Prestij, İngiliz hakimiyetinin temel taşlarından biriydi. Bu yüzdendir ki İngilizlerin Doğu’daki etkisini sürdürebilmesi, bu coğrafyadaki İngiliz prestijinin devamı ile yakından ilgili görülüyordu. İngiliz Başbakanı Lloyd George’un ‘Türk sorununu’ ele alış biçimini şiddetle eleştiren bir kişi olarak tanınan İngiliz Muhafazakar Parti milletvekili Aubrey Herbert, Avam Kamarası’nda 23 Haziran 1920’de bir konuşma yapmıştı. Burada “Doğu’da çok kez bulundum ve orada geçirdiğim yıllardan sonra şu sonuca ulaştım.” dedikten sonra sözüne devam eden Herbert’e göre, Doğu’da “İnsanların sıklıkla prestije inandıkları kadar inandıkları hiçbir şey yoktur.” İngilizlerin sahip olduğu imparatorluğun elde edilmesinde prestijin rolü de yine ona göre çok büyüktü: “Prestij Fransızlar tarafından icat edilmiş, [İngiliz] Dışişleri Bakanlığı tarafından dalgınlıkla ödünç alınmış ve fırsatçılar tarafından, dünyanın yarısını zapt edebilmemiz için ilhak edilmiş bir kelimedir.”[1] İngiliz İmparatorluğu’nun hakimiyetini sağlamak kadar onu devam ettirebilmesi de hakimiyet kurdukları halkların İngiliz gücüne ve prestijine inanmalarına bağlıydı.
İngiltere’nin üstünlüğüne olan bu inanış, Türk ulusal kurtuluş mücadelesinin başarıya ulaşması ile sarsılmıştı. Bu gerçek, 18 Eylül 1922’de The Times gazetesinde çıkan bir makalede, gazetenin eski Dış İlişkiler Editörü ve Doğu ile ilgili konularda tanınmış ve sözü geçen bir uzman olan Valentine Chirol tarafından açıklıkla şöyle ifade ediliyordu:
“[Birinci Dünya] Savaşı sırasında Türkiye’nin başlıca İngiliz silahları tarafından ezici bir yenilgiye uğratılmasından çok kısa bir süre sonra ortaya çıkan son Türk zaferlerinin, Rusya’ya karşı kazanılan Japon zaferlerinden daha derin bir şekilde Doğu’nun Batı’nın maddi üstünlüğüne olan inancını sarsacağı aşikardır. Bundan daha da vahimi, Doğu’nun büyük kısmının çınlayan alkış sesleri arasında, [ulaşılan] bu zaferlere neden olmuş olan şartların, Batı’nın ahlaki üstünlüğü üzerine eşit şekilde şüphe düşürmesinin hesaplanmış olduğu gerçeğidir.”[2]
Türk zaferinin, Doğu’da Japonya’nın 1905 yılında Rusya’ya karşı kazandığı zaferden daha çok prestij ve etkiye sahip olduğu ve olacağı düşüncesinin Chirol gibi etkili bir isim tarafından dillendirilmesi çok önemlidir. Çünkü İngilizlere göre, o zamana kadar Doğu’da esas belirleyici olan zihinsel dönüm noktası Japon zaferi idi. Öyle ki 15 Mart 1920’de İngiliz Savaş Bakanlığı tarafından hazırlanan “The Situation in Turkey” (Türkiye’deki Durum) başlıklı bir raporda, Japonya’nın Doğu’da kazandığı başarının Asya’da son 15 yıldır kitlesel hareketlerin doğasını değiştirdiği ve böylece din temelli bakış açısının yerini ulusal bakış açısına bıraktığı ileri sürülmüştü. Bunun sonucu olarak Doğu’nun kendisine daha çok inandığının ya da Avrupa’ya daha az inanmaya başladığının altı çizilmişti.[3] Türk zaferi öyleyse, Batı’nın ve özellikle de İngiltere’nin maddi ve manevi üstünlüğünün sorgulanmasına yol açarken, Japon zaferinin yaptıklarını bir adım öteye taşımayı başarmıştı. Bu da Chirol’un 1920 yılında bir yazısında altını çizdiği bir olasılığı gerçeğe dönüştürmüştü. Bu yazıya göre “eğer Doğu bu kritik noktada Batı’nın tahakkümünün temelini ve haklılığını oluşturan Batı’nın ahlaki üstünlüğüne olan inancını kaybederse,” Batı için esas sorun o zaman başlayacaktı.[4]
Aslında İngiltere’nin sorunu sadece Doğu’nun onun üstünlüğüne olan inancını kaybetmesi ile sınırlı değildi. Türk zaferinin İngiltere’nin öz güvenini de bu süreçte etkilemesi kaçınılmazdı. Büyük Britanya İmparatorluğu’nun Osmanlı Devleti hakkında bilgi sahibi olan uzmanlarına göre Türkler kendi başlarına örgütlenerek başarılı bir mücadele verecek kapasiteye sahip değillerdi. Her zaman dışarıdan onlara yön vermesi gereken bir gelişmiş gücün onları çekip çevirmesine muhtaçlardı. Örneğin 1918 yılında İngiliz Deniz Kuvvetleri’nin hizmete özel olarak yayınladığı bir kitapta bu bakış açısı çok net bir şekilde ifade ediliyordu: “Ulusal tembellikleri, siyasi beceriksizlikleri ve Osmanlı İmparatorluğu’nun en iyi unsuru olan Anadolu Türklerinin sürekli azalması sebebiyle, Türk halklarının, bir dış güce yani Almanya’ya onları örgütlemesi için izin vermedikleri takdirde, bir araya gelmeleri ihtimali yoktur.”[5] İşte bu bakış açısının kuvvetli etkisi altında kalan ve var olanı değil, görmek istediklerini gören dönemin İngiliz yerleşik nizamı, Mustafa Kemal önderliğindeki kurtuluş mücadelesini Alman ve/veya Sovyet liderliğinde uluslararası bir hareket olarak algılamıştı.[6]
Kurtuluş mücadelesi sonunda kazanılan zafer sadece İngiltere’nin askeri, siyasi ve ekonomik öngörülerinin yanlışlığını kanıtlayarak onun maddi verileri yorumlamaktaki basiretsizliğini yüzüne vurmamış, “Birinci Dünya Savaşının arifesinde... hala dünyanın en büyük ve muazzam”[7] imparatorluğu olan İngiltere’nin kendi gücüne olan inancını da sarsmıştı. 1919-1920 yıllarında İstanbul’da bulunan A. Louise McIlroy’un anıları İngiliz yerleşik nizamının işgal ettikleri İstanbul’da kısa sürede kurdukları sömürgeci yaşam tarzını gözler önüne sererken, aslında yeni işgal edilen toprakların şimdiden zihinsel ve fiziksel olarak nasıl Hindistan’ın bir köşesi, yani Britanya İmparatorluğu’nun doğusunun batıdaki en uç kısmı haline dönüştürüldüğünü gösteriyordu:
“Sakin sulardan geçerek Beykoz’a gidiyoruz, daha sonra Sultan’ın yazlık köşkünün yanından geçen bulvar üzerindeki çimler üzerinden beyaz çadırlar ve sarı lambalarla [bezenmiş] Hint kampına yürüyoruz. Sarıkları ve hakileri ile beyazlar [içindeki] sessiz adamlar bize hizmet ederken, uzun bir masada akşam yemeği yiyor ve Hint bandosunun çaldığı müziği dinliyoruz. Çok uzak İngiltere’deki Kralımızın sağlığına içiyoruz. Sonra ateş böcekleri fenerlerin etrafında çırpınırken, ağaçların altında oturuyor, Hindistan’ı ve onun bütün eski geleneklerini duyumsuyoruz. Doğu, aramızda hiç orada bulunmamış olanların yakınına getiriliyor.” [8]
Büyük Osmanlı Devleti’ni dize getiren İngiltere ‘isyancı general’ ve ‘eşkıya lideri’ olarak gördüğü Mustafa Kemal liderliğindeki -1920 yılında İngiliz The Saturday Review’in tanımlamasına göre “Dilencilik içinde doğan ve kan dökerek yetişen göçebe ve maceraperestlerden oluşan bir millet.”[9] - Türkler tarafından dize getirilmişti. Hakimiyet-i Milliye’nin başyazarı Falih Rıfkı (Atay)’ın 1934 yılında yaptığı tespit, aslında bu dize getirilişin sırf bir askeri zafer olmadığını çok net ortaya koyuyordu:
“İngiltere, Asya ve Afrika müstemlekelerinde olduğu gibi Osmanlı yarımüstemlekesinde de bir mistik’ti. Bu mistik, Mustafa Kemal Erzurum’da İngiliz miralayını tutup hapsettiği, ingiliz bayrağı Boğazlardan çıkıp gittiği zamana kadar sürdü. İngiliz köpüğü, Osmanlı denizcisinin gözünde, ingiliz silindiri osmanlı âmetçisinin kafasında büyük esrar kuvvetini kaybetti. İngiliz emperyalizminin öz kuvveti, geri milletlerin yüreğindeki bu itikat’ta idi. Bir zamanlar Müslümanlık âleminde ingiliz korkusu, Allah korkusunun yerini tutmuştur. Şark âleminde kendini İngiltere’den ilk tedavi eden memleket, Türkiye oldu.”[10]
Türkiye kendini İngiltere’den “tedavi etse” de bunu devamlı kılmak için uluslararası alanda Lozan’da kazandığı konumunu ve meşruiyetini korumak ve pekiştirmek zorundaydı. Yusuf Hikmet Bayur, Lozan sonrası dönemi anlatırken şöyle bir tespitte bulunur: “Sulhun başka vasıtalarla devam eden bir harp olduğu hakkındaki iddia doğru ise bu tarif Lozan sulhunun akabinde bize karşı takip edilen siyasette oldukça geniş bir tatbikat sahası bulmuştur.”[11] İşte bu “sulh” ortamında Türkiye’ye karşı faaliyette bulunan devletlerin başında şüphesiz İngiltere geliyordu. İsteksiz olarak Lozan Antlaşması’nı imzalayan İngiltere, bu antlaşmayı Türkiye üzerindeki emelleri açısından bir son olarak görmüyordu. Büyük Britanya İmparatorluğu, her ne kadar kendini değil müttefiklerini Türk zaferi konusunda sorumlu tutsa da[12] yenilmiş; Türk politikasının gözü pek uygulayıcısı Lloyd George’un başbakanlığı da sona ermişti. Ama yine de İngiltere yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki etki alanı yaratma çabalarını sona erdirmemiş, sadece yöntem değiştirmişti. İngiltere bu yüzden bir yandan Türkiye’deki gelişmeleri dikkatle izliyor, bir yandan da Türkiye’nin dış dünya ile olan ilişkilerini gözetim altında tutuyordu. Prestijin bir devletin dış ilişkilerindeki önemini fazlasıyla kavrayan İngiltere, Türkiye’nin uluslararası saygınlığının yükselmesini kendi çıkarlarına aykırı görüyordu.
Lozan sonrası dönemde, bir Fransız resmi görüşüne göre İngiltere Türkiye’nin kendi eksenine girmesini istemiş[13], ama bunun olmayacağını kısa sürede anlamıştı.[14] Sömürgelerinin büyük kısmı Müslüman coğrafyasında bulunan İngiltere için İngiliz güdümünü reddeden bağımsız Türkiye, kaçınılmaz olarak bir tehdit oluşturuyordu. İngiltere açısından Ortadoğu’da güç elde edebilecek herhangi bir ülke, İngiltere’nin akıl hocalığını kabul etmemesi halinde onun karşısında demekti. Savaş sırasında İngiliz ordusunda istihbarat subayı olarak çalışan Muhafazakar Parti milletvekili Leo Amery (tam adıyla Leopold Charles Maurice Stennett Amery), Birinci Dünya Savaşı’nın kapanış aylarında, “Doğu Kafkasya’nın Tatar nüfusu” ve hatta Necef ve Kerbela’nın dahi İran’a verilerek büyük İran yaratılması düşüncesini dillendirirken İngiltere’nin cömertliğinin esas nedenini açıklıyordu: “İran’ın bütün gururu ve dini duygusu, bizim bu yerlerin yerel kontrolünü İran’a vermemizden çok büyük ölçüde etkilenecektir ve aynı zamanda bu kontrolü kaybetme korkusu İranlıları bize daima dost kılacaktır.”[15] Nitekim ‘Yeni’ Türkiye’nin potansiyelinin farkında olan[16] ve 1920’lerde Balkanlar konusunda İngiltere’nin önemli uzmanlarından sayılan H. Charles Woods’un 1927’de yazdığına göre, Mustafa Kemal ve hükümeti, “kendi iç durumunu pekiştirmesini ve insanlığın saygısını kazanmasını” sağlamak için bir dış gücün “hünerli, dirayetli ve mutedil” rehberliğine ihtiyaç duyuyordu.[17] Bu da kuşkusuz İngiltere’den başkası olamazdı. Ama ‘Yeni’ Türkiye’yi yaratanlar, uzun bir savaşımdan sonra kazanılan bağımsızlığı hiçbir gücün güdümüne girerek kaybetme niyetinde değillerdi.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında uluslararası alanda kazanılmış olan prestij korunup pekiştirildiğinde, Türkiye’yi İngiltere gibi güçlerin baskılarından korumaya yardımcı olacaktı. Ama prestij, devletlerarası alanda sadece diplomatik faaliyetlerle kazanılacak ve sonucu hesaplanabilir bir araç değildi. Bunun için Türkiye bu dönemde bilinçli ve dikkatli bir şekilde yurtdışında yaşayan Türkler arasında ve dünyada saygınlığını arttırma ve olumlu bir imaj yaratma çalışmasına girişmişti. Ülkenin kaynaklarının sınırlı olması yurtdışında yeterince etkin propaganda yapılmasına izin vermese de Türkiye’nin lider kadrosu propagandanın öneminin farkında olarak çalışmaya devam ediyordu. ‘Yeni’ Türkiye imajını görsel ve yazılı propaganda araçları ile yurtdışına iletiyor ve bu şekilde ülkenin dünyadaki itibarını arttırmaya uğraşıyordu.[18] ‘Yeni’ Türkiye doğulu bir İslam ülkesi olarak, Büyük Güçlere karşı başarılı bir anti-emperyalist mücadele vermiş ve bunun sonucunda bağımsızlığını kazanmıştı. Bundan sonra ülkede ulus devlet inşa edilmekte ve çağdaş bir ülke olma yolunda birçok devrimler yapılarak, ülke Batı’ya rağmen çağdaş bir ülke haline getirilmekteydi. İşte bu yeni, ilerici, bağımsız ve her şeyden önemlisi güçlü Türkiye imajını yaymak için Ankara Hükümeti maddi imkanları ölçüsünde büyük çaba sarf ediyordu.
