. Kurtarılanların sayısı ise çok azdı. Mal ve zahire cinsinden ne varsa yağmalandı[90].

Böylece, Müslümanlar şehre sağlam bir şekilde ayak basmış oldular. Buna rağmen şehirde hâlâ direnmeye devam eden bazı burçlar vardı. Bu burçlardan birinde Templier şövalyeleri bulunuyordu. Şehrin zaptından iki gün sonra Memlûkler, bütün güçleriyle Templierlerin burcuna yüklenince içindekiler eman dilediler. Sultan eman verdi ve 100 kişiden oluşan bir askerî birliği, burcun tepesine dikecekleri sancakla birlikte içeri gönderdi. Fakat, içeri giren Memlûklerden bir kısmı taşkınlık yaparak yağma hevesine düştüler. Hatta bazı Hıristiyan kadın ve çocuklarını esir almak istediler. Bunun üzerine şövalyeler kapıları kapatarak içeri girmiş bulunan Memlûklerin tamamını kılıçtan geçirdiler. Emîr Akboğa el-Mansurî de bu suretle öldürülenler arasında idi. Bu arada sultanın burçta asılı duran sancağını yerinden sökerek aşağı attılar ve tekrar savunma yolunu tuttular. Öte yandan Hospitalierlerin burcuna sığınmış olanlar, yine bu sıralarda sultandan eman alarak kaleden aşağıya inmişlerdi. Emîr Zeyneddin Ketboğa, bunların, aileleriyle birlikte can ve mal güvenliğini sağlamak üzere görevlendirilmişti.

Templier şövalyelerine gelince, ertesi gün, eski şartlarla tekrar eman dilediler. Aileleriyle birlikte istedikleri yere gidebileceklerine dair kendilerine güvence verildi. Fakat, kaleden indikten sonra 2000 kadarı öldürüldü ve bir o kadarı da esir alındı. Bunun görünürdeki sebebi, Emîr Akboğa'yı daha önce öldürmelerinden dolayı sultanın onlara duyduğu öfkeydi. Bu gelişmelerden sonra hâlâ burçlarda tutunan Hıristiyanlar, verilen emanı kabul etmekten çekinerek bütün güçleriyle savaşı sürdürdüler. Bu arada ele geçirdikleri beş Müslümanı burcun üstünden aşağı atarak dördünün ölümüne sebep oldular. Nihayet Akka'dan geri kalan en son burcun duvarları 29 Mayıs 1291 Salı günü çökünce direnecek hiçbir kuvvet kalmadı. Ne var ki çok sayıda Müslüman da Hıristiyanlarla birlikte göçük altında kalarak helâk oldular. Sultan, kadınları ve çocukları bir tarafa ayırdıktan sonra bütün erkeklerin boyunlarını vurdurdu[91]. Böylece, Akka'nın fethi tamamlanmış oldu.

Hıristiyanlar Akka'yı 12 Temmuz 1191 tarihinde istilâ ettikleri zaman, içindeki Müslümanlara eman verdikleri halde, daha sonra birtakım bahaneler ileri sürerek yaklaşık 3000 esiri katletmişlerdi[92]. Bu defa aradan tam 100 yıl geçtikten sonra Müslümanlar Akka'yı zapt ve müdafileri katletmek suretiyle adeta geçmişin intikamını almış oldular[93].

Sultan Halil, Akka'yı kuşatmaya başladığında, bir yandan da ümerâdan Alemüddin Sencer es-Savâbî'nin, yollan kontrol altında tutmak ve haber toplamak üzere Sûr'a gitmesini ve orayı sıkıştırmasını emretti. Emir Sencer, Sûr'u kuşattığı süre zarfında Akka’dan firar ederek buraya sığınmak için gelen birkaç gemiyle karşılaştı. Bu gemilerin limana girmelerine engel oldu. Bunun dışında önemli bir olay meydana gelmedi. Bu arada Sûr halkı eman dileyerek mallarına ve canlarına dokunulmamak şartıyla şehri teslim etmeye razı oldular. Emir Sencer, bu şardarı kabul ederek Sûr'u teslim aldı. O sıralarda Sûr, büyüklüğü ve kalelerinin sağlamlığı ile Akka'dan sonra bölgenin en önemli merkezi idi. Salâhaddin Eyyûbî ve Baybars gibi büyük sultanlar burayı ele geçirememişlerdi. Üstelik burası, eskiden beri, yerlerini Müslümanlara kaptıran şövalyelerin yuvalandıkları bir yer haline gelmişti. Akka'nın düşmesi bunların kalbine derin bir korku salmış olmalı ki şehir savaşsız ele geçirilebildi. Şehir teslim alındıktan sonra surlar ve içindeki binalar yerle bir edildi. İşe yarar cinsten kesme taşlar ve enkazlar, kullanılmak üzere başka yerlere taşındı[94].

Sultan işin bu kadar kolay neticeleneceğini ummamıştı. Bu durum, onun diğer yerleri de fethetme konusundaki azmini artırdı. Sultan Halil, Akka kuşatması sırasında bir şikâyet üzerine Şam nâibi Emir Lâçin'i tutuklayarak Mısır'a göndermiş'[95], yerine ümerâdan Sencer eş-Şücâî'yi tayin etmişti[96]. Akka'nın fethini müteakip 5 Haziran günü buradan ayrılan sultan, bir hafta sonra çok gösterişli bir törenle Dımaşk'a girdi. 18 Temmuz'da Dımaşk'tan ayrılarak 7 Ağustos'ta Mısır'a döndü. Bu sırada, daha önceden Akka sahibinin elçisi olarak Kahire'ye geldikleri vakit burada alıkonulmuş olan heyeti serbest bıraktı. [96]

Sultan, Dımaşk'taki ikameti sırasında, Şam nâibi olarak tayin ettiği Sen- cer eş-Şücâî'yi Sayda'yı zaptetmekle görevlendirmişti. Emir Sencer oraya vardığında halktan bir kısmı çoktan firar etmiş bulunuyordu. Templier şövalyeleri, şehri savunacak ölçüde güç ve sayıya sahip olmadıkları için iç kaleye çekilmişlerdi. Bu arada, komutanları Tibaut Gaudin ise yardım getirmek üzere Kıbrıs'a gitmiş, fakat sebep her ne ise bir daha geri dönmemişti. Dolayısıyla müdafîlerin kendi başlarına yapabileceği bir şey kalmamışa. Nihayet onlar da 14 Temmuz'da kaleyi Müslümanlara bırakarak kaçtılar[97].

Sultanın Dımaşk'tan ayrılacağı gün Sencer eş-Şücâî, muzaffer olarak geri döndü. Çok geçmeden Beyrut'a yöneldi. Buradaki garnizon, çaresizlikten hiç savaşmaksızın kaleden aşağıya inerek şehri teslim etti (22 Temmuz 1291) [98]. Yine bu arada önce Aslis'in (30 Temmuz 1291), 4 gün sonra da Antartus'un aynı şekilde teslim olmalarıyla, sahil şeridindeki fetih hareketleri tamamlanmış oldu. Sultan Halil, bölgeye büyük hayallerle gelmiş ve yerleşmiş olan Haçlıların bu müstahkem şehirlerini arka arkaya, hem de ciddî bir dirençle karşılaşmaksızın ele geçirmekten son derece mutlu oldu[99].

Artık Haçlıların elinde Arvad[100] adındaki küçük bir adadan başka bir yer kalmamıştı. Onlar bu adada, 1302 yılına kadar daha on iki yıl varlıklarını sürdüreceklerdir. el-Eşref Halil cesur ve savaşçı birisi olmasına ve Haçlılarla kahramanca mücadele edip onları Suriye'den sürüp çıkarmasına rağmen geçimsiz bir kimse idi. Bu yüzden, kısa zamanda ümerâ ile arası açıldı ve bu durum onun sonunu hazırladı. Nihayet, Nâibü's-Saltana Baydara, sultana düşman olan bazı ümerâ ile birlikte onun aleyhine bir tuzak kurdu. Buna göre Sultan Halil'in ava çıkmasını fırsat bilip onu yalnız yakaladığı bir anda öldürdü[101].

