ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Ekmeleddin İhsanoğlu

Anahtar Kelimeler: Endülüs, Bilim Adamı, Osmanlı, Bilim, Anadolu, Rumeli

İlk kuruluş safhasından başlayarak genişlemesi ve güçlenmesi dönemlerinde Osmanlı Devleti, toprakları dışındaki bilim adamları için çekim merkezi olmuştur. Osmanlıların Anadolu ve Rumeli'deki ilk kurduğu medreselere İslâm dünyasının eski kültür ve bilim merkezlerinden birçok ilim adamı gelip çalışmış ve Osmanlı bilim literatürünü zenginleştirmiştir. Taşköprülüzâde'nin ilk Osmanlı ülemasının biyografılerini ihtiva eden şaka'ik adlı eseri ve onun zeyilleri bunun birçok örneğini ortaya koymaya elverişli kaynaklardır. Ancak bu örnekler daha çok İran-Turan ile Şam-Mısır eksenleri üzerinde Anadolu ve Rumeli'ye gelip giden ilim adamlarını belirlemeye yardımcı olmuştur[1]. Osmanlı biliminin oluşmasını ele alan çalışmalar hep bu istikametten gelen âlimlerin katkılarım belirlerken, ayrıca bu eski İslâm merkezlerinde yetişen Osmanlı Türklerinin döndüklerinde kendilerinin yapmış olduğu telif ve tercüme hareketlerini açıklamaya çalışır[2]. Halbuki Osmanlı literatürü tarama ve tesbitleri çok daha geniş ve şümullü bir şekilde yürütüldüğünde Osmanlı coğrafyasının mücaviri bu iki kaynağın dışında ve oldukça uzak kalan üçüncü mühim bir kaynağı daha göstermektedir ki o da Endülüs'tür. Gözden kaçan bu yeni kaynağın Osmanlı bilimine katkısının aşağıda vereceğimiz örneklerin belirtilmesinden önce, Endülüs ile Anadolu'nun Arap ve Bizans idaresi altında iken ilmi temasların varlığına işaret etmek bu geleneğin daha eskilere gittiğini gösterir.

İşte bu çerçeve içinde işaret etmek istediğimiz temaslardan ancak üçünü ele alacağız. Ortaçağ döneminde İspanya'daki Araplar tabiat bilgisi, zooloji ve botanikle ilgili çalışmalar yapıyorlardı. Botanikle ilgili araştırmalar özellikle Dioscorides'in Materia Medica'sına dayanılarak yapılıyordu. Birinci temas sırasında Bizans imparatoru VII. Konstantin, Halife III. 'Abdurrahman (M. 912-961)'a Dioscorides'in Yunanca yazdığı Materia Medica adlı botaniğe dair resimleri de ihtiva eden yazma eserini göndermiş, halife de, Nicholas adlı Bizanslı rahibi 340/951 yılında davet etmiş ve bu eseri Arapça'ya tercüme etmesini istemiştir. III. 'Abdurrahman'ın saray hekimi, hazinedan ve Musevi veziri olan Hasday ibn şaprut, Dioscorides'in kitabının Yunanca'dan Arapça'ya tercümesinde Bizansh ilim adamı rahibe yardım etmiştir. Hasday meşhur cerrah al-Zahravi(Ö. 404/1013)'nin meslektaşıydı. Bu tercüme Müslüman İspanya'da Galen ve diğer âlimlerin kitaplanna ilaveten Yunan tıp bilimiyle ilgili çalışmalara ve meşhur İbn al- Baytar da dahil olmak üzere diğer Endülüslü botanikçilerin eserlerine temel teşkil etmiştir. Mesela II. Hişam devrinin büyük botanikçisi Abu Davud Sulayman İbn Culcul (6. 377/987'den sonra) da Makala fi Zilcr al-Adviyat al-Nabatiyyat al-Mustadraka 'ala Kitab Diyaskuridus adlı eserini yazarken bu eserden faydalanmıştır[3].

İbn al-Baytar al-Malaki (6. 646/1248) İşbiliye (Sevilla)'de eğitim görmüştür. 617/1220'den sonra da $ark'a hicret etmiş; Kuzey Afrika'yı (Fas, Cezayir, Tunus) geçerek muhtemelen deniz yoluyla Anadolu'ya gelerek Nicholas'ın ziyaretini bir nevi iade ederken bir taraftan da İbn Abi Usaybi'a'nın dediği gibi Materia Medica ile ilgili bilgili insanlar ile temas edip onlardan birçok bitki konusunda bilgi toplamış ve kendi yazdığı eserinde Dioscondes'in ifadelerini, öğrendiği yeni bilgilere göre düzeltmiştir. İbn al-Baytar Anadolu'da Antalya, Antakya ve Diyarbakır şehirlerinde bulunmuştur. Suriye ve Mısır'da da bulunan İbn al-Baytar en son olarak Kahire'ye yerleşmiştir[4].

Malagah İbn al-Baytar'ın çağdaşı Mürsiyeli Muhyiddin İbn al-'Arabl (ö. 638/1240)'nin Anadolu'ya olan seyahatinin tesiri ise dini ve entellektüel açıdan çok geniş olmuştur. İbn arArabi 600/1204'te Mekke'ye giderek orada Konya'dan ve Malatya'dan gelen hacılarla tanışmış tır. 600/1204- 627/1230 yılları arasında Anadolu'nun Malatya, Konya, Aksaray ve Sivas şehirlerinde değişik süreler kalarak Selçuklu Sultam I. Gıyaseddin Keyhüsrev'in büyük lütuf ve ihsanına mazhar olmuştur. Sonraki yıllarda Kudüs, Kahire ve Mekke'ye seyahat eden İbn al-'Arabl 606/1209-10 senesinde Konyaya döndü. Burada aynı yıl Risalat al-Anvar adlı eserini yazdı. En kıymetli talebesi Sadruddin al-Konavi (ö. 673/1274)'nin yazdığı eserler ve Konya'da başında bulunduğu, Moğol istilasından Anadolu'ya kaçan ilim sahibi sufilerin toplanma yeri olan Hanikah, İbn al-`Arabi'nin doktrininin yayılmasında tesirli olmuştu. Konya'dan kaynaklanan bu tesirler İran'a ve oradan Hindistan'a kadar uzandı. İbn al-'Arabi'nin tesirleri Selçuklu Türkiyesi'nden sonra Konavi'nin tesiri ile kök saldıktan sonra talebeleri vasıtasıyla Osmanlı Türkiyesi'ne geçip daha uzun yıllar sürmüştür[5].

Osmanlı tarihinde Endülüs'ten gelen ilk bilim adamının ismine II. Bayezid zamanında rastlanır. 883/1478'de başlayan Granada savaşları esnasında Osmanlı Devleti'nden yardım talep eden Endülüs Müslümanları adı na Granada alimleri Istanbul'a bir elçi gönderirler. Bu elçi, meşhur şair Abu'l-Baka Salih b. Şerif al-Rundi'nin bir kasidesini II. Bayezid'e getirmiştir. "al-Kasidat al-Andalusiyya" veya "Endülüs Mersiyesi" diye bilinen bu şiir Endülüs Müslümanlarının uğradıkları zulmü, çaresizliği, perişanlığı ve gördükleri işkenceleri çok beliğ bir şekilde dile getiriyor ve yardım istiyordu. Buna benzer başka kasidelerin ve mektupları n diğer İslam beldelerine ve devlet adamlarına da gönderilmiş olduğunu kaydeden Ahmed al-Makkari[6] Abu'l-Baka al-Rundi'nin bu kasidesini onların en güzel ve meşhuru olarak anar[7]

1492de Müslümanların Endülüs'teki son direniş merkezi olan Granada sultanlığının düşmesi ile başlayan Müslüman ve Yahudi göçü ile bu iki dine salik birçok bilim adamı da vatanlarını terk etmeye mecbur kalmıştır. Osmanlı himayesine giren bu ilim adamlarından bazıları İstanbul'a ve Selanik'e gelmiş, bazıları ise Kuzey Afrika'da yerleşmiştir. Taşıdıkları bilgiler ve kitaplar ile İslam bilimine ve özellikle Osmanlı bilimine yaptıkları katkıların üzerinde önemle durulması gerekmektedir. Birkaç dalga halinde olan bu göçlerin kültürel tesirlerin genel bir incelemesi yapılıncaya kadar buradaki tesbitlerimiz bu konunun bazı yönlerini aydınlatabilir. Verilen örneklerden görüleceği gibi Osmanlı devletinin himayesine giren bu ilim adamlarından bazıları temayüz edebilmiş, padişahları n ilgilerini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır. İslâm medeniyetinin erken tarihinde birçok örneği olan ilmi seyahatlerin IX./XV., X./XVI. ve XL/XVII. asırlarda da devam ettiğini ve çok geniş bir coğrafyaya yayıldığını gösteren bu örnekler, geniş kaynak ve yazma koleksiyonu taramasından derlenebilenlerdir.

1. 'ABDUSSALAM AL-MUHTADİ (918/1512'de sağ)

Hoca İlya al-Yahudi diye de bilinen 'Abdussalam al-Muhtadi al-Muhammedi[8] , Sultan II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim zamanlarında yaşayan Osmanlı âlimlerindendir. Tevrat'ı ezbere bilen, astronomi, takvim, aritrnetik ve geometri sahalarında geniş bilgi sahibi olan 'Abdussalam al-Muhtadi ile Sultan II. Bayezid devrinde Endülüs'ten gelip İstanbula yerleşen İlyas b. İbrahim (Abram) al-Yahudi aynı şahıs olmalıdır. İslâm'a girdikten sonra 'Abdussalam al-Muhtadi adını alan bu zat 19 Cemaziyelahir 902/22 Şubat 1497 Cumartesi tarihinde, Yahudilere al-Risalat al-Hadiya adında Arapça bir reddiye yazmıştı [9]. Eserin bu telif tarihine göre, `Abdussalam'ın 1492'de İspanya'dan gelen Yahudi göçmenlerden olduğu ortaya çıkmaktadır. Müslüman olduktan sonra Sultan II. Bayezid'in hizmetine giren 'Abdussalam, Yavuz Sultan Selim zamanına da yetişmiş ve defteri olmuştur. Getirildiği bu vazife dolayısıyla 'Abdussalam al-Daftari diye de tanınmaktadır[10].

'Abdussalam al-Muhtacti, özellikle tıp ve astronomi sahalarında eserler yazmıştır. Tıpla ilgili eserlerinden biri, vebâya karşı alınacak tedbirlerle olup Micannat al-Ta'un val-Vaban [11]adını taşımaktadır.

İlyas b. Abram, önsözde, Allah'ın tıp ilmini kendisine, meşhur beldeleri gezip görmek, eski ve yeni tabiblerin güvenilir kitaplarını incelemek suretiyle bahşettiğini kaydetmektedir. İlyas b. Abram'ın incelediği kitaplar arasında, Hipokrat'ın Kitabu Epidemia (Kitab al-Amraz al-Vafida), Kitab al-Amraz al-Hadda ve Kitabu Takdimat Al-ma'rifa'si; Galen'in Kitabı] Asnaf al-Hummayat, Kitabu Sina at al-Kabir ve Kitab al-Agziya 'si; İshak b. Hunayn'in Kitab al-Hummayat'ı; Abu Bakr Zakariyya al-Razi'nin al-Havi'si; Manun b. Zuhr'un al-Rasa'il'i, İbn Sina'nın al-Kanun u ve İbn Ruşd'ün al-Külliyat'ı vardır [Müellif bu tabiblerden başka İsidor[12], Eflatun, Phytagoras, Angzy Gvry[13], Cenzv (Cydr) [14], Batlamyus, Musa gibi tabib ve alimlerin eserlerinden de nakillerde bulunmaktadır].

İlyas b. Abram bu kitaplar yanında tecrübe edilmiş pek çok İslami kitabı, Yahudi ve Hıristiyanlardan eline geçen kitapları "dikkat", "iz'an", "tecrübe" ve "imtihan" ile ibare ve işaretlerini iyice incelemiş, erbabı olanlarla medreselerde müzakere ve mümarese yapmış, böylece hemen bütün tıp ilimlerini öğrenmiştir.

Müellif tıbbın esasını öğrenmenin çokça tecrübeye dayalı olduğunu anlayınca, hastalıkların iyileştirilmesi konusunda büyük bir gayret sarfetmiş, gerek avamın gerek havasın, bu hastalığın tedavi usullerini öğrenip faydalanması maksadıyla "birkaç varak" yazmak istemiştir. Vebâ hastalığının hemen bütün tıp kitaplarında zikredildiğini fakat can-sıkıcı ve anlaşılmaz uzatmalardan dolayı bunlardan yararlanamadığı için Micannat al-Ta'un va7-Vaba adlı bir risalesini telif edip Sultan II. Bayezid'e takdim etmiştir.

Eser "bir mukaddime", "dört bâb" ve "on bahs" üzerine tertip edilmiştir.
1. bâb, verem yani şiş şeklinde tezahür eden vebânın tarifi ve sebepleri,
2. bâb, bu hastalığın çıkış belirtileri, 3. bâb, vebânın çıkışında alınacak sağlığı koruma tedbirleri, 4. bâb, vebâ sıtmasının ilacı hakkındadır. Müellif bu eseri telifte başka tabiblerden üstünlüğünü ispatlamak, tıptaki maharetini göstermek davasını gütmediğini, fakat Allah rızasını kazanmak için halkın menfaatini, onların bu hastalıkla karşılaştıklarında acılarını gidermeyi düşündüğünü söylemektedir.

İlyas b. Abram, bundan sonra, İstanbul'da çıkan vebâ salgınlarında meydana gelen büyük bir zelzelenin sebep olduğunu gördüğünden, Aristo'nun zelzelenin yeraltında sıkışan gazların yeryüzüne çıkmak istemesi yüzünden oluştuğu ile ilgili meşhur görüşünü nakletmektedir. İlyas b. Abram, bu hastalığa "kerrat merrat mu'alece edip" tedbir alan ve tedavide bulunan hazık tabiblerin çoğuyla görüştüğünü kaydederken, bu eseri yazmakla her hastanın hastalığından bu kitap sebebiyle kurtulacağı iddiasında olmadığını, risalesi sebebiyle binde bir bile olsa kurtulan olursa, Allah katında büyük bir sevap kazanacağını umduğunu ifade etmektedir.

Müellif gezip gördüğü yerlerde pek çok tecrübe edinmiştir. Onun kendi zamanında Avrupa'da tıp sahası nda meydana getirilen yeniliklerden ve buluşlardan haberdar olduğu anlaşılmaktadır. Mesela o, tecrübeli Hıristiyan tabiblerin vebâya karşı alınacak tedbirlerinden birini naklederken, Napoli'de meydana gelen bir vebâ vak'asında, ağaç yakılarak büyük fayda görüldüğünü, İspanya'nın Herbel[15] beldesinde, kokuşan havayı gidermek için günde iki defa buhur yakılarak vebâya karşı tedbir alındığını bildirmektedir. Müellif yine vebâya karşı ilaç olarak kullanılan bir macundan bahsederken bu macunun Frenk tabibleri katında meşhur olduğu gibi kendi katında da faydasının tecrübeyle fazlasıyla anlaşıldığını zikretmektedir.

Micannat al-Ta'un'da dikkati çeken bir husus da İlyas b. Abram'ın İbn Sina'nın al-Kanun 'unun tenkidiyle ilgili söyledikleridir. İlyas b. Abram'a göre İbn Sina'nın bu kitabında, çok az meydana gelen ve zararı az dokunan hastalıklara dair ayrıntılı açıklamalar yapılırken, vebâ gibi çok meydana gelen ve zararlı olan hastalıklar hakkında azıcı k ve yetersiz açıklamalar yapılmıştır. İlyas b. Abram hazık ve istidadı Frenk tabiblerinin İbn Sina'yı bu hususta savunduklarını belirtmektedir. Frenk tabiblerine göre İbn Sina bu konuda mazurdur. Çünkü o, daha ziyade tedbir ve tedavisinde çok tecrübe ve müşahedede bulunduğu hastalıkların tedavisi hakkında uzun açıklamalarda bulunmuştur.

Müellifin Sultan II. Bayezid tarafından, İstanbul'da meydana gelen vebâ salgınına karşı tedbir almak ve bu hastalığın tedavisine bakmakla vazifelendirilmesi üzerine kaleme aldığı bu Arapça eser, geç dönemde Türkçe'ye iki defa tercüme edilmiştir. İlk tercüme, Gevrek-zâde Hafız Hasan Efendi (ö. 1216/1801) tarafından 1209/1795 yılında ilaveli olarak yapılmıştır[16].

Gevrek-zâde Hafız Hasan Efendi, Sultan II. Bayezid devrinde İstanbul'da meydana gelen büyük bir zelzelenin akabinde vebâ çıkması üzerine İstanbul'daki tabiblerin çoğunun bu hastalığın tedbir ve tedavisinden aciz kaldıklarını, fakat İlyas b. Abram'ı n adı geçen eserini te'lifte bu zorlu hastalığın tedavisinde tecrübesinin görüldüğünü ve tedavi ettiği hastaların çoğunun iyileştiğini padişah işitince, İstanbul'a getirtildiğini, uzun zaman çok kimseyi tedavi ettiğini, saraya intisap edebilmek için konu ile ilgili Arapça bir risale kaleme aldığını, fakat halkın çoğu bu dili bilmedikleri için Micannat al-Ta'un adlı bu eseri Türkçe'ye çevirdiğini söylemektedir. Mütercim, adı geçen risaleyi inceleyip, eski ve yeni tabiblerin vebâ ile ilgili tecrübelerini derleyip toparlamış, kendi tecrübelerini, kendi zamanında bu hastalığı iyileştirmede ortaya çıkan yenilikleri de katarak eseri Türkçe'ye tercüme ettiğini belirttikten sonra, müellifin mukaddimesine geçmektedir.