Türkiye yabancı basını yakından takip ediyor, gerektiğinde Türk basını aracılığı ile yabancı basındaki iddia ve yorumlara yanıt veriyordu. Öyle ki Cumhuriyet gazetesi gibi dönemin bazı etkili günlük gazeteleri Fransızca olarak da yayınlanıyordu. Yabancı basın mensupları ve yazarlar Türkiye’ye geldiklerinde, hükümetin istediği şekilde algı yaratabilmek için yakından izleniyor ve onların istedikleri gibi ülkede dolaşmalarına izin verilmiyordu. Bilindiği gibi onların yanlarına ‘Yeni’ Türkiye’yi anlatacak eğitimli gençler rehber olarak veriliyordu.[19] Yabancı basın ile kurulan ilişkiye verilen önemi, 1927 yılı Temmuz’unda Türkiye’ye Mustafa Kemal (Atatürk)’ün büyük nutkunun özetini yayınlamak ve onunla görüşmek için gelen bir Amerikalı gazeteciye dönemin dışişleri bakanı, Tevfik Rüştü (Aras)’ın gösterdiği yakın ilgiden anlamak mümkündür. Bu gazetecinin Tevfik Rüştü’ye başvurmasının ardından bakan, o tarihte Bursa’da bulunan Başbakan İsmet (İnönü)’den kişisel olarak bu gazeteci için randevu istemiştir.[20] Hatta bir keresinde Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör, başbakanlık müsteşarından başbakanın imzalı fotoğrafını, Mısır’da yayın yapan ““El-Mukaddem” ve “El-Mısıri” gazetelerinin sahip ve başmuharrirlerinden” ve Türkiye hakkında olumlu yazılar yazan Karim Thabit’in “gönlünü hoş etmek” için istemişti.[21]
Ama herkesin “gönlünü hoş etmek” mümkün değildi. Muhaliflerin önemli isimlerinin Türkiye’den uzaklaştırılması ülke içinde rejimin güvenliğini sağlasa da yurtdışında faaliyet gösteren bu gruplar Türkiye’nin yeni rejimi, devrimler ve Mustafa Kemal aleyhinde propaganda faaliyetlerinde bulunuyordu. Böylece, Cumhuriyet’in yaratmaya didindiği uluslararası imajı ve uluslararası kamuoyu gözünde kazanmaya çalıştığı saygınlığını zedeliyorlardı. Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği’nden alınan bir istihbarat raporuna göre ülkeyi terk eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın iki önemli ismi Adnan (Adıvar) ve Rauf (Orbay) Londra’da Daily Mail gazetesinden George Ward Price’ı ziyaret etmişlerdi. Bu ziyarette, Price’ı “memleket idaremizi tenkidan neşriyat yapmağa teşvik” etmek istemişler ama bu isteğe İngiliz gazeteci “bu tarzda tenkidat ve mücadele-i kalemiyeye vaziyet-i hazıra ile vukuatın müsaid olmadığı” şeklinde yanıt vermişti.[22] Price’ın yanıtı o an için olumsuz olsa da vakit ve şartlar el verdiğinde bu talebe uygun yayınlar yapılacağı mesajını da içinde barındırmaktaydı. Bu girişimden bir yıl önce Adnan sorunsuz bir şekilde istediği yazıyı The Times’da yayınlatmayı başarmıştı. Bu başarı 9 Aralık 1926 tarihinde The Times gazetesinde, Adnan’ın 7 Aralık 1926 tarihinde aynı gazetede kendisinin hükümetçe af edildiğine dair haberi[23] tekzip eden mektubunun yayınlanmasından anlaşılmaktadır.[24] The Times’ın Adnan’ın mektubunu hemen yayınlaması başlı başına önemli bir olaydı, çünkü bu dönemde Türkiye’ye karşı düşmanca bir yayın politikası izleyen The Times, [25] gazetenin görüşlerine uymayan okuyucu mektuplarını İngiliz yerleşik nizamından gelse bile yayınlamayabiliyordu.[26] Hatta İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği ile gazetenin İstanbul muhabiri öyle yakın ilişki içindeydi ki, örneğin, muhabir 1928 yılında Tevfik Rüştü ile yaptığı görüşmenin geniş özetini derhal İngiliz Büyükelçiliği’ne iletmişti.[27] Nitekim bu mektup, Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından Türkçe’ye çevrilerek kayıt altına alınmıştı.[28]
Ankara’ya karşı faaliyette bulunanlar sadece Kurtuluş Savaşı’nın lider kadrolarında yer alıp sonra Mustafa Kemal ile yolları ayrı düşenler değildi. Ulusal direniş sırasında İstanbul Hükümeti’nin yanında yer alan ve işgalci güçler ile işbirliği yaptıklarından dolayı Yüzellilikler listesine alınarak ülkeden çıkarılanlar ve bundan önce veya sonraki süreçte ülkeden ayrılan ya da kaçan muhaliflerin de kendi seslerini uluslararası alanda duyurmak için çalışma yaptıkları Ankara’nın bilgisi dahilinde idi. Yukarıda adı geçen Londra Büyükelçiliği’nden gelen rapora göre, Mısır, Suriye, Yunanistan, Romanya ve Fransa’da yaşayan “erbab-ı muhalefet”, Damat Ferit Hükümeti’nde içişleri bakanı olarak görev yapmış olan Yüzellilikler’den Mehmet Ali liderliğinde Paris merkezli örgütlenerek burada Fransızca bir gazete yayınlamak için çalışmalar yapıyordu. Bu rapora göre esas endişe verici nokta, Londra’da faaliyetlerde bulunan Adnan ve Rauf’un da bu muhalif hareketin parçası olma olasılığı idi.[29] Yeni rejime ve Mustafa Kemal’e muhalif olan güçlerin birlikte hareket etmesi, Ankara için çok büyük bir tehdit oluşturuyordu. Daha da önemlisi Paris’te Fransızca olarak yayınlanacak ve hedef kitlesi uluslararası kamuoyu olacak böyle bir gazetenin başarılı olduğu takdirde Kemalist rejimin uluslararası saygınlığını sarsacağı açıktı.[30] Muhalifler her ne kadar bu tarihten önce ve sonra da özellikle komşu ülkelerde yayın faaliyetlerinde bulunmuşlarsa da bunların dili genellikle Türkçe ve hedef kitlesi de Türkiye içinde ve dışında yaşayan Türkçe konuşan topluluklardı.[31]
Farklı muhalif grupların birleşerek ortak bir ses geliştirme çabalarını Ankara dikkatle ve yakından izlerken, diğer taraftan da bu grupların Türkiye muhalefeti olarak uluslararası tanınırlık kazanma çabaları Ankara’da rahatsızlık yaratıyordu.[32] 1930 yılında, Türkiye’nin henüz üye olmadığı ve İngiltere ve Fransa’nın etkisi altındaki Cemiyet-i Akvam’da (Milletler Cemiyeti) Mehmet Ali’nin önderliğinde muhaliflerin özel bir statüde grup oluşturabilmek için Cemiyet’ten yardım istedikleri ve bu konuda Fransa’daki bazı kişilerin yardımını aldıklarına dair mektubun bir kopyası Türkiye’nin istihbarat kaynakları tarafından ele geçirilmişti.[33] Nitekim “Ligues des Réfugiés Turcs” (Türk Mülteciler Derneği) adı ile 1930’da Paris’te kurulan dernek, Türkiye’nin Cemiyet-i Akvam’a kabulü sırasında hem Cemiyet’ten hem de İngiltere’den destek almak için faaliyetlerini sürdürmüştü. [34] İşte Türkiye’nin içinde bulunduğu bu ortamda İngiltere, Türkiye’nin dünyadaki saygınlığını gölgelemek için stratejisini geliştirmişti.
İngiliz Stratejisi
İngiltere, öncelikle milli mücadele sonrası Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları yakından takip etmekle işe başlamıştı. Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması Müslüman dünyanın bir kısmında şaşkınlık yaratmıştı. Ülke dışındaki farklı kanallardan Mustafa Kemal’e “Hilâfeti kaldırırsanız bütün İslâm âlemindeki prestijinizi kaybedersiniz.”[35] mesajı ulaşsa da 1924 yılında halifelik de kaldırılmıştı. Bu da özellikle Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’yı destekleyen Hintli Müslümanların bir kısmında büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Hindistan ve Mısır’ın da dahil olduğu ülkelerden İslam heyetleri Antalya milletvekili ve din bilgini Mehmet Rasih (Kaplan) aracılığı ile Mustafa Kemal’e halifelik makamını teklif etmişlerdi. Mustafa Kemal, halifeliğin devlet başkanlığı olduğunun altını çizdikten sonra şu sözlerle bu teklifi kabul etmemişti:
“Başlarında kralları, imparatorları bulunan müslüman halkların, bana ilettiğiniz arzu ve tekliflerini, ben, nasıl kabul edebilirim? Kabul ettim desem, buna o halkların başında bulunanlar razı olur mu? Halife’nin emir ve yasakları yerine getirilir. Beni Halife yapmak isteyenler, emirlerimi yerine getirmeye muktedirler midir? Bu durumda mânâsı, fonksiyonu olmayan asılsız bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?”[36]
Bu ret, hayal kırıklığını daha da derinleştirmişti. 1921 yılında Bombay’da açılan Mustafa Kemal Paşa Lisesi’ne Müslüman velilerin çocuklarını yollayarak öğrenci sayısının arttırılması için çağrı yapan kişilerde bu reddin yarattığı etki anlaşılabilirdi.[37] ‘İngiliz tahtının mücevheri’ Hindistan’da bu reddin etkisini Hilafet Hareketi’nin önderlerinden Dr. Ansari[38] şöyle anlatır: “Türkler kendilerine yüklenen onuru kabul etmediklerinde Hint Müslümanlarının hayal dünyası başlarına çöktü. Ne objektif ne de sübjektif düşünemez oldular. Sadece düşünemediler ve inanamadılar.”[39]
Saltanatın ve hemen ardından halifeliğin kaldırılmasını İngiltere anında kendi lehine değerlendirmişti. Kolonilerinde Türkiye’nin Müslüman kitleler üzerindeki etkisinden çekinen İngiliz yetkililer, İngiltere’ye yakın yayınlar aracılığı ile daha Kurtuluş Savaşı devam ederken Türk milliyetçilerinin saltanatı ve hilafeti kaldırma olasılığının olduğunu duyurmaya başlamıştı. Böylece özellikle Hindistan’daki Hilafet Hareketi’nin faaliyetlerine olan desteğin azaltılması amaçlanmıştı. O dönemde orduda görev alan Lord Ampthill (Oliver Villiers Russell)’e ait daha önce Londra’da Morning Post’ta yayınlanmış bir makale, 20 Mayıs 1922 tarihinde The Times of India gazetesinde yayınlanmıştı. Bu makalede Ampthill, Bolşevikler ile yakın işbirliği içindeki Türk milliyetçileri için “Çabukça o kadar Yahudi istilasına uğramış hale gelmişlerdir ki kendileri kasten halifeliği ve sultanı devirmeye koyulmuşlardır.” iddiasında bulunuyordu.[40] Bu kurumların kaldırılma olasılığına hazırlıklı olan Britanya yönetimi, saltanatın kaldırıldığı dönemde çeşitli Hintli Müslüman liderlerin tepkilerini yakından takip etmiş, ama tipik bir İngiliz tutumu ile açıkça bu meseleye müdahale etmemeyi tercih etmişti. İngiltere’nin bu tutumu, Kasım 1922’de Hindistan Naibi tarafından dolambaçlı bir dille şu şekilde ifade edilmiştir: “Britanya Hükümeti’nin Müslüman kamuoyunu Ankara Hükümeti’ne karşı etkilemeye çalıştığı suçlamasına neden olabilecek herhangi bir şey yapılması arzu edilmez.”[41]
Daha sonraki süreçte de sadece yeni halifenin pozisyonu ile yakından ilgilenmekle kalmayan İngiltere, anlaşıldığına göre, Halife Abdülmecit ile Ankara Hükümeti arasında soğukluk oluşmasını bilinçli bir şekilde teşvik etmişti. İngiliz Yüksek Komiseri, Ağustos 1923’te Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından sonra Türkiye’yi ziyaret edecek olan ilk İngiliz Kabine üyesi Leo Amery’e tavsiyede bulunurken Ankara Hükümeti’ni nasıl hor gördüğünü de sergiliyordu. Bu tavsiyeye göre, Amery’nin “Hiçbir Türk subayını ziyaret etmesi gerekmiyor ve [Amery] ziyaret etmemeli[ydi].” fakat kesinlikle “Türk Hükümeti’nden bağımsız olan halifeyi” ziyaret etmeliydi. Yüksek Komiser Amery’nin neden bu şekilde hareket etmesi gerektiğini biraz alayla açıklıyordu: “[Türklerle] barış yapmış olabiliriz ama birader Türk’e yapmacık sevgi gösterisinde bulunmayı istemeyiz.”[42]
Halifeliğin kaldırılmasını da İngiltere kendi lehine çevirmek istemişti.[43] Bunun ‘Yeni’ Türkiye’nin lehine olmadığı görüşünü farklı ağızlardan dillendirerek bu görüşü özellikle kendi Müslüman tebaası arasında pekiştirmiş ve böylece Türkiye’ye olan güven ve saygının erozyona uğramasına yardımcı olmuştu. 1931 yılında İngiliz Dışişleri için hazırlanan bir raporda Mustafa Kemal’in “Türkiye’de İslam’ı devlet dini olarak oldukça başarılıca kaldırması[nın]” Türkiye’nin Müslüman dünyanın, özellikle de Hindistan Müslümanlarının gözünde sahip olduğu önemi sonlandırdığı iddia ediliyordu.[44] Bu görüş, on yıl sonra Philip Perceval Graves’in İngiltere’nin Türkiye ile olan ilişkilerinin ne kadar iyi olduğunu kanıtlamak için yazdığı kitabında da tekrarlanıyordu: “Müslüman tebaaya sahip herhangi bir gayri-Müslim devlete daima zorluklar yaratabilecek bir kurumu kaldırarak, böyle bir niyetleri olmadığı halde, Türk Cumhuriyetçileri Britanya İmparatorluğu’na olağanüstü bir iyilik yaptı.”[45] Graves, İngiliz yerleşik nizamının düşüncelerini yansıtmakta oldukça mahir olduğundan yukarıdaki görüş ayrı bir önem taşıyordu. Bundan daha da önemlisi, 1927’de the Royal Institute of International Affairs’de yapılan bir toplantıda söz alan Yarbay J.H.M. Cornwell’e göre halifeliğin kaldırılması ile “bugünün Türk’ü”, “Müslüman dünyanın gözündeki prestijini fırlatıp atmış.” ve böylece “Britanya İmparatorluğu’na karşı güçlü bir fırsatı kaybetmiştir.” diyerek çok iddialı bir yorumda bulunmuştu.[46]
Türkiye halifeliği kaldırmakla abartılarak dillendirilen Panislamizm tehlikesini İngiltere açısından belki azaltmıştı, ama ‘Yeni’ Türkiye başka yönlerden İngiltere için daha büyük bir tehdit oluşturuyordu. Türkiye’nin başarılı bir anti-emperyalist savaştan sonra bağımsız bir ulus devlet kurması, bunu özellikle dönemin en önemli gücü İngiltere’ye rağmen başarabilmesi, onu kendine yakın hisseden sadece Müslüman değil bütün emperyalist baskı altındaki halklar gözünde yeni bir konuma oturtmuştu. Filistin’den Hindistan’a kadar kolonilerinde sorunu olan İngiltere açısından Türkiye topraksal bir tehdit değil ama bir model olabilirdi. İngilizlerin de 1920 yılında çok net şekilde tespit ettikleri gibi aidiyet tanımlamasında dinin yerini ırk, kültür, dil ve/veya anti-emperyalist ve toprak temelli bir kimlik tanımlamasından kaynaklanan ulus anlayışına bırakması, Büyük Britanya İmparatorluğu için sonuçlarının nereye varacağını bilmediği yeni bir meydan okuma idi.