D. XIV. Yüzyılda Memlûk-Haçlı Münasebetleri

a. Arvad'ın Alınması ve Yeni Gelişmeler

Arvad Adasına kaçan ve çoğu Templilerlerden meydana gelen haçlı topluluğu, burayı kendileri için bir sığınak ve bir askerî üs haline getirmişti. Nitekim bunlar, zaman zaman Trablus sahillerine çıkarak gelip geçen Müslümanların yollarım kesiyorlar ve onlara zarar veriyorlardı. Bu durum, Halil'in kardeşi ve Kalavun'un diğer oğlu Sultan en-Nâsır Muhammed'i harekete geçirdi. Bu sırada sahil güvenliğinden, Trablus nâibi Seyfeddin Esendemir el- Gürcî sorumluydu. Sultan onu, Arvad'a bir deniz seferi düzenlemekle görevlendirdi. Bu amaçla Mısır'dan gönderilen Memlûk gemileri 1302 Eylülünde adaya bir baskın şeklinde ulaştılar. Cereyan eden şiddetli vuruşmalardan sonra Müslümanlar galip geldiler. Adı geçen kale zapt, sakinleri ise esir veya katledildi. Rivayete göre ölü sayısı 1000, esir sayısı da bunun yarısı kadardı. Öte yandan pek çok ganimet ele geçirildi. Adadaki sur yerle bir edildikten sonra Trablus'a dönen Esendemir, ganimetin beşte birini sultana gönderdi. Artanını ise gaziler arasında paylaştırdı[102].

Canlarını kurtarabilen Templier şövalyeleri, Kıbrıs'a giderek karargâhlarım orada kurdular. Hospitalierler ise, Akka’dan ayrılan haçlı artıklarıyla birlikte, daha önceden Kıbrıs'a sığınmışlardı. Yerlerini kaybetmenin verdiği şaşkınlık, şövalyeleri ne yapacaklarını bilemez bir duruma düşürmüştü. Öte yandan kendilerini Kıbrıs'ta pek rahat hissetmiyorlardı. Bu yüzden Hospitalierler, Templierlerden daha akıllı davranarak kendilerine başka bir yurt aramaya başladılar. Fazla zaman geçmeden bunlar, Cenevizlilerin de desteğini kazanarak bu amaçla Rodos'a çıkartma yaptılar. Rumların hâkimiyeti altında bulunan adada, adım adım ilerleyerek iki yıl sonra, 15 Ağustos 1308'de Rodos şehrini ele geçirdiler. Burasını Frank doğunun en müstahkem mevkii ve kendileri için de daimî bir karargâh haline getirdiler. Daha az müteşebbis olan Templier şövalyelerine gelince, dinî sapkınlıkla itham olunarak her yerde takibata maruz kaldılar. Mahkeme kararıyla kendileri hapis, malları ise müsadere edildi. Templierlerin ortadan kalkması ve Hospitalierlerin de Rodos'a taşınmış olmaları, Kıbrıs krallığını, kutsal topraklarla doğrudan ilgilenen yegâne Hıristiyan devleti haline getirdi. Zaten Kıbrıs kralları, kendilerini ismen de olsa, aynı zamanda Kudüs Kralı olarak görüyorlardı. Bundan dolayı kuşaklar boyunca, Nikosia (Lefkoşa)'da Kıbrıs Krallığı tacını giyen kral, daha sonra, kaybedilen kutsal topraklara en yakın yer olan Famagusta (Magosa)'ya gidiyor ve orada ayrıca Kudüs Krallığı tacını giyiyordu. Buna rağmen Memlûkler yeni bir haçlı seferinin çıkış noktası olmadığı müddetçe Kıbrıs'a dokunmamayı tercih ettiler[103]. Üstelik buraya karşı bir deniz harekâtı düzenleyebilecek güçte bir donanmadan da yoksun bulunuyorlardı.

XIII. yüzyıl, genel olarak haçlı konduklarının tasfiyesi ve Haçlıların Filistin'den nihaî olarak uzaklaştırılması ile son buldu. XIV. yüzyıl ise bu fiilî durumu içine sindiremeyen Haçlıların tepkilerine şahit olmuştur. Hiç şüphesiz bu tepkilerin başında papalığın, Memlûklerle ticareti yasaklayan kararlar çıkarıp bunu uygulamaya koyması ve bu ambargoya uymayanları cezalandırmak için vurucu bir deniz gücü oluşturması gelir. Böylece onlar, Memlûkleri önce ticarî alanda zayıflatacaklarına ve son olarak da askerle müdahale edip Kudüs'ü kurtarabileceklerine inanıyorlardı. Fakat, Akdeniz ticaretinden sadece Memlûklerin değil, Avrupalıların da onlar kadar kazancı vardı. Bu sebeple İtalyan şehir devletleri başta olmak üzere bazı Avrupalı yöneticiler, dinî duyguları bir tarafa bırakıp, kendilerine de zarar veren bu kararı işlemez hale getirdiler. Öte yandan Memlûkler, bu ekonomik ambargonun kaldırılması için, Mısır’a gelen tüccarlara çok iyi davranmak ve onlara bazı imtiyazlar tanımak suretiyle üzerlerine düşeni yerine getirdiler[104].

b. Kıbrıs'ın Haçlı Seferlerine Katkısı

b.l. Kral II. Henri'nin Faaliyetleri

Kıbrıs Kralı II. Henri, bu konuda kendisinden söz edilmesi gereken kişilerden birisidir. O, daha önce Akka kuşatması sırasında onlara yardım etmeye gelmişti (M. 1291). Şimdi ise onun, 60 parça gemiden oluşan bir donanmanın inşası konusunda bazı Avrupalı meslektaşlarıyla anlaştığı ve hazırlanacak bu gemilerle Dimyat'a saldıracağı haberi geliyordu (M. 1308). Dönemin sultanı Baybars el-Çaşnigîr, derhal ümerâyı toplayıp, onlarla alınması gereken tedbirleri görüştü. Bu görüşme sonunda Kahire'den Dimyat'a kadar uzun bir köprünün yapımına karar verildi. Çünkü, Nil'in suyunun kabardığı mevsimde Dimyat'ın kara ile bağlanası kesiliyordu. Sultan, Emîr Celâleddin Akkuş'u vazifelendirdi. Ayrıca, işçi ve malzeme temini için, ilgili bütün idarecilere fermanlar yazıldı. Akkuş, bu sayede çok sıkı bir tempo ile bir ay gibi kısa bir zaman zarfında köprü inşaatını tamamladı. Artık saldırı halinde Dimyat'a her türlü lojistik destek sağlanabilirdi. Öte yandan İskenderiye yolu üzerindeki stratejik bir köprüyü tamir etme vazifesi Emir Seyfeddin el-Cermekî'ye verildi[105]. Alınan bu tedbirlerden, Memlûk yönetiminin bu haberi çok ciddiye aldığı ve muhtemel tehlikeye karşı hiçbir fedakârlıktan çekinmediği anlaşılıyor. Gerçekten Mısır'a, bu yolla çok büyük zararlar gelebilirdi. Fakat, beklenen şey olmadı. Herhalde, bu sırada Haçlılar arasında tam bir birliğin bulunmayışı böyle bir hareketin gerçekleşmesine imkân vermemiştir.

b.2. Kral I. Pierre'in İskenderiye Seferi ve Diğer Gelişmeler

Haçlılar, kutsal toprakları Müslümanların elinden geri almak amacıyla yeni ve daha ciddî bir teşebbüse geçebilmek için, Kıbrıs Kralı I. Pierre'in tahta çıkışına kadar uzun süre beklemek zorunda kaldılar. Bu zat, Fransa Kralı St.Lui'den bu yana haçlı seferine çıkma konusunda gerçekten istekli olan ilk hükümdardır. Kral Pierre, önce Rodos şövalyelerinin desteğini aldı. Daha sonra kendisine yeni yardımcılar bulmak umuduyla bütün Avrupa'yı dolaşü. Onun, bu konuda en büyük teşvikçisi ise Papa Urbanus idi. Nihayet Haçlı ordusunun, 30 Ağustos 1365'te Rodos'ta toplanması kararlaştırıldı. Ancak kral, hedefini son ana kadar gizli tutuyor ve sanki Suriye üzerine gidecekmiş intibaını veriyordu. Hedefin Mısır’ın İskenderiye şehri olduğu, donanma ancak denize açıldıktan sonra ilân edildi[106]. Bu sırada Memlûk tahtında en-Nâsır Muhammed'in torunlarından, henüz 12 yaşında bir çocuk olan el-Melikü'l-Eşref Şaban bulunuyordu. Fakat, idare fiilen Atabey Yelboğa'nın elindeydi. İskenderiye valisi Halil bin Arram hacca gitmiş ve yerine dönünceye kadar, tecrübesiz bir subay olduğu anlaşılan el-Emîr Cangara'yı[107]vekil bırakmıştı. Düşman İskenderiye'ye 8 Ekim 1365 günü[108] indiği halde,

haberi Kahire'ye 3 gün sonra ulaştı. Bu sırada sultan, her zamanki gibi gezintiye çıkmış, Atabeg Yelboğa ise, Kahire yakınlarındaki el-Abbâse'ye ava gitmişti[109]. Atabeg, önce aldığı habere inanamadı ve bunun kendisine karşı Emîr Tayboğa tarafından hazırlanmış bir tuzak olduğunu zannetti. Çünkü, aralarında geçen olaylardan ötürü karşılıklı bir güvensizlik havası hâkimdi[110]. Düşman, Mısır'a saldırmak için, bu kadar elverişli bir ortamı istese bile hazırlayamazdı.