Eserin ikinci tercümesi ise Sultan II. Abdülhamid devrinde Sanayi Alayı Müftüsü Ahmed-i Ömeri al-şami tarafından 1311/1893-94'te al-Tavfıkat al-Hamıcliyya fi Dafal-Aınraz al-Vaba'iyya adıyla gerçekleştirilmiştir[17] Müftü Ahmed Efendi, önsözde Osmanlı memleketlerinde bütünüyle ortadan kalkmaya yüz tutan kolera hastalığının İstanbul ve diğer bazı Osmanlı vilayetlerinde tekrar çıkması dolayısıyla, bu korkunç hastalığın çıkış ve kaynağının, tedavi şekillerinin çeşitli sağlı k ve tıp kurumlarında araştırma ve tartışma konusu olduğunu, hatta Batı gazetelerinden naklen Osmanlı basınında bile sinek ve benzeri yaz haşerelerinin çokluğu yanında zelzelelerin meydana gelmesinin de koleranın çıkmasına sebep olacağının ileri sürüldüğünü söyledikten sonra bazı yerlerde sakin olmakla birlikte Malatya gibi yerlerde sürekli ve şiddetli zelzeleleri müteakip kolera hastalığının yüz göstermeye başladığını, böylece Batı gazetelerindeki görüşlerin bir dereceye kadar bilime dayalı olduğunun doğrulandığını ve kabul gördüğünü belirtmektedir. Mûtercim kolera hakkındaki bilgilerin yalnızca son bilim araştırmalarından ve tıp çalışmalarıyla ilgili eserlerdekilerden ibaret olmadığını; pek çok hikmet ve sağlık kitabı ile dolu bulunan İslam kütüphaneleri bir kerre ziyaret edilirse, tıp ilmine dair kaleme alınmış birçok kitap ve ıisaleye tesadilf olunacağını bildirdikten sonra zelzelelerin meydana gelmesinin ve sinek gibi yaz haşerelerinin çıkmasının kolera hastalığına sebep olduğuna ve söz konusu hastalığın tedavisine Fatih Sultan Mehmed'in oğlu Sultan Bayezid Han'ın padişahlığında İstanbul'a gelerek meşhur İslam hekimlerinden İbn Sina'nın Kanun al-Tıb kitabını şerh eden ve daha başka pek çok faydalı eseri telif eden İspanya tabiblerinden ve Musevi milletinden İlyas al-Yahudi adlı hekimin, telif edip adı geçen sultana takdim ettiği Micannat al-Ta'un val-Vaba adlı eserde de rastlandığını ifade etmektedir. Bu eserin asırlardan beri İslam kütüphânelerinde muhafaza edildiğini belirten mûtercim, tercûmede gerek koleraya yakalananlara karşı takip edilen tedavi şeklinin ve gerekse nebati ve kimyevi maddelerin çağdaş tıp bilimine uygun olduğunu, bu itibarla Osmanlı tabiblerin dikkatlerini bu noktaya çektiğini kaydetmektedir[18]. Eserin bir asır arayla iki defa tercüme edilmiş olması, eski tıp literatürüne gösterilen rağbetin devam etmesinden ileri gelmektedir[19]

Micannat al-Ta'un Un sonunda yeralan, "...Bu konudaki ayrıntılar İbn Sina'nın al-Kanun 'unun dördüncü kitabı hakkındaki açıklamalarımızda bulunmaktadır." cûmlesinden ve bu eserin tercümelerindeki ifadelerden 'Abdussalam'ın, al-Kanun'un Dördüncü Kitabı Hakkında Bir şerh kaleme aldığı anlaşılmaktadır[20]. Ancak yapılan araştırmalarda bu şerhin herhangi bir nüshasına rastlanmamıştır.

Müslüman olduktan sonra 'Abdussalam adını alan İlyas b. Abram'ın astronomi ile ilgili 908/1503 yılında İbranice'den tercüme ettiği Arapça eseri, Risala fi Alat al-Dabld val-Amal Biha adını taşımaktadır. Mütercim eseri, bir mukaddime ve iki "kısım" üzerine tertip etmiştir. Mukaddimede "al-Dabid" aletinin özelliklerinden ve üzerindeki işaretlerden bahsedildikten sonra, kırk bâbtan meydana gelen 1. kısımda, rasadla ilgili meseleler, otuz bâbtan oluşan 2. kısımda ise, usturlabla ilgili meseleler açıklanmaktadır. 'Abdussalam al-Muhtadi, mukaddimenin başında, Sultan II. Bayezid'in yardımıyla; sabit yıldızlar ile gezegenlerin, dakika ve sâniyelerin, Dünya'nın her tarafında yapılacak gözlem ve usturlab işlemlerinin hakikatini öğreten bir şey bulduğunu, bu şeyin "daireler"in kullanılmasında halk arasında meşhur olan "al-Dabid" aleti olduğunu kaydettikten sonra bu aletin, külfetinin azlığı, yanlıştan korunmuş olması dolayısıyla çeşitli yönlerden Batlamyus'un "Zat al-halak (Armillary spher)" diye tanınan aletinden daha üstün olduğunu belirtmektedir[21].

'Abdussalam al-Muhtadi, al-Risalat al-Hadiya'yi de Sultan II. Bayezid'e ithaf etmiştir. Üç "kısı m' üzerine tertip edilen eserin 1. kısmında, "Yahudilerin ileri sürdükleri delillerin çürütülmesi"; 2. kısmı nda, "Yahudiler tarafından tahrif edilen Tevrat'a göre Hz. Peygamberin peygamberliğinin ispan"; 3. kısmında ise "Yahudilerin Tevrat'ta yaptıkları tahrifler" üzerinde durulmaktadır. Müellif, iddiasını ispat için Tevrat'tan yaptığı nakilleri, Arap harfleriyle İbranice olarak vermiş, nakledilen İbranice ibarelerin doğru okunması için de metnini harekelemiştir[22]

2. MUSA CALİNUS AL-İSR A'İLİ(X./XVI. asrın ilk yarısı )

İbranice'de adı Moshe Galliano ben Yehuda olan Musa Calinus b. Yahuda al-Tabib al-İsra'ili'nin hayatı ve ilmi şahsiyeti ile ilgili geniş bilgi yoktur. Calinus lakabı, tabiplikteki maharet ve hazakatinden ötürü verilmiş olmalıdır. Risala fi Tabayi' al-Adviya va'sti'maliha adını taşıyan eserini, AM Çelebi diye tanınan Osmanlı hekimbaşısı Ahmed b. Kamal al-Tabrizi (ö. 930/1523-24)'nin emri üzerine Türkçe kaleme aldığına göre X./XVI. asnn ilk yarısında yaşamıştır.

Topkapı Sarayı Arşivi'ndeki bir vesikada Yahudi tabibler cemaati içinde günde 12 akça aldığı ve "sonradan tabib olduğu" kaydedilen Musa adlı bir tabib zikredilmektedir. Bu tabibin Musa Calinus olması ihtimal dahilindedir[23].

Musa Calinus, asıl meşguliyet ve ihtisas sahası tıp olmasına rağmen astronomi ile de uğraşmışur. Musa Calinus al-İsra'ili'nin tespit edilebildiği kadarıyla astronomi ile ilgili olarak günümüze bir tek Arapça eseri gelmiştir. Müellif, Zikr Ba'z al-Mahallat al-Lazima li-As1 Vaz'Falak al-Tadvir va Haric al-Markaz va Bayan Luzum Kavn Harakat al-Sama va Cami' A'z a'ihi ila Nahiyat Va'hida adını taşıyan eserinin mevcut tek nüshasının başında adını Musa Calinus al-Tabib şeklinde vermektedir. Eser, "falak al-tadvir (epicycle)" ve "haric al-markaz"in asıl durumu ve göğün bütün cüzleriyle birlikte tek bir yöne (doğudan batıya) doğru hareket etmesinin lilzumu ile ilgili gerekli bazı hususlar haklundadır. Müellif bütün gezegenlerin doğudan batıya doğru hareketleri konusunun şüpheli olduğunu; şüphenin, gezegenlerin yörünge kutuplarının uyuşmazlığı ile Güneş'in hareketinin özelliğinden kaynaklandığını belirtmektedir[24]

Musa Calinus, Risala fi Tabayi' al-Adviya va'sti'maliha adında ilaçların özellikleri ve terkipleri haldundaki Türkçe eserinin önsözünde, tıbbın ruhani ve cismani olmak üzere iki yanı olduğunu, bundan dolayı tıp ilminin ibadet sayıldığını, tıp ilmiyle din ilminin diğer ilimler arasında çok mühim bir yer tuttuklarını söyledikten sonra; bir hastalığın, tabiatına zıt ilaçlar yapmakla iyileştirilebileceğini, bazı defalar terkiplerle ilaç yapıldığını, bu yüzden terkip dozajını bilmenin gerekli olduğunu, ilaçların terkibi konusunda hayli itirazlar yapıldığını, "Halkın en iyisi, halka iyiliği dokunan kimsedir" sözünden hareketle, Hekimbaşı AM Çelebi'nin emri üzerine, İslam, Frenk, Yunan ve Yahudi kaynaklarından kısa, özlü ve anlaşılır bir risale derlediğini açıklamaktadır.

Eserinde, hastalıkların keyfiyet derecelerini, devâların ne miktarda kullanılması gerektiğini, meydana getirilen terkiplerin, kuvveti gitmeden ne kadar zaman için kullanılabileceğini, terkiplerin dozajlarını zikretmekte, bu arada, basit ilaç yeterli olduğunda terkiplerin kullanılmamasının bir tıp kaidesi olduğunu ifâde eden, Musa Calinus, terkip çeşitlerinin kolay ezberlenebilmesi için, onları şecere şeklinde yâni şematik olarak taksim etmiştir. Burada terkipleri, "dosta muzırr", "düşmana nafi'" ve "ne dosta muzırr ve düşmana nafi" şeklinde üçlü bir ayrıma tabi tutmuştur. Bilahare kendisini "Mudarris al-atibba" diye tanıtan Şifa'i adlı bir tabip[25], Musa Calinus'un bu risalesinin 966/1558-59'da istinsah edilen mevcut tek nüshasının[26] hamişine düştüğü bir notta, bu ayrım dolayısıyla Musa Calinus'u ağır bir şekilde tenkit ederek, "Bu şecere suretinde serci olunan muzahrafat, yüz bin merhale tıp kanunundan uzaktır. Çünkü up ilminin gayesinin sağlığı korumak ve hastalığı iyileştirmek olduğu muhakkak ve tabibin, hangi milletten olursa olsun hastalara şefkatli ve merhametli olması şart iken, dost ve düşman ilacı diye ayrım yapmasının doğru olmadığını" söylemektedir.

Musa Calinus, bu eserini derlerken Calinus, el-Kindi[27], İbn Rüşd[28], İbn Zuhr[29], İbn al-Nafıs[30], İshak al-İsra'ili ve Arnault de Villeneuve (1234- 1310) [31] adlı tabiblerin eserlerinden istifade ederek onların bazı görüşlerini nakletmiştir.

Musa Calinus, adı geçen tabiblerin görüşlerini naklederken "Arnault tariki çoklukla doğru olduğu ve onun tarikinde yanlış bulunmadığı için" risalesinde onun tariki üzerine amel ettiğini söylemektedir(3a). Diğer tabiblerin görüşlerini naklederken "Muhammed b. Rüşd kaunda..."(3b), "...Sahib-i Mucez katında..."(3b), "...al-Kindi vaz'ı ..."(4a), "...al-Kindi tariki..."( 4b), "...' ala ray al-Kindi..."(11a) gibi ifadeler kullanmaktadır.

Musa Calinus'un eserinin bir özelliği de, kullandığı bazı kelimelerin Eski Anadolu Türkçesi karakteri göstermesidir. Mesela, "idelüm" yerine "idevüz"ü kullanmıştır(lb, 3a).

Son olarak Musa Calinus al-İsra'ili'nin muhtemel bir eseri üzerinde de durmak gerekir. David King, Islamic Mathematical Astronomy adlı eserinde, Muhammed b. Muhammed adlı birine ait sinüs kadranı ile ilgili bir risalenin (Risala fi'l-Rub' al-Mucayyab) Moshe Galliano ben Yehuda tarafından İbranice'ye çevrildiğini, M. Steinschneider'e dayanarak bildirmekte ve adı geçen Muhammed b. Muhammed'in muhtemelen Samsuddin Muhammed b. Muhammed al-Halili (ö. 811/1408) olabileceğini söylemekteyse de[32] bu zatın, Sibt al-Maridini diye tanınan Muhammed b. Muhammed (ö. 912/1506) olma ihtimali daha büyüktür. Çünkü, İslâm dünyasında sinüs kadram ile ilgili en yaygın kitap Sibt al-Maridini'nin al-Risalat al-Fathiyya 117-A'mal a/-Caybiyya'sıdır. Dolayısıyla, Musa Calinus'un, kendisiyle çağdaş olan bir âlimin son derecede yaygın olarak kullanılan bir eseri dururken, al-Halili'nin yaygınlık kazanmamış bir eserini tercüme etmiş olması uzak bir ihtimaldir. 3. MUSA B. HAMUN (ö. 961/1554)

İbranice adı Moses Hamon olan Musa b. Jozef Hamun al-Mutatabbib al-isra'ili, 1493'te Granada'dan İstanbul'a göç eden Jozef Hamon adlı bir Yahudi'nin oğludur. Zamanla Kanuni Sultan Süleyman'ı n saray hekimlerinden biri olma mertebesine yükselen Musa b. Hamun'un hayatı ile ilgili geniş bilgi bulunmamaktadır[33].

1551'de İstanbul'a gelen Fransız seyyah Nicolas de Nicolay, Navigations adlı seyahatnâmesinde İstanbul'da tababet icra eden hekimlere tahsis ettiği bir kısımda, Levant'ta tanıştığını söylediği 60 yaşlarında Amon adlı bir tabibten bahsetmektedir. De Nicolay'ı n diğer hekimler arası nda çok itibar gören, selahiyetli, yaptığı iyilikleri, bilgisi ve heybetli görünüşü ile çok tanınan bir kimse olarak zikrettiği ve Amon'un İbn Hamun olsa gerektir. De Nicolay'ın 1551'de 60 yaşlarında iken görüşüp tanıştığını söylediği Amon'un 1491-92'de doğmuş olduğu ortaya çıkmaktadır. İbn Hamun'un; babası Joseph Hamon'un 1493'te Granada'dan Istanbul'a göç ettiği sıralar yeni doğmuş bir çocuk olduğunun bilinmesi bu ihtimali desteklemektedir (bk. dipnot 94).

Tespit edilebildiği kadarıyla, Osmanlı kaynaklarından bir tek 'Atayi'nin Talunilat al-Şaka'ik'ında tabib Mahmud b. Muhammed al-Kusuni al- Misri'nin haltercümesinde "Haman-oğlu" ve "İbn-i Haman" adlarıyla dolaylı olarak geçmektedir[34].

Topkapı Sarayı Arşivinde bulunan bir vesikaya nazaran[35] İbn Hamun'un günde 45 akça aldığı anlaşılmaktadır. İbn Hamun'un söz konusu vesikada adları ve maaş miktarları zikredilen diğer hassa tabiblerinden daha yüksek rütbeye sahip olduğu, gündeliğinin onlarınkinden yüksek olmasından bellidir. 'Atayı 'nin bildirdiğine göre, nikris hastalığına müptela olan Kanuni Sultan Süleyman'ın tedavisiyle önce Haman-oğlu diye tanınan Musa b. Hamun ilgilenir. Fakat Kanuni'nin ağrıları kesileceği yerde artar. Bunun üzerine bâbü's-Sa'ade ağası Cafer Ağa, padişaha, Sultan II. Bayezid'i, şehzâdeliğinde iken tedavi eden Kaysuni-zâde gibi "Salih, mütedeyyin, hazık ve mütefennin" bir tabib dururken, İbn Hamun gibi bir tabibe güvenilmesinin doğru olmayacağını arzeder. Bunun üzerine padişah, İbni Hamun ile Kaysuni-zâde'nin ortaklaşa çalışmalarını emreder. Fakat Kaysuni- zâde, özür dileyerek istifa ederken, Yahudi taifesinin hilekâr olduğunu bu yüzden padişahların tedavisinde kullanılmalarını n tehlikeli olacağını, yanlış ilaç vererek padişahın mizacını bozabileceklerini söyler ve padişahın huzurunda kurulacak bir ilim meclisi önünde imtihan olmak istediğini, böylece kimin gerçek kimin yalancı tabib olduğunun anlaşılacağını belirtir. isteği kabul edilerek Hekimbaşı Mehmed Çelebi ile diğer tabiblerin huzurunda imtihan olurlar. Kaystıni-zâde imtihan heyetine, İbn Hamun'un yaptığı ilacın hatalı olduğunu iddia eder ve bu iddiasını, aldi delillerle ve muteber tıp kitaplarından naklettiği bilgilerle ispat eder. Daha sonra yaptığı ilaçla padişahı sağlığına kavuşturur.