İngiliz yerleşik nizamının Hindistan’daki bağımsızlık veya özerklik isteklerine karşı duran üyeleri eski alışkanlıkları içinde hareket ediyorlardı. 1933 yılında bile bu duruşlarına ahlaki neden olarak Hindistan’daki farklı dinsel gruplardan oluşan halkın kendi kendini yönetemeyip iç savaşa sürükleneceğini gösteriyorlardı: “Britanya Rajı tarafsız olduğu bilenen bir Hakem gibidir. Onun etkisini ortadan kaldırdığınızda düdüğü çalacak kimse yoktur ve [böylece] Hindistanlı’yı adalet için başvuracağı hakeminden mahrum etmiş olacaksınız.”[47] Yine aynı görüşe göre “Başka hiçbir ulus, bizim Hindistan’da oranın halkının yararına yaptığımız gibi koca bir hazine dökmemiş ve ırkının çiçeklerini [böyle] büyük bir ülkeyi yönetmek için harcamamıştır.”[48] Halbuki Hindistan’dan yükselen sesler bu görüşü desteklemiyordu. Tam aksine bu sesler dinsel farklılıklara rağmen Hintlilerin İngiliz sömürgeciliğine karşı birleşmesini istiyordu. Örneğin, 20. yüzyıl İslam düşüncesinin en önemli temsilcilerinden Muhammed İkbal, 1935 yılında yazdığı bir mektupta Hinduların ve Müslümanların birlikte çalışma vaktinin geldiğini söylüyordu.[49] Hindistan Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin lideri Gandi ise Hindistan’daki bütün dinsel grupları bağımsız Hindistan ülküsü etrafında örgütlemek için çabalıyordu.
İngiltere, işte bu yükselen milliyetçilik ve anti-emperyalist akıma karşı İslam kartını yoğun şekilde oynayarak kendisinin İslam’ın koruyucusu olduğu mesajını bilinçli bir şekilde Müslüman kitlelere ulaştırmaya çalışıyordu. 1937 yılının Mart’ında İngiltere’nin Kahire Büyükelçisi Miles W. Lampson,[50] Anthony Eden’dan Agence Orient Arabe tarafından yayınlanmak üzere “Lagos’da yeni bir caminin açılması, ... koloni valisinin Mekke’den dönen hacıları memnuniyetle karşılaması” gibi haberleri göndermesini istiyordu. Mısır, Filistin, Suriye ve “muhtemelen Irak”[51]’a yayın yapmak için kurulan ve Kahire’yi “İngiliz yanlısı haberleri yayma merkezi”[52] haline getiren Agence Orient Arabe’ın yayın amacı da “genel çıkarlarımızı ve prestijimizi yükseltmek için tasarlanan bilginin dağıtımı”[53] olarak belirlenmişti. İngiltere, kendi çıkar ve itibarını hem kolonilerinde hem de diğer büyük güçlere karşı korumak ve arttırmak için çaba harcarken kontrol altında tutamadığı Türkiye’nin öneminin özellikle de İngiltere’nin etki alanında yükselmesini kaygı verici bulduğunu resmi bir raporda açıkça ifade ediyordu:
“Bazen Türkiye’nin Küçük Asya’dan Hindistan’a uzanan benzer devletler zincirinin liderliğini eline almayı arzu ettiğine dair belirtiler vardır. Bu olasılık bazen İngiliz çıkarlarına bir tehdit gibi gösterilir. Türkiye bunu, büyük bir olasılıkla gelecekte meydana gelebilecek bir acil ihtiyaç halinde, bir şekilde kendisi ile coğrafi ve siyasi konumu benzer olan ülkelerden potansiyel siyasi desteği sağlama almak için içgüdüsel olarak arzu etmektedir.”[54]
İngiltere’nin elinde Türkiye’nin Lozan sonrası artan saygınlığı hakkında somut veriler de yok değildi. 1924-1925 döneminde, Mısırlı farklı milliyetçi gruplar için Türkiye yanlarına çekilmesi istenen ve örnek aldıkları çok önemli bir bölgesel aktördü. Öyle ki halifeliğin kaldırılmasından kısa bir süre sonra, Mısırlı bir grup, Mustafa Kemal’in sahte imzasını taşıyan sahte konuşma metnini Fransızca ve Arapça olarak Adana’da çok sayıda çoğaltmış ve bunları dağıtılmak üzere Sudan ve Mısır’a göndermek isterken tutuklanmıştı.[55] Bu sahte metinde, Mustafa Kemal, “Mısırlı ve Sudanlıların yiğitliklerini övüyor ve genç adamlarına cesaret ve sabırla Büyük Britanya’nın saldırgan hareketine karşı direnmelerini öğütlüyor[du].” Ayrıca Mustafa Kemal Türk kurtuluş mücadelesini örnek gösterdikten sonra “İngiliz kumandanlarını öldürmeyi ve faal başkaldırı kovalamayı zaferin gizli sırrı olarak işaret ediyor[du].”[56] Anlaşılan o ki Mısırlı muhalifler her ne şekilde olursa olsun Mustafa Kemal’in Arap dünyasındaki saygınlığından yararlanmak istemişlerdi.
‘Yeni’ Türkiye sadece anti-emperyalist mücadelelerin örneği olmakla kalmıyor aynı zamanda çağdaşlaşma yolunda diğer ülkelere önderlik etmesi ile de İngiltere’yi rahatsız ediyordu. Türkiye’nin İngiltere’nin stratejik olarak büyük önem verdiği Afganistan ile kurduğu yakın ilişki ve Afgan öğrencilerin artan sayıda Türkiye’ye eğitim için gelmesi İngilizleri düşündürüyordu. Kendi ülkesine Afgan öğrencileri çekmek isteyen İngiltere, Türkiye’nin Afgan Hükümeti üzerinde, özellikle de ordu ve “tıbbi hizmetler” üzerindeki etkisine değinerek Türkiye’yi Afganistan’daki en etkili yabancı ülke olarak gösteriyordu.[57] Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam dünyasında model olması veya etkisini arttırması sömürgeci Fransa’yı da Türkiye’yi anlamak için çalışmaya itmişti. 1932 yılında Müslüman İşleri Bölümü Servis Şefi Bonamy, Polonya, Romanya ve Bulgaristan üzerinden özellikle din konularını incelemek için Türkiye’ye gönderilmişti.[58]
Türkiye’nin model olması bir yana, İngiltere’nin çıkarları için çok önem verdiği coğrafyadaki siyasi güçlerle ilişkilerini normalleştirmesi bile İngiltere’yi rahatsız edebiliyordu. İngiltere, Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile olan iyi ilişkisini Türkiye'nin Sovyetler Birliği'nin etki alanında olmasının bir yansıması olarak görüyordu. Bu yüzden İngiliz yetkililer için 22 Ağustos 1932 tarihinde Al Irak (al-‘Iraq) gazetesinde yayınlanan bir haber endişe kaynağı olmuştu. Bu habere göre, Türkiye o zamana kadar kendisini “zındık” olarak gören Yemen yönetimi ile bir anlaşmanın ön hazırlığını tamamlamıştı. Bu anlaşmaya da Yemen ile ilişkisini güçlendiren Sovyetler Birliği[59] aracılık etmişti. Bir iki hafta içinde de bu anlaşma resmi olarak imzalanacaktı. Bu haberin araştırılmasından sonra bunun asılsız olduğuna dair bilgi İngiliz otoritelerini rahatlatmıştı. Türkiye’nin İngiliz etki alanındaki Aden’de büyük bir direniş gösteren İmam Yahya’nın Yemen’ine yönelik girişimlerinin yarattığı endişeyi görmek açısından bu olay ilginçtir.[60]
Kontrol edemediği Türkiye’nin bu yükselen prestij ve etkisinin önüne set çekmek için İngiltere, Türkiye’nin dış dünyada yalnız bir ülke olduğuna dair, bunun doğru olup olmadığına bakmaksızın bir imaj yaratmak için elinden geleni yapmıştı.[61] İngiliz Bakanlar Kurulu’na 1925 yılında sunulan bir raporda, Türkiye’nin ateşkes ve Lozan Antlaşması’nın imzalanması arasında geçen sürede, “büyük ölçüde Müttefiklerin arasındaki farklılıkları sömürme yeteneğinden” kaynaklanan “hayali güç ve önem[in]” tadını çıkardığı iddia ediliyor ve ardından bu durumun değiştiği ve “yalnız ayakta duran” Türkiye’nin tek dostunun Sovyetler Birliği olduğu ve bu ülkenin “mevcut güdüleri ve nihai ihtiraslarının onun [Türkiye’nin] karşı karşıya kalmak zorunda kaldığı en büyük tehdit” olduğu öne sürülüyordu.[62] Türkiye’nin başarılarını basit bir fırsatçılığa indiren ve Türkiye’yi güvenilmez, Moskova dışında dostu olmayan yalnız bir ülke olarak betimleyen bu görüş, sadece İngiliz devlet belgelerinde kalmamıştır. İngiltere’nin Batı dünyasındaki yönlendirici rolü göz önünde alındığında bu görüşün Amerikalı gazeteci William Morton Fullerton’ın 1928 yılında Fransız Le Figaro’da yayınlanan makalesinde ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı değildir. Fullerton’a göre “saldırgan ve fanatik milliyetçi” olan Türkiye, kendini Avrupa’dan sürgün etmişti. Ama Moskova tarafından hayal kırıklığına uğratılan ve eski zaman Osmanlı sultanlarının sahip olduğu prestijin özlemi içinde yanan Ankara Hükümeti şimdi çaresizce Avrupa’ya geri dönmek istiyordu.[63]
Batı basınının en azından bir kısmını etkisi altına alan bu İngiliz görüşü ve tutumu Sovyetler Birliği tarafından yakından takip ediliyordu. Sovyet Izvestiya gazetesi, 8 Ekim 1926’da yayınladığı ve İngiltere’yi rahatsız eden bir yazıda, İngilizlerin Türkiye, İran ve Afganistan politikasını bu ülkelerin bir araya gelmesini önlemek üzerine kurduğu iddia ediliyordu. Bu yoruma göre İran Şahı Rıza İngiltere ile normal ilişkilerini sürdürürken İngiltere’nin “kuklası” olmayı reddetmişti. 22 Nisan 1926’da Türkiye ve İran arasında imzalanan pakt İngiliz emperyalizmine ciddi bir darbe indirmişti. Çünkü genelde “Büyük güçlerin emperyalist çıkarlarının özelliği, bir doğulu ulus dış politikasında bağımsız bir ulusal çizgi benimsediğinde, bu [çıkarlarının] daima tehlikede [olmasıdır].” Özelde de İngiliz stratejisi, Türkiye ve İran arasında husumetin sürekliliği ve İran, Türkiye ve Irak sınırındaki Kürt aşiretlerin özellikle Türkiye ve İran’a karşı bir silah olarak kullanılmasına dayanıyordu. Yine bu gazetenin iddiasına göre İngiltere, İran-Sovyetler Birliği ve İran-Afganistan arasındaki ilişkileri bozmak için çaba sarf ediyordu. İran ve Türkiye arasındaki bu pakt iki ülkenin Kürt ayaklanmalarına karşı birlikte hareket etmesini sağlayacak ve bu da İngiltere tarafından “yılmadan beslenen Kürt Sorununun” ortadan kaldırılması demek olacaktı ki bu da İngiltere’nin çıkarlarına uygun düşmüyordu. Bundan daha da önemlisi İran ve Afganistan arasında varılacak benzer bir anlaşma, İngiltere’yi Akdeniz’den Hindistan’a uzanan coğrafyada saldırmazlık paktları ile birbirine bağlanmış bir devletler zinciri ile karşı karşıya getirebilirdi ki bu da İngiltere için “tatsız” bir durum oluşturacaktı.[64]
İngiltere’nin Yarattığı Türkiye İmajı ve Türkiye’nin Yanıtı
İngiltere Lozan’da çözülemeyerek sonraya bırakılan Musul sorununa yönelik süreçte Türkiye’yi uluslararası alanda yalnızlaştırmak için elinden geleni yapmıştı. Musul sorununun 1926 yılında İngiltere’nin lehine sonuçlanması görünürde dahi İngiltere’nin Türkiye’ye yönelik olumlu bir tutum takınmasına yetmemişti.[65] Kürkçüoğlu, iki ülkeyi yeniden “savaşın eşiğine” getiren sorunun çözülmesinden sonra iki ülke arasındaki ilişkilerde gelişme olmamasını, İngiltere’nin iç meseleleri ve Avrupa’daki gelişmelere odaklanmasına, Türkiye’nin ise Lozan Antlaşması’nda çözülemeyen küçük sorunların çözümüne ve kendi modernleşmesine yoğunlaşmasına bağlamaktadır.[66] Ama bu tespit yeterince ikna edici değildir. Musul sorununun çözümü İngiltere’nin ‘Yeni’ Türkiye hakkındaki itirazlarını ortadan kaldırmamıştır, çünkü Türkiye’nin takip ettiği bağımsız ekonomik ve siyasi politikalar İngiltere’ye tehdit oluşturmaya devam etmiştir. Esas olan ise İngiliz Hükümeti’nin ‘Yeni’ Türkiye’nin varlığını sürdürebileceğine inanmamasıydı. Çünkü İngiltere, Türkiye’de ardı ardına yaşanan sıkıntılara rağmen uygulanmakta olan politikalarda ısrar edilmesinin büyük bir hata olduğunu düşünüyordu. Öyle ki, 1927 yılında bile Türkiye’nin geleceği ile kumar oynayan adamların Türkiye’yi yönettiğini iddia edebilen kişiler İngiliz yönetim kadrolarında yer alıyordu.[67]
Güçlü bir muhalefet olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na (1924-1925), halifeliğin kaldırılmasına (1924), Nasturi İsyanı’na (1924) ve ardından gelen Şeyh Said İsyanı’na (1925), Musul’daki İngiliz galibiyetine (1926) ve ekonomik yoksunluklara rağmen Mustafa Kemal’in liderliğini güçlendirerek ülkedeki reform hareketini sürdürmesi, İngiltere’yi Kemalistlerin gidici olmadığı düşüncesini kabule zorlamaya başlamıştı. “Gizli” ibaresi altında Bakanlar Kurulu’na sunulan 19 Kasım 1928 tarihli “Imperial Defence Policy” (İmparatorluk Savunma Politikası) başlıklı yıllık raporun ekinde Türkiye ile ilgili şu tespitte bulunulmuştu: “Geçen yıl içerisinde Mustafa Kemal diktatör olarak konumunu daha da sağlamlaştırmış ve Türkiye’nin modernleştirilmesi sürecine devam etmiştir.” [68] Her ne kadar İngiltere ve Türkiye arasındaki ilişkilerin iyileşmesinde inisiyatifin İngiltere’nin elinde olduğu iddiası dillendirilse de[69] aslında İngiltere’nin Türkiye ile ilişkilerini iyileştirme isteğinin altında İngiltere’nin Türkiye’yi görmezden gelerek Avrupa ve Asya’da etkili siyaset yürütemeyeceğini anlaması yatıyordu.