İşin hakikat olduğu anlaşılınca hemen seferberlik ilân edildi. Tellâllar vasıtasıyla askerlerin derhal toplanmaları, eğer bir günden fazla gecikecek olurlarsa canlarının ve mallarının helâl sayılacağı duyuruldu. Gerçekten askerler bölük bölük toplanmaya başladılar. Bu arada sultan, Nil'in bati yakasına geçerek Tarrâne[111] denilen yerde otağım kurdu. Buradan 1000 kişilik bir öncü birliğin başında İskenderiye'ye gitmek üzere, ümerâdan Kutluboğa el- Mansurî, Güvendik ve Halil bin Kosun'u görevlendirdi.

İskenderiye'ye gelen düşman donanmasında 70-80 kadar gemi vardı. Bunlardan 24'ü Venedik, 10'u Rodos, 5'i Fransız, 2'si Ceneviz ve geri kalanları da Kıbrıs gemisiydi. Bu gemilerden inen düşman askerlerinin karaya çıkmasına engel olamayan Müslümanlar kapıları kapattılar ve şehri savunmaya başladılar. Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde ise kaleden çıkarak düşmanı geri püskürtmeye çahşülar. Fakat, onları gün boyu yerlerinden oynatamadılar. Öte yandan Cuma günü, sabaha karşı Buhayra[112] Araplarından yardıma gelenler oldu. Dışarıda sayıları artan Müslümanlarla Haçlılar arasında şiddetli çatışmalar çıktı. Ancak, bundan da bir netice hâsıl olmadı. Aynı gün düşman, genel taarruza geçerek, kuşluk vaktinde şehri işgal etmeye başladı. Bunun üzerine Reşid kapısı önünde toplanan bazı müdafiler, buradan firar etmek suretiyle şehri tamamen Haçlılara terk etmiş oldular. Bu arada Emir Cangara da hâzineyi ve İskenderiye'de hapis yatmakta olan 50 Hıristiyan tüccarı yanına alarak, diğer firariler gibi şehri terk ederek Demenhur tarafına doğru gitti[113].

Kuşluk vakti Kral Pierre bizzat şehre girdi ve at üzerinde şehri ikiye katetti. Haçlıları yağma konusunda serbest bıraktı. İskenderiye'de oturan yerli Hıristiyanlar da bu yağmacılara katıldılar. Bu arada zenginlerin evlerini göstermek suretiyle onlara yardımcı oldular. İşgalciler, pek çok kimseyi esir veya katlettiler; binaları yakıp yıktılar. Bu durum, Pazar sabahına kadar tam iki gün sürdü. Bu süre zarfında elde ettikleri 5000 esir ve bol miktardaki ganimetlerle gemilerine döndüler[114]. Ölü sayısı da aynı şekilde 5000 kadardı[115].

İskenderiye baskını, Kral Pierre'in düşündüğü şekilde gitmiyordu. Çünkü o, şehir düştüğü vakit, yardımcılarıyla yaptığı toplantıda İskenderiye'den ayrılmamak ve şehri Memlûklere karşı savunmak fikrinde olduğunu açıklamıştı. Fakat, emrindekilerin çoğu bu görüşe karşı idiler. Muhalif görüşte olan Touraine Vikontu Guillaume Roger, haçlı donanmasının orada uzun süre kalamayacağını ve sayılarının azaldığından dolayı da Hıristiyan askerlerinin şehri Memlûklere karşı savunamayacağını söylemişti. Öte yandan kuşatma sırasında şehrin kapıları tahrip edildiği için Müslümanların mukabil taarruzu halinde buraları tutmak kolay değildi. Zaten sultanın yardıma gönderdiği öncü birlikler de şehrin varoşlarına gelmiş bulunuyorlardı[116]. Bunun üzerine kral, mecburen kendisi de gemisine binmiş ve şehirdeki son işgalcilerin gemilerine dönmelerini emretmiştir. Akabinde, haçlı donanması, İskenderiye'ye gelişinin dokuzuncu gününde (16 Ekim 1365 Perşembe) Akdeniz'e açılmıştır. el-Makrîzî, bu hadiseyi anlattıktan sonra İskenderiye'nin içine düştüğü acıklı durumu şu cümle ile özetlemektedir: "Bu olay, İskenderiye'nin başına gelen en kötü olaylardan birisidir. Bu yüzden halk zelil oldu; malları azaldı; nimetleri yok oldu[117].

Öncüler, düşmanın İskenderiye'yi terk ettiğini Tarrâne'deki sultana bildirdiler. Kısmî bir rahatlama oldu. Sultan, Emîr Yelboğa ile birlikte Kal’atü'l- Cebel'e döndü. Sonra, bu sırada artık hacdan dönmüş bulunduğu anlaşılan Halil bin Arram'a, cesetleri kaldırmak üzere görev yeri olan İskenderiye'ye gitmesini emretti[118].

Yelboğa, ilk iş olarak Haçlıların İskenderiye'den alıp götürdükleri Müslüman esirleri kurtarmanın çaresine baktı. Onun, bu uğurda gerekli parayı, yani kurtuluş fidyesini toplayabilmek için, ülke çapında bütün Hıristiyanlara vergiler yüklediğini biliyoruz. Ancak, bu verginin miktarı hakkında farklı rivayetler vardır[119].

Yelboğa bir yandan da donanma inşası hazırlıklarına başladı. Bu iş için iyi cins tahta, demir ve araç gereç temin etmek lâzımdı. Bu hususta Suriye'deki nâiblere fermanlar yazarak onlara, Antakya yakınındaki Cebelü Şağlan'daki çam ağaçlarından yeterli miktarda kestirmelerini ve soyup biçtirdikten sonra deniz yoluyla Mısır'a yollamalarını emretti[120]. Mısır'da Cezîretü'l- vustâ'da[121] başlayan gemi yapım çalışmaları, kısa zamanda semeresini verdi ve 100 kadar savaş gemisi tamamlandı. Daha sonra denizcilerin ve neftçilerin[122]ve Allah yolunda savaşmak isteyen herkesin Yelboğa'nın konağına gelmeleri ilân edildi. Toplanan kişilerin kayıtları yapılarak kendilerine sefer bahşişleri dağıtıldı[123]. Bu gelişmelerden haberdar olan Haçlılar durumdan endişe duymaya başladılar.

İskenderiye baskını ticarî dengeleri bozmuş ve Avrupa'ya doğudan gelen malların fiyatları, stokların tükenmesiyle birlikte anormal derecede artmıştı. Venedikliler, kendileri de hareketin içinde yer almış olmalarına rağmen Mısır'la olan ticaretlerinin sekteye uğramasından rahatsız oldular[124]. Bundan dolayı çok geçmeden, 1365 Mart ayının sonlarında İskenderiye Limanı’na gemiyle Frenk elçileri -ki bunların Venedik elçileri olduğu bilinmektedir[125]geldi. Ancak heyet, elçilik görevini ifa etmek üzere gemiden ayrılmadan önce Müslümanlardan rehine talebinde bulundular. Müslümanlar onlara güvenilemeyeceğini düşünerek durumu merkeze haber verdiler. Bunun üzerine Kahire'de tutuklu bulunan bazı idam mahkûmları hapisten çıkarılarak kendilerine güzel ve temiz elbiseler giydirildi. Arkasından bunların, İskenderiye'nin önde gelen tüccarları olduğu şayiasını çıkardılar. Frenklerin buna inanmaları için ne lâzımsa yaptılar. Bu kişiler rehine olarak kabul edilip teslim alındıktan sonra elçiler gemilerinden inerek Kahire'ye hareket ettiler. Sultan, elçileri büyük bir çadırda kabul etti. Emîr Yelboğa, öteki emirler ve hacibler onun huzurunda ayakta duruyorlardı. Frenk hükümdarı, gönderdiği mektubunda sultanın dostu olduğunu ve Kıbrıs Kralı'nın İskenderiye'den götürdüğü esirlerin kurtarılmasında ona yardım edebileceğini bildiriyordu. Ayrıca, orada yeni bir barışın tesis edilerek, tacirlerin İskenderiye'ye gelip gitmelerine izin verilmesini ve Kudüs'teki Kıyâme Kilisesi'nin tekrar ibadete açılmasını istiyordu. Çünkü, adı geçen kilise söz konusu hadiseden sonra kapatılmıştı[126].

Felâketin üzerinden henüz fazla zaman geçmediği için, zemin yeni bir barışın yapılmasına elverişli değildi. Nitekim el-Makrîzî, elçilerin ülkelerine elleri boş döndüklerini ifade etmektedir[127].