'Atâyi'nin naklettiğine göre, İbn Hamun, muayene esnasında Kanunrnin ayağına dokunduğunda ağrısını hemen dindirirmiş. Yine bir gün, tekrar dokunacağı anda, Kaysuni-zâde bu durumu görür ve İbn Hamun un önce ellerini yıkamasını, sonra dokunmaya başlamasını ister. İbn Hamun da ellerini sabunla iyice yıkadıktan sonra dokunur. Fakat eskisi gibi ağrı birdenbire kesilmez. Kaysuni-zâde'ye bunun sebebi sorulur. Bunun üzerine Kaysuni-zâde, İbn Hamun'un, Kanuni'nin ayağına dokunmadan önce ellerine iyice afyon sürdüğünü, afyonun ağrı kesici özelliğinden dolayı, elini Kanuni'nin ayağına değdirince ağırısının kesiliverdiğini söyler[36].

Musa b. Hamun, diş hekimliğiyle ilgili Türkçe bir kitap kaleme almıştır. Aslında, dünyadaki yalnızca diş hastalıklarına dair en eski kitaplardan biri olan bu eserin[37], Eski Yunan, Galinos ve diğer Batı kaynaklarından olduğu kadar, Uygur Türkleri ile İslâm hekimlerinden İbn Sina, Abu Bakr al-Razi, Abul-Kasiın al-Zahravi ve Osmanlı hekimi Sabuncuoğlu şerefüddin'e kadar uzanan bir birikim sonunda yazılmış olduğu Arslan Terzioğlu tarafından ifade edilmekte[38] ve daha sonra İbn Hamun'un bu eserini İstanbul'da hiçbir yardım görmeden Türkçe olarak kaleme aldığı ayrıca belirtilmektedir[39].

4. NURUDDİN AL-MALAKİ (X./XVI. asır)

Aslen Endülüs'ün Malaga şehrinden olan Nuruddin al-Malaki, ünlü astronomi âlimi Muhammed b. Abil-Fath al-Sufi'nin (ö. 950/1543) öğrencilerinden olan Şamsuddin Muhammed b. Dallal al-Suyuti al-Vafa'ienin öğrencisidir. Endülüs'ten göç edip Mısır'a yerleştiği anlaşılmaktadır. Hocasının Güneş saaderi ile ilgili al-Cavahir al-Nayyirat adlı eserini al-Vaz'ala'l-Cihat fi'l-Basa'it adıyla lusaltarak üç bâb üzerine tertip etmiştir. Bu kısaltmanın birçok yazma nüshası bulunmaktadır[40].

5. İBRAHIM B. MUHAMMED AL-ANDALUSI (990/1582'de sağ)

Aslen Kıırtuba'nın doğusundaki Şatibe şehrinden olan İbrahim b. Muhammed b. Muhammed al-Andalusi al-Şatibi al- Mağribi[41] hakkında haltercümesi kaynaklarında herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Fakat İbrahim al-Şatibi, aşağıda belirtileceği gibi Risala ii Masa'il 11m al-Vakt adlı kitabının sonunda, eserlerinden istifade ettiği dört alimin ismini zikretmektedir. Bu alimler sırasıyla, al-Şayh al-' Unı cla al-Hattab, al- Ustaz al-Şayh al-Tacuri, al-Şayh İbn Abi'l-Kasim al-Andalusi ve Abu 'Abdillah Muhammed b. Abi'l-Hayr al-Şarif al-Hasani'dir. Bu alimlerden "al-Şaylı al-'Umda al-Hattab" diye zikredilen alim, al-Hattab al-Ru'ayni diye tanınan, 902/1496'da Mekke'de doğup 954/1547'de Trablusgarp'ta ölen Endülüs ası llı Abu 'Abdillah Muhammed b. Muhammed'dir. "al-Ustaz al-Şayh al- Tacuri" diye zikredilen alim, aslen Trablusgarp'ta doğan ve Kanuni devrinde İstanbul'a da gelmiş olan büyük astronom Abu Zayd 'Abdurrahman b. Muhammed al-Tacuri (ö. 960/1552 civarı; ölüm tarihi 999/1590-91 olarak da verilmektedir)'dir. "al-Şayh İbn Abil-Kasim al-Andalusi" diye zikredilen üçüncü alim, al-Ribaş diye meşhur Endülüslii denizci ve topçu ustası İbrahim b. Ahmed al-Andalusi'nin topçulukla ilgili eserini İspanyolcadan Arapçaya çeviren Şihabuddin Ahmed b. Kasim al-Andalusi (1048/ 1632'de sağ)'dir (bk. bu çalışma, nr. 10). al-Şatibi'nin, "hocam ve üstadım" dediği Abu 'Abdillah Muhammed b. Abi'l-Hayr al-Şarif al-Hasani ise, Mısı r'da yetişen büyük astronomi alimlerinden al-Armayuni (1019/1610'da sağ)'dir. Görüldüğü gibi İbrahim al-Şatibi, eserini telifte iki Endülüslü, bir Mısırlı bir de Trablusgarplı alimin eserlerinden faydalanmıştır.

Aşağıda ifade edildiği gibi İbrahim al-Şatibi'nin, al-Tacurrnin bir eserini iki defa istinsah etmesi, ondan da ders almış olabileceğini akla getirmektedir. Ayrıca, Osmanlı matematikçisi 'Ali b. Vali b. Hamza al-Mağribi (ö. 1022/1614)'nin Tuhfat al-A'dad !i- Zavi'l-Ruşd val-Sadad adlı eserinin hatime kısmında yer alan matematik problemlerinin on beşincisinde, "Endülüs'ten gelmiş Mu'allim İbrahim nam kimse..." diye zikredilen Mu'allim İbrahim'in bu zat olması da uzak bir ihtimal değildir[42]

İbrahim al-Şatibrnin astronomi ile ilgili üç eseri günümüze gelmiştir. Bu eserlerden biri, 981/1573-74'te telif ettiği Garib al-Na kilayn ii Ahval al- Nayyirayn[43];diğeri h. 986/1578'da bir mukaddime, onbir batı ve bir hatime üzerine tertip ettiği Risala fi Masa'il İlm al-Vakt bi-Gayr Ala üçüncüsü ise h. 990/1582'de tasnif ettiği Risala li Tayin al-Avkat va Ahval al-Azmina va Tavarih al-Sinin'[44]dir.Müellif Risala ii Masa'il al-Vakeının sonunda bu eserini hazı rlarken al-Şayh al-'Umda al-Hattab, al-Ustaz al-Şayh al-Tacuri al-Şayh İbn Abi'l-Kasim al-Andalusrnin ve "hocam ve üstadım" dediği Abu 'Abdillah Muhammed b. Abi'l-Hayr al-Şarif al-Hasani al-Armayuni (1019/1610da sağ)'nin eserlerinden faydalandığını zikretmektedir. İbrahim al-Andalusi, al-Tacurrnin Risala 111-Fu sul al-Arba'a va Acıa' al-Layl va Avkat al-Salat val-Cih at al-Arba'a adlı eserini 979/1571 ve 984/1576 yıllarında iki defa istinsah etmiştir[45]. Müellifin, Risala ii Masa'il 'İlm al-Vakt bi- Gayr Ala adlı eserini telif ederken, al-Tacuri'nin Risala fil-Fusul al-Arba- 'a'smdan da istifade ettiği anlaşılmaktadır [46]

XI./XVII. asırda yetişen astronomlardan Muhammed b. İbrahim al- Hulvani al-Hisni al-Şaffi (ö. 1053/1643)'nin, h. 984/1576'da istinsah ettiği al-Fava'id al-Hulvaniyya fi şarh al-Azariyya adında bir eseri vardır. Şarihin önsözde açıldadığına göre eser, İbrahim b. Muhammed b. Muhammed al- Mağribi al-Andalusi 'nin al-Azariyya fi Ma'rifati Tayin a)-Avkat'ının şerhidir. al-Azariya ile müellifin Risala fi Tayin al-Avkat'unn aynı eser olması muhtemeldir.

İbrahim al-Şatibi'nin istinsah ettiği eserler arasında, İbn al-Saffar al- Andalusi (ö. 426/1035)'nin 984/1576'da istinsah ettiği al-Amal bil-Usturlab'l da bulunmaktadır[47]

6. KOCA DAVUD (Xl./XVII. yüzyılın başları ).

"Davud al-Riyazi"[48] yada "al-Hibr Davud (Haham Davud). [49] adlarıyla da tanınan Koca Davud[50], XVI. asrın ikinci yarısı ile XL/XVII. asrın başlarında Selanik'te yaşayan Yahudi asıllı bir bilim adamıdır. Arapça bilmesi ve İslam bilim literatürüne vukufu, onun 1492 ve 1536 yıllarında Endülüs'ten Selanik'e gelen iki göç dalgasından ya birinci dalganın ikinci neslinden, ya da ikinci dalganın birinci neslinden olabileceğini akla getirmektedir.

Osmanlı kaynaklannda, Takiyyuddin al-Rasid (ö. 993/1585) ile Koca Davud arasında bazı ilmi münasebetler olduğunu gösteren kayıtlar mevcuttur. Bu ilişkiye ışık tutan kaynakların başında, Takiyyuddin'in Sidrat Muntahal-Afkar adlı zici gelmektedir. Takiyyuddin adı geçen eserinde, üç Güneş tutulması rasadından bahsederken, bunlardan ilkinin Şeyhülislam Hoca Sa'deddin Efendi (ö. 1008/1599)nin evinden, ikincisinin Rasathane'den (Dar al-Rasad al-Cadid al-Sultanı), üçüncü tutulmanın ise bulutlar yüzünden gözlemlenemediğini, bunun üzerine Kahire'deki arkadaşları ile Selanik'te bulunan Davud al-Riyazi'den bilgi alındığını söylemektedir[51].

Takiyyuddin ile Koca Davud arasındaki bilgi alışverişini gösteren Sidrat Muntaha7-Afkar'dan sonra, iki bilim adamı arasındaki münasebedere ışı k tutan ikinci kaynak, al-Hafaci diye tanınan Ahmed b. Muhammed b. 'Omar'ın (ö. 1069/1659) Hab aya'z-Zavaya' sıdı r. al-Hafaci, bu eserinde, ömrünün dibacesinde (gençliğinin başlarında) Selanik'e gittiğini ve orada Koca Davud diye tanınan bir Yahudi hahamı ile görüştüğünü; bu zatın, Yahudilerin danıştığı ve başvurduğu ileri gelen bir ilim olduğunu, matematik bilimlerinde onun gibi ikinci bir alim görmediğini, astronomide onun seviyesine yaklaşan birinin bulunmadığını, ilimlerin birçoğunda vukufu bulunduğunu, gözlem konusunda yüksek dereceli, yaptığı aletlere güvenilen bir kimse olduğunu bildirmektedir[52].

al-Hafaci, ayrıca Rayhanat al-Alibba'sında kendi kaleme aldığı hal tercümesinde, İstanbulun İbn 'Abdulgani[53], Mustafa b. 'Azmi[54] ve al-Hibr Davud gibi değerli hocalarla dolu olduğunu, fakat bu hocaların içinde en büyüğünün; icazet silsilesi, Abu'l-Su'ud ve Mü'eyyed-zade yoluyla Calaluddin al-Davvani (ö. 908/1502)'ye varan Hoca Sa'deddin Efendi olduğunu kaydetmektedir. Koca Davud'dan bir yıl müddetle Öklid Geometrisi (Kitab al-Usul) ve başka kitaplar okuyan, bu arada Öklid Geometrisihdeki problemlerin çözümünü gören al-Hafaci, Koca Davud'u, zamanında benzeri görülmeyen biricik bir şahsiyet olarak tanınmaktadır.

Bu kayıtlardan, al-Hafaci'nin Koca Davud'Ia Selanik'te görüştüğü, İstanbul'da ise ondan bir yıl boyunca Öklid Geometrisi ve başka kitaplar okuduğu ortaya çıkmaktadır. Bu bilgiler Koca Davud'un İstanbul'da da bulunduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. al-Hafaci, Hab aya'z-Zavaya'sında, Takiyyuddin'in kendisine, Koca Davud'un al-Macastiyi iyi bilmediğini, karıştırdığını, bazan isabet, bazan da hata ettiğini söylediğini nakletmektedir[55]'.

Takiyyuddin ile al-Hafaci'nin Koca Davud'Ia ilgili verdikleri bilgilere karşılık, Takiyyuddin'in rasathânesi kurulduğu sıralarda İstanbul'da bulunan ve biribiriyle halef-selef olan iki Avusturyalı elçilik papazı, kaleme aldı kları İstanbul hâtıralarında Takiyyuddin ile Selânik'ten getirtilen bir Yahudi astronomun münasebetleri hakkında çok farklı bir çerçeve çizmekte ve konuya çok değişik buudlar getirmektedirler.

Avusturya elçilik papazı Stephan Gerlach ve büyük bir ihtimalle ondan naklen[56] son dönem Osmanlı edip ve tarihçilerinden Tarih-i Ebü'l-Faruk müellifi Mizancı Mehmed Murad, Selânik'ten getirtilen Yahudi bir astronomun hem Takiyyuddin'e yardımcı olacağını hem de Hoca Sa'deddin Efendi'nin oğluna[57] hocalı k edeceğini bildirmektedirler. al-Hafaci'nin İstanbul'da Koca Davud ile Hoca Sa'deddin Efendi'den ders aldığı kesin olarak bilinmektedir. Bu bilgi, Hoca Sa'deddin Efendi'nin oğluna hoca olarak tayin edildiği söylenen Selânikli Yahudi astronomun Koca Davud' dan başkası olamayacağını göstermektedir.

Gerlach, bu hauralarında, 13 Kasım 1577 tarihli bir kayıtta, padişahın Mısır'dan getirttiği bir astronom için, Galata dışında bir tepe üzerinde Venedikli Andreas Gritt'in evinin bulunduğu yerde bir kule yaptırdığını ve kulenin altında birkaç kulaç derinlik ve genişliğinde bir kuyu kazıldığını, astronoma yılda 3000 duka altını maaş bağlandığı gibi, rasathâne tamamlamnca 6000 duka altını daha verileceğini, Selânik'ten astronomi bilen bir de Yahudi getirildiğini, bunun astronoma yardım ve Hoca Sa'deddin'in oğluna hocalık edeceğini ve bu rasathânenin sadece padişahın talihini ve eşref saatleri belirtmek için kullanılacağını yazmaktadır[58].

Stephan Gerlach'ın halefi olan elçilik papazı Salomon Schweigger ise, İstanbul'da 1578'den 1581 yılına kadar kalmış ve yazdığı hauralarında, "Değersiz bir astronomun padişaha yaptırdığı faydasız masraflar" başlığı altında, uzun uzadıya Takiyyuddin'in rasathânesinden bahsetmiştir. Bu fıkrada papaz, bu zatın bir zamanlar Roma'da bir matematikçiye uşaklık ettiğini ve orada Euclydes, Proclos ve Ptolemaios gibi Yunan astronom ve matematikçilerinin eserlerini, sonradan gizlice sağladığı bir Yahudi'nin aracılığıyla tercüme ettirerek okuduğunu söylediği gibi, bu astronom için Galata dışında bir kule yapıldığını ve bu yapıda 12 Hıristiyan esir kullanıldığını ekler. Bundan başka, Takiyyuddin'in bir yer küresi, bir gök küresi, bir de meridyen dairesi yaptığını, fakat padişahın ve müftünün bu rasathâneyi yıktırdıklarını yazar[59].

Görüldüğü gibi Gerlach, "Selânik'ten getirtilen Yahudi astronomun Takiyyuddin'e yardım ve Hoca Sa'deddin Efendi'nin oğluna hocalı k edeceğini" söylerken, Schweigger, "Değersiz bir astronomun padişaha yaptı rdığı faydasız masraflar" başlığı altında, "Takiyyuddin'in Roma'da bir matematikçiye uşaklı k ettiğini ve orada Euclydes, Proclos ve Ptolemaios gibi Yunan astronom ve matematikçilerinin eserlerini sonradan gizlice sağladığı bir Yahudi'nin aracılığıyla tercüme ettirerek okuduğunu" söylemektedir. Gerlach ile Schweigger'in söyledikleri oldukça farklıdı r. Gerek Gerlach, Takiyyuddin'e yardımcı olarak Selânik'ten getirtilen Yahudi astronomun ve gerekse Schweigger, Takiyyuddin'in Roma'da sonradan gizlice sağladığı bir Yahudi'nin ismini açıklamamaktadırlar.

Stephan Gerlach ile Salamon Schweigger'in görüşlerini tenkit eden Adnan Adıvar da, Schweigger'in; Takiyyuddin'in Roma'da bulunup orada tahsil ettiği rivayetini, ancak bir kişinin haberine dayandığı için doğrulanmaya muhtaç olarak görmekte ve şunları söylemektedir: "...Bizim bildiğimize göre bu Osmanlı astronomu Mısır'da tahsil etmiştir[60]. Her iki elçilik papazının Takiyyuddin'in alelade yalancı, dolandırıcı bir müneccim olduğu hakkındaki sözleri tabii tamamiyle manasız ve yanlıştır; çünkü açıkladığımız gibi, onun eserleri, zamanın astronomi ilmine tamamiyle sahip bir astronom olduğunu göstermektedir. Bu münasebetle şunu da kaydedelim ki, Takiyyuddin'in kuyruklu yıldızlardan ahkâm çıkardığına ve padişaha bu hususta izah-nâmeler verdiğine dair, Türk kaynaldarındaki haberler de kolay kolay kabul edilemez. Mordtmann, bu astronomun ilim seviyesinden ve kitaplarından, ne yazık ki asla bahsetmemiştir"[61].