İngiliz dış politikası için Türkiye’yi bilhassa önemli kılan, Karadeniz’e deniz erişimini kontrolü altında tutması ve İngiltere’nin düşmanca yaklaştığı Sovyetler Birliği ile sınır devleti olmasıydı.[70] Devletlerarası ilişkilerde Türkiye, kendi çıkarları doğrultusunda üstünlüğü elinde tutmak için çaba sarf etmiş ve özellikle Büyük Güçlerin elinde bir piyon olmak yerine kendine uluslararası alanda bağımsız ve etkin bir rol bulmaya çalışmıştır. Bunu yaparken de İngiltere’nin karşısına diğer devletleri bir denge unsuru olarak çıkarmıştı. İngiltere bu gelişmeleri yakından takip ediyordu. Türkiye’nin 1928 yılında İtalya ile imzaladığı antlaşma, İngiltere’nin o döneme kadar yürüttüğü Türkiye’yi yalnızlaştırma politikasına zarar vermiş ve ekonomik alanda da İtalya’nın Anadolu’da ekonomik çıkarlarını geliştireceği düşüncesi İngiltere’yi rahatsız etmişti.[71] Türkiye’nin çevresindeki ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye yönelik çabaları da İngiltere’nin gözünden kaçmıyordu. 1920’lerin ortasında hazırlanan İngiliz istihbarat raporlarında, Türkiye’nin Balkan devletleri ile sadece ikili ilişkileri geliştirmek için çaba sarf etmediği ayrıca bu ülkelerle bir Balkan birliği kurma çalışmalarına giriştiği ve bunun da İngilizlerin hoşuna gitmediğini görmek mümkündür.[72]
Diğer taraftan Türkiye, uluslararası konferans ve kurumlarda yerini alıyor ve böylece uluslararası alanda etkin bir görüntü veriyordu. Türkiye Cemiyet-i Akvam üyesi olmamasına rağmen Genel Silahsızlanma Kongresi’ne davet edilmişti. Bu davetin arkasında Türkiye’yi uluslararası alanda tamamen dışlamanın mümkün olmadığını anlamaya başlayan İngiltere’nin olduğu biliniyordu.[73] Yine Cemiyet-i Akvam bünyesinde kurulan Avrupa Birliği’ni Araştırma Komisyonu (the Commission of Enquiry for European Union) tarafından düzenlenen dünya ekonomik meselelerinin görüşüldüğü 1931’deki toplantıya da davet edilmişti.[74] Türkiye’nin uluslararası alandaki bu çabalarını yakından takip eden İngiltere ve Türkiye arasındaki ilişkiler, 1928 yılından itibaren diplomatik düzeyde de normalleşme yoluna girmişti.[75]
Değişen sadece Türkiye’nin koşulları değildi. İngiltere Birinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası alanda imparatorluğunun gücünü gün geçtikçe kaybettiği gerçeği ile karşı karşıya kalmıştı. Bundan daha da vahim olanı bu durumun Türkiye dahil dünyanın her yanında farkına varılmış olmasıydı. Falih Rıfkı 1933 yılında ziyaret ettiği Londra ile ilgili şu satırları yazar: “Bir imparatorluğun havası ve ahlakı içinde doğup büyüdüğüm için, Londra’nın havasında ve ahlakında, uzaktan uzağa, bir sismoğraf hassasiyetiyle, inkıraz titreyişlerini seziyorum.”[76]
Reel politik şartlar İngiltere’yi Türkiye ile diplomatik ilişkilerini iyileştirmeye zorlamış olsa da bu İngiltere’nin Türkiye’nin uluslararası alanda prestij ve etki kazanmasının önüne geçmesi için çaba sarf etmesini engellememişti. Özellikle iki tema sürekli İngiliz basını ve onun beslediği diğer yabancı basında işlenerek Türkiye’ye karşı kapalı bir propaganda savaşı verildiği açıktı. Bu temaların ilki, Mustafa Kemal’in otoriter liderliğindeki rejimin istikrarı ve devamı konusunda sürekli taze tutulan şüphedir. Bu şüphenin yaratılması ve devam ettirilmesinde hedef noktası rejimin ve reformların dayandığı en temel odak yani Mustafa Kemal’di. Çünkü dış dünyanın gözünde onun imajı ve prestiji, Türkiye Cumhuriyeti’nin imajı ve prestiji demekti. Mustafa Kemal bütün dünyada Türk Mucizesi’nin mimarı bir o kadar da güvencesi olarak kabul ediliyordu. Örneğin 1923 yılında Wall Street Journal’da yayınlanan bir makalede şöyle bir tespitte bulunulmuştu:
“Beş yıl önce birisi yenilmiş Türklerin birkaç sene içinde İstanbul’u yeniden kazanacağı, [savaş] tazminatını silecekleri ve savaş öncesi borçlarının neredeyse yarısını muhasebe defterlerinden silip atacakları ve kapitülasyonlardan kurtulacaklarına dair bir öngörüde bulunmaya kalksaydı zır deli olarak görülürdü. Doğal olarak liderliği altında böyle olağanüstü bir geri dönüş sergilenen adam [Mustafa Kemal] bir ulusal kahraman olarak görülür.”
Yazar her ne kadar “Türkler Mustafa Kemal’i Oliver Cromwell, Napoleon, Washington ve Lincoln bileşiminin bir kişide toplanmış hali olarak görüyorlar.”[77] diye yazsa da bu yakıştırmanın aslında kendisinin Mustafa Kemal algısından kaynaklandığı açıktır. İşte inanılmazı gerçekleştiren adam olan Mustafa Kemal kaçınılmaz olarak yeni Türkiye’nin en önemli sembolü olarak görülmeye başlanmıştı. Sovyet Komünist Partisi’nin resmi yayın organı Pravda daha da ileri giderek “Yirminci asırda bir Kemâl Paşanın yaşaması bir fevkal’adeliktir.” görüşünü dile getirmiş ve “Onun sayı, onun ruhu, bir ferdin bir millet yarattığı asırlara yaraşırdı.”[78] sözleri ile övgüsüne devam etmişti.