Kıbrıs Kralı İskenderiye'den elde ettiği ganimetleri sefer dönüşünde Frenk kralları arasında paylaştırmıştı. Bu meyanda, bazı Müslüman esirler Cenova hükümdarına intikal etmişti. Venediklilerden sonra işte bu Cenova hükümdarından bir elçilik heyeti geldi. Bunlar adı geçen 60 Müslüman esiri yanlarında getirmişlerdi. Elçilerin söylediğine göre, Cenova hükümdarı sultanla daima barıştan yanadır. Kendi payına düşen Müslüman esirlerini karşılıksız serbest bırakarak sultana göndermesi bunun bir nişanesidir, İskenderiye baskınında hiçbir payı yoktur. Çünkü o, bas kını sonradan öğrenmiştir. Dahası İmkân bulursa, Kıbrıs Kralı'nı yakalayıp öldüreceğini söylemektedir. Öte yandan esaretten kurtulan Müslümanlar da, Cenova hükümdarının kendilerine gerçekten çok iyi davrandığına tanıklık ettiler. Bunun üzerine sultan ve Emir Yelboga, elçilerin takdim ettiği hediyeleri memnuniyetle kabul ettiler[128]. Bundan altı ay sonra, Cenova'dan sultana yeni bir elçilik heyeti geldi. Bu kez Cenovalı tüccarlara, İskenderiye ile ticaret yapma imkânının bahşedilmesini istiyorlardı. Onların bu istekleri olumlu karşılanarak müspet cevap verildi[129].

Bu arada Mısır'da Emir Yelboga tarafından başlatılan donanma inşası tamamlandı. Yelboga, toplam sayısı 100'ü bulan savaş gemilerinden herbirine asker ve mühimmat yerleştirmiş ve başlarına da birer komutan tayin etmişti. Bütün eksikleri giderilen donanma, son olarak bir de başarılı bir deniz tatbikatını gerçekleştirdi (28 Kasım 1366 Cumartesi) [130]. Ne var ki bu hazırlıklar- dan herhangi bir somut netice alınamadı. Zira tatbikattan 10 gün sonra, sefer İçin her türlü hazırlığın tamamlandığı bir sırada ümerâ arasında başgösteren fitne 4 gün devam etmiş ve nihayet Yelboga isyancılar tarafından öldürülmüştür (13 Aralık 1366) [131].

Öte yandan Kıbrıs Kralı I. Pierre boş durmuyor ve askeri hareketlere devam ediyordu. Karşılıklı barış görüşmeleri başlamasına rağmen, zaman zaman Suriye ve Mısır sahillerine düzenlenen yağma hareketleri, bu görüşmelerden bir netice alınmasını geciktiriyordu. Nitekim bu görüşmeler, bazı fasılalarla birlikte tam dört yıl sürmüştür.

Kral, İskenderiye baskınından sonra, ilk olarak 1366 Kasımında Suriye sahillerine bir baskın düzenlemek amacıyla Kıbrıs'tan bir donanma gönderdi. Bu sırada çıkan bir fırtına yüzünden, bazı gemiler hedefine ulaşamadı. Fakat heyet eli boş dönünce, ayin yılın Eylülünde bu kez bizzat kral, Hospitalierlerin reisi ile birlikte, iler cinsten toplam 130 gemiden meydana gelen büyük bir donanmanın başında Trablus'a saldırdı. Bu sırada şehrin naibi orada değildi. Müdafiler, düşmanın şehre girmesine engel olamadılar. Ancak, şehir İçinde şiddetle mukavemet ederek 1000 kadar düşman askerini öldürüp, diğerlerini geri çekilmek zorunda bıraktılar. Buna karşılık kendileri, sadece 40 şehit vermişlerdi[132].

Trablus'ta umduğunu bulamayan kral, gemilerini topladıktan sonra Tartus'a yöneldi. Burada gemi inşası İçin biriktirilmiş olan ahşap malzemeyi yakıp şehri yağmaladıktan sonra, yoluna devamla Lazkiye üzerine yürüdü. Şehrin güçlü İstihkâmı ve şiddetli rüzgâr buraya girmesine izin vermedi. Dahası, fırtına yüzünden gemilerinden bir kısmı battı; bir kısmı da Müslümanların eline geçti[133].

Kral, son olarak Ayaş'a yöneldi. Şehirde oturan Müslüman ve Ermeni Hıristiyan halkı, kendi aralarında anlaşarak şehrin tahrip edilmesini önlemek ve yardim gelinceye kadar zaman kazanmak düşüncesiyle kralı bir süre oyaladılar. Sonunda, görünüşte gönül rızasıyla şehri ona teslim ettiler. Bu sırada yardımcı İslâm ketleri Ayaş'a gelerek bir gece baskını sonunda şehri geri almayı başardılar[134].

b.3. Kral II.Pierre'in Faaliyetleri

I.Pierre, kendi adamlarının hazırladığı bir komploda hayatim kaybedinceye kadar gerginlik devam etti. Ancak, onun halefi II.Pierre'in ilk zamanlarında da benzeri hareketlerin yapıldığını görüyoruz. Onun, 1369 Haziranında Suriye sahiline yolladığı bir donanma, önce Sayda'ya saldırdıysa da başarı sağlayamadı[135].

Bundan bir ay sonra, 4 gemi, İskenderiye'ye bir baskın düzenlemek istediyse de bir şey elde edemedi, üstelik Müslümanlar onlardan 100 kadarını öldürüp gemilerinden birini ele geçirdiler[136].

Sultan, ticaretin aksaması yüzünden, devletin gelirinin azaldığını ve giderek fakirleştiğini görüyordu. Ayrıca, ülkede kıtlık ve veba baş göstermişti. Sahil bölgelerinde devamlı bir tedirginlik hüküm sürüyordu. Böyle bir ortamda Frenk (Kıbrıs) Kralı'ndan barış talebiyle elçiler geldi (Ağustos 1370). Ellerinde, barış konusunda, kralın samimi olduğunu gösteren bir yemin mektubu vardı. Sultan bunu fırsat bildi ve elçilere hil’at giydirdikten sonra dönmelerine izin verdi. Ancak, kralın söylediklerinde doğruluğu anlaşılın- caya kadar içlerinden bir kısmını rehine olarak alıkoydu. Dört ay kadar sonra adi geçen elçiler geri geldiler. Yüz Müslüman esiri de yanlarında getirmişlerdi[137]. Kral, bu davranışıyla, herhalde barışa olan isteğini göstermek istemiştir. Beş yıldır devam eden Sıcak savaş hali bu şekilde sona erince, sultan, Kudüs'te ibadete kapalı tutulan Kıyâme Kilisesi'nin açılmasını emretmiş, kral da elindeki son Müslüman esirleri serbest bırakmıştır.

b. 4. Son Haçlı Faaliyetleri

XV. yüzyılda Haçlıların planlarında önemli değişiklikler meydana geldi. Bu yeni plânın ilk amacı Mısır ve Suriye liman şehirlerini geniş ölçüde tahrip ederek ticareti çökertmekti. Bunun İçin XV. yüzyıl, şövalyelerin sahil beldelerine düzenledikleri akınlar ve Müslüman gemilerini ele geçirme olaylarıyla doludur. Doğu Akdeniz'de icra edilen korsanlık hareketlerinde Kıbrıs'ın da yataklık ettiği bilinmektedir. Hatta Memlûk Sultani Şeyh el-Mahmudi (1412- 1421), bu yüzden Kıbrıs'ı fethetmeyi ciddi olarak düşünmeye başlamıştı[138].

İskenderiye hareketi, hedefi kutsal ülkenin geri alınması olan klasik haçlı seferlerinin sonuncusu olmuştur. Ancak, Kıbrıs'ın stratejik konumu ve Memlûklere karşı genelde düşmanca olan tutumu, bu ülkeyi uzun vadede mutlaka kökü kazınması gereken bir düşman haline getirdi. Mısır, bu uğurda tam 70 yıl bekledi ama, sonunda ada 1424'ten itibaren düzenlenen 3 büyük sefer sayesinde Memlûkler tarafından zapt ve ilhak edildi[139].

XIV. yüzyılda haçlı seferleri giderek istikamet ve amaç değiştirmeye başladı. Önce bir haçlı donanması, 1344 yılında sahil İzmir'i Aydınoğullarınm elinden aidi. İç kalenin Türklerin elinde kalmasına karşılık, şehri Hospitalier şövalyelerine bırakan bir anlaşma 1350 yılında imzalandı. Bu şövalyeler, 1402 yılında Timur İzmir'i zaptedinceye kadar burada tutundular.