Son devir Osmanlı tarih yazarlarından Tarih-i Ebü7-Faruk müellifi Mizancı Mehmed Murad Bey ise, Takiyyuddin'in rasathânesinin yıkılması konusuna girmeden o sırada devlet ricâli arasındaki cepheleşmeye dikkat çekmekte ve başta şeyhülislâm Hamid Efendi olmak üzere bazı âlimlerin kendi aralarında bir "firka-i milliyye" teşkil ederek yüksek mansıplara asıl Osmanlılar' geçirmek ve böylece hükümeti mühtedilerin nüfuzundan kurtarmak olduğunu söyledikten sonra, kaynak göstermeksizin[62] şu bilgileri vermektedir:

"Biraz evvel kuyruklu yıldız çıkmış idi. 986'da vebâ zuhur etti. Pek çok adam kırıldı. Mihrimah Sultan, şeyhülislam Hamid Efendi ve Piyâle Paşa bunların meyanında idi. Halkta şikayet çoğaldı. Saraydaki mühtediler bundan istifade ettiler. Hoca Sa'deddin Efendi'nin delaleti ile Tophâne'de bir rasathâne inşa olunmuş idi. Padişahın da nücuma meyl ve merakı vardı. Gündüz bile ecram-ı semaviyenin seyrinde medar olmak üzere derin kuyu içine aletler yerleştirilmiş idi. 'İlm-i nücuma vukufda teferrüd eden Takiyyuddin Efendi'yi Mısır'dan celb ettiler. 3000 altın senevi tahsisat ile rasathâneye müdür oldu. Bir Yahudi müneccimini de muavin verdiler. Mühtediler bu rasathâneyi vesile-i tezvir ittihaz ettiler. Her nerede böyle bir rasathâne inşa olundu ise neticesinde felaket vâlri' olduğunu güyâ emsâl- i tarihiyye ile ispat etmeğe kalluşular. Kuyruklu yıldızın, vebanın bunun mukaddimau olduğunu iddia ettiler. Padişah korktu. Rasathânenin yıkılıp mahv edilmesini emretti. Rasathâne Sa'deddin Efendi ile padişahın arzu ve tensibleri semeresi idi. Aleyhinde sarayda çevirilen entrikaya hedef dahi Sa'deddin Efendi idi. Çünkü bu ağalar ile kalfalar, belki daha büyük harem- i hümayun erkânı Sa'deddin Hoca'nın padişah üzerinde icra ettiği nü- fuzu çekemiyorlardı. Lakin Sa'dedclin Hoca'nın aleyhinde çevrilen bu dolap dahi akibet Sokullu'nun aleyhine döndü..." [63].

Takiyyuddin ve rasathanesi hakkında bir makale yazan J.H. Mordtmann, Selânikli Yahudi astronom hakkında kesin bir şey söylememekte ve Franz Babinger'in kendisine yazdığı bir mektupta, X./XVI. yüzyılda Selanik Yahudileri arasında ilmi bir hareket olduğunu ve belki bu astronomun 1568'de o şehirde Joseph ben Schemtom'un astronomi ile ilgili eserlerini bastıran Daniel Perachja Ha-Kohen olabileceğini bildirdiğini nakletmektedir[64].

Bütün bu bilgilerden, Takiyyuddin'in Sidrat Muntaha'l-Atica^rinda, "Selânik'te bulunan Davud al-Riyazi diye bahsettiği kişi ile al-Hafaci'nin Rayhanat al-Alibba ve Habaya'z-Zavaya adlı eserlerinde, gençliğinin başlarında Selanik'te görüştüğünü ve ayrıca İstanbul'da matematik dersleri aldığını söylediği Haham Davud ve Koca Davud'un aynı kişi oldukları kesinlik kazanmaktadır.

al-Hafaci'nin Habaya'z-Zavaya 'da kaydettiklerinden Takiyyuddin ile Koca Davud arasında bir anlaşmazlığın bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Gerek al-Hafaci'nin gerek Stephan Gerlach ile Salomon Schweigger'in verdikleri bilgiler, Dar al-Rasad al-Cadid'in yıktırılması ve Takiyyuddin'in son yıllarında başına gelenler hakkında yeni değerlendirmelere yol açabilecek mahiyettedir. Bu bilgiler ışığında her şeyden önce Takiyyuddin'in saraydaki rakipleri veya onu himaye eden Hoca Sa'deddin Efendi ile Sokullu Mehmed Paşa'nın rakipleri yanında, İstanbul'da bulunan Avrupalıların başta elçilik papazları olmak üzere onu sevmediklerini ve değerini düşürücü bir tavır içinde olduklarını göstermektedir. Bu arada, Roma'darı Selânik'e göç etmiş Yahudilerden olan ve 1568 yılında Selanik'te Joseph b. Shem TON' Hai'nin She'erit Yosef adlı eserini ve buna ilâveli olarak Endiilüslü Yahudi astronom Abraham Zacuto'nun zicini bastıran Daniel Ben Perahyah Ha-Kohen (ö. 1575)'in 1573'te Selanik hahamları ile birlikte Don Joseph Nasi'nin hasmı olarak bilinen hekim Davud'a karşı bir bildiriye imza koyduğu kaynaklarda belirtilen bir kimse olması da oldukça dikkat çekmektedir[65]. Schweigger'in, Takiyuddin'in Roma'da uşaklık ettiğini ve orada Euclydes, Proclos ve Ptolemaios gibi Yunan astronom ve matematikçilerinin eserlerini gizlice sağladığı bir Yahudi'nin aracılığıyla tercüme ettirerek okuduğunu söylediği Yahudi'nin yukarıda bahsi geçen Romalı Daniel Ben Perahyah Ha-Kohen olması mümkündür. Takiyyuddin ile Daniel arasında bazı temaslar geçmiş olabilir. Yani Takiyyuddin Daniel'den bazı Yunan matematikçilerinin yeni basılan bazı eserlerini almış ve muhtemelen bu eserlerden istifade etmek için meslektaşı Davud'un yardımına müracaat etmiş olabilir. Şu var ki, Öklid'in Elementa'sı (Kitab al-Usul) ile Badamyus'un AlmagestIni tercüme ettirmiş olamaz. Çünkü bu eserler İslârn dünyasında çok eskiden beri Arapçaya çevrilen, çok işlenen tabiatıyla yaygın olarak kullanılan eserlerdir. Burada Takiyyuddin'in Koca Davud'un al-Macasti yi iyi bilmediğini, hazan isabet bazan hata ettiğini ve karıştırdığını söylemesi de oldukça anlamlıdır. Fakat Takiyyuddin'in Sidrat Muntaha7- Afkar' adlı eserinin Kandilli Rasathânesi, nr. 2081, yap. 6a-53'te yer alan müellif nüshasının 6a sayfasında yani zahriyesinde bir satır halinde latin alfabesi yazılmıştır. Bu harflerin mürekkebinin özelliği gözönüne alınarak sonradan yazılmayıp bizzat müellif tarafından yazılmış olabileceği düşünülebilir. Koca Davud'un Takiyyuddin'e bazı Yunan bilim adamlarının eserlerini tercüme ettiği doğruysa Takiyyuddin'in bu esnada Latince dersi almaya heves etmiş olabileceği ileri sürülebilir.

Burada, rasathânenin yıkıhş safhalarının nasıl gerçekleştiği üzerinde de durmak gerekmektedir. Taldyyuddin'in iki baş hamisinden biri olan Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'nın 20 Şaban 987'de vefat etmesinden iki buçuk ay sonra 4 Zilhicce 987 Perşembe günü Dar al-Rasad al-Cadid'in yıktırılması ile ilgili Sultan III. Murad'ın iradesi sadır olur. Karaçelebizâde Ravzat al-Abrar'da rasathânenin yıktırılma tarihini 988 Safer'i olarak göstermektedir[66] Buna göre, rasathâne, yıktırılma iradesinin çıkmasından yaklaşık iki ay sonra fiilen yıktırılmış olmaktadır.

Tespit edilebildiği kadarıyla Koca Davud'un herhangi bir eseri yoktur. Ancak kendisinin Porphyrius'un Eisagoge yani Isagoci'si üzerine Grekçe bir şerhi olduğu anlaşılmaktadır. Bu şerh, David Thessalonicensis'e nispetle Adolf Busse tarafından Commentaria in Aristotelem Graeca külliyâtı içinde yayımlanmıştır[67] David Thessalonicensis'in burada araştırma konusu edilen Selânikli David olma ihtimali, araştırılmaya ihtiyaç göstermekle birlikte mevcuttur.

7. İBN CANİ AL-İSRA'İLİ (XI./XVII. asrın başları )

"İbn Cani[68] al-İsra'ili al-Mutatabbib" diye tanınan Şaban b. İshak hakkında Osmanlı kaynaklarında bilgi yoktur. İbn Cani, İspanyol tabibi Motaridis'in, tütün yaprağını n tedavide kullanılması ile ilgili eserini, Risala fi'l-Mu'alaca (al-Mudarat) bi-Varak a1-Tebgc[69] adıyla Arapçaya çevirmiş olması dolayısıyla bilinebilmektedir.

Motardis'in eserinde, Yeni Hindistan'ın yani Amerika'nın h. 988'de İspanyol hükümdarı tarafından alınışı zikredildiğine göre, İbn Cani'nin XI./XVII. asrın başlarında yaşadığı söylenebilir.

İbn Gani, kitabın başında; halkın, kadınlara varıncaya kadar, "tobako" denen tütünü içmeyi alışkanlık haline getirdiklerini, fakat, onun faydalı mı zararlı mı olduğunu bilmediklerini, tütün içmekten maksatlarının sağlığı korumak olmadığını, tersine, tütün içilince beyne yükselen dumanla, keyiflenmek istediklerini ifade ettikten sonra, tütün içmenin midedeki rutubetleri kuruttuğunu ve onu takviye ettiğini ileri sürer. İbn Cani, daha sonra, tütünü övücü mahiyette manzum bir risale gördüğünü, fakat bu risalenin tütünün özelliklerinden bahsetmediğini, tıp ilminde ihtisası olan kimsenin tütünün özelliklerini bilmesi gerektiğini kaydeder ve "Bunu bilmeyen nasıl kâmil olabilir?" diye sorar. Daha sonra, manzum risale sahibinin, tütünün bazı hassaları ile ilgili görüşlerini tenkide geçer. Onun tütünün balgamı temizlediği ve safrayı giderdiği görüşünde olduğunu, halbuki bunun doğru olmadığını, çünkü balgamı temizlemenin ya müshil ilaçlanyla kusturma sayesinde -ki bu en iyi yoldur- ya da yalnız çözme (altahlil), söktürme (al-takti') ve kurutma (al-tacfif) ile mümkün olabileceğini söyler ve, "Bu ot, müshil ilaçlarından olmadığı halde nasıl müshil olabilir?" diye sorar. İbn Cani, tütünün bir toprak cevheri olduğu ve içinde güçlü bir kurutucu, biraz da ısı tıcı bir kuvvet taşıdığı için balgamı temizlemenin yalnız çözme ve kurutma ile mümkün olabileceğini açıklar. Bunun da yalnız sıcaklı k ve kurulukla meydana geldiğini belirtip, "Nasıl olur da onun, Safrayı giderir?' sözü doğru olur?" der ve zı t bir görüş ileri sürerek şunları ekler: "Çünkü, safranı n ilacı bunun tersidir, yani soğutma (altabrid) ve nemlendirmedir (al-tartib). Bu görüşün tıp kitaplarını incelememiş birinin görüşü olması muhtemeldir. Tütünün sı caklı k ve kuruluğunda şüphe yoktur. Fakat sıcaklık derecesi ve diğer kuvvetleri ile özellikleri belli değildir; bilmiyoruz. Halk içinde bu ilacı çok kullandığı için ölenler bile vardır. Bundan dolayı, bu bitkinin mahiyet ve keyfiyetini öğrenmeğe koyuldum. Zayıf ve yetersiz olan görüş ve düşünceme rağmen, tıp kitaplarını ve hikmet risalelerini araştırmaya başladım. Bu bilim dalındaki yetersizliğime rağmen kısa bir zamanda, gerek eskilerden ve gerekse yeniler içinde bu ilaçtan bahseden bir kimse görmedim. Sonra yenilerden, İspanya memleketinde yaşayan Motaridis adlı bir tabibin, bu bitkinin mahiyeti ve keyfiyeti hakkında Frenkçe bir risalesini buldum ve bu risaleyi Arapçaya çevirmeye gayret ettim.

İbn Cani, bundan sonra, risale sahibi olan Motaridis'in görüşlerini aktarmaya başlar: "Şimdi tobako diye tanınan bitki, Yeni Hindistan'da yani Amerika'da kullanılan eski ilaçlardan olup halk arasında meşhur idi. Onlar bu bitkiyi, kılıç ve mızrak darbelerinden meydana gelen ağır-hafif bütün yaraların tedavisinde kullanmaktaydılar. Fakat onlar, bunu aralarında bir sır olarak muhafaza ediyorlar ve hâriçten bir kimseye sızdırmıyorlardı. Memleketlerinden, tedbiri hususunda çetin bir çare gerektiren anlaşılmaz bir hadise meydana gelince, bir taraftan bu bitkinin dumanını içerlerken, bir taraftan da onun mide ile beynin rutubetlerini kuruttuğunu, tembelliği giderdiğini ve hafıza kuvvetini artırdığını tartışıyorlardı.

988/1580 yılı nda Yeni Hindistan yani Amerika, İspanya hükümdarı tarafından alındığı zaman, bu ilacı bulduk ve pek çok defa tecrübe ettik. Onda, başka ilaçlarda bulunmayan ince hassalar ve güzel faydalar olduğu ortadadır. Amerikalılar arası nda, bu bitkinin adı Feyşiyalat'ur. Bizim memleketimizde ise, çok yetiştiği için 'tobako diye tanınan adanın adıyla adlandırıldı."

Motaridis bundan sonra, tütünün hangi hastalıklara karşı ilaç olarak kullanıldığını, tek tek sayar ve bu rahatsızlıklarla ilgili olarak tütünün nasıl kullanılacağına dair reçeteler verir. Buna göre tütün; yelden ve balgamdan meydana gelen sızıları dindirir; başağrısma (al-suda' al-barid), özellikle alşakika al-muzmina'ya, gilzat al-rukba'ya, çok balgamdan ileri gelen kronik göğüs hastalı kları na, nefes darlığına (müellif bunu tecrübe ettiğini ve çok faydasını gördüğünü açı klar); göğsü bozucu hiltlara (karışı mlara) karşı, yel menşeli mide ağrı ları na, soğuktan ya da fazla sevdadan meydana gelen mide sertliğine (salabat al-mi'da), mesane ve kulunç ağrı larma, rahim hastalıkları na, küçük çocuklarda görülen sar'a benzeri "al-tahma" denen hastalığa (müellif Amerikalı kocakarı ları n 'tobako' ile bu hastalığa karşı ilaç yaptıklarını gördüğünü nakleder), kurtlara (al-clIdan) ve habb al-karaya, mafsal ağrılarına, çetin veremlere, kışın çocuklarda ve gençlerde görülen el ve ayak şişmelerine (intifah), zehirli oklardan meydana gelen yaralanmalara (müellif Amerikalıların bunu kullandığını, kendisinin de deneyerek faydasını kısa zamanda gördüğünü bildirir), bıçak ve kılıç kesiklerine karşı iyi gelmektedir.

8. AL-RA'İS İBRAHIM B. AHMED AL-ANDALUSİ (1042/1632'de sağ)

Kitab al-İzz va7-Manaff adlı topçulukla ilgili meşhur eserin müellifi olan al-Ribaş[70] ve al-Mu'accam[71] diye tanınan Endülüslü denizci ve topçu ustası al-Rals İbrahim b. Ahmed b. Ganim b. Muhammed b. Zekeriyya al-Andalusi[72], Gı rnata'nın Nigüelas[73] köyünde doğdu. Topçulukla ilgili eserini 1638'de yazdığında 80 yaşına yakın olduğuna göre, 1550-1560 yılları dolaylarında doğmuş olmalıdır. Müslümanların Endülüs'ten ilk çıkarılışlarında ailesi ile birlikte Gırnata'dan İşbiliye (Sevilla)'ye göç tü. Böylece onun denizle olan uzun beraberliği de başlamış oluyordu. İbrahim Reis, Atlas Okyanusu'nda, Amerika'dan İspanya'ya gümüş taşıyan kalyonlarda çalıştı. Bu vesile ile defalarca Amerika'ya gidip geldi. Bu yolculuklarda, topçulukla ilgili bazı teorik ve pratik bilgiler edindi. Bu kalyonlardaki askeri birlik içinde, barutlu harp aletlerini iyi bilen adamlar vardı. Bu adamlar, zaman zaman devlet büyükleri ile topçuluk sanatı üzerine toplantılar yapıyorlardı. İbrahim Reis, mutad toplantıların birinde topçuluk sanatı ile ilgili olarak meclise getirilen pek çok kitabı görüp inceleme imkanı bulur. Bu ilmi bilenler ve amell olarak onunla ilgilenenler, hükümdarlarının bu sanat erbabına büyük bir değer verdiğini görünce bu fen hakkında kitaplar kaleme almışlardır. İbrahim Reis, bir taraftan onlarla oturmakta ve topçulukla ilgili bazı ana meseleleri öğrenmekteyken, bir taraftan da bütün toplar üzerinde araştırma ve inceleme yapmaktaydı. Toplantılara devamlı olarak katılan ve toplantıların genel havasına uyum sağlayan İbrahim Reis, ispanyollar tarafından Endülüslü biri olarak sanılmıyordu. Fakat İspanya kralı, bütün Endülüs Müslümanlarının İspanya'dan çıkarılmasını emrettiği zaman, İbrahim Reis, Hıristiyanlarla arasında çıkan bazı meselelerden ötürü hapsedildi. Ancak, Hıristiyan büyüklerinden biri, İbrahim Reis'e hapishâneden kurtuluncaya kadar yardımcı oldu ve onunla arkadaşlık etti.