‘Yeni’ Türkiye ile eşdeğer görülen Mustafa Kemal’e övgüler, dünyanın her yerinden geliyordu. Mustafa Kemal’in ilk Arapça biyografisini 1922’de Amin Muhammed Said ile beraber yazan[79] ve İngilizlerin bağımsızlığını kağıt üzerinde verdiği ama aslında İngilizlerin kontrolü altındaki Mısır’da çıkan ve “göreceli olarak İngiliz yanlısı” [80] etkili günlük gazete al-Mukattam’ın yazarı Karim Thabit ardı ardına yayınladığı makalelerde, Mustafa Kemal’in sadece ülkesinin kurtarıcısı değil, çok “mütevazi”, halkı ile çok iyi ilişkileri olan, lüksü değil sade bir yaşam tarzını benimseyen[81] bir kişi olarak tarif etmişti. Thabit, onun “bu sadeliği milletin[i] kendisine taptırmakta olduğunu” da eklemişti.[82] 1935 yılında Milliyetçi Çin’de yayınlanan Türkiye konulu bir kitapta da halkının Mustafa Kemal’e karşı olan sonsuz sevgi ve saygısına değinilmiş ve Türk halkının ona “âdeta taptığı” ifade edildikten sonra Mustafa Kemal için “Hakikaten büyük bir insandır, tarihte hiçbir zaman ölmeyecek, ebediyen yaşayacaktır.” denilmiştir.[83]
Halkı tarafından çok sevilen bu “büyük insan” ayrıca güçlü bir liderdi. Çin’de yayınlanan başka bir Mustafa Kemal biyografisinde, yazar, “Tsen King”, doğrudan onun ‘diktatör’ olarak nitelendirilmesine yanıt veriyordu:
“Bazıları Kemâl’in bir diktatör olduğunu söylerler. Belki, bazen bir diktatör gibi hareket ediyordu. Bunu inkâra hacet yoktur, fakat bu faşist diktatörlüğü ile hiç alâkası olmayan bir diktatörlüktü. Faşist diktatörlerinin hayatı haricî işlerde tecavüzkâr, dahilî işlerde müstebidanedir. Kemâl’in siyasî harekâti ise tamamen başka idi. Onun diktatörlüğü sadece Türk halkının iyiliği ve Cümhuriyetin müstakbel emniyeti mes’elelerine inhisar ediyordu.”[84]
4 Aralık 1931’de Pravda gazetesinde Mustafa Kemal’in bir “despot” olduğu iddia edilse de bunun aslında Türkiye gibi bir “Şarklı” ülke için gerekli olduğu ifade edilmişti: “Avrupa’da bir Kemâl tasavvur etmek kabil değildir, çünkü Kemâl bir despot’tur. Gayelerini istihsâl etmek hususunda Kemâlin tatkip ve tatbiyk ettiği bu despotizm’a yalınız şarklı tahammül edebilir. Mamafih bunun için Şarkta da, Kemâlin yeni Türkiyenin ibtidaında gösterdiği gibi bir daha ve kudrete ihtiyaç vardır.”[85]
Yukarıda belirtilen çerçeve içinde Mustafa Kemal’in ‘güçlü lider’ olarak nitelendirilmesi gerekli ve hatta olumlu bir temsil şekli idi. Ama Batı’da ve özellikle İngiltere’de bu ‘güçlü lider’ imajı, olumsuz diktatör imajına dönüştürülmüştü. Woods tarafından Mustafa Kemal üzerine yazılan bir yazıda,
“Bugün ve muhtemelen gelecek neredeyse tamamen Gazi’nin kişiliği, kapasitesi ve bilgeliğine bağlıdır. Mustafa Kemal Paşa göreceli olarak genç, ziyadesiyle güçlü, ve, doğru ya da yanlış, Büyük Millet Meclisi içindeki ve dışındaki bütün açık muhalefeti bastırma kararındadır. Demir yumrukla yönetime devam etmekte, hapis ve infaz politikası gütmekte ve kendi [iktidarını] kılıç ile sürdürmekte serbesttir. Alternatif olarak ılımlı bir yaklaşım benimseyebilir, kendi halkının daha vatansever kesimlerinin duygularını, resmi muhalefetin gerekliliğini kabul etmeden, kavrayabilir ve en azından bir demokrasi kırıntısı sunabilir. Birinci durumda, Doğu’nun çok dile düşen aşırı ve samimiyetsiz sitayişini ele geçirmek ve ülkesini daha liberal dünyanın onayı olmadan yönetmekle tatmin olmak zorundadır. İkinci durumda [ise] sadece kendi halkı nezdinde değil medeni dünyada itibarını artıracaktır.”[86]
Mustafa Kemal sadece bir diktatör değil, 1930 yılının sonunda Evening Standard’da yayınlanan ve İngiltere’de dönemin en önemli siyasi karikatüristlerinden sayılan David Low tarafından çizilen bir karikatürde Hitler ve Gandi gibi isimlerle beraber dünya barışını tehdit eden bir aşırılıkçıydı.[87]
Bütün bu diktatör nitelendirmeleri arasında Ankara ve Mustafa Kemal’in en sert tepkisini çeken kuşkusuz Yüzbaşı H. C. Armstrong’un 1932 yılında yayınladığı Mustafa Kemal biyografisi Grey Wolf (Bozkurt) idi. Armstrong, kitabında Mustafa Kemal’i “mutlak diktatör” olarak tanımlıyor ve onun kendisine muhalif olanları ve düşmanlarını ya astığını ya da sürgüne gönderdiğini iddia ediyordu. Yazar Türk halkını da “uysal ve itaatkar” olarak nitelendiriyordu.[88] Armstrong’a göre, Türkiye’nin geleceği sadece kişisel zaaflarının esiri olan Mustafa Kemal’in “güçlü ellerine” kalmıştı. “Eğer onlar başarısız olursa, zayıf düşerse, titrerse, yıkmak için güçlü olmasına rağmen [o eller] inşa edemeyebilirse o vakit Türkiye ölür.”[89]
Ankara da doğru bir tespitle, dışarıda Mustafa Kemal’e yapılan ‘diktatör’ yakıştırmasını sadece onun yönetim şekline veya kişiliğine yapılan bir yakıştırma olarak görmüyor, yukarıda açıkça ortaya konulan nedenden ötürü, bu yakıştırmanın yarattığı algının devletin ve rejimin varlığını sürdürebilmesine yönelik bir tehdit olarak algılıyordu. Mustafa Kemal’in bu süreçte yakınında bulunan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, onun özellikle Grey Wolf’a olan tepkisini şöyle izah ediyordu: Mustafa Kemal’e göre, Grey Wolf “İstiklâl hareketimizin ve İnkılâplarımızın bütün başarılarının bir kişinin yani bir “fâninin” eseri olarak göstermekle bu millî hadiselerin nekadar geçici olduğunu ve kendi ölümünden sonra Türk camiasının gene eski haline döneceğini ispat için yazılmıştı.” Mustafa Kemal, Armstrong’un bu kanaatinin Batı’daki genel algı ile örtüştüğünü düşünüyor ve “Buna karşı uzun bir mücadeleye girişmemiz lâzımgeldiğini söylüyordu.”[90] Nitekim bu kitaptaki iddialara yanıt olarak Akşam gazetesi sahibi ve başyazarı Necmettin (Sadak), Mustafa Kemal’in dikte ettirdiği notları kullanarak 7 Aralık 1932’te uzun bir makale kaleme almıştı.[91] Daha sonra da hangi dilde olursa olsun Grey Wolf’un Türkiye’ye girişi bir Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklanmıştı. [92]
Grey Wolf’daki görüşler ve yorumlar sadece Armstrong’a ait olmayıp, İngiliz resmi kaynaklarının doğrudan yansımasıydı. Armstrong kitabının başında kendisine bilgi aktaran ama adlarını açıklayamadığı sayısız arkadaş ve tanıdığının yanında, İngiliz yerleşik nizamında önemli yeri olan The Times, The Royal Institute of International Affairs, The Oriental School of Languages, The Royal Central Asian Society gibi kurumlara teşekkür etmişti.[93] Teşekkür etmediği ama etmesi gereken bir kurum daha vardı ki o da İngiliz Dışişleri Bakanlığı idi. Ankara’daki İngiliz Büyükelçiliği’nden James Morgan Dışişleri Bakanlığı’ndan A.K. Helm’e yazdığı mektupta, Mustafa Kemal’in Grey Wolf hakkında “öfkeli” olduğu duyumunu aldığını belirtiyordu. Ona göre, başka ülke halklarının işlerine burnunu sokan ve onların devlet adamlarını aşağılayan Armstrong ve benzer yazarlar aslında “kendi hoşlanmadıkları ve gururlarını aşağılayan şeyleri değiştirmekteki aciz ve çaresizliği” gösteriyorlardı. Bunun sonucu olarak da sadece İngiltere’ye karşı yabancıların sempatisini azaltıyorlardı. Morgan’ı esas düşündüren ise okumakta olduğu Grey Wolf’ta karşısına çıkan bazı gerçeklerdi: “Bizim yazışmalarımızdan kelimesi kelimesine aşırılmış gibi görünen pasajları bulduğum için şaşırdım. Bu çok ciddi bir konu olarak görünüyor. Bunun nasıl olduğunu merak ediyorum.”[94]
Morgan bu yazışmaların nasıl Armstrong’un eline geçtiğini merak ededursun, kitabı 1934 yılında okuyan ve “dikkate değer” bulan Winston Churchill, içerikten yola çıkarak sekreteri aracılığı ile Armstrong’un elçilikle bağlantısını araştırmıştı.[95] Anlaşılan o ki en azından İngiliz Dışişleri Bakanlığı’ndan bazı kişiler Türkiye ve özellikle Mustafa Kemal ile ilgili resmi bilgi, yorum ve belgeleri basın ile paylaşmakta bir yarar görüyorlardı. Nitekim Grey Wolf’un konuşulduğu günlerde, Mustafa Kemal’in 29 Ekim 1932’de yapılan Cumhuriyet Balosu’nda Mısır Büyükelçisi’nin başındaki fesi çıkarttırması,[96] olaydan iki hafta sonra, 11 Kasım’da, İngiliz gazetesi Daily Herald’da yayınlanmış[97] ve Reuters Haber Ajansı tarafından haberleştirilerek abonelerine geçilmişti. Böylece bu olay Mısır ve Türkiye arasında diplomatik bir krize yol açmıştı.[98] Mısır’daki hükümete muhalif güçler bile bu olayı bir ulusal onur meselesi olarak görmüş ve böylece muhalefet ve iktidar Türkiye’ye karşı dolaylı olarak birleşmişti.[99] Bu olayın ilk İngiliz basını tarafından dile getirilmiş olması, Ankara’nın bu krizden Londra basınını sorumlu tutmasına yol açmıştı.[100] The Times gazetesinin Bağdat muhabiri de bu olayı, Irak’da yaşanan başka bir ulusal başlık “aşağılama” olayı ile birlikte 9 Aralık 1932’de haberleştirmeyi ihmal etmeyerek aslında olayı Arap dünyasının geneline yayma yoluna girmişti.[101]
İngiliz Büyükelçisi Sir George Clerk, Ankara’nın İngiliz basınının Mısır ve Türkiye arasında soğukluk yaratmak amacıyla fes olayını haberleştirip gündemde tuttuğu görüşünü “çocukça saçmalık” diyerek geçiştirmeye çalışmıştı. İngiltere hatta bu süreçte Mısır ve Türkiye arasında tarafsız arabulucu rolüne de soyunmuştu.[102] Ama bu olayın İngiliz basınında ele alınış şekli, İngiliz basınında sürekli sıcak tutulan Mustafa Kemal’in fevri diktatör imajının pekiştirilmesine hizmet etmiş ve Türkiye’nin saygınlığına Mısır ve fesi ulusal bir sembol kabul eden diğer Arap ülkelerinde zarar vermişti. Clerk, balodan üç gün sonra, 2 Kasım 1932 tarihli yazısında bu olayı Londra’ya rapor etmiş ve olayın krize dönüşme ihtimalini şu sözlerle ifade etmişti: “Kral Fuad’ın tepkisi bilinene kadar, bu olay zorlukla kapanmış sayılabilir.”[103] Nitekim Kral Fuad ve veliahtının Türkiye’ye yaklaşımlarının zaten pek de olumlu olmaması[104] olayın basında yer almasından sonra krize dönüşmesini kaçınılmaz kılıyordu. Bilal Şimşir, Türk Dışişleri Bakanlığı belgelerine dayanarak, Londra ve Kahire’deki bakanlık yetkililerinin İngiliz Hükümeti’nin bu krizde rolü olmadığına dair görüşlerini, İngilizlerin krizin çıkması ve ağırlaşmasında rolü olduğunu düşünen Ankara’ya ilettiğini belirtir.[105] Fakat özellikle bu dönemde İngiltere’de dış politika konusunda yerleşik nizam içinde çok farklı görüşlerin oluştuğu göz önüne alındığında[106] ve Grey Wolf’da resmi belgelerin kullanıldığı düşünüldüğünde, fes olayı ile ilgili bilginin İngiliz Dışişleri kaynaklarından Londra basınına sızdırılma ihtimalinin hiç de düşük olmadığı açıktır.
İçinde İngiliz Elçiliği’nin gizli olması gereken resmi yazışmalarının özgürce kullanıldığı açıkça belli olan Armstrong’un Mustafa Kemal biyografisinin çıkması ve fes olayının Daily Herald’de yayınlanarak Mısır’da infiale yol açması sonucu Mısır ve Türkiye arasındaki ilişkilerin kırılma noktasına gelmesini sadece bir rastlantı olarak görmek yerinde olmaz. Çünkü 1932 yılı Türkiye’nin sadece Cemiyet-i Akvam’a daveti ve katılması açısından önemli değildir. Bu dönemde Türkiye, Cemiyet’in yönetimi olan Konsey için de güçlü bir adaydı. Nitekim Cemiyet’e girmeden önce bile Türkiye Konsey’e seçilme talebini dile getiriyordu.[107] İngiliz yerleşik nizamının sesi olarak bilinen The Times’ın 1931 başında, büyük bir Avrupa devletinin Türkiye’yi desteklemesine rağmen onun Konsey’e seçilme şansının çok az olduğunu iddia etmesi manidardır.[108]
1932’de İngiliz Başbakanı Ramsay Macdonald’a Paris’teki Ermeni temsilcisi sıfatıyla yazan M. Varandian, Türkiye’nin Cemiyet üyeliğine “çekincesiz ve hatta olağanüstü taltifler” ile kabul edilmesine tepki göştermişti.[109] Hindistan’ta yayınlanan 10 Mayıs 1932 tarihli Bombay Chronicle, artık teokratik bir devlet olmamasına rağmen Türkiye’nin Cemiyet’e üyeliğinin Müslüman dünyanın temsilini arttıracağı ve böylece Doğu meselelerinin tartışılmasında İslam dünyasına “büyük avantaj” sağlayacağını iddia ediyordu.[110] Türkiye’nin Cemiyet’e tam bir destekle katılmasının bile itibarını arttırdığı düşünüldüğünde, Konsey üyeliğinin Türkiye’nin uluslararası alanda elini daha da güçlendireceği ve saygınlığını arttıracağı muhakkaktı. Bunu, Cemiyet`in bütün bürokratik yapısını kontrol eden İngiltere`ye rağmen yapması Türkiye`nin gücünü daha da yükseltecekti.[111]
Zaten İngiltere, Türkiye’nin Konsey’e seçilmesinin Türkiye’ye bir önem atfedeceği düşüncesine sıcak bakmazken kendi güdümündeki Avustralya’yı Konsey’e seçtirmek için lobi çalışmalarında bulunuyordu.[112] Türkiye’nin Cemiyet’te etkin bir rol oynaması ve uluslararası profilini yükseltmesi, Türkiye’nin Cemiyet’e üyeliğini Türkiye üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmak isteyen İngiltere’nin hiç de işine gelmiyordu. Türkiye, Konsey’e dahil olması halinde Büyük Güçlerin kulaklarını tıkadıkları konuları Cemiyet’in ajandasına taşıyabilirdi. Nitekim 1934 yılında İstanbul’da düzenlenen ve 20 ülkeden 200 delegenin katıldığı 30. Uluslararası Parlamentolar Konferansı’nda Mısır delegasyonunun kapitülasyonların kaldırılması hakkında öne sürdüğü teze desteği Türkiye ve İran verirken bu teze sadece İngiliz değil Fransız ve İtalyan delegeleri de karşı çıkmıştı.[113]