Bu arada Avrupa'nın dikkati daha kuzeye yani Osmanlılar üzerinde yoğunlaştı. Artık Haçlılar, Hıristiyan Avrupa'nın güvenliği İçin Osmanlı Türklerinin ilerleyişini durdurmak ve Avrupa'dan atmak gerektiğini düşünmeye başladılar. Bu uğurda düzenlenmiş olup hepsi de bozgunla neticelenen Birinci Kosova (1389), Niğbolu (1396), Varna (1444) ve ikinci Kosova (1448) seferleri birer haçlı seferi mahiyetindedir. Buna rağmen İstanbul'un fethi Türklerin Avrupa'dan gidici değil, bilakis kalıcı olduklarının açık bir göstergesi oldu. XVI. yüzyılda Kıbrıs'ın fethini önlemek İçin bazı Avrupa devletlerinin bir araya gelerek (1571)İnebahtı Körfez'inde Osmanlı donanmasını bozguna uğratmaları ve yine ikinci Viyana Kuşatmasından (1683) sonra kutsal ittifak kurularak Osmanlıların dört ayrı cephede savaşmak zorunda bırakılması hep ayni anlayışın ürünüdür. Bunun dışında XVIII. yüzyılın sonlarına kadar önceleri Rodos'ta, bilahare Malta'da üstlenen Hospitalier şövalye- lerinin korsanlık hareketlerine şahit oluyoruz.

SONUÇ

Avrupalıların, XI. yüzyıl sonunda papalığın teşvikiyle Suriye ve Filistin üzerine düzenledikleri ilk haçlı seferi sonunda Hıristiyanlar, Büyük Selçuklu Devleti’nin İçinde bulunduğu taht kavgalarından da yararlanarak, Kudüs'te bir krallık, Antakya'da bir prenslik, Urfa ve Trablus'ta ise birer kontluk kur- maya muvaffak oldular. Bu devletçiklerden Urfa'ya I144'te İmâdüddin Zengi, Kudüs'e I187'de Salahaddin Eyyûbî son verdiler. Ancak, bu durum yeni haçlı seferlerine sebep oldu.

Bir Türk devleti olan Mısır Memlûklerinin, kuruluş devrinden itibaren uğraşmak zorunda kaldıkları en önemli dış gailelerden biri Haçlılar meselesi olmuştur. Bu konuda kararlılıkla mücadelesini sürdüren Sultan Baybars, Antakya başta olmak üzere (M.1268) çok sayıda haçlı şehir ve kasabasını ele geçirdi. Buna rağmen Trablus ve Akka gibi, Suriye'nin sahil bölgelerindeki bazı yerler hâlâ Haçlıların elinde bulunuyordu. Bunlardan Trablus'un fethi Sultan Kalavun'a nasip olmuştur (M.1289). Kalavun, Akka'yı da bizzat fethetmek istiyordu. Fakat, ömrü buna yetmedi ve ertesi sene, bu uğurda çıktığı sefer sırasında hastalanarak vefat etti. Onun yarim bıraktığı İŞİ oğlu el-Eşref Halil tamamladı (M.1291). Akka'nın fethini müteakip ümitsizliğe kapılan son haçlı şehir ve kaleleri de arka arkaya teslim oldular. Geriye Tartus açıklarındaki Arvad Adası'ndan başka bir yer kalmamıştı. Haçlıların, kendileri için bir sığınak ve askerî üs haline getirdikleri bu ada, 12 yıl sonra Sultan en-Nâsır Muhammed'in emriyle, Trablus Nâibi Seyfeddin Esendemir tarafından zaptedildi (M.1302). Böylece, Memlûklerin Haçlıları Suriye ve sahil bölgelerinden atma çabaları sonuç vermiş ve bölge Haçlılardan tamamen temizlenmiştir.

Bundan böyle, Memlûkler aleyhine düzenlenmiş olan haçlı hareketlerine Kıbrıs Krallığının önderlik ettiğini görüyoruz. Ne var ki, stratejik bir konuma sahip olan Kıbrıs'ın bu düşmanca tutumu, söz konusu devleti Memlûkler açısından kökü kazınması gereken bir düşman haline getirdi. Nitekim adanın tamamı 1420'li yıllarda Memlûkler tarafından zapt ve ilhak edildi.

Öte yandan XIV. yüzyıldan itibaren, giderek istikamet ve amaç değiştirmeye başlayan Haçlılar, gözlerini yeni bir düşmana yani Osmanlılara çevirmişlerdir.

BİBLİYOGRAFYA

BUHARALI, EŞREF, "Kıbrıs'ta İlk Türkler veya Kıbrıs'ın Memlûk Hâkimiyetine Girişi", Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 95, Nisan 1995, s. 82- 120.

CAHEN, CLAUDE, la Syrie du Nord à !'Époque des Croisades et la Principauté Franque d'Antioche, Paris 1940.

DEMİRKENT, IŞIN, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1118-1146),Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1987.

EBÜ'L-FİDÂ (İsmail bin Ali), el-Muhtasar fî Ahbâri'l-Beşer (Târihti Ebü'l- Fidâ), Matbaa-i Âmire, İstanbul 1286, C.III-IV.

FÂYİD HAMMÂD MUHAMMED ÂŞÛR, el-Cihâdü'l-İslâmî fî Zıddi's-Salîbiyyîn fi'l-Asri'l-Eyyûbî, !.Baskı, Kahire tsz.

GROUSSET, R., Histoire des Croisades et du Royaume Franc de Jérusalem, Paris 1934, C.III.

İBN İYAS (Muhammed Bin Ahmed), Bedâiu'z-Zühûr fî Vekâii'd-Dühûr,Yayına hazırlayan: Muhammed Mustafa, II.Baskı, C.I/1, Kahire 1982, C.I/2, Kahire 1983.

İBN KESİR (İmâdüddin Ebü'1-Fidà İsmail bin Ömer ed Dımaşkî), el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut 1966, C.XIII-XIV.

İBN TAGRIBİRDI, (Yusuf bin Tagn birdi el-Atabeki Cemâleddin Ebü'l-Mehâ- sin), en-Nücûmü'z-Zâlıire fi Mülûki Misr ve'1-Kahüe,Kahire tsz., C.VHVIII.

KOPRAMAN, KAZIM YAŞAR, "Mısır Memlûkleri (1250-1517)", Doğuştan Gli- nümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınlan, İstanbul 1987, c. VI, s. 433-543.

. Mısır Memlûkleri Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları., Ankara 1989. EL-MAKRİZI (Ahmed Bin Ali), Kitâbü's-Sülûk li Ma’rife ti Düveli'l-Mülûk, Ya- yina Hazırlayan: Muhammed Mustafa Ziyade, C.I/2, II. Baskı, Kahire 1957; C.I/3, II.Baskı, Kahire 1970; C.II/1, Kailine 1971; C.III/1, Yayına Hazırlayan: Said Abdülfettah Âşûr, Kahire 1970.

MUFADDALIBN EBİ'L-FEDÂİL, en-Nehcii'sSedid ve'd-Dürrü'l-Ferîd fi mâ Ba- ’de Târihi İbni'1-Amîd (Histoire des Sultans Mamlouks), Yayınlayan: E.Blochet, C.I-IH.

MUHAMMED Cemâleddin sürür. Devletli Beni Kalâvıın fi Misır,Kahire 1947.

RUNCIMAN, STEVEN, Haçlı Seferleri Tarihi, Çev.: Fikret Işıltan, Türk Tarih Kurumu Yayınları., Ankara 1987, C.III.

Said abdülfettah âşûr, el-Eyyııbiyyıın ve'l-Memâlîk fi Misr ve'ş-Şam, Kahire 1992.

_______ el-Hareketii 's-Salibiyye, IV.Baskr, Kahire 1982, C.H.

SPULER, BERTOLD, Iran Mogollari,Türk Tarih Kurumu Yayınları., II.Baskı, Ankara 1987.

ŞE.ŞF.N, RAMAZAN, Salâhaddin Eyyübî ve Devlet, Cağ Yayınları, İstanbul 1987. WIET, GASTON, Histoire de la Nation Égyptienne, Paris 1926, C.IV.