İbrahim Reis, hapisten kurtulduğunda, bütün Endülüslûler ile birlikte Müslüman ülkelerine çıkmak istediyse de kendisine engel olundu. Rüşvet olarak gümüş paralar ödemek suretiyle çıkmasına mûsaede edildi. Böylece İbrahim Reis İspanyolların elinden kurtularak 1018/1609 ya da 1019/1610 yılında Tunus'a geldi. Orada Endülüslû pek çok arkadaşı ve dostuyla buluşup görüştü. Tunus beyi Osman Dayı (1594-1610) tarafından iyi bir şekilde karşılandı ve Osman Dayı tarafından 200 Endülüslünün başına getirildi. Ayrıca kendi emrine 500 Sultanı akça, 200 tabanca, 200 kama ve deniz seferinde ihtiyaç duyulan diğer malzemeler verildi. Osman Dayı'mn gemileriyle sefere çıkmaya başladı. Altı ay geçmeden Osman Dayı vefat etti. Onun ölümünden kısa bir müddet sonra İbrahim Reis biraz ganimede birlikte Tunus'a döndü. Reis, yapmış olduğu bu savaşlarda çok ağır bir şekilde yaralandı. Fakat iyileştikten sonra tekrar deniz seferine çıktı. Bir seferinde, Malaga şehri yakınındaki Küçük Deniz[74] kıyısında onbir düşman gemisi ile karşılaştı. Meydana gelen şiddetli çarpışmada iki taraftan da pek çok kimse öldü. Sonunda sayıları iyice azalan İbrahim Reis ve adamları esir düştüler. Bu arada yirmisi ileri gelen olmak üzere karşı taraf da 600 kayıp verdi. Ağır yaralı olan İbrahim Reis, yedi yıl esaret hayatı yaşadıktan sonra kurtuldu. Tunus'a döndüklerinde Emir Yusuf Dayı (1610-1637), kendilerine Halk al-Vad (La Goulette) kalesinde yer verdi. İbrahim Reis burada toplar ve topçulukla ilgili bilgilerini geliştirme firsatını buldu, Aljamiado dilinde yazılmış top ve topçulukla ilgili eserleri okuyup inceledi.

İbrahim Reis, maaşlı müdafiler tayfasının top ve topçuluk konusunda pratik bilgilerinin olmadığını bildiğinden; her topun ayrı masrafı ve yapılışında birçok güçlükleri olduğundan, topu kullanan ya da atan kimselerin, çok defa birinci ya da ikinci atışlarında onu kırıp kullanılmaz hale getirdikleri, kırılan topu onarmaya çalışanların da çok geçmeden öldükleri bilinen bir keyfiyet olduğundan top ve topçulukla ilgili bir kitap yazmaya karar verdi. Müellif, 1040/1630 yılında, Halk al-Vad'ta başladığı ve Arap harfleri ile yazılmış İspanyolca demek olan Aljamiado[75] dilinde yazıp elli bâb üzerine tertip ettiği adı geçen eserini 22 Rebiülevvel 1042/1632'de bitirdi. İbrahim Reis, içinde faydalı şeyleri ve müdafilerin vazifelerini de işlediği bu kitabından bir dünya menfaati gözetmediğini; Allah'tan, Arapçaya tercüme edilip nüshaları da çoğaltılmak suretiyle bazı İslam ülkelerine gönderilmesini dilediğini söylemektedir. İbrahim Reis'in Aljamiado dilinde yazdığı kitabın asıl nüshası bugün mevcut değildir.

Müellif otuz yıllık şahsi tecrübe ve müşahedelerini de katarak meydana getirdiği kitabını telif ederken kendisinden önce konu ile ilgili yazılmış çağdaş İspanyol kaynaklarından geniş bir şekilde istifade etmiştir. Bu eserler arası nda; Luis Collado'nun Platica mamıal de artilleria (Milan 1592)'sı, Cristoval Lechuga'nın Discorso de la artilleı-ia (Milano 1611) ve Diego Ufano'nun Iratado de artillerla (Bruselas 1613)'sı istifade ettiği eserlerin en belli başhlarındandı r. Bu eserler arasında, İbrahim Reis'in en çok istifade ettiği eser, İtalya'da hizmet gören bir İspanyol subayı olan Luis Callado'nun Platica mamı al de artilleria'sıdı r[76]. X./XVI. yüzyılda topçulukla ilgili kaleme alı nan eserlerin en büyüklerinden biri olan bu İspanyolca eser yayımlanışından kısa bir zaman sonra çok tutulan bir eser olmuştur. İbrahim Reis'in eserinin birçok babı Collado'nun eserinin olduğu gibi ya da kısaca tercümesidir[77].

İbrahim Reis'in eseri, 1048/1638 yı lında, Marakeş sultanları tercümanı olan Ahmed b. Kasım b. Ahmed b. al-Fakih Kasim b. al-Şayh al- Hucri al-Andalusi tarafından Kitab al'izz va'l-Manaf i lil'Mücahidin fi Sabil Allah bil-Madafi' adıyla Arapçaya tercüme edilmiş (eserin tercümesi ile ilgili bazı hususlar için bk. bu çalışma nr. 9), tercüme tamamlamnca mütercimin oğlu Muhammed Hoca b. Ahmed b. Kasim b. Ahmed b. al-Fakih Kasım b. al-Şayh al-Hucri al-Andalusi tarafından çoğaltılarak İslâm memleketlerine gönderilmiştir[78]. Eserin bir nüshası da aşağıda Ahmed b. Kasım al-Andalusi maddesinde ayrıntılı olarak üzerinde durulacağı gibi Osmanlı Padişahı Sultan III. Murad'a takdim edilmiştir.

Kitab al'İzz va7-Manafi', Kahireli bilim adamı Ahmed Zeki Bey tarafından 1902'de Hamburg'ta yapılan XIII. Oryantalistler Kongresi'nde tebliğ olarak sunulduktan sonra tanınmaya başlamıştır. David James'e göre Kitab al-'izz'in gerçek değeri, XVII. yüzyıl Avrupa teknik bilgisinin Kuzey Afrika'ya İslâmileştirilmiş bir formla geçişini sağlayan bir eser olmasıdır. Ayrıca eser, sanat tarihçileri tarafından da beğenilen, Kuzey Afrika'da meydana getirilmiş birkaç resimli yazmadan biridir.

9. AHMED B. KASİM AL-ANDALUSİ (1048/1632'de sağ)

Merakeş sultanları tercümanı olan şihabuddin Ahmed b. Kasim b. Ahmed b. al-Fakih Kasim b. al-şayh al-Hucri al-Andalusi[79], Aljamiado dilinden tercüme ettiği kitaplarla Batı bilim ve tekniğinin İslâm dünyasına girişinde son derecede ehemmiyetli bir rol oynayan ilk mütercimlerdendir. Kendisine İspanyolca avukat demek olan "Afukay" ya da "Afkay" deniliyordu [80].

Ahmed b. Kasim'in tercüme ettiği kitaplardan biri, al-Ra'is İbrahim b. Ahmed al-Andalusi 'nin daha önce belirtildiği üzere; 1632 yılında yazmış olduğu, bugün asıl nüshası bulunmayan eserdir. Mütercim, 13 Rebiülevvel 1048 (1638) yılında Kitab al'izz va'l -Manafi'li'l-Mucahidin fi Sabil Allah bi-Alat al-Hurub va'l-Madafi' adıyla Arapçaya tercüme ettiği kitabın sonundaki hatimede geniş ölçüde kendi hayat hikâyesinden bahsetmektedir.

Hatimede verilen bilgilere göre, Ahmed b. Kasim, Endülüs'ten Marakeş'e gitmeden önce 1007/1598-99'da Fas'ın Sela kasabasına ve ribauna gelir. Oradan deniz yoluyla hacca gider. Hac farizasını eda ettikten sonra yaya olarak Medine'ye geçen mütercim, oradan Tunus'a döner. Tunus'ta, al-Ra'is İbrahim b. Ahmed, uzun yıllar Marakeş Sultam al-Sultan Zaydan b. al-Sultan Ahmed b. Muhammed al-şayh al-şarif al-Husayni'nin terciimanhğını ve Aljamiado dilinde sır katibliğini yapan Ahmed b. Kasim'dan söz konusu kitabı, Aljamiado dilinden Arapçaya çevirmesini ister. Ahmed b. Kasim, kitabı incelediğinde, kitabın tercümesinin Müslümanlar için faydalı olacağını görerek tercüme etmeye başlar. Fakat, kitapta geçen top ve topçulukla ilgili isimlerin Arapça karşılıklarını bilemediğinden tercümeyi bırakmak ister. Ancak rüyasında okuduğunu gördüğü bir ayet üzerine, tekrar tercüme işine koyulur. Kitapta takıldığı müşkil yerleri, müellifi al- Ribaş'a sorar. O da kendisine gerekli açı klamalarda bulunur. Sorduğu müşkil yerler esnasında al-Ribaş'ın yazdıklarını yalnız teorik olarak değil pratik olarak da bildiğini anlar.

Ahmed b. Kasim, kendisinin Aljamiado okumayı nasıl öğrendiğinin merak edilebileceği ihtimali üzerine, konuya açıklık getirir. Endülüste Hıristiyanların istilasına kadar Müslümanların konuşma dillerinin Arapça olduğunu, fakat Hıristiyanların buldukları Endülüslülere İspanyolca öğrenmeleri için baskı yaptıklarını, onların da bu baskı ile İspanyolca öğrendiklerini söyler.

Ahmed b. Kasim, Endülüs'ten çıkıp Müslüman memleketlerine gitmeyi düşündüğünde, Hıristiyanların hudud boylarında, Endülüslü aradıklarını ve İslam ülkelerine kaçan Endülüslülere mani olduklarını haber alır. Bunun üzerine yıllarca dil öğrenmek için kalır. Kendisini İspanyol sansınlar diye, onların kitaplarını okur. Endülüs'ten ayrılıp İslam ülkelerine giderken deniz kıyısında şiddetli koruma altında tutulan bir yere varır. Orada kalır. Oranın halkı, konuşmasını , halini ve yazısını görünce, kendisinden şüphelenmezler. Daha sonra onların aralarından çıkıp İslam ülkelerine gider. Öğrendiği ilimler ve okuduğu kitaplar sayesinde, kimseye açılmayan saray kapıları kendisine açılır.

Ahmed b. Kasım, Marakeş sultanımn izniyle bazı sebeplerden dolayı Avrupa ülkelerine seyahat eder. Bu seyahati esnasında, keşişler ve ruhbanlarla Hıristiyanlık ve İslâmiyet üzerine münazaralarda bulunur. Onların kitaplarını reddetmek için İncil okur. Müteaddit defalar onlara galip gelir. Seyahat ettiği yerler içinde 52 co kuzey paralelinde olan Cufiya[81] ülkesi de vardır. Burada Yahudilerin kendi dinlerini övdüklerini müşahede eder; Aljamiado diliyle yazılmış bir Tevrat görür. Tevrat'tan başka yirmi kitab okur. Daha sonra Fransa ve Flandas'da[82] bazı Yahudi âlimleriyle (hahamlar) görüşür. Ahmed b. Kasim, Mısır'da iken 'Ali al-Uchuri[83] adlı âlim kendisinden Avrupa'da yaptığı münazaralar hakkında bir kitap yazmasını ister. Marakeş kadısı 'Isa b. 'Abdurrahman da, Ahmed b. Kasim'a, İslam dinine yöneltilen iftira ve yalanlara karşı reddiye yazmasının cihad olacağını söyleyip kendisini teşvik edince, 1047/1637'de Nasir al-Din 'a1a'l- Kavm al-kafirin adında bir kitap yazar[84].

Ahmed b. Kasim, al-Ribaş'ın yukarıda zikredilen eserini Kitab val-Manafi. adıyla tercüme edince, oğlu Muhammed Hoca tarafindan birkaç nüshası meydana getirilmiş, bir nüshası da Sultan III. Murad'a gönderilmiştir. III. Murad'a sunulan nüshada, sultandan "İslam sultanlarının sultam", "İki Kara, İki Deniz, Mısır, Şam, Acem ve Arab Iraki'nin Sultanı", "Mekke ve Medine'nin hizmetin" olarak bahsedilmekte ve ona dua edilmektedir. Mütercim, Hıristiyanların Osmanlı padişahından korktuklarını, bu korkuya onların birçok ülkesinde bizzat şahid olduğunu, hatta bu korkunun onların kitaplarma bile girdiğini ve kalplerinden gitmediğini; Hıristiyanların, dört İncil'den birini yazan Yuhanna al-Huri'nin bir sözünden, 16. Osmanlı padişahı ile birlikte, Osmanlı Devleti'nin inkiraz bulacağını çıkardıklarını, Yuhanna'nın Yukalibş adındaki rumuzlu kitabında da aynı şeye işaret ettiğini, fakat sözlerinin doğru çıkmadığını, çünkü halihazırdaki Osmanlı sultanının yani Sultan III. Murad'ın 18. sultan olduğu halde, düşmanlarına galip olduğunu zikrederek Osmanlı Devleti'ne dua etmektedir. Mütercimin bu tercümede kendi yazdığı hatime kısmına yaptığı bazı katkılar arasında başta, Mişkat al-Masabih gibi hadis kitaplarından naklettiği cihadın fazilederi ile ilgili hadisler gelmektedir.

Mütercim, Sultan Zaydan zamanında Mağrib Sultanlığı 'nın başkenti olan Marakeş'te seksen top bulunduğunu, bunların daha sonra 1015/1606'da başka bir yere taşındığını söylerken, Sultan Zaydan'ın hizmetinde harp tekniğini iyi bilen Hıristiyan bir Frenk kaptan ve mühendis bulunduğundan bahseder. Mütercim, tercümeyi bitirince, kitabı mütalaaedip takriz yazmaları için al-Mufti al-Sayyid Ahmed al-Şarif al-Hanafi ile 'Abdurrahman b. Mas'ud al-Cibali'ye verir. Ahmed al-Şarif takrizinde, kısaca kitabın Müslümanlara, topçuluk sanaunı öğreten ve öğrenenlere, Müslüman aucılara faydalı bulduğunu söylemektedir.

Ahmed b. Kasim, Rihlat al-Şihab ila Li ka' al-Ahbab adında bir seyahatnâme de yazmıştır. Fakat bu kitaptan ancak bir parça günümüze gelmiştir[85].

Ahmed b. Kasim, Endülüs'ün Selemenke (Şelemanka) şehrinden olan ve Abraham Zacuto b. Samuel (ö. 1515) 'in [86] 877/1472'de İbranice olarak telif ettiği, daha sonra Latince'ye, Latince'den Ramons da denen Aljamiado diline al-Zagutiyya adıyla tercüme edilen zicini de Arapçaya çevirmiştir[87] Arapça tercüme, Zacuto'nun öğrencisi, Muallim Yoşeb'in hattıyla olan nüshadan yapılmıştı r. Başka müellifler tarafından birtakım ilaveler yapılan zicin mevcut nüshaları üç risaleden oluşmaktadır. Üçüncü risalenin adı bilinmeyen şarihi, mukaddimede, ta'dil ve ta'dil alma ilmini öğrenmeye başlayınca, Zacuto'nun telif ettiği bazı ziçleri gördüğünü, bu ziçlerin pek çok hesap işlemi yapmaya ihtiyaç bırakmayacak derecede kullanımını kolay bulduğunu, buna karşılık İbn al-Banna'nın zicinin çokça hesap işlemi yapmayı gerektirdiğini söylemektedir. Daha sonra müellifinin İbranice olarak kaleme aldığı bilahere Latince'ye, Latince'den Ramons diline çevrilen, müellifin öğrencisi Mu'allim Yoşeb tarafından istinsah edilen bir ziç risalesini mütalaa ettiğini, bunun Ahmed b. Kasim b. al-Fakih Kasim b. al-Şayh al-Hucri al-Andalusi tarafından Ramons dilinden Arapçaya çevrildiğini, bu çevirinin Abdullah b. 'Abdulkadir Abil-Şayh al-Lahmi'nin istinsah ettiği bir nüshasını gördüğünü, fakat bu risalenin mühim bazı kısımları nda pek çok yanlışlıklar bulunduğunu, bu yüzden al-Fakih al- Mu'addil al-Şayh 'Abdullah al-Marrakuşi'nin telif ettiği bir risaleyle karşılaşıncaya kadar bu hususta şaşıp kaldığını, fakat bu risalenin de bazı mühim kısımları nda yanlışlı klar bulunduğunu, bundan dolayı bu iki risaleyi içine alan başka bir risale derlediğini ve miladi tarihin bilinmesi hususunda ilaveler yaptığını, 'Abdullah b.Abi'l-Şayh'in hattıyla olan iki risaleyi tashih ettiğini, yeni risaleyi sekiz bâb üzerine tertip ederek Tuhfat al-Mııhtac fi 'İlm al-Ta 'dil ya7-Azyac diye adlandı rdığını kaydetmektedir. Üçüncü risalenin başına yazılan notta bu risalenin 'Abdurrahman al-Fasi'nin eseri olduğu kaydedilmiştir.