Mustafa Kemal, kendisinin diktatör olarak nitelendirilmesinin arkasındaki gerçek nedenin aslında kendisi ile ilgili değil, ‘Yeni’ Türkiye’nin geleceği ile ilgili olduğu tespitinde yanılmamıştı. Rosita Forbes, 1934 yılında The English Review’ de Mustafa Kemal için şunları yazmıştı: “Halihazırda inşa edilmekte olan bir ulusu devam ettirebilecek yetenekte hiçbir halef bırakmadı. Fanatik Müslüman olan Anadolu köylüsü ve İstanbul’dan ithal edilen agnostik burjuva arasında yüzyılların uçurumu var. Kendi liderlerinin dehasının hayat verdiği cumhuriyeti büyütebilecek adamları yok etti. Kemal öldüğünde Türkiye yarım düzine siyasi hizibin insafına kalacak.”[114] Türkiye ile bilgisi dönemin Batı’da özellikle de İngiltere’de genel kabul gören bilgi ve kanaatleri ile sınırlı olan Forbes, 1926 yılında da New York Times’da yayınlanan makalesinde Mustafa Kemal’in Bolşevik değil ama “komünist kuralları takip etmekte kararlı” bir lider olduğunu belirtirken onun baskıcı politikası karşısında Halide Edip’i şiddetle övmüştü.[115]
Forbes’ın dillendirdiği senaryo öyle baskın hale gelmişti ki, Mustafa Kemal’in çok olumlu bir portresini çizdiği biyografisinde Serdar İkbal Ali Şah dahi Mustafa Kemal sonrası Türkiye’si için kaygılanıyordu. Mustafa Kemal’in ölümünden sonra onun halefinin kim olacağını sorgulayan Serdar İkbal Ali Şah, Mustafa Kemal sonrası Türkiye’nin onun açtığı yoldan mı yürüyeceğini yoksa tembelce Birinci Dünya Savaşı sonundaki zayıf ve iradesiz durumuna mı döneceğini merak ediyordu.[116]
Mustafa Kemal sonrası Türkiye’nin geleceği hakkındaki “karamsar” görüşler, 1920’lerde İngiltere’nin Türkiye’deki temsilcileri tarafından Londra’ya ulaştırılıyordu.[117] Ama esasen Mustafa Kemal sonrası Türkiye senaryosu İngilizlerin sadece temennilerinin üzerine kurulmuş değildi. Arkasında böyle bir senaryoya destek olacak somut veriler vardı. İngiliz yetkilileri Mustafa Kemal’in ortadan kalkmasının Türkiye’de köklü değişikliklere neden olabileceğine dair bilgiye sahipti. Örneğin 24 Mart 1928 tarihli bir istihbarat raporunda belirtildiğine göre o tarihte sabık Halife Abdülmecit’in “güvenilir danışmanı” olan Mehmet Reşit Mısır’a gelmişti. Kendisi daha önce Sultan Reşat’ın mabeyncisi ve Hidiv Abbas Hilmi’nin İstanbul’daki resmi temsilcisi olarak görev yapmıştı. Mısır’a gelişinin görünürdeki nedeni de sabık Hidiv’in resmi temsilcisi olarak görev yapmış olmasından dolayı Mısır Hükümeti’nden kendisine emekli maaşı bağlanmasını istemekti. Ama Mehmet Reşit’in İngilizlere bilgi veren bir kişiye aktardığına göre asıl niyeti, “Suriye’deki Kürt ve Çerkez liderlerle, şimdiki diktatör Mustafa Kemal’in -doğal ya da diğer türlü- ölümü üzerine Türkiye’de iktidarın dizginlerini ele geçirecek kadar güçlü bir örgütün kurulmasını tartışmaktı.”[118] Yeterince güç kazanan örgüt, Mustafa Kemal’i suikast yolu ile ortadan kaldıracak ve yaratılan kargaşa ortamından yararlanarak sabık hanedanı yeniden işbaşına getirecekti.[119] Bu istihbarattan bir yıl önce dolaşan bir dedikodu da Türkiye’nin geleceği konusunda İngiliz Büyükelçiliği’ni harekete geçirmişti. Buna göre Mustafa Kemal bir Alman doktor tarafından muayene edilmiş ve “umutsuz” bir hastalığa yakalandığı ortaya çıkmıştı. Bu teşhis, Dışişleri Bakanlığı’ndan Oliphant’a Mustafa Kemal’in geçmiş yaşamı düşünüldüğünde şaşırtıcı gelmemişti.[120] Clerk, bu dedikoduyu, dolaylı olarak bir Alman kaynağa doğrulatsa da Mustafa Kemal’in sonunun ne zaman geleceğini kestiremiyordu, ama Kazım Karabekir adının Mustafa Kemal sonrası Türkiye’nin lideri olarak kulislerde dolaştığını da Londra’ya iletmekten geri durmuyordu.[121] Bu dedikodular 1928 yılı başı itibarı ile hala dinmemiş olsa gerek ki, Mustafa Kemal, Tevfik Rüştü’nün verdiği bir baloda, Clerk’in de hazır bulunduğu bir sohbet esnasında, eğer yarın ölecek olsa yerini dolduracak bin adamın bulunduğunu söylemişti. Sonra Fransız askeri ataşesi Albay Sarrou’ya dönerek, yalancı Fransız gazetelerinin iddia ettiği gibi yarın ölmeye niyetinin olmadığını ifade etmişti. Sarrou’dan hemen telgrafla şu sözleri Fransa’ya bildirmesini istemişti: “Ölmedim, ölmüyorum ve ölmeyeceğim.”[122]
1930’ların ortalarına doğru cumhuriyet rejimi konumunu sağlamlaştırmış ve hükümet de uluslararası alandaki görünürlük ve etkinliğini artırmıştı. Buna rağmen Türkiye’deki yeni rejime ve Mustafa Kemal’e karşı muhalif faaliyetler devam ediyor ve bunlara dair bilgiler de sürekli İngiltere’ye akıyordu.[123] İngiltere sadece dolaylı değil doğrudan da Mustafa Kemal ve rejim karşıtı muhalefetin faaliyetleri hakkında bilgi sahibiydi, çünkü muhalifler sürekli Türkiye’ye karşı dostça davranmadığını bildikleri İngiltere’nin desteğini arıyorlardı. Ayrıca, İngilizler ve onların müttefikleri ile işbirliği yaptıkları için ülkeden çıkarılanların haklarının aranmasında başvurulacak önemli merci olarak İngiltere en başta yerini alıyordu.[124] Hatta Türkiye’den toprak talepleri olan Ermeniler de İngiltere’de toplantılar düzenleyebiliyordu.[125]
Kemalist rejimin ülkede konumunu sağlamlaştırması, ‘Yeni’ Türkiye’nin uluslararası alanda önemli bir aktör haline gelmesi ve İngiltere ve Türkiye arasında en azından görünürde iyi ilişkilerin kurulmuş olması İngiltere’nin Türkiye’yi açıkça karşısına almak istememesine neden olmuştu. Zaten bu dönemde artık bir İngiliz Dışişleri yetkilisinin resmi bir yazışmaya düştüğü nottan açıkça anlaşıldığı gibi İngiltere ‘Yeni’ Türkiye gerçeğini kabul etmek zorunda kalmıştı. İsmet İnönü siyasi arenada olduğu ve Fevzi Çakmak da orduyu kontrol ettiği müddetçe Atatürk sonrası Türkiye’de Osmanlı hanedanının tekrar işbaşına gelme şansı yoktu.[126] O yüzden İngiltere kendisine ulaşan istihbaratı gerektiği kadarı ile Türk yetkililere ileterek iyi niyetini açık etme gayretine girmişti. Örneğin, 1937 yılında sabık hanedan mensuplarından bazı isimlerin Mustafa Kemal’e karşı faaliyetlerinin devam ettiğine dair bilgiyi Türk yetkililere bildirmişti.[127]
Mustafa Kemal, kendisine yapılan ‘diktatör’ yakıştırmasına karşı olan şiddetli tepkisini işte bu arka planı da göze alarak İngilizlere duyurmuştu. Örneğin 1933 yılında Manchester Guardian’da yayınlanan bir makalede, “Mustafa Kemal diktatör olarak adlandırılmaktan hoşlanmıyor.” deniliyordu.[128] Mustafa Kemal’in bu konudaki hassasiyeti 1935 yılında yayınlanan başka bir makalede de tekrarlanıyordu.[129] Fakat Mustafa Kemal’in tepkisi bu nitelendirmenin kullanılmasının önüne geçememişti. Bundan dolayı uluslararası alanda cumhuriyetin tek adam devleti olarak sunulmasının önüne geçilebilmek için faaliyetlerde bulunuluyordu. Özellikle yabancı basının ve yabancıların ülkedeki diğer siyasi isimlerle görüşmesi ve röportaj yapması sağlanırken Mustafa Kemal’e doğrudan ulaşılması sınırlandırılmıştı. Yayınlandığı 1932 yılının Ağustos ayında iki ve Eylül ayında da bir baskı yapan kitabında Ankara ziyaretine kısaca değinen Francis Yeats-Brown, Mustafa Kemal ile ilgili şöyle bir yorumda bulunmuştu: “[Türk ulusunun] birçok liderleri ile konuştum ama Çankaya’daki küçük evinde somurtkan ve ulaşılamaz bir şekilde kalan ve bir zamanlar Yıldız Köşkü’ndeki Kızıl Sultan’ın etrafında dolandığı gibi birçok efsaneler birikmeye başlayan Gazi’nin kendisi ile konuşamadım.”[130]
İstanbul’un işgali sırasında bu kentte bulunan ve kitabının büyük bir kısmını bu dönemdeki anılarına ayıran Brown-Yeats’i sinirlendiren bu durum, 1935 yılında Mustafa Kemal ile görüşme şansına sahip olan Edith Picton-Tubervill tarafından doğrulanıyordu: “[Mustafa Kemal] çok az yabancı ile görüşüyordu. Doğrusu hiç kimsenin onunla mülakat yapması kolay değildir.”[131] Mustafa Kemal hakkında daha önce olumlu yazılar kale almış olan Yunanlı gazeteci Sofia Spanuidi, Grey Wolf’un yankılarının sürdüğü dönemde Mustafa Kemal’den kolayca görüşme randevusu alabilirken aynı dönemde İstanbul’da bulunan bir İngiliz, bir Amerikalı ve bir Fransız yazarın Mustafa Kemal ile görüşme talepleri kabul edilmemişti.[132] Karim Thabit, Mustafa Kemal’in yabancı basına karşı olan bu mesafesini, onun 1929 yılında Alman gazeteci-yazar Emil Ludwig’e verdiği mülakatların yazarca çarpıtılmasına ve yine Mustafa Kemal’in yabancı basın mensuplarına verdiği toplu mülakatların dahi farklı farklı yansıtılmasına tepki olduğunu yazmıştı.[133] Mustafa Kemal’in Ludwig’e bu kızgınlığının kaynağı onun Mustafa Kemal’i yazısında ‘diktatör’ olarak tanımlamasıydı. Çünkü Mustafa Kemal’e göre böyle bir tanımlama cumhuriyetin kişisel çıkar üzerine kurulmuş bir “istibdat müessesesi” olarak görülmesine neden oluyordu. Ama onun arzusu “Memlekette cumhuriyetin şahısların hayatına bağlı kalmayarak kökleşmesidir.”[134]
Yabancı basının Mustafa Kemal ile görüşmesinin sınırlandırılması yabancı basın mensuplarını ülkedeki diğer siyasetçi ve bürokratlarla görüşmeye yönlendirmişti. Böylece Mustafa Kemal sonrası Türkiye’nin lidersiz kalmayacağı ve Türkiye’nin tek bir adam değil yetkin kadrolar tarafından yönetildiği mesajı dış dünyaya verilmiş oluyordu. Örneğin, 1930 yılında ABD’den Ankara’ya gelen havacılık komisyonunun başkanı, Mustafa Kemal tarafından değil ama içlerinde dönemin başbakanı İsmet İnönü ve genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak’ın da bulunduğu önemli isimler tarafından kabul edilmişti. Bu kişi 1936 yılında New York’ta yayınlanan Asia dergisindeki makalesinde 1930 yılında tanışma imkanı bulduğu Mustafa Kemal’in çalışma arkadaşlarını detaylı bir şekilde tanıttıktan sonra Atatürk sonrasında ‘Yeni’ Türkiye’yi yönetecek liderlerin var olduğunu ortaya koyuyordu.[135]
İngiltere’nin sürekli işlediği konu sadece tek adam tarafından yönetilen Türkiye’nin siyasi geleceğinin belirsiz olması değildi. Türkiye’nin yabancı sermayeye bakış açısı da İngiltere açısından kabul edilemezdi. Türkiye’nin ekonomik alanda zayıflığının görüldüğü yerlerde, Türkiye’nin uluslararası alanda sadece siyasi prestiji değil ekonomik anlamda güvenirliliği de sorgulanıyordu. Böylece üzerinde baskı kurularak Türkiye, yabancı sermayeye karşı temkinli ve İngiliz sermayesine karşı kuşkulu tutumunu değiştirmeye zorlanıyordu. İngiliz iş dünyasının bir kısmı Kurtuluş Savaşı’nın artık Ankara’nın lehine sonuçlanacağını anladığında Lloyd George Hükümeti’nden bağımsız olarak Ankara ile temasa geçerek savaş sonrası süreçte Türkiye’de ekonomik varlıklarını sürdürmeyi istemişler fakat Ankara Hükümeti en başından itibaren İngiliz sermayesine sıcak bakmamıştı.[136] Aslında İngiliz sermayesine karşı bu tavır aynı keskinlikte diğer ülkelerin sermayelerine gösterilmese de sonuçta Osmanlı’nın deneyiminden ders çıkaran Ankara Hükümeti, Batı sermayesine temkinli yaklaşıyordu. Ama Batı açısından Türkiye’nin kendi sermayesi ile kalkınmaya çalışması hem pratik değildi hem de Batılı yabancı sermayenin çıkarlarına tam anlamıyla ters düşüyordu. 1927 yılında İngiltere’de yayınlanan Fortnightly dergisinden Dudley Heathcote, Ankara’nın bu stratejisinin, ekonomik anlamda kendine yeterlilik için önemli olmasına rağmen “başarısız” olduğunu iddia ediyordu.[137] Bundan üç yıl sonra, 1930’da, diğer bir muhafazakar dergi olan Spectator’da yer alan bir makalede Türkiye’nin yabancı sermayeye temkinli yaklaşımı eleştirilmiş ve hatta alaylı bir şekilde Türkiye boş bir gurur sahibi olmakla suçlanmıştı: “Bugün Türkiye için gerçek tehlike, gururlanacak yeterince bir şeyi olmadan, [oluşan] gururudur.”[138]
Lozan Antlaşması hükümlerine göre Türkiye Osmanlı’dan kalan borçlarının ilk taksitini Haziran 1928’de ödeyecekti. İngiltere ülkenin öz kaynaklarının bunu karşılamak için yeterli olacağı konusunda şüphe ediyor[139] ve Türkiye’nin ekonomik performansını da çok yakından takip ediyordu.[140] Bu durum ekonomik anlamda Türkiye’nin elini zorlayacak ve İngiltere’ye göre Türkiye ekonomi politikasını değiştirmek zorunda kalacaktı. Bunun sonucu olarak Ankara uluslararası sermayenin ve özelde de İngiliz sermayesinin isteklerine daha sıcak bakmaya başlayacaktı. Bir İngiliz raporuna göre “Bugünkü rejimin en büyük düşmanı... siyasiden çok ekonomik[ti].”[141] Hatta 1927 yılında Hazine’den Dışişleri Bakanlığı’na giden bir yazıda, İngiliz finans çevrelerinin Türkiye’ye verecekleri bir kredinin sırf finansal bir işlem olmayacağı, muhtemelen Türk hükümetinin demiryolları ve diğer alanlarda vereceği imtiyazlara bağlı olacağı öngörülüyordu. Böylece Türk hükümeti İngiliz sermayesini ülkesine getirmek için “önemli teşvikler” sağlayacaktı.[142] 1927 yılında gözlemlenen bu ekonomik tablo, 1928- 1929 yıllarında yaşanan kuraklıkla daha da ağırlaşmış ve bunun üzerine 1929 yılı sonbaharında bütün dünyayı vuran ekonomik buhran, tarım ülkesi Türkiye’yi derinden sarsmıştı.