Dipnotlar

  1. Işın Demirken t, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1118-1146), Türk Tarih Ankara 1987, s. 139 v.d.Kurumu Yay.
  2. Ramazan Şeşen, Salâhaddin Eyyübî ve Devlet, Çağ Yayınlan, İstanbul 1987, s.131 v.d.; Fâyid Hammad Muhammed Âşûr, el-Cihâdü'l-İslâmî fi Zıddi’s-Salibiyyîn S'l- Asri'l-Eyyûbi, !.Baskı, Kahire tsz., s.142 v.d.
  3. el-Makrîzî (Ahmed bin Ali), Kitâbü's-Sülûk li Ma'rifeti Düveli'l-Mülûk, yayına hazırlayan: Muhammed Mustafa Ziyâde, II.Baskı, Kahire 1957, C.I/2, s. 333-336; İbn İyas, el-Makrîzî'den farklı olarak, Sultanın el-Mansûre'ye vardığı vakit, Dimyat'tan izinsiz ayrılmış olan 50 kadar emîri bir günde katlettirdiğini yazar (Bedâiu'z-Zühûr fi Vekâii'd-Dühûr, Yayına hazırlayan: Muhammed Mustafa, Kahire 1982, C.I/1, s. 277-278); Said Abdülfettah Âşûr, el-Eyyûbiyyûn ve'l- Memâlîk fi Mısr ve'ş-Şam, Kahire 1992, s. 127-130. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.: R. Grousset, Histoire des Croisades et du Royaume Franc de Jerusalem, Paris 1934, C.III, s.426 v.d
  4. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 339. Makrîzî'deki diğer bir rivayete göre Sultan, kendisin¬den sonrası için, aceleci ve basiretsiz olduğuna inandığı oğlu Turanşah'ı veliaht tayin etmediği gibi başka bir melik lehine de vasiyette bulunmamıştır. Aksine o, ülkesinin geleceğini Halife el- Musta'sım Billâh'ın takdirine bırakmıştır (bkz. a.g.e., C.I/2, s. 342; Ayrıca bkz., Ebü'l-Fidâ, el- Muhtasar ff Ahbâıi'l-Beşeı■ (Tâıilıu Ebü'l-Fidâ), Matbaa-i Âmire, İstanbul 1286, C.III, s. 188-189
  5. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 346-347
  6. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 349-350; Said Abdülfettah Âşûr, el-Haıeketü's-Salîbiyye, IV. Baskı, Kahire 1982, C.II, s. 1019.
  7. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 353-354; S.A. Âşûr, el-Hareketü's-Salibiyye, C.II, s. 1022- 1023; S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, çev.: Fikret Işıltan, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara
  8. elMakrizi, es-Sülûk, C.I/2. s. 355-356; ibn i yas. Bedai, C.I/1, s. 280281; s. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, cm. s. 230; s .A. Âşûr, el-Hareketü 'sSalibiyye, C.II. s. 1023-1024.
  9. el-Makrizi. eSülûk, C.I/2, s. 359-360: Ebü'l-Fidâ, el-Muhtasar, C.III, S.19O; S.A Âşûı, el- Eyyûbiyyûn, s.180-182
  10. el-Makrizi, es-Sülûk. C.I/2, s. 362-363: Kâzım Yaşar Kopraman, "Mısır Memlûkleri (1250 1517)", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınlan, İstanbul 1987, C.VI, s. 441; S.A. Âşûr, el-Eyyûbiyyûn, S.184. el-Makrizi, Lui'ııin hanımının da savaş esirleri arasında olduğunu ve kralla birlikte serbest bırakıldığını yazıyor. Fakat kraliçenin Dimyat'tan ayrılmadığı ve hatta el- Maıısûre yenilgisinden sonra eşinin kurtarılması yolunda büyük fedakarlıklarda bulunduğuna dair ayrıntılı bilgiler mevcuttur (bkz. s. Runciman. Haçlı Seferleri Tarihi. C.III, s. 231-232).
  11. S. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s. 234-235.
  12. S. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s. 235 v.d.; K.Y. Kopramaıı, "Mısır Memlûkleri (1250-1517)”, s. 462٥463; S.A. Âşûr, el-Eyyûbiyyûn, s. 188.
  13. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 364-365; S. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s. 249.
  14. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 430; S.A. Âşûr, el-Eyyûbiyyûn, s. 197-198.
  15. K.Y. Kopraman, "Mısır Memlûkleri (1250-1517)", s.463
  16. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 463-464, dipnot 2; S.A. Âşûr, el-Hareketü's-Salîbiyye, C.II, s. 1089
  17. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 483-484. dipnot 4
  18. el-Makrîzî, sultanın onlar hakkında yaptığı suçlamaları uzun uzun anlatıyor (es-Sülûk, C.I/2, s.484-487).
  19. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 526-530; Gaston Wiet, Histoire de la Nation Égyptienne, Paris 1926, C.I١٦ s.416; R. Grousset, Histoire des Croisades, C.III, s. 624-626.
  20. el-Makrîzî, es-Sülük, C.I/2, s. 544-547; İbn Tagnbirdî, en-Nücûmü'z-Zâhire fi Mülâki Mısr ve'l-Kahire, Kahire tsz., C.VI1, s.138-139; Mufaddal İbn Ebi'l-Fedâil, en-Nehcü's-Sedİd ve'd- Dürrü'l-Ferid fî mâ Ba‘de Târihi İbni'l-Amİd (Histoire des Sultans Mamlouks), Yayınlayan: E. Blochet, C.I, s.147-149; G. Wiet, Histoire de la Nation Égyptienne, C.IV, s.416-417; R. Grousset, Histoire des Croisades, C.III, s. 626-628; S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s. 272-273.
  21. Ebü'l-Fidâ, el-Muhtasar, C.IV, s.4; İbn Tagnbirdî, en-Nücûm, C.VII, s.140; G. Wiet, Histoire de la Nation Égyptienne, C.IV, s.417
  22. el-Makrizi, esSülûk, C.I/2, s. 550
  23. el-Makrizi. es-Sülûk, C.I/2, s. 558-560; G. Wiet, Histoire de la Nation Égyptienne. C.IV, s.418-419.
  24. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 564-565; R. Grousset, Histoire des Croisades, C.III, s. 639.
  25. İbn Tagnbirdî, en-Nücûm, C.VII, s.142
  26. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 565-568; İbn Tagnbirdî, en-Nücûm, C.V1I, s.142-144; Mufaddal, en-Nehcü's-Sedid, C.I, s.165-167; Claude Cahen, La Syrie du Nord â !'Époque des Croisades et la Principauté Franque d'Antioche, Paris 1940, s.716; S.A. Âşûr, el-Hareketü's- Salibiyye, C.II, s. 1094-1095.
  27. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 620.
  28. K.Y. Kopraman, "Mısır Memlûkleri (1250-1517)", s.465.
  29. el-Makrîzî٠es-Sülûk, C.I/2, s. 568-569; Ebü'1-FidS, el-Muhtasar, C.IV, S.5; G. Wiet. Histoire de la Nation Égyptienne,C.IV. S.42O
  30. el-Ma krizi. es-Sülûk,C.I/2, s. 570-571; G. Wiet. Histoire de la Nation Egyptienne, CIV. S.42O
  31. el-Makrizi, es-Sülûk, C.I/2. s. 584-588; s. Runciman. Haçlı Seferleri Tarihi,c.m, s. 281; S.A. Au, el-Hareketü sSalibiyye, c.n, s.1096-1097.
  32. İbn Tagnbirdî, en-Nücûm, C.VII, s.150; Mufaddal, en-Nehcü's-Sedîd, C.I, s.184-185
  33. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 590; R.Grousset, Histoire des Croisades, C.III, s.654
  34. İbn Tagnbirdî. en-Nücûm, C.VII, s.151; el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s.590-591
  35. İbn Tagnbirdî, en-Nücûm, C.VII, s.151-152.
  36. el-Makrîzî, es-Sülûk. C.I/2, s.592-593; G.Wiet, Histerice de La Nation Egyptienne, C.IV, s.422; R.Grousset, Histoire des Croisades, C.III, s.657; K.Y. Kopraman, "Mısır Memlûkleri (1250- 1517)”, s.466.
  37. Ebü'l-Fidâ, el-Muhtasar, C.IV, s.7; el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s.593; R.Grousset, Histoire des Croisades, C.III, s.658; S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s.284
  38. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 593-594 ١e dipnot 6; İbn Tagrıbirdî, en-Nücûm, C.VII, s. 154.
  39. el-Makrîzî, es-Sûlük, C.I/2, s. 595
  40. el-Makrîzî. es-Sülûk, C.I/2, s. 601
  41. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 682; İbn Tagrıbirdî, en-Nücûm, C.VH, s.298-300.
  42. S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s.331-332.