10. 'ALİ B. HAMZA AL-MAĞRİBI (ö. 1022/1614)

Osmanlılarda yetişen büyük matematikçilerden biri olan 'Ali b. Vali b. Hamza al-Mağribi[88] Cezayir'de doğdu. İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra, eğitimini tamamlamak için İstanbul'a gelip ileri gelen alimlerden ders aldı. Bazı alimlere mülazımlık etti. Bir müddet Istanbul'daki Haşiye-i Tecrid ve Miftah medreselerinde müderrislik yaptı. Cezayir ve Trablusgarp kadılıklarına tayin edildi. Fetva verme izni aldı. İstanbul'a dönünce rütbesi Dahil medresesine terfi edildi. 994/1586 yılında Istanbul'dan Mağrib'e döndü. 998 Şevval'inde Cezayir'de bulundu. "Şeyhülislam" ve "Kutbu'', enam" dediği Şazeli Şeyhi 'Isa-i Dunayduni'den el aldıktan sonra bir müddet daha Cezayir'de kaldı. Oradan hacca gitmek için Hicaz'a geçti. 998 Zulka'de'sinde. Mekke'de iken üç ay dokuz gün zarfında 16 Cemaziyelahir 999 Pazartesi günü Tuh fat al-A'dad adlı Türkçe matematik kitabının telifini tamamladı. 16 Ramazan 1002 tarihinde Yemen'in San'a şehrinde bu eserinin yeni bir nüshasını meydana getirdi. 1022/1614 Ramazan'ında Istanbul'da Abu'l-Su'ud-zade Mehmed Efendi'nin yerine Sahn müderrisligine, oradan da Tunus kadılığına tayin edildi. Aynı yıl içinde Tunus'ta vefat etti.

İbn Hamza, bu eserini telif ederken, Sinan b. al-Fath al-Harrani, İbn Yunus al-Misrı, İbn al-Ha'im, İbn Gazi al-Osmani, İbn al-Saffar ve başka büyük matematikçilerin eserlerinden faydalanmıştır. İbn Hamza, eserinin hatime kısmında Hindistan'dan Mağrib'e kadarki İslam coğrafyasında halk arasında çözüm getirilemeyen bazı problemlerin çözümlerini vermektedir. Bu problemlerden "mes'ele-i Ceza'iriyye (Cezayir Problemi)" diye zikrettiği onbeşincisini, 994 Şevval'inde Cezayir'de iken, Endülüs'ten gelen Mu'allim İbrahim adlı bir kimse tarafından bir tabaka kağıt üzerine yazılıp Cezayir Ulu Camii'nde duvara asılmak suretiyle çözüm getirilmesi istendiğini kaydetmektedir. İbn Hamza, 16. problemin haccetmek için bulunduğu Mekke'de 998 Zulka'de'si sonunda Hind diyarından gelmiş Molla Muhammed-i Belhı tarafindan sorulduğunu zikretmektedir.

Müellifin Arap edebiyatına da aşina olduğu, 14. meselenin çözümü ile ilgili olarak İmam Hassar diye zikrettiği İbn al-Hassar'ın söz konusu probleme getirdiği çözümle ilgili görüşünü beğenmeyenleri tenkit etmek için meşhur şair al-Mutanabbi'den naklettiği bir beyitten de anlaşılmaktadır.

İbn Hamza, 14. meselenin sonunda bugün İspanya'ya bağlı olan eski Fas şehri Sebte'den[89] bahsederken, Sebte'nin o tarihlerde âlimlerin toplandığı bir yer (Macma'al-'ulama') olduğunu, her ilmin kaynağı ve her kavmin uğrağı bulunduğunu söylemektedir[90]. İbn Hamza'nın, Endülüs ve Mağrib ilim muhitlerine mensup âlimlerin bilgi ve tecrübelerinden de istifade ettiği, onların eserlerinden faydalanmak suretiyle, fikirlerini aktarmada mühim bir rol oynadığı söylenebilir.

Endülüs'ten Osmanlı ülkesine gelen âlimler arasında mutasavvıf Abu'l- Hasan 'Ali b. Maymun b. Abi Bakr b. 'Ali b. Maymun al-Haşimi al- Kuraşi al-Gumâri al-Andalusi al-Mağribi al-Fâsi (ö. 917/1511) [91] ile 923/1517'de Sultan I. Selim'e al-Durr al-Musan fi Sırat al-Muzaffar Salim Han adlı bir Selim-nâme[92] yazan 'Ali b. Muhammed al-Lahmi al-Andalusi al-İşbili al- Mağribi al-Dimaşki (923/1517'de sağ) [93]. de bulunmaktadır. Fakat bu âlimler riyâzi ve tabii bilimler sahasında herhangi bir eser vermediklerinden araştırmamıza dahil edilmemişlerdir.

Yukarıda verdiğimiz bazı örneklerden ortaya çıkan tablonun bariz özelliklerini tahlil edecek olursak şu tespitleri ortaya koyabiliriz: Araştırmamızın başlangıcında ileri sürüldüğü gibi Müslümanların İspanya'daki hâkimiyetinin 1492 yılında sona ermesinden sonra birçok Endülüslü Müslüman ve Musevi bilim adamı Osmanlı diyarına hicret etmiştir. Bunlardan Arap olanlar Osmanlı Kuzey Afrikası ve Mısır vilayetine, Musevi olanlar da daha ziyade İstanbul ve Selanik'e yerleşmişlerdir. Osmanlı bilim dünyasının bu döneme kadar sahip olduğu kaynaklara yenisini ilave eden bu göçün dikkate değer katkılar ve zenginlikler sağladığı muhakkaktır. Osmanlı diyarına göç eden bu bilim adamları kabiliyetlerini ortaya koymak ve kabul görmek için birtakım eserler yazmışlardır. Saraya intisap etmek için risaleler kaleme aldıkları, bazı devlet adamlarının emri veya bizzat padişahın arzusu üzerine telifatta bulundukları yukarıdaki örneklerden anlaşılmaktadır. Bu eserler, Osmanlı biliminin o döneme kadar dayalı olduğu ve üzerine kurulu bulunduğu İslam bilim geleneğinin dışında farklı ve yeni kaynaklarla tanışmasını temin etmiş ve bu yeni kaynaklardan yararlanan eserlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. IX./XV. asrın son yıllarında başlayan bu hicret hareketleri X./XVI. asırda da devam etmiş ve tesirlerini XI./XVII. asıra kadar göstermiştir. İspanya'dan gelen bu ilim adamları beraberlerinde klasik İslam biliminden önemli katkılar getirdikleri gibi Osmanlının o zamana kadar bilmediği, "Rönesans" bilim geleneğini getirmişlerdir. İşte yukarıda gördüğümüz örneklerde o gün için dahi klasikleşmiş bulunan İslam bilim literatürünün dışında "Frenk-Hıristiyan", "İbrani- Yahudi" diye adlandırılan yeni bir bilim geleneğinden bahsedilmekte ve Osmanlı biliminin "Rönesans" bilimi ile tanışması ilk defa gerçekleşmektedir. Musa b. Hamun ve muhtemelen Koca Davud'da olduğu gibi Osmanlı topraklarında doğan ikinci nesle kadar devam eden yeni ilmi canlılık ve telif hareketi görüyoruz.

Bu yeni kaynaklardan aktarmalar yapılırken, yeni-eski bilim tradisyonlarının tartışılmaya başlandığı görülmekte, Avrupa'daki yeni bilgi ve gelişmelerden bahsedilmektedir. 'Abdussalam al-Muhtadi'de de belirtildiği üzere, büyük İslam bilim adamlarının, tıp sahasında İbn Sina örneğinde olduğu gibi "Frengistan"da "Frenk" hekimler tarafından yapılan tartışmalarda üstün tutulduğunu görürüz. Musa Calinus al-İsraili'nin İslam bilim adamları dışında yararlanmış olduğu Rönesans bilim adamlarından Arnault de Villeneuve (1234-1310) ilmi kariyerini Arapça öğrenerek ve o dille yazılmış tıp kaynaklarından Latinceye tercümeler yaparak sürdürmüştür. Görülüyor ki burada Osmanlı bilim dünyasının gözünü kamaştıran bir husus yok, temel bilim kaynakları hala Arapçadır ve "Frenk"ler de bu dönemde hatta İslam biliminin üstünlüğünü kabul ediyorlar.

Osmanlı Devletine muhtelif göç dalgaları ile gelen Musevi hekimler İstanbul ve Selanik'e yerleştiler. Getirdikleri, islam tıp biliminden değişik olan tıp geleneği, mesleklerinde çabuk ilerlemelerini sağladı. Lizbon, Coimbre ve Alcala gibi üniversitelerde eğitim gören bu hekimler kitaplarını da beraber getirmişlerdi. Bazıları saraya intisap etmiş ve sultanın hususi hekimliğine kadar yükselmişlerdi. Musevi hekimlerin mevkileri yüksek ve durumları iyi olup vergiden muaf tutulma ve at binme gibi imtiyazları vardı. Osmanlı Devleti'ndeki Musevi hekimlerin adedi hakkı nda çeşitli kaynaklar değişik rakamlar vermektedirler. İstanbula 1551'de gelen Fransız sefirine refakat eden Seyyah Nicolas de Nicolay, Navigations adlı seyahatnamesinde bir bölümü İstanbul'daki hekimlere hasretmiştir[94] Bu bölümde de Nicolay Musevi hekimlerin durumunu belirterek şunları yazmıştır:

Türkiye'de, bilhassa Cosntantinople'da tıp ilmi öğreten ve icra eden Musevilerin adedi Türklerden daha fazladır. Aralarında teorik bilgisi ve çok kuvvetli ve tatbikatta tecrübeli olanları vardır. Tıpta genellikle diğer milletlerden üstün olmalarının sebepleri arasında Yunanca, Arapça, Arami ve İbrani dillerini bilmeleri yatmaktadır. Tababet tahsili için gerekli olan ilimlerden tıp, tabii felsefe ve astronomi kitaplarını yazan tanınmış alimler bu dilleri kullanmışlardır. Türkler tarafından "hekim" adı verilen tıp mensupları, sultan tarafından yüksek maaşlarla tutulurdu. Türk ve Musevi hekimleri eğlencelerde beraber ağırlanırdı. Benim Levant'da bulunduğum sırada tanıdığım altmış yaşlarındaki Amon adlı Musevi bir hekim diğerleri arasında çok itibar gören, selahiyetli; yaptığı iyilikleri, bilgisi, heybetli görünüşü ile çok tanınan bir şahsiyetti."

Göçmen Musevi bilim adamları arasında, 'Abdussalam al-Muhtadi'nin hayat hikayesinden anlaşıldığına göre, Osmanlı toplumu ve kültürüne büyük uyum gösterip, islamiyeti kabul etmekle kalmayıp eski dinlerini tenkid eden eser yazacak kadar Osmanlı dünya görüşüne tamamiyle intibak edenler olmuştur. Diğer taraftan Osmanlı Devleti'nin sağladığı imtiyazlar ile dini hüviyetlerini muhafaza edenler ve ikinci nesle mensup olan Musa b. Hamun durumunda olduğu gibi bazı sürtüşmelerin veya intibaksızlıkların olduğunu da söylemek gerekir.

Bu araştırmada İslam bilim adamlarının XVII. yüzyılın ilk yarısında Avrupa'nın teknoloji bakımından İslam dünyasının ilerisinde olduğunu ve özellikle askeri teknolojinin kendilerininkinden daha üstün olduğunu açıkça kabul ettiklerini görürüz. İbrahim b. Ahmed al-Andalusi ve Ahmed b. Kasım al-Andalusi'nin ateşli silahlar konusundaki çalışmaları İslam dünyasının Avrupa'dan yaptığı teknoloji casusluğunun ilk örneklerinden birisini sunar. Avrupa'nı n askeri teknoloji sahasında üstünlüğünü kabul etmeye mecbur olan Müslüman bilim adamlarından bazılarının Avrupa'nın dini sahada getirebileceği tartışmaları göz önüne alarak harekete geçtikleri görülür. Ahmed b. Kasim al-Andalusi'nin Frengistan seyahati buna misal olarak gösterilebilir.

Ahmed b. Kasim, Avrupa'ya yaptığı seyahat boyunca Hıristiyan keşiş ve ruhbanlarla mûnazaralar yapar ve Yahudi dinini de yakından tanımaya çalışır ve sonunda "Nasiru'l-Din 'ala'l-Kavm al-Kafirin" adlı eserini yazar. Onun bu husustaki reaksiyonunu ve İslâm dünyasının manevi yönden üstûnlüğünün devam ettiğini göstermeye matuf gayretini aksettiren bu eserin döneminin en bariz örneğini teşkil ettiğini söyleyebiliriz.

Endülüs'ten gelenler İspanyolca kitaplardan bir takım tercüme ve aktarmalar yapmışlardır. Bunun bariz örneği Amerika'nın keşfinden sonra eski dünyaya X./XVI. yüzyıl ortalannda intikal eden tütün ile ilgili tıbbi faydalar hakkındadır. İbn Canienin Motaridis adındaki İspanyol bir tabibin "Frenkçe" eserinden Arapçaya tercüme ettiği bu risalenin başında verilen bilgilerden, XVII. yüzyıl başlannda tütün tiryakiliğinin İstanbulda yaygın hale geldiği ve edebi eserlere konu teşkil edecek ilgi seviyesine ulaştığı anlaşılmaktadır. 1580 tarihli bir hadiseden bahsedilen bu risalenin bu tarihten sonra basılan bir kaynaktan tercüme edildiğini bize ayrıca İberya'dan gelen Yahudi göç dalgalarından sonra da kitap gelişlerinin devam ettiğini gösterir.

Bu çalışmanın ortaya çıkardığı Osmanlı bilim tarihini ve gelenek olarak kültür tarihini ilgilendiren başka bir husus da bilim adamlarının ilim tahsili ve ilmi müzakerelerde bulunmak için yaptıktan seyahat ve muhaberatın canlı bir şekilde devam etmekte olduğu gerçeğidir. Genel olarak Osmanlı dönemini ilim ve kültür açısından verimsizlik ve ataletle vasıflandıranların bu dönemde ilmi seyahat ve muhaberatın da olmadığını düşündükleri bilinmektedir. Göç mecburiyeti ile Osmanlı dünyasına gelenler dışında kalan Takiyyuddin, al-Hafaci ve İbn Hamza'nın yukarıda belirtilen seyahat ve muhaberatı bize bu kanaatin yanlışlığın ispatlayan yeterli örneklerdir.