Türkiye bütün bu ekonomik zorluklarla boğuşurken, Lozan Antlaşması’ndaki geçici gümrük vergisi sınırlandırmalarının sona ermesinden dolayı diğer devletler ile olduğu gibi İngiltere ile de ikili bir ticaret anlaşmasının müzakerelerine girişmişti. Fransa’nın da yakından takip ettiği bu müzakerelerde İngiltere, Türkiye’nin taleplerine sıcak bakmıyor ve kendi istediği şekilde pazarlığı zorlamaya çalışıyordu. Hatta bu konuda Fransa’ya güvence bile vermişti.[143] İngiltere sadece diplomasi koridorlarında ya da uluslararası finans çevrelerinin yöneticileri üzerinden değil,[144] basın yolu ile de Türkiye’nin ekonomik durumu konusunda baskı yapmaktan çekinmiyordu. Sürekli Türkiye’nin takip ettiği ekonomik modelin geçersizliğini farklı kanallar aracılığı ile hem dünyaya hem de Türkiye’ye iletiyordu. Öyle ki bu dönemde Türkiye’yi ziyaret eden ve 1931 yılında bu ziyareti ile ilgili notlarının da yer aldığı Conflict Angora to Afghanistan adlı kitabını yayınlayan Rosita Forbes, Ankara’nın ekonomi politikası hakkında şunları kaydediyordu: “Türkiye’de, finansal bir kriz vardı, düşünceme göre var ve belki her zaman olacak. Militan bir hükümet pratik tedbirlerden çok hamasi tedbirlerle durumla başa çıkmaya yelteniyor, çünkü bütün yabancı paraların alınmasını yasaklayan kanunla geçici olarak ticarete son verdi…”[145]
Yukarıdaki görüş, Forbes’a “ilginç ve yararlı bilgi” sağlayan kişiler arasında yer alan İngiliz elçisi Sir George Clerk’ın[146] kendi görüşlerinden hiç de uzak değildi: “Ülkenin istikrarının muhtemelen tehdit edileceği alan ekonomik alandadır ve maalesef Türklerin öğrenmekte en az istidat gösterdikleri alan da orasıdır.”[147] Yine 1927’de, İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından çok beğenilen ve birçok kuruma dağıtılması istenen raporunda, Ankara’daki konsolos vekili Geoffrey Knox daha da ileri gitmiş ve ekonomik gidişatın kötülüğünü Türk’ün genel karakterine bağlamıştı: “Türk geleneksel olarak bir asker, ilkel bir tarımcı veya bir çobandır: Akli melekeleri hiçbir alanda yüksek değildir, fakat özellikle ticaret ve finans [alanında] tecrübesizliği ve doğal beceriksizliği en çok ortaya çıkar.”[148] Clerk ve Knox’a ait bu görüşler İngiliz devlet belgeleri arasında saklı kalsa da İngiliz basınında yer alan benzer yorumların Türk otoritelerinin gözünden kaçması mümkün değildi. Türklerin ekonomik basiretsizliği hakkındaki kanaatin sıkça tekrarlanmasındaki amaç, Türkiye’yi o dönemde izlemekte olduğu ekonomik politikaları değiştirmeye yöneltmek için baskı yaratmaktı.
Bütün bu baskı ortamında Türkiye’de yeni bir siyasi parti kurulması, Batı basını ve ona bağımlı Doğu basınında coşkuyla karşılanmıştı. Yönetimdeki Cumhuriyet Halk Fırkası’na rakip olacak olan Ali Fethi (Okyar) liderliğindeki bu partinin bu şekil karşılanması Türkiye’ye çok partili parlamenter düzenin gelecek olmasından değil, Ali Fethi’nin yeni partisinin ekonomik liberalizmi benimseyeceğini açıklamasından kaynaklanıyordu. Batı açısından ekonomik liberalizm, batı sermayesine daha ılımlı bir yaklaşım anlamına geliyordu. O dönem Batı basınında, özelde de İngiliz basınında Başbakan İsmet’in ekonomik politikalarını başarısızlıkla ve kendini de aşırı milliyetçilikle suçlayan analizler yapılıyordu. Ali Fethi, İsmet karşısında liberal ve demokrat bir kişilik olarak tanıtılıyor ve onun ekonomik anlamda ülkesini ileriye götüreceği iddia ediliyordu.[149] İngiltere’nin etkili ekonomi dergisi The Economist, Türkiye’nin sorununu kendince teşhis ettikten sonra, Ali Fethi’den beklenileni açıkça ortaya koymuştu:
“Bugünkü rejim Türkiye’yi çok dar bir temel üzerinde yeniden inşa etmeyi denemektedir. Evvelce ticaret ve endüstrinin belkemiği olan Yunan ve Ermeni azınlıkları ülkenin dışına attılar. Yabancı sermayeyi borç almayı veya Türkiye’yi [dışarıya] açmak için -yabancı yatırımların üzerinde düşünmesi için fazlasıyla ağır koşulların dışında- yabancılara imtiyazlar vermeyi reddettiler. Ve kişisel nedenlerden dolayı, 1919 mütarekesinden sonra ülkenin yok olmakla yüz yüze geldiğinde Türkiye’yi kurtaran yurtsever hareket içindeki en becerikli ve en hamiyetli kendi arkadaşlarından bazılarını idam ettiler veya sürgüne yolladılar. Fethi Bey ölüyü ayaklandıramaz; fakat sürgündeki Türkleri geri çağırabilir ve ülkenin gelişmesinde yabancı sermayenin işbirliğini temin edebilir.”[150]
Farklı bir ekonomik ajandaya sahip olan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması sadece Batı’da değil, Mısır’da bile memnuniyetle karşılanmıştı.[151] Geleneksel olarak “aleyhimizde şiddetli makaleler”[152] yazan Mısır’daki al-Siyasa[153] gazetesi tarafından bu hoşnutluğun nedeni şuydu: “Türklerce şu hakikat eyi anlaşılmıştır ki iktisadi vaziyetin inkişafı için, her halde harici bir yardıma muhtaçtırlar, içinde çırpındıkları mali buhranın izalesine bir çare bulmadıkları takdirde geçen on sene zarfında kazandıklarını da kaybedeceklerdir.”[154]
Türkiye bütün bu baskılara karşın temel ekonomi politikasından taviz vermiyordu. İçinde bulunduğu bütün ekonomik zorluklara rağmen 1930’da İngiltere ile imzaladığı ticaret anlaşmasında kendi çıkarlarını korumayı başarmıştı. Öyle ki Fransız büyükelçisinin yaptığı değerlendirmeye göre bu anlaşma İngilizlerin değil Türklerin arzusunu yansıtmakta idi.[155] Hatta bundan beş yıl sonra 1930 anlaşmasını tekrar gözden geçiren Türkiye, kendi çıkarlarına daha uygun bir anlaşma elde etmeyi başarmıştı.[156] Sonuçta bu anlaşmalar Türkiye’nin aleyhine olan iki ülke arasındaki ticari dengesizliği tamamen gideremese de[157] bunlar ile getirilen sınırlandırmalar İngiltere’nin arzu ettiği serbest ticaret anlayışının çok uzağındaydı.[158] Türkiye ayrıca büyük-küçük birçok devletle ekonomik işbirliği arayışına girişmişti. 1927 yılında Sovyetler Birliği ile imzaladığı ticaret anlaşması, yakınlaştığı İtalya’yı Türkiye’ye karşı bir pazarlık aracı olarak kullanmayı arzulayan İngiltere’yi memnun etmemişti.[159]
Mustafa Kemal ülkesinin ekonomik hedeflerini, gelişmiş ülkelerin diktesine göre değil ülkesinin gelmek istediği konuma göre koyuyor ve bunu da açıkça ifade etmekte bir sakınca görmüyordu. Öyle ki Ankara’nın ekonomi politikalarının eleştirildiği bir dönemde Türkiye’ye gelen Amerikan Genelkurmay Başkanı General Douglas McArthur, dünya ekonomik buhranından dolayı ABD’de 10 milyon işsiz olduğunu söylemiş ve ardından “Türkiyede buhran yok denecek kadar hafif olduğundan bahs ve bunun sebebini memleketin bilhassa ziraat memleketi olmasından görmüştür.” Mustafa Kemal bu görüşe yanıt olarak, “Türkiyenin buhrandan daha ziyade hissedar olmak bahasına bile inkişaf etmiş bir sanayie malik olmaya kani olacağını”[160] söyleyerek Türkiye’nin bu uğurda her türlü riski almaya hazır olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Türkiye’nin kendi öz kaynakları ile gelişmeye çalışması Karim Thabit tarafından çok takdir edilmişti. Karim Thabit ziyareti sırasında İsmet İnönü’ye yapılan “eserler ve muhtelif müesseseler[i]” görmek için birkaç gün daha Ankara’da kalacağını açıklamıştı. Başbakan Ankara’da çok fazla eser bulamayacağını Thabit’e belirtmiş, bunun üzerine Thabit, başbakanı memnun eden şu sözleri söylemişti: “İlk şey inşaata verdiğiniz ehemmiyet ve gösterdiğiniz rağbet ve bütün eserlerinizi Avrupa’ya muhtaç olmadan kendi vasıtalarınızla yapmaktaki azminiz.”[161]
Türkiye’ye yönelik bu sistematik ve sinsi kampanyaya karşı doğrudan karşı propaganda çalışmaları yapmak ve Türkiye’nin imajını yükseltmek için basını kullanmak yeterli değildi. Çünkü uluslararası ortam kontrollü bir alan değildi; her zaman prestij konusunda yapılan çalışmaların karşısına dikilecek daha etkili güçler ortaya çıkabilirdi. Esas olan bu saygınlığın doğal olarak kazanılması ve sürekliliğinin sağlanması idi. Değişen ulusal ve uluslararası koşullara göre esneklik gösterebilen ülkenin prestij algısı, Türkiye’nin uluslararası görüntüsü için temel teşkil ediyordu. Örneğin, İngiltere’nin en önemli sömürgesi Hindistan’da, halifeliğin kaldırılmasından sonra “İslam toplumunun kahramanı” Mustafa Kemal, muhafazakar Hint Müslümanları için halifelik meselesi yüzünden, Dr. Ansari’nin ifadesi ile “mirasyedi oğla” dönüşse de,[162] Hindistan’daki çağdaş, laik ve milliyetçi gruplar için Lozan sonrası yaptığı devrimlerle yeni bir ‘kahraman’ olarak ortaya çıkmıştı. Hintli tarihçi Mishirul Hasan’a göre, Hintli Müslüman aydınların birçoğu “Türkiye’nin dinselden daha çok laik mirasını yoğun şekilde ödünç almışlardır.”[163] Bu yüzden İngiltere ile siyasi ilişkilerin Türkiye’nin takip ettiği akıllı dış politika ve değişen dünya koşulları ile iyileşmesi bile İngiltere’nin Türkiye’nin kendi sömürgelerindeki halklara model olması hakkındaki endişesini ortadan kaldırmamıştır. Hint Ulusal Bağımsızlık Hareketi’nin önemli önderlerinden Nehru’ya göre, Hintlilerin çoğunun hala İngiltere hakimiyeti altında hizmetkarlar gibi yaşamanın kaçınılmaz ve üstesinden gelinemez olduğuna inandığı bir dönemde,[164] Mustafa Kemal’in Türkiye’si, bunun böyle olmadığını bütün dünyaya ispatlamıştı.