  43. Asıl adı Hısnü's-Safh (Yamaç kalesi) olan ve günümüzde pekiştirme ile Kal’atü'l-Hısn denilen bu yer, Lübnan'ın kuzeyinde el-Bukay’a yaylasında bulunmaktadır. Haçlı seferleri sıra¬sında XII. yüzyıl başlarında Antakyalı Tankred tarafından zaptedilen kale bir süre sonra Saint- Jean şövalyelerine teslim edildi. 1271'de Sultan Baybars tarafından geri alınan Hısnü'l-Ekrâd, OsmanlIlar zamanında bir kaza merkezi idi (Daha fazla bilgi için bkz. İA, Hısnü'l-Ekrâd mad¬desi)
  44. Ebü'l-Fidâ, el-Mulıtasar, C.IV, s.14; el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/2, s. 684.
  45. Mufaddal, en-Nehcü 's-Sedid, C.II, s.320-321
  46. Ravhâ: Filistin sahilinde bulunan bir mıntıka
  47. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, s. 684-685; İbn Tagrıbirdî, en-Nücûm, C.VII, s.300
  48. Muhammed Cemâleddin Sürür, Devletü Benî Kalâvun fî Mısır, Kahire 1947, s.233; el- Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, s. 975-977, Ek 6.
  49. Ebü'l-Fidâ, el-Muhtasar, C.IV, s.15; el-Makrîzî, es-Sûlûk, C.I/3, s. 685-686.
  50. Bu savaş hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ebü'l-Fidâ, el-Mulıtasar, C.IV, s.15-16; el- Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, s. 691-695
  51. el-Makrizi, es-Sülük, C.I/3, s. 985-997, Ek 8; M.C.Sürür, Devletü Beni Kalâvun, s. 233- 238.
  52. Nasıra: Bugün İsrail'de kalmış bir kent olup Hıristiyanlığın dinî merkezlerinden biridir
  53. S.Runciman, Haçlı Seferleri Talihi, C.III, s.334.
  54. Teküdar, Bağdad fukahasına ١’e Sultan Kalavun'a mektup yazarak, Müslümanlığı kabul ettiğinden bahisle iki devlet arasında dosduk tesisini istemişti. Ne var ki Moğol erkânının, Teküdar'ı Müslüman olduğu için hal’ ve kadetmeleri, bu teşebbüsün yarım kalmasına sebep ol¬muştur. (Ebü'l-Fidâ, el-Muhtasar, C.IV, s.17-18; Bertold Spuler, İran Moğolları, Türk Tarih Kurumu Yay., II.Baskı, Ankara 1987, s.89-92).
  55. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, s. 732; M.C.Sürür, Devletû Benî Kalavun, s.237.
  56. Ebü'l-Fidâ, el-Muhtasar, C.IV, s.22; İbn Tagnbirdî, en-Nücûm, C.VII, s.314-315. Ayrıca bkz., M.C.Sürûr, Devleti¡ Benî Kalanın, s.238; R.Grousset, Histoire des Croisades, C.III, s.703- 704
  57. İbn Tagnbirdî, en-Nücûm, C.VII, s.315-316. Merakıyye, Merkab yakınında, deniz sahi¬linde bir beldedir. Vaktiyle buranın sahibi denizin içinde, okların ve güllelerin ulaşamadığı bir yerde sağlam ve büyük bir burç yaptırmıştı
  58. M.C.Sürûr, Devleti¡ Beni Kalâvun, s.328.
  59. S.Runciman, Haçlı Seferleri Talihi, C.II1, s.338-341.
  60. S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, c.m, 5.342.
  61. Ebü'l-Fidâ, el-Muhtasar, C.IV, S.23; R.Grousset, Histoire des Croisades, CJII, S.734.
  62. S.Runciman, Haçlı Seferleri Talihi, C.III. S.344.
  63. İbn Tagrıbirdî, en-Nücûm, C.VII, s.320-321; M.C.Sürûr, Devletü Benî Kalanın, s.328. Bartholome’nin, Sultan Kala١٦ın'u Trablus'a davet ettiğine dair bazı riayetler sardır. Fakat me١•- cut bilgilere göre, bugün işin gerçeğini öğrenmek mümkün görünmüyor (S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s.344).
  64. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, s.746
  65. Ebû'l-Fidâ. el-Muhtasar, C.IV, s.24: Aynca bkz. el-Makrizi, es-Sülûk, C.I/3. s.747; M.C.Sûrûr, Devletli Beni Kalâvıın, s.238-239; S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, e.!!!, s.345-346.
  66. el-Makıîzî, es-Sülûk, C.I/3, S.748.
  67. Enefe: Deniz sahilinde Sahyun yaknnnda küçük bir beldedir
  68. Butron: Kuzey Lübnan'da eski Fenike merkezlerinden biridir
  69. ibn Tagrrbird¡. en-Nücûm, C.V1I, s.321-322
  70. M.C.Sûrûr, Devletli BeniKalâvıın, S.329: S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, c.m, S.346. ’
  71. S.Runciman, Haçlı Seferleri Talihi, c.m, S.34&347.
  72. M.C.Sürûr, Devletli Benî Kalâtvn, s.239
  73. M.C.Sürûr, Devletü Benî Kalâvıın, s.240
  74. İbn Tagrıbirdî, en-Nücûm, C.VH, s.324.
  75. Leccûn: Filistin’in kuzey sınırı üzerinde Ürdün'de bir belde olup Taberiye'nin 20 mil uzağındadır.
  76. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, s.753-754; S.A.Âşûr. el-Eyyûbîyyun, s.231.
  77. el-Makrîzî, es-Sûlûk, C.I/3, s.754-755; Mufaddal. en-Nehcü's-Sedîd, C.II, s.369.
  78. Ebü'l-Fidâ. el-Muhtasar, C.IV. s.25
  79. ibn iyas, BedAi, C.I/1. S.36O, 365-366; S.A.Âu , el-HarekettisSalibiyye. C.H, s. 1123
  80. elMakrîzl, es-Sülûk, C.I/3, S.762; S.A.Âşûr, el-Hareketü's-Salibiyye, C.U, s. 1123
  81. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, S.763-764
  82. M.C.Sürûr, Devletii Beni Kalâvun, S.241; Mufaddal, en-Nehcu's-Sedid, C.III, S.36
  83. Ebû’l-Fidâ, el-Muhtasar, C.IV, s.25; R.Grousser. Histoire des Croisades, C.III, s.751.
  84. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, s.764.
  85. Ebü'l-Fidâ, el-Muhtasar, C.IV, s.26.
  86. İbn Tagrıbirdî, en-Nücûm, C.VIII, s.6; S.A.Âşûr, el-Haıeketü's-Salibiyye, C.II, s. 1124
  87. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, s.765 (Ayrıca bkz. Aynı yer, Ek 10, s.1002-1004. Baybars ed- Deıâdâr'ın Zübdetü'l-Fikre fî Târîhi'l-Hicre'sinden alınmıştır).
  88. M.C.Sürûr, Devletti Beni Kalâvun, s.242
  89. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, Ek 10, s.1004
  90. İbn Tagrıbirdî, en-Nücûm, C.VIII, s.6; İbn Kesir (İmâdüddin Ebü’l-Fidâ İsmail bin Ömer ed-Dımaşkî), el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut 1966, C.KIII, s.321.
  91. İbn Tagrıbirdî, en-Nücûm, C.VIII, s. 6-7; S. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s. 355-356
  92. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ramazan Şeşen, Salâhaddin Eyyûbi re Devlet, s.149 v.d.
  93. Ebü'l-Fidâ, Frenklerin Akka'yı 17 Cemaziyelahır 587 Cuma günü Salâhaddin Eyyûbî’den aldıklarını, buna karşılık yüce Allah'ın takdiri olarak, 690 yılının yine 17 Cemaziyelahır Cuma günü ve yine lâkabı Salâhaddin olan el-Melikü'1-Eşref Halil'e terk etmek zorunda kaldıklarına ib- retle İşaret eder (el-Muhtasar, C.IV, S.26). Gerçekte ise. tarihlerde ay ve gün olarak bu derece bir benzerlik yoktur. Ancak soz konusu kayıt, müellifin şahsında bize Müslümanların hissiyatım gos- termektedir. ibn Tagnbirdi de iki olay arasındaki birtakım benzerliklere ve bu meyanda müdafi- lerin benzer akıbetlerine İşaret etmektedir (en-Nücûm. (:.VIII. S.8)
  94. ibn Tagnbirdi. en-Nûcûm. C.VIII. s.8: M.C.Sürûr, Devletü Beni Kalâvun, s.242-243.
  95. Sultan, daha sonra Emir lâçin'i bağışlayarak serbest bıraktıysa da o bunu unutmamış ve sultanin ölümüyle sonuçlanan bir komploda yer almaktan çekinmemiştir. Hatla bu olaydan 3yıl sonra Memlûk tahtım ele geçirmiş ve 1296-1298 yılları arasında sultanlık yapmıştır (bkz. KY.Kopraman, "Mısır Menlikleri (1250-1517)", S.475. 481-482).
  96. Sultan, daha sonra Emir lâçin'i bağışlayarak serbest bıraktıysa da o bunu unutmamış ve sultanin ölümüyle sonuçlanan bir komploda yer almaktan çekinmemiştir. Hatla bu olaydan 3yıl sonra Memlûk tahtım ele geçirmiş ve 1296-1298 yılları arasında sultanlık yapmıştır (bkz. KY.Kopraman, "Mısır Menlikleri (1250-1517)", S.475. 481-482).