Burada incelenen müellifler ve eserleri hakkında verilen bilgilerden Osmanlı Türkçesinin bilim dili olarak gelişmesi ve kullanılması açısından bazı dikkate değer tespitler ortaya çıkmaktadır. Burada açıkça görülüyor ki Osmanlı Türkçesi X./XVI. yüzyılda Arapçanın yanında bilim dili olarak yerini almış bulunmaktadır. VII./XIII. yüzyıldan itibaren Türk asıllı medrese müptedi talebelerinin ve Arapça bilmeyenlerin anlaması için basit tercümeler ile başlayan Anadolu Türkçesinin bilim dili yolundaki gelişmesi bu dönemde olgunluk ve yaygınlık kazanmıştır. Endülüs'ten ilk göç eden nesle mensup ve 1524 yılında yaşadığını bildiğimiz Musa Calinus al-İsraili'nin ilaçlar konusundaki Türkçe risalesi; göç edenlerin ikinci nesline mensup olup Istanbul'da doğan 1554'te ölen Musa b. Hamun'un dişçilikle ilgili Türkçe eseri; Cezayir'de X./XVI. yüzyılın ikinci yarısında doğup orada ilk eğitimini gördükten sonra Istanbul'a gelerek tahsilini tamamlayan İbn Hamza al-Mağribi'nin matematiğe ait Türkçe kitabı önemli üç örnektir. Bu üç eserin Türkçe yazılmış olmaları Osmanlı Türkçesinin bilim dili olma hususunda kazandığı konumu belirlemesi bakımından dikkate değer husustur. Burada dikkate değer önemli başka bir husus, bu üç bilim adamının ana dillerinin Türkçe olmaması ve ikisinin Musevi olmasıdır. Bunun da Osmanlı Türkçesinin ulaştığı gelişme ve kullanım seviyesini belirtmesi açısından ayrı bir yeri vardır. Bu araştırmamızın sonunda Osmanlı biliminin genel gelişmesi ve eski İslam bilim geleneği-modern Batı bilim geleneği ilişkisi açısından dikkate değer bir tespitimizi ifade etmek isteriz. II. Bayezid döneminde `Abdussalam al-Muhtadi tarafından yazılmış olan vebâ ile ilgili Arapça eser takriben üç yüz sene sonra 1795'de Gevrekzâde Hafız Hasan Efendi tarafından ilaveler yapılarak Türkçeye tercüme edilmiştir. Bu, XII./XVIII. yüzyıl sonunda eski tıbbın yeni ilaveler yapılmak suretiyle hala kullanılır durumda olduğunu gösterir. Aynı eserin modern tıp eğitimi ve sağlık hizmetlerinin devlet tarafından yaygınlaştırılma teşebbüslerinin yoğunluk kazandığı Sultan II. Abdülhamid döneminde tekrar ilgi görmesi ve yeni-den Türkçeye tercüme edilmesi eski tıbba gösterilen ihtiyaçtan ziyade Batı bilimine kültürel bir reaksiyon olarak değerlendirilebilir. Eserin mütercimi Sanayi Alayı Müftüsü Ahmed-i Ömeri al-Şami'nin önsözünden de anlaşılacağı üzere İslâm-Batı medeniyet çatışmasını yaşayan bazı Osmanlı aydınlarının eski kültür mirasıyla ilgilenmeleri yeni bilimi reddetme veya yerine eskisini ikame etme niyetiyle olmayıp, kanaatimize göre daha çok unutulmaya yüz tutan bir kültür mirasının varlığına ve ehemmiyetine dikkati çekmek ve bu "eski" bilimin "yeni" bilim tarafından değerinin ispat edilebileceğini göstermektir. [**]

* Bu makalenin bazı kısımları "Osmanlı Bilimine Endülüs Katkısı" ismi altında 29 Mart-4 Nisan 1992 tarihleri arasında Granada'da (İspanya) düzenlenen 5. Arap Bilim Tarihi Sempozyumu'nda ve ayrıca University of California, Los Angeles'da (ABD) 12 Ekim 1992 tarihinde bir toplantıda tebliğ edilmiştir.

Dipnotlar

  1. şakaik-ı Nu'maniye ve Zeyill eri, I-V (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989.
  2. Eluneleddin İhsanoglu, "Ottoman Science in the Classical Period and Early Contacts with European Science and Technology", Transfer of Modern Science & Technology to the Muslims World (nşr. Eluneleddin İhsanoğlu), İstanbul 1992 (IRCICA yayını ), s. 1-48. A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde ilim (nşr. Aykut Kazancıgil ve Sevim Tekeli), İstanbul 1982.
  3. S.M. lınamuddin, Muslim Spain 711-1492 AD.: A Sociological Study, Leiden 1981, s. 43, 164-165, 221. 336/947-8 yılında III. 'Abdurrahman Konstantiniye'deki Bizans imparatoru Konstantin'in gönderdiği bir heyeti kabul etmiştir. Ayrıca Almanya'dan Büyük Otto'nun elçisi john'u kabul etmiştir. Bu dönemde Emevilerin elçileri olarak Hasday Ibn Şaprut Bizans'ı, Rabi' Ibn Zayd olarak tanınan Recemund ise Almanya'yı ziyaret etmiştir (Muslim Spain, s. 130).
  4. A, V/11, 845.
  5. Ahmed Ateş, "Ibn al-Arabi" En, III, 707-711; Ateş, "Muhyiddin Arabi", İA, 'VIII, 533-555.
  6. Abu'l-übbas A. al-Maqqari, Nafi] al-Tıb min Gusn al-Andalus al-Raub, (nşr. İhsan 'Abbas), Beyrut 1968, IV, 479-495.
  7. Aym eser, IV, 486-489.
  8. Bursah Tahir Bey, Osmanlı Müellifleri, III, 214.
  9. Katip Çelebi, Kaşf al-Zunun, s. 900, 2027; Brockelmann, GAL, Suppl., II, 990, nr. 10.
  10. Abdussalam al-Muhtadi, Abdussalam al-Daftari ile karıştırılmaktadır. Bu iki şahsın aynı şahıs olmadığı birkaç yönden tartışılabilir. Abdussalam al-Muhtadi, Sultan II. Bayezid devrinde Endülüs'ten gelen göçmenlerden olup asıl adı İlya b. Abram'dır. Özellikle tıp ve astronomide âlimdir. Abdussalam al-Daftari ise, Yavuz Sultan Selim devrinde, Mısı r'ın fethini müteakip oradan getirilen alimlerden olup tam adı Abdussalam b. Abdulallam'dır. Kısaca Abdussalam Çelebi diye tanı nan bu alim defterdar olarak bilinmektedir. Defterdar Abdussalam'ın Küçükçelunece'de imaret, medrese ve zaviyesi, Sütlüce ve Halıcıoğlu'nda bir mescidi, Koska'da tekke ve mescidi, Küçükpazar'da bir mektebi, Tire'de han ve hamamı ve zaviyesi, Belgrad'da mektebi ve Silistre'de hamamı vardır. Abdussalam Çelebi, Kanuni devrinde 981/1524-25 tarihinde baş-defterdar tayin edilmiş ve bir yıl sonra 932/1525-26'da azledilince Küçükçelunece'de yerleşmiş ve ölünce oradaki türbesine defnedilmiştir (Cahid Baltacı, XVAsırlar XVI Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, 147-148). Abdussalam al-Muhtadi'nin, Abdussalam al-Daftari ile aynı şahıs olmadığına diğer bir delil de Abdussalam al-Muhtadi'nin, al- Risalat al-Hadiya, Micannat al-Tacun va7-Vaba ve Risala fi Alat al-Dabid yal-Amal Biha adlı eserlerini, Sultan II. Bayezid'a sunmuş olmasıdır.
  11. Eserin bir mishası Esad Efendi, nr. 24833, yap. 28-53'te kayıtlı bulunmaktadır (Ramazan Şesen v. dğr., Türkiye Kütüphâneleıi İslâmı Tıp Yazmalan Kataloku, s. 141).
  12. İşbiliyeli İzidor diye bilinen bu ilim, XIII. yüzyıl Alman bilginlerinden Konrad von Meganberg'in; Thomas de Cantimore'nin de Naturum rerum adlı eserinden büyük ölçüde faydalanarak yazdığı Das Buch der Natur adlı eserinin kaynaklarından biridir (Adıvar, s. 56).
  13. Adı metinde " " inılasıyla zilu-edilen bu tabibin kimliği tespit edilemedi.
  14. Adı metinde" " imlasıyla zikredilen bu tabibin kimliği tespit edilemedi.
  15. Metinde " " imlasıyla yazılan bu yer hakkında bilgi elde edilemedi.
  16. Tek Mishasz, İ.Ü., 'TY, nr. 1299'dadır.
  17. Mütercimin hatuyla olan tek nüshası, Cerrah Paşa Tıp Tarihi, tır. 105'te muhafaza edilmektedir.
  18. Cerrah Paşa Tıp Tarihi, nr. 105, yap. lb-3b.
  19. Eski tıp literatürüne olan ragbete paralel bir örnek olarak Taşköprülii-zâde'nin (Ö. 968/1561) al-Şifa fi-Adva' abliaba'sinin Abdülgani Efendi tarafından (988/1580)'de Tarcamat al-şifa li-Adva'al-Vaba adıyla (Le. Ktp., TY, nr. 20372, yap. 16b-33a), iki buçuk asırdan fazla bir zaman sonra da Ahmed Tevhid Efendi (ö. 1286/1870) tarafından Baz] al-Ma'un fi Cavaz al- Hurac'an al-Ta'un ismiyle tercüme edilmesi (Cerrah Paşa, nr. 225) gösterilebilir. Bulaşıcı hastalıklara karşı karantina tedbirlerinin alınmaya başlandığı, özellikle Şani-z£de Mehmed Ataullah (6. 1242/1826), Mustafa Behcet (6. 1248/1832) ve Miralay Hüseyin Remzi (ö. 1313/1895) gibi tabiplerin Batı'dan yaptaklan tercüme eserlerin çoğaldığı dönemde, hâl'd eski np geleneğinin devam ettiğini ortaya koyar.
  20. Krş. Micannat al-Ta un ve tercümesiııiıı sonları.
  21. Kaş f al-Zı nııııı. s. 900. Eserin ınüellif tarafı ndan 19 Cemilziyelahir 902 tarihinde yazılan tek unshası III. Ahmed. nr. 1735te kayı tlı bulunınaktadı r.
  22. Eserin müellif hattlyla olan tek nüshası , III. Ahmed, nr. 3495'te yeralmaktadır.
  23. D. 7843, s. 10.
  24. Eserin IX./XV. asnn sonlarında ya da X./XVI. asrın başlarında istinsah edilen tek Mıshası, III. Ahmed, ur. 33022. yap. 101-107de kandıdır. Nüslıa hk. bk. Filııis al-Mahtutat al- Musa vs-ara. 111. 36; Max Krause, s. 520.
  25. Bu tabip Süleymaniye Dari'ıs,şifası Tıp Medresesi'nde tabiblik yaparken dersler de veren Şa'ban Şifal al-Ayaşi (Ö. 1117/1706) olmahdır.
  26. Tek nüshası, İ.Ü. Ktp., TY, lir. 7120'de kayıthdır.
  27. Metinde dört defa nakilde bulunulan al-Kindrnin adı iki defa "al-Kandı", bir defa "Kendil", bir defa da "al-Kindi" diye geçmektedir (4a, 4a, 4b, 11a).
  28. İbn Rüşd'iln al-Kulliyatimn beşinci kitabından üç defa nakilde bulunulmuştur. (3a, 3b, Ila).
  29. Kitaptaki bazı mılfredat için İbn Zuhr'un kitabından iki defa nakilde bulunulmuştur (3a, Ila).
  30. İbn al-Nafrs'in Mucaz al-Kan unundan iki defa nakilde bulunulmaktadır (2b, 3b).
  31. Bu tabipten üç defa nakilde bulunulmaktadır (3a, 3a, 4a). Modern kaynaklara göre Arnault, şimdi bile Greklerle Araplar'ın sistematik tıp felsefesi ile ampirik Batı geleneğinin Montpellier birleşimindeki esas siması idi. Kral I. James'in Valencia'yı (Belensiye) yeniden ele geçirmesinden sonra, orada Arapça öğrendi. 12801erde Aragonlarm sarayında, İbn Sina'run Deviribus cordisl ile Galen'in De rigore'sini Arapçadan Latinceye çevirdi. O, bunlardan başka, Albuzale (Albumasar) nin ilaçlarla ilgili bir eseri ile İbn Zürh'ün perhiz hakkındaki bir eserini de tercüme etti. Arnault, Alphorismi de grandibus'ta pratik ve teorik tıbbi çok geliştirmiştir. O, bu eserinde el-Kindi ve İ bn Rilşd'den iktibaslarda bulunmaktadır. Müellif, 50 yıldan fazla bir müddet Montpellier'de umumi bir rağbete mazhar saolan Alphorismi'de riyâzi bir eczacılığa dayalı ampirik bir kanun ortaya koymuştur. Arnault'un tıp teorileriııiıı son sentezlerini ihtiva eden Speculum ItIMicine adlı eseri de profesyonel bilim adamları arası nda çok rağbet görmüştür DSB, I, 289-291; Biographie Universelle, II (Paris 1811), s. 492-495.
  32. Islamic Mathematical Astronomy, London 1986, XIII, 108, not. 28; M. Steinschneider, Die hebı-aischen Übersetzungen des Mittelalters und the Juden als Dohnetscher, tıpkı basım Graz 1956, s. 575-577.
  33. Uriel Heyd, "Chief Jewish physician to Sultan Süleyman the magnificent", Oriens, XVI (1963), s. 152-170; Feridun Nafiz Uzluk, "Kanuni Sultan Süleyman'm Yahudi Başhekimi", Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası, XXII (1970), s. 306-327; Arslan Terzioğlu, Moses Hamons tiompendium der Zahnheilkunde aus dem Anfang des Jahrhunderts, München 1977; a. mlf., "Kanuni Sultan Süleyman'in Saray Hekimi Musa b. Hamun'un Diş Tababetine Dair Türkçe Eseri ve Bunun Türk ve Avrupa Tababeti Tarihi Bakımı ndan Önemi", Bifaskop, Il (1981), s. 15-20..
  34. S. 196-197
  35. D. 7843, s. 10.
  36. 96-197; Kaysuni-zâde ile İbn Hamun arası nda cereyan eden hadise hakkı nda bk. Uzel, Rusçuklu Hakkı, "Kanuni Süleyman Zamanında Bir Tıbbi Müşavere: Kaysuni-zâde ve Haman oğlu", Türk Tı p Tarihi Arşivi, cilt 6, sayı 21-22 (1943), s. 54-58.
  37. Arslaıı Terzioğlu, bu eseri, önsöz, giriş ve faksimile halinde Moses Hamons Kompendium Der Zahnheilkunde Aus dem Anfang Des 16. Jahrhundens adıyla neşreuniştir (München 1977). 101 yaprak tutan eserin tek nüsha yazması kayıpur. Terzioğlu'nun bu neşirde söylediğine göre, eser 1977'den kısa bir müddet öncesine kadar İstanbul Cerrah Paşa Tıp Fakültesi, Tıp Tarihi Enstitilsü'ılde bulunmaktaydı (s. IX).
  38. Adıvar, OTİ, s. 95, Ek. 25.
  39. Terzioğlu, a.g.e., s. X.
  40. Ramazan Şeşen, Navadir al-Mahtutat, Il, 246.
  41. GAL, II, 615; al-Ziriklı, al-A7am,l, 67; Kahh ala, Mu'caın al-Mn'allifin I, 106; Naradir al- Mahtııtat, I, 19.
  42. 'Ali b. Hamza.= problemle ilgili olarak anlattığına göre. Endülös'ten gelmiş Mu'allim İbrahim adlı kimse, 994 şevval'inde, Cezayir Ulu Camii'nde bir tabaka kağıt üzerine söz konusu problemi yazıp problemin güçlüğünden kinaye olarak şunları söylemiştir: "...Bunu çözen muhasib ter yerine, o kadar kan dökmeli ki bir kantar sabunla Gurun kapısından çıkan sular ancak teınizleyebilsin." (Esad Efendi, nr. 31512).
  43. Bir nüshası. Zahiriyye. Heyet. nr. 31'dedir.
  44. Bir nüshası, Murad Buhiri, nr. 262'de (Yap. 184b-197a) kayı tlı olup h. 1007'de istinsah edilmiştir (Naıadir al-Mahturat, I. 19).
  45. şehid Ali, nr. 27767-8.
  46. Eserin tek ınishası Kahire, Darülkütöb, Halim, Mikat, nr. 13'te kapthdır.
  47. Şehid Ali, nr. 27769.
  48. A.Sarh, The Observatcny in Islam, s. 297.
  49. al-Hafaci, Hab aya .z-Zavaya, L.alei, nı. 1720, yap. 45a; a. miL, Rayhanat al-Alibba, II, 330.
  50. Stephan Gerlach, Türkisches Tagesbuch, Frankfurt 1674; Salomon Schweigger, Reisebeschreibungen nach Konstantinopel, XXIII, Nürnberg 1608, s. 90; al-Hafaci, Hab aya .z- Zaraya, Laleli, nı. 1720, yap. 45a; a. mlf., Rayhanat al-Alibba va Zahrat al-Hayat al-Dunya, nşr. 'Abdulfattah Muhammed al-Hilv, II, 330; Tarih-i Ebul-Faruk, IV, 36; İA, VI, 63; A. Sayılı , "Alauddin Mansur'un İstanbul Rasathanesi Hakkındaki şiirleri Belleten, XX, 420; a. mil., The Obsermtory in Islam, s. 297; Mordtmann, Der Islam, XIII, 86, 87, 96; Adıvar, s. 107, 109.
  51. A. Saplı, a.g.e., s. 297.
  52. Hab aya'z-Zavaya, aynı yer. al-Hafaci'nin (5. 1069) İstanbul'da Koca Davud'dan ders aldığı tarihin, onun 977 yılında doğması ve gençliğinin başlarında Selânik'te Koca Davud ile görüşmesi dikkate alındığında, 999 civan olması gerekmektedir.
  53. Geredeli Abchilgam Efendi (45. 995)'nin Gani-zâde Nadiri diye bilinen oğlu Mehmed Efendi (45. 1036/1627)dir. Süleymaniye Medreseleri müderrisliği yanında Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerinde de bulunan bu âlimin divanı, münşeat mecmuası ve şehnâmesi meşhurdur (Atayı, s. 702-704).
  54. Azmi-zâde Hâleti diye tanınan bu âlimin asıl adı Mustafa (Ö. 1040/1631)dır. Vefa Medresesi müderrisliği yapan bu âlim de Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerinde bulunmuştur (Atayi, s. 739-741).
  55. Hab aya'z-Zavaya, aynı yer.
  56. Mizancı Mehmed Murad'ın kaynağının büyük bir ihtimalle Stephan Gerlach'ın hatıraları olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ikisi de Takiyyuddin'in yıllık maaşımn 3000 altın olduğunu ve Selânik'ten ona astronomi bilen bir Yahuanin yardımcı olarak getirildiğini haber vermektedir.
  57. "Hoca Sa'deddin Efendi'nin beş oğlu olmuş, hepsi de babaları gibi ilmiye sımfina intisap etmişlerdir. Bunlardan üçüncüsü Mesud Efendi (ö. 1005), Sahn müderrisi iken babasından evvel vefat etmiş, büyük oğlu Mehmed (Ö. 1014) ile ikinci oğlu Esad Efendi (Ö. 1004)'ler şeyhillislamlığa, dördüncü ve beşinci oğulları Abdillaziz (Ö. 1010) ve Salih Efendi (Ö. 1031) ise kazaskerlige kadar yilkselmişlerdir" (İA, X, 30). Hoca Sa'deddin Efendi'nin yukarıda adları geçen çocuklarının doğum tarihleri dikkate alındığında, Koca Davud'un Mehmed ya da Es'ad'a ders verdiği tahmin edilebilir.
  58. Tfirkisches Tagesbuch, Frankfurt 1674 (Adıvar, s. 107).
  59. Reisebeschreibungen nach Konstantinopel, Nürnberg 1608, s. 90 (Adıvar, s. 107).
  60. Takiyyuddin'in Sultan 111. Murad'a sunduğu arzuhalinden tahsilini İstanburdaki büyük âlimlerden ders almak suretiyle tamamladığı anlaşılmaktadır.
  61. Adıvar, s. 108.
  62. Mizancı Mehmed Murad bu konuda herhangi bir kaynak göstermemektedir.
  63. Tarih-i Ebül-Faruk, IV, İstanbul 1328, s. 45-47.
  64. Der Islam, XIII, 82, 96.
  65. Musevi din okulu müdürü ve yazar olan Daniel b. Perahyah Ha-Kohen, Josephus soyundan geldiğini iddia eden Roma asıllı bir ailenin çocuğu idi. Babası Roına'dan Selânik'e göç ettiği zaman, 1548'de ölilmfme kadar Daniel sayesinde durumu iyi olan İtalya menşeli Yahudi cemiyetinin din okulu müdürü idi. Daniel, Talmud 6ğretisine ek olarak, felsefe, matematik, tıp ve astronomi öğrendi. 1545 yılında Selânik'te çıkan bir yangın bütün kitaplaruu ve yazmalannın çoğunu yok etti. Onun yalnızca Joseph b. Shem Tow Harniıı She'erit Yosef adlı eseri üzerine 1568'de Selânik'te ilaveli olarak basılmış olan bir şerhi kurtuldu. Kendisi bu esere değişik konularda malzemeler ilave etti. O, ayrıca bu esere Abraham Zacuto'nun kendi şerhi ile birlikte bir zicini de ilave etti. Daniel, 1573'te Seliinik hahamları ile birlikte Don Joseph Nasi'nin hasını olan hekim Davud'a karşı bir bildiriye imza koyan bir kimse idi (Encyclopaedia Judaica, V, 1293- 94; geniş bilgi için bk. M. Molho, Essai d'une Monographie sur la famille Perahia Thessaloniki (1938), s. 14-20).
  66. Sulak 1248, s. 462.
  67. Sarton, Introduction to the History of Science, I, 335
  68. Bu isim, Kaşf a/- Zunun, s. 863'te "İbn Fâni"; GAL, Suppl., II, 1031, nr. 46'da, iskenderiye, Tıp 42'deki niishaya göre verildiği anlaşılan "İbn Hani", Köprülü Ktp., I. Kısım, nı. 158119daki niishada ise "İbn Gani" şeklinde geçmektedir.
  69. Katip Çelebi bu eseri Risala fil-Duhan adı altında almaktadır (Kaşf al-Zunun, s. 863).
  70. ibrahim Reis ve eseri hakkında bir makale kaleme alan David James, bu kelimenin İspanyolca "Rivas" ya da "Rives" kelimesi ile aynı kelime olduğunu naklen söylemektedir (the Manual de artilleria of al-Ra'is İbrahim b. Ahmed al-Andalusi with particular reference to its illustrations and their sources", BSOAS, XLIII (1978), s. 250, not 31).
  71. David James, y-azmalarda daha ziyade "al-Mi'cam" şeklinde geçen bu kelimenin doğru şeklinin bu şekilde olması gerektiğini yine aynı kaynağa dayanarak bildirmektedir (a.g.e., s. 250, not 30).
  72. Müellif ve eseri hakkında bk. David James, a.g.m., BSOAS, XLHI, (1978), s. 237-257; Flügel, Die ara bischen, persischen, tiirkischen Handschriften der k.k.k. Hof bibliothek zu Wıen, Il, 477-480 (nr. 1412); Brockelmann, GAL, Il, 466; Kahh ala, Mu'cam al-Mu'allifin, I; al-Zirikli, al-Alam, I, 30; Fihris al-Mahtutat al-Musavvara, IV, 19-20; Köprülii Kütüphanesi, Yazmalar Katalog' u, I. Kısım, nr. 1122, s. 574; Ramazan şeşen, Navadir al-Mahtutat, II, 432.
  73. Yazmalarda "Levleş" suretinde geçen bu isim, Tunus ve Cezayir yazmalarında geçmemektedir. Fliigel, Viyana yannalan kataloğunda bu ismi Naulasch diye okumakta ve fakat bir açıklama yapmamaktadır. 'Abdulmacıd al-Turlu, bu kelimenin "Velez" olabileceği görüşündedir. İbn al-Hatib, Lamhat al-Baddyya 'de, "Navalaş" şeklinde biraz farklı bir imiasım vermektedir. Simonet'e göre (Descripcion de) Reiono de Granada Sacades de losgutores arlabigos, Granada 1873) Nevaleş; Durcal ve Talara arasında bulunan Alpujarra'daki Nigüelas köyüdür (bk. Hüseyin Mon€s, Ta rih al-Coğrafiyya val-Cuğrafiyym fil-Andalus, Madrid 1967, s. 567; D. James, a.g.m., s. 250, not 38).
  74. Metinde al-Bahr al- Sagir şeklindedir.
  75. Aljamiado tabiri ile ilgili olarak bk. iA, I, 359-360.
  76. Kitabın ilk baskısı, Prattica manuele de II' artigleria adıyla 1586'da Venedik'te yayımlandıktan sonra, 1606 ve 1641 yıllarında Milan'da iki defa daha neşredilmiştir. İlk İspanyolca neşri ise, 1592'de Milan'da gerçeldeştirihniştir (Palmay Dulcet, Bibliografia hispanica 57575). Collado için bk. Almirante. Bibliografia miii lar, s. 179.
  77. kış. D. James, a.g.m., s. 242-245.
  78. Eserin hemen hepsi Magribi hatla olan ŞU onaltı nüshası tespit edilmiştir: 1. Rabat, Cela, nr. 87 (istinsahı 10 Rabı' al-ahir 1048); 2. Köprülü Ktp., I. Kısım, nr. 1122 (istinsahı Zulka'da 1048'de Tunus'ta); 7. Cezayir, Milli Ktp., nr. 1511 (İstinsahı Zu'l-Kada 1050/Şubat 1641'de Tunus'ta); 4. Viyana, Milli Ktp., nr. 1412 (Zu'l-Ka 'da 1050/Şubat 1614'de Tunus'ta); 5. Tunus, Milli Ktp., nr. 3433 (İstinsahı tahminen Xl./XVII. asır); 6. Dublin, Chester Beatty, nr. 4107 (İstinsahı Muharrem 1062/Eylül 1651'de Tunus'ta); 7. Kahire, Milli Ktp., Furusiyya, nr. 97 (istinsahı 1064/1653'te); 8. Dublin, Chester Beatty, nr. 4568: bazı parçalar; istinsah tarihi yoktur); 9. Kahire, Taymuriyya-Furusiyya, nr. 86 (istinsahı 1198/1783'te); 10. Cezayir, Milli Ktp., nr. 1512 (istinsahı 1198/1783'te); 11. Rabat, Hizanat al-Malikiyya, nr. 2646; 12. Rabat, nr. D. 1342; 13. Hüsrev Paşa, nr. 2601, yap. lb-86b (İstinsahı h. 1198'de Mustafa Hoca al-Ra'is tarafından); 14. Arif Hikmet, nr. 2978 (istinsahı h. 1204); 15. Hasan Husni 'Abdulvahhab, nr. 18488 (istinsah tarihi meçhul); 16. Hasan Husni ' Abdulvahhab, nr. 18120 (istinsah tarihi belli değil). Görüldüğü gibi ilk dört nüsha, miltercimin oğlu Muhammed Hoca tarafından çoğaltılan nüshalardır.
  79. Kitah abizz ral-Manaff, Köprülü Ktp., Fazıl Ahmed Paşa, nr. 1122, yap. 137b-142a; İbn Suda, Dahi Mu'arrih al-Mağrib al-Aksa, 1. bas., Tatvan 1369/1950, s. 382; Alam Marralmş, II, 69; al-Zirikh, al-A'lam, I. 198-199; Muhammed al-Manufi, Macallat Ma'had al-'Ulum al-islamiyya, Madrid. XI, 335-353.
  80. İbn Suda, Dalil Mu'arrih al-Mağrib , s. 382.
  81. Metinde" 4? " şeklinde geçen bu yerin hangi ülke olduğu tespit edilemedi.
  82. Metinde ", " şeklinde geçen bu yerin Hollanda olması muhtemeldir.
  83. Nuruddin Abu'l-İrşad 'Ali b. Muhammed b. ' Abdurrahman al-Uchuri al-Maliki (6. 1066/1656); Mısır'h filuh, kelâm, hadis ve mantık âlimidir (Kahhala, Mu'cam al-Mu'allifin, VII, 207).
  84. al-Zirikli, bu eserden bazı formalarm Fransız mfisteşrik George Colin'da bulunduğunu söylemektedir (el-Alaın, I, 198).
  85. al-Z:nikli, al-A-lam I, 199. İbn Suda bu seyahat-nameden bahsetmektedir (a.g.e., s. 382). Zacuto'nun İbranice aslı birkaç yazma vasıtasıyla günümüze kadar gelmiş olan bu büyük astronomi eserinin İ branice adı, Ha-Hibbur ha-Gadol'dur. Eser 1481'de, Salamanca Üniversitesi'nde astroloji ve mantı k profesörü olan Juan de Salaya tarafından İspanyolcaya tercüme edilmiştir. F. Cantera Burgos'un 1931'de Salaya terciimesi ile birlikte basılan tel cumesi, asıl metin üzerinde temel teşkil etmiştir. Zacuto'nun öğrencisi Joseph (Vizinus) Vıcinho, Ha- Hibbur ha Gadolnn lusaltılmış bir versiyonunu Almanach perpetnum celestium motuum adıyla önce Latinceye daha sonra da Latinceden İspanyolcaya çevirmiştir. Bu iki tercüme bir arada olmak üzere 1496'da Leiria'da basıldığı gibi 1915 ve 1922 yıllarında Portekiz hükiimetince tekrar basılnuşur. Portekiz'de basılan tek İspanyolca inkunabıldır. Almanach'ı n gözden geçirilmiş Latince bir versiyonu 1496'da, Alphonso de Cordova tarafından Venedik'te yayımlanmıştır. Vicinho'nun İspanyolca tercümesi, İ branice transliterasyonu ile birlikte Be'ur Luhot Keyod Ray Aıraham Zakkut adı altında Daniel b. Perahyah Ha-Kohen tarafı ndan 1568'de Selanik'te She'erit Yosef adlı eserin sonları nda basılmışur. Zacuto'nun astronomi tabloları Alphonse Tabloları 'na dayalı olarak meydana getirilmiştir. Kendisi bu konuda şunları söylemektedir: "Ben Abraham Zacuto'yum; yazanm. Alphonse Tablolan'm ihtiva eden bütün tabloları tashih ettim. Bu tablolar, hazırlamış olduğum tablolarla uyum halindedir. Tablolanm bütün Hıristiyan ve hatta İslam ülkelerinde yaygı nlı k kazanmıştı r." (Yu hasin, yap. 222a). Zacuto'nun Sefer ha-Yu hasin adli diğer bir eseri ilk defa Samuel Shalom tarafından notlar, giriş ve ayrıca Josephus'un Contra Apioneminin İ branice bir tercürnesi ile birlikte 1566'da Istanbul'da basılmışnr (Encyclopaedia judaica, XVI, 906).
  86. Astronom ve tarihçi olan Abraham ben Samuel Zacuto'nun dedesi 1306'da Castile'e sürgün olarak gelen Fransız Yahudilerindendi. Zacuto, astronomi alanındaki araşurmalannı Alcantara şövalye teşkilatını n büyük ustadı olan Don Juan de Zuniga'nı n hizmetinde tamamladı. Daha sonra Caceres eyaletindeki Gata'da yerleşti. 1492'de Yahudiler, İspanya'dan sürüldilğü zaman Zacuto da Portekiz'e göçmüş ve Kral II. John tarafından saray astronomu olarak tayin edilmişti. Adı geçen ku-alı n halefi I. Manuel tarafından yine bu vazifeye devam ettirildi. Vasco da Gama'nın 1496'da Hindistan'a deniz seyahatiyle gönderilmesinden önce, kral tarafından Zacuto'nun görüşleri alındı. Zacuto, keşif yolculuğunun başarılı olacağını ve Portekizlilerin Hindistan'ın büyük bir kısmını ele geçireceklerini önceden tahmin etti. Zacuto, aynı zamanda, yeni yaptığı usturlaplar, tablolar ve deniz haritalan ile Da Gama'nın gemilerini donatarak denizcilere yardı m etti. Kral Manuel, 1497'de bütün Yahudileri din değiştirmeğe zorlayınca, Zacuto, Portekiz'i terkedip Kuzey Afrika'ya gitti. Kendisi ve oğlu Samuel iki defa tutuldandılarsa da sonunda Tunus'a varmayı başardılar. 1504'te geçici olarak Tunus'ta kaldığı sırada yıllarca üzerinde çalıştığı neseplerle ilgili Sefer ha-Yuhasin adlı eserini tamamladı. Zacuto'nun astronomik buluşları İspanyol ve Portekiz keşiflerinde mühim bir rol oynamışur. Columbus da seyahatlerinde onun tablolarını kullanmışur. Zacuto'nun son yıllanndaki hayatı hakkında bilinenler azsa da 1515'te Dimaşk'ta olduğu bilinmektedir (Encyclopaedia Judaica, XVI, 905).
  87. Zicin mevcut iki niishasından biri Darülkütüb, Mikat, nr. 1081'de olup 326 yaprakur (istinsahı tahminen h. 1200'dedir. Nüsha hakkında bk. King, Fihris al-Mahtutat al-linnyya, I, 141). Diğeri de Rabat, Melikiyye Ktp., Mecmu'a, nr. 1433'te muhafaza edilmektedir.
  88. 'Ata'i, Hada'ik s al-Hakaik. 567; Katib Çelebi, Sunam al-Vusul, Şehid Ali Paşa, nr. 1987, yap. 163b; SO III, 508; OM, III, 284; JA, seri IX, cilt XI (1898), s. 35-52; Salih Zeki, Asar-1 Bakiye, s. 98-99; GAL, Suppl., II, 536; KahhaLl, Mu'canı al-Mu'allifin, VII, 258.
  89. Septe, Afrika'nın kuzey batısında, kendi adı ile de tanınan Cebel-i Tarık boğazı kıyısında bir şehir olup, Fas ülkesinin Akdeniz kıyısında Ispanya'nın henüz muhafaza ettiği beş mevkiden birini teşkil etmektedir (İA, "Sebte", X, 295). Septe Mağrip sultanlan, Endülüs Emevileri, Portekizliler ve ispanyollar arasında elden ele geçtikten sonra, en son ispanyollann eline geçmiş ve onlarda kalmıştır
  90. Septe'nin hemen her devirde belli-başlı ilim merkezlerinden biri olduğuna, İslam coğ-rafyanlanndan Abu 'Ubayd 'Abdullah b. 'Abdulaziz al-Batu-1' (Ö. 487/1094).nin, al-Ravz al- Mi'sar fi Ahbar al-Aktar adh eserindeki şu cümlesi de şahitlik etmektedir: "Sebte, her zaman ilim merkezlerinden biri idi." (İA, "Sebte", X, 297)
  91. Taşköprülfı-zâde,al-Şakaik al-Nu'maniyya fi 'Ulaına al-Davlat al-'0smaniyya, nşr. Ahmed Subhi Furat, İstanbul 1985, 352-353
  92. Miiellif nüshası, Bağdat Köşkü, nr. 197'de kartlidır.
  93. al-Zirikli, al-Alam, V, 11.
  94. Nicolas de Nicolay, Les quatre premiers livres de navigations et p6- grinations orientales. Lyons 1568, kitap 3, bölüm 7: Les Medecins de Constantinople, yap. 105, 115, Ing. çev. T. Washington, the Younger, The Navigations, peregrinations and voyages, made into Turkie by Nocalas de Nicolay (G.A. Russell, "Physicians at the Ottoman Court", Medical History, 1994 (34), s. 256, 78 numaralı dipnottan naklen).
  95. ** Geniş bir tarama gerektiren bu uzun çalışmaya katkıda bulunan IRCICA Yazmalar Bölümünden kıymetli öğrencim Cevat İzgi'ye, aynı Bölümde çalışmış olan Cemil Akpınar'a ve son olarak Bilgisayar Bölümü Başkanı Acar Tanlak'a teşekkürlerimi ifade ederim.

Figure and Tables