  97. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, s.765-766, 769; Ebü’l-Fidâ, el-Muhtasar, C.IV, s.26; İbn Tagnbirdî, en-Nücûm, C.VIII, s.10; S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s. 356-357
  98. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.I/3, s.769
  99. Ebü'l-Fidâ, el-Muhtasar, C.IV, s.26-27; İbn Kesîr, el-Bidâye, C.XI1I, s.321; Mufaddal, en- Nehcü's-Sedid, C.III, s.81-82.
  100. Aırvad: Tartus sahilinde 3 km. uzaklıkta bulunan bu adanın eni 500, boyu 800 m.'dir. Bugün Suriye'ye bağlı bir yerleşim merkezi olup nüfusu 3000'den fazladır
  101. K.Y.Kopraman, "Mısır Memlûkleri (1250-1517)", s.474-475
  102. Ebü'l-Fidâ, el-Muhtasar, C.IV, s.49; el-Makrîzî, fetih tarihi olarak 22 Ekim 1302'yi ver-mekte, ölü sayısını ise 280 olarak göstermektedir (es-Sülûk, C.I/3, s.928-929); S.Runciman, Templierlerin Arvad’ı 1303'te terk ettiklerini yazmaktadır (Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s.357). Ayrıca bkz., M.C.Sürûr, Devleti¡ Beni Kalanın, s.243.
  103. S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, c.m, S.363, 367-370
  104. K.Y.Kopıamaıı. Mısır Memlûkleri Tarihi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1989, s. 199.
  105. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.II/1, s.48-49.
  106. S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s.373-375.
  107. Bu sırada Cangara, henüz Etnîr-i Aşere (Onlar Emîri) rütbesini hâiz bulunuyordu. Bu rütbeyi taşıyan subaylar, kendilerine bağlı 10 Memlûk askerini beslemek zorunda idiler. Küçük valilikler, müdürlükler ١’e üçüncü dereceden hizmetler bunlara verilirdi. Halbuki normal şartlar altında İskenderiye valiliğine ancak Emîr-i Erbain (Kırklar Emîri) rütbesine sahip olanlar tayin edilebilirlerdi
  108. Kaynaklarda İskenderiye baskını hakkında farklı tarihler verilmiştir. el-Makrîzî 21 Muharrem (es-Sülûk, C.III/1, s.104), İbn İyas 21 Safer 767 (Bedâi,. C.I/2, s.21) tarihlerini vermekte ve gûn olarak da ikisi birden çarşambayı göstermektedirler. Bu iki tarihten birincisi haki- katen 8 Ekim Çarşamba'ya rastladığı halde, İkincisi 7 Kasını Cuma'ya rastlamaktadır, ibn İyas'nı verdiği tarihteki gün uyuşmazlığı, onun bu konuda bir yanlışlık yaptığını düşündürüyor, öte yaırdaıı ibn Tagribirdî'de verilen 23 Muharrem 767'nin milâdî karşılığı 10 Ekim 1365 Cuma'dır (en-Nücûm, C.XI, s. 29). Son olarak S.Runcımaıı, bati kaynaklarından naklen 9 Ekim 1365 Perşembe'yi baskın tarihi olarak göstermektedir (Haçlı Seferleri Tarihi, C.III. S.376377). Bunlardan, hadisenin, gün farkıyla da olsa 1365 Ekim ayının ikinci haftasında cereyan ettiğine kesin güzüyle bakılabilir
  109. el-Makrîzi, es-Sülûs, C.III/1, s. 104; ibn iyas, Bedai, C.I/2, s.20-21.
  110. ibn iyas, Bedâi, C.I/2. S.21; M.C.Sürûr. Devletii Beni Kalâvun, S.25O
  111. Tarrâne: Eski Mısır'dan kalma küçük bir yerleşim merkezidir. Kiplerin Tarnut. Romalıların Tarnutis adim verdikleri bu yer, günümüzde Nil'iıı kollarından Reşid'iıı bati sahi- linde bulunmaktadır (ibn Tagnbirdi, en-Nücûm. C.VI1I, S.16, dipnot 1).
  112. Buhayra: Nil Nehri'nin batışında ve İskenderiye'nin güneyinde bulunan bolge. Bugün bir vilayet olan bölgenin il merkezi Demenhur kentidir
  113. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.III/1, s. 105-107; İbn İyas, Bedâi, C.I/2, s.22.
  114. el-Makrîzî, es-Sülûk. C.III/1, s. 106-107; İbn Kesîr, el-Bidâye, C.XIV, s.314.
  115. İbn İyas, Bedâi. C.I/2, s.22.
  116. S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi. C.III, s.377; M.C.Sürür, Devletü Beni Kalâvun
  117. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.III/1, s. 108; İbn İyas, Bedâi, C.I/2, s.23.
  118. îbn İyas, Bedâi, C.I/2, s.23
  119. el-Makrîzî, toplanan paranın nispeti hakkında bir şey söylemiyor ve fakat onlardan bu amaçla para toplandığını belirtmekle yetiniyor (es-Sülûk, C.III/1, s.107). İbn İyas ise bunların, mallarından yarısını vermeye mecbur bırakıldıklarını ifade ediyor (Bedâi, C.I/2, s.23). İbn Kesir ise, bu konuda farklı bir hususa temas etmiştir. Ona göre, Şam naibine yazılan bir mersumda (ferman), İskenderiye'de yapılan tahribaun izlerini silmek ve haçlı savaşı için özel bir donanma hazırlamak amacıyla Hıristiyanların yakalanması ve mallarının 1/4'ünûn ellerinden alınması emredilmiştir. Aynı zamanda ünlü bir din bilgini olan İbn Kesir, konuyla ilgili bu bilgiyi verdik-ten sonra, kendisinin de o sırada Şam'da olduğunu ve bu uygulamaya hukukî yönden karşı çık¬tığını anlatıyor. Çünkü, ona göre gayr-i müslim tebaanın ödeyeceği şer'î vergiler bellidir ve onla¬rın görevleri arasında böyle bir yükümlülükleri yoktur (el-Bidâye, C.XIV, s.315).
  120. İbn Tagrıbirdî, en-Nücûm, C.XI, s.30
  121. Bu ada Nil Nehri'nin ortasında, Ravda ile Bulak arasında bulunduğu için Orta-ada an¬lamına gelen bu isimle adlandırılmıştır.
  122. Neftçiler: Savaş sırasında, düşmana zarar vermek için, görevi ateşe vermek ve tutuştur¬mak olan bir askerî sınıf
  123. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.III/1, s. 113; İbn İyas, Bedâi, C.II/1, s.27-28
  124. S.Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C.III, s.378.
  125. M.C.Sürûr, Devletli Benî Kalanın, s.251, dipnot 2
  126. İbn İyas, Bedâi, C.I/2, s.35-37.
  127. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.III/1, s. 119. el-Makrîzî'nin, elçilerin kabulü ile ilgili olarak ver¬diği bilgiler biraz farklı olduğu gibi ifadeleri de biraz kapalıdır. Ona göre elçiler, ilk olarak Emîr Yelboğa ile görüşmüşlerdir. Yelboğa onların taleplerini reddederek, Kıbrıs Kralı ile hesaplaş- mazdan önce, herhangi bir barışın olamayacağını bildirmiştir. Daha sonra sultanla görüşen he¬yet isteğine yine nail olamamıştır.
  128. el-Makrizr, es-Sülûk, C.III/1, s. 122-123; ibn iyas. Bedâi. C.!/2, S.4O.
  129. elMakrlzl, es-Sülük, C.III/1, s. 141
  130. el-MakrlzI, es-Sülûk, C.III/1. s. 129-131; ibn iyas, Bedâi, C.I/2, S.4446.
  131. elMakrizi, es-Sülûk, C.III/1, s. 130-137
  132. M.C.Sürûr, Devletii Beni Kalâvıın, s.252-253; elMa krizi, eSülûk, c.m/1, s. 149.
  133. M.c.Sürür, Devleti¡ Beni Kalavun, S.255
  134. Nü١'eyrî (Muhammed bin Kasım bin Muhammed el-Malakl el-iskenderi)'nin I3734'te kaleme aldığı el-ilmâmü bi-mâ cerat bihi'lahkâmü'l-makdıyye fi '’ak’ati'l-iskenderiyye isimli ese- rinden naklen: M.C.Sürûr, Der/erı'i Beni Hâlânın, s.255-257. ibn i yas, Kıbrıs Kralı'nın, Ayaş'ı sa- '•aşarak ele geçirdiğini ve Haleb naibi Menkli Boğa'nın geldiğini haber alınca, kaleyi terk edip kaçtığını anlatmaktadır (Bedai, C.I/2, S.65).
  135. el-Makrizi, es-Sülûk, C.III/1, S. 173
  136. el-Makrizi, es-Sülûk. C.III/1, s. 175-176.
  137. el-Makrîzî, es-Sülûk, C.III/1, s. 189190: ibn iyas. Bedai, C.I/2, s.100-101.
  138. K.Y.Koprama,!, Mısır Memliikleri Talihi, S.199-201.
  139. Bu kouuda ayrıntılı bilgi İçin bkz.. Eşref Buharalı. "Kıbrıs'ta ilk Turkler veya Kıbrıs'ın Memluk Hakimiyetine Girişi". Türk Dünyâsı Araşurmalan, Sayı 95. Nisan 1995, S.9O v.d.