Zaten İngilizlerin halifeliğin kaldırılmasının sonuçlarına dair yaptıkları propaganda bile 1932 yılında Türkiye hakkında yazan Alman Krüger’e göre gerçeği yansıtmıyordu:
“Türkiye’nin Müslüman dünyada etkisini koruyabilmesi için Kemal’in birlikte Batı cephesini teftiş seyahati yaptığı liberal görüşlü veliaht prensi halife olarak tutması gerekliydi [görüşü] genellikle kabul görüyordu. Şimdi bütün bu feryatların hiçbir temeli olmadığını biliyoruz ve Kemal’in darbesinin tek sonucu Batı Anadolu’nun önemsiz bir köyü Menemen’de çıkan sefil bir derviş ayaklanmasıdır.”[165]
Müslüman dünyada dahi halifeliğin kaldırılmasını yapıcı bir hamle gören sesler yükseliyordu. 1934’te Mustafa Kemal’in İngilizce biyografisini yazacak olan Serdar İkbal Ali Şah, 1931 yılında Türkiye’de halifeliğin kaldırılmasını, dini değil, tamamen siyasi bir karar olarak görüyor, böylece ‘Müslüman’ Türkiye’nin yabancı güçlerin çıkarlarına daha iyi karşı duracağına olan inancını belirtiyordu.[166]
Türkiye’nin yükselen itibarı yüzünü hiç beklenmedik yerlerde göstermişti. 1932 yılında sürgündeki Osmanlı hanedanına mensup prensesler için Hindistan’da eş aranmasına dair Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği’nden gelen rapor buna en güzel örnektir. Atiye Begem Hanım adındaki Hintli bir kadın, Londra’daki Türkiye Büyükelçiliği’ne gelmiş ve “mahrem şeyler” anlatmak için maslahatgüzar ile görüşmek istemişti. Bu kadının anlattıklarına göre “Abdülhamit’in ikinci Kâtibi müteveffa İzzet Paşa’nın kızı” Fatma Şerife Elabit[167] hanedana mensup Nis ve Avrupa’nın başka şehirlerinde yaşayan “aç ve sefil olduklarını söylediği” prenseslere eş bulmak için Hindistan’a gelmişti. Atiye Begem’in anlattığına göre “Fatma Şerife bu teşebbüsünü kısmen Hükûmeti Cümhuriyetimizin teşvikiyle yaptığını ihsas ediyormuş.” Bunun sonucu olarak da “Istiklal amalini takip eden ve Turkiye’yi kendilerine bir zahiri manevi addeden Hintli Prenslerden bir takiminin gerek Atiye Begem’e ve gerek hemşiresine müracaatla Nis’e kadar gitmeğe amade bulunduklarını bildirmişlerdir.”[168]
Muhalif kimliği İngiltere tarafından tanınan Halide Edip[169] ve İngilizler tarafından Mustafa Kemal’e karşı muhalefetin “ılımlı, İttihat ve Terakki eğilimli, yetenekli adamlardan” oluşan liderlerinden biri olduğuna kanaat getirilmiş olan Rauf’un[170] Hindistan’a gitmelerine izin verilmesi, İngilizlerin aslında ‘Yeni’ Türkiye’nin ve özellikle Mustafa Kemal’in imaj ve prestijine doğrudan değilse de dolaylı müdahalesi olarak görmek gerekir. Rauf’un Hindistan’da yaptığı konuşmalarda açıkça Türkiye’deki rejimi eleştirmemiş olması[171] ve hatta Halide Edip’in Türk devriminden yana görünmesi[172] onların Hindistan’daki kamuoyunda ‘Yeni’ Türkiye hakkında olumlu bir etki yarattığı kanaatine neden olmamalıdır. Her ikisinin Türk’ün ulusal kurtuluşuna katkısı olan ama kendi ülkelerinde barındırılmayan muhalifler olarak milliyetçi Hint kamuoyuna sunulması bile Türkiye’nin ve Mustafa Kemal’in itibarını yaralamaya yetmişti. Halide Edip, Jamia Millia Islamia’nin davetlisi olarak 1935 yılının başında Hindistan’a gitmişti. Bundan iki yıl önce aynı kuruluş Rauf’u da Hindistan’da ağırlamıştı. Halide Edip’i coşkuyla karşılayan heyette yer alan Bayan Kamaledevi, The Bombay Chronicle’da onun “her şeyden önce ve sonra bir demokrat” olmasından dolayı “bir sürgün” olduğunu yazmış ve onu şu şekilde okuyucularına tanıtmıştı: “Varlığındaki her lif demokrasi aşkı ile yanıyor. İlkeleri için çok acı çekti.”[173] Halide Edip’e gösterilen ilgi ve yaptığı konuşmalar Kahire gazetelerinde dahi yer bulmuştu.[174]
Nitekim 1935 yılında yayınlanan ve Rauf, Halide Edip ve Mustafa Kemal’in karşılaştırıldığı bir makalede, Mustafa Kemal’in “Ulusal zaferin bütün şerefini kendi şahsında toplamak için durup dinlenmeden çalışmış ve yurdun kurtuluş işinde, kendi talepleri olmadan birer şeref hissesi almaları muhtemel olanların hepsini bir sürü iftiralarla yıkmıştır.” iddiasında bulunulmaktadır.[175] Rauf “tok gözlü tevazuu” sahibi ve Halide Edip “insaniyet ve idealizm” temsilcisi, Mustafa Kemal ise bir “egoist” idi. Makalede daha da ileri gidilerek Mustafa Kemal’in yaptığı batılılaşma hareketinin şiddet ve tahakküm ile yapıldığı için yüzeysel olduğu ve böyle de kalacağı öne sürülmüştü. Ama Halide Edip ve Rauf için övgülere devam edilmişti: “Halide Edible Rauf Bey de garplılaşmış türkler’dir, fakat onların zevkleri, itiyatları ve idealleri doğuştandır; onların kültürü kendi varlıklarının birer parçasıdır. Onun için beka bulacak olan Türk, Mustafa Kemal’in emrile ortaya çıkarılan garplılaşmış Türk değil, yukarıda tarifini yaptığımız Türk’tür.”[176]
Yaratılan bu olumsuz havaya rağmen ‘Yeni’ Türkiye Hindistan’da da saygınlığını korumayı başarmıştı. Belki Mustafa Kemal’in Türkiye’si ‘demokratik’ değildi ama ülkede yapılan köklü devrimler yine de Türkiye’nin birçok alanda örnek alınmasını sağlıyordu. Halide Edip’i bir demokrasi ve özgürlük kahramanı olarak tanıtan Kamaledevi, Ocak 1935’te, Karaçi’de toplanan Bütün Hindistan Kadınlarının Konferansı’nda (All-India Women’s Conference) yaptığı konuşmasında “Türk örneğinden” ve “Türkiye’de hasıl olan büyük değişimlerden” bahsetmekten geri durmamıştı. Hatta eski zamanlarda “Kanunlar gerici ve kadınlar acı çekmek zorunda idiler. Kemal Paşa kadının durumunda değişim meydana getirmek istediğinde, meseleyi kökünden halletmek zorundaydı ve toplumun yüzünü değiştirdi.” diyerek Mustafa Kemal Atatürk’ü kadın özgürleşmesinin mimarı olarak göstermişti.[177] Mustafa Kemal Atatürk ve onun Türkiye’sinin Hindistan’daki itibarı ve bunun aslında esnek karakterini 1938 yılında Hindistan Parlamentosu’ndaki Mustafa Kemal’i anma töreninde yapılan konuşmalarda görmek mümkündür. Bir İngiliz raporuna göre, “Konuşmalar onun Türk ulusunu diriltmesini ululadılar; Hindu üyelerin yaptıkları konuşmalar aynı zamanda onun toplumsal ve yasal reformlarını överken bu noktada Müslüman konuşmacılar sessiz kaldılar.”[178]
‘Yeni’ Türkiye’nin kendi sömürgelerindeki imajını kontrol etmeye uğraşan İngiltere, kendi itibarının Türkiye’de yükselmesini istiyordu. 1934 yılında İstanbul’daki İngiliz Erkek Okulu Yönetim Kurulu üyesi P. C. Sarell, İstanbul’daki iki İngiliz okulunun fonlarına İngiliz kaynaklarından katkı yapılmasını sağlamak için yazdığı ve İngiliz Hükümeti tarafından ciddiye alınan memorandumunda, bu isteğinin nedenini şu şekilde kelimelere döküyordu: “Oradaki durum bir siyasi veya diplomatik boşluğa benzetilebilir ve eğer halen İngiliz prestijinden ve Türklerin İngilizlere karşı olan kuvvetli sempatisinden kalan parçacıkların toplanması için güçlü bir çizgi takip edilmez ise diğer etkiler saldırır ve bizim açımızdan birşeyleri geri almak imkansız hale gelir.”[179]
1930’ların ortası ile beraber en azından görünüşte İngiliz Hükümeti, kendi üyeleri aracılığı ile ‘Yeni’ Türkiye’yi kabul ve takdir ettiğini uluslararası platformlarda açıkça ifade etmek zorunda kalmıştı. Hatta bu çabalarında aşırıya kaçtıkları da söylenebilirdi. Dışişleri Bakanlığı’ndan A. K. Helm, 1934 yılında Uluslararası Parlamentolar Konferansı’na katılmak için İstanbul’a gidecek olan İngiliz delegasyonu başkanı milletvekili Sir Park Goff’a şu bilgileri vermişti: “Türkler dalkavukluktan [hoşlanmaya] yatkındırlar, özellikle Gazi’ye çok hayrandırlar ve Asyatik olarak sınıflandırılmaya veya Osmanlı rejimi ile bir tutulmaya karşı gelirler.”[180] Goff da Türklerle ilgili bu bilgileri ülkesi adına yaptığı konuşmada dikkate almıştı.[181]
İngilizlerin aslında aşırı buldukları Gazi’ye olan sevgi ve saygı sadece Türklerle sınırlı değildi. Bir resmi toplantıda Mustafa Kemal, silah arkadaşı Irak Maslahatgüzarı Sabih Bey’i tanımış ve samimiyetle yanaklarından öperek ona iltifatta bulunmuştu. Bundan çok etkilenen Sabih Bey, yanaklarından hala “sevinç gözyaşları” süzülürken “gururla” bu olayı İngiliz Büyükelçisi Clerk’a anlatmıştı.[182] Bu olaydan sekiz yıl sonra Mısır İskenderiye’de Genç Hıristiyanlar Cemiyeti (Y.M.C.A.) tarafından düzenlenen oylamada Mustafa Kemal Atatürk siyaset ve içtimaiyat alanında en büyük adam olarak seçilmişti.[183]
Sonuç
Türkiye’nin devlet kurucuları Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra saltanatı kaldırmış, halifeliği sonlandırmış ve böylece devletin meşru temelleri olarak görülen kurumları bir kenara bırakarak, ‘ulus devlet modeli’ üzerinde yeni bir devlet inşa etme işine girişmişti. Bu süreçte onların izlediği siyasi, ekonomik ve dış politikalar, İngiltere’nin tutunmaya çalıştığı dünyanın en önemli gücü olma konumunu zora sokmuştu. Buna karşılık doğrudan fiziksel güç kullanamayan İngiltere, çeşitli kurum ve kişileri ile, dolaylı olarak, Türkiye’nin uluslararası alandaki saygınlığının sorgulanmasına yönelik çalışmalarda bulunmuştu. Ama bütün bu çabalar istenilen sonucu vermemişti. Cumhuriyetin iki dünya savaşı arasındaki en büyük başarılarından biri olan dünyanın farklı köşelerinde kazandığı saygınlık bu çabalara rağmen serpilmiş ve Türkiye’nin örnek bir ülke olmasını sağlamıştı. Öyle ki Ankara’yı 1931 ve 1933 yıllarında ziyaret eden “Meyyalizade Sami Bey”, Şam’da yayınlanan bir gazeteye verdiği mülakatı şu sözlerle bitirmişti: “Japonlardan sonra Şark milletleri arasında asrın icabatına göre hareket eden ve medeni mevcudiyyet gösterip Şark safasile Garp kuvvetini bir araya getirmeğe muvaffak olan yegane Türkleri buldum.”[184] Dünyanın diğer bir ucunda Çin’li yazar, “Song Su-Şen”, Türkiye hakkındaki kitabını tamamlarken okuyucularına şöyle sesleniyordu: “Umarım ki Vatandaşlarım kendi memleketlerini Türkiye derecesine yükseltmek ve büyük Devletler mertebesine çakarmak için ellerinden geldiği kadar çalışacaklardır.”[185]
Türkiye’nin uluslararası alandaki saygınlığı ve ağırlığını artık İngiltere bile kabul etmek zorunda kalmıştı. 1937 yılında Türkiye ve İngiltere saldırmazlık paktı imzalamış ve Türkiye’deki rejimin devamı, İngiltere açısından Avrupa’daki barışın idamesi için önemli bir faktör haline gelmişti.[186] 1930’ların başında Türkiye’ye karşı düşmanca bir yayın çizgisine sahip olan the Spectator dergisinde bile 1938 Haziran’ında çıkan bir yazıda “Kemal’den bile daha muazzam olan Kemalizm’in bütün politikası barış demektir.”[187] deniliyordu. İngiltere, stratejik öneme sahip olan Türkiye’yi,[188] Balkan ülkeleri arasında anahtar bir ülke olarak görüyor ve Almanya’ya karşı kullanmak istiyordu.[189] Halbuki bundan sadece 11 yıl önce elçilik görevlisi Knox raporunda “Bugün Türkiye’de iktidarda olan adamlarla yakın temastan sonra ancak Mustafa Kemal ve maiyetinin yontulmamış Doğulular olduğu asli gerçeği” anlaşılır diyordu. “Sıradan askerlerin, köy doktorlarının ve öğretmenlerin oğulları” olan bu “yontulmamış Doğuluların” Batı medeniyetine ulaşma isteği “cahilce bir arzunun” ötesine geçememiş ve onların bu medeniyetle olan ilişkisi “makineli tüfek ve caz bandı[nı]” benimseme ile sınırlı kalmıştı.[190] Bu yazının mürekkebi hala kurumamıştı ama İngiltere, 1940’ların başı itibarı ile yukarıda Knox’un “yontulmamış Doğulular” olarak tanımladığı Mustafa Kemal’in yakınındakiler ile işbirliğinde bulunabilmek için yakın tarihi günün koşullarına göre yeniden yazıyordu. Öyle ki Graves’in kitabındaki Mustafa Kemal’in İngilizlere bakışını anlattığı şu cümleler bu çabanın çok güzel bir örneğidir: “[Atatürk]’ün İngilizlere meyli vardı. Onlar Türkiye’yi parçalamaya çabaladıklarında onlara saldırmıştı; inatla ve sonunda başarıyla onlara direnmişti; fakat onların nitelikleri gibi maddi gücüne de saygı duydu.”[191]
Atatürk öldüğünde London Illustrated News neredeyse bir sayfayı kaplayan fotoğrafının altına şöyle yazmıştı: “Türkiye’yi çağdaşlaştıran ve prestijini geri veren adam: Merhum Başkan Kemal Atatürk, asker, sosyal reformcu, siyasi örgütleyici ve yönetici olarak aynı [derecede] ünlü.”[192] Bu değişime rağmen, Türkiye’nin bağımsızlık ve devrim hareketinin başka halklara örnek olabileceği kaygısı ve Türkiye’nin ve onun sembolü Mustafa Kemal Atatürk’ün uluslararası alandaki prestijinin kendi sömürgelerindeki halklar üzerinde yaratacağı etkiden hala çekinen İngiltere, “modern Türkiye’nin yaratıcısı[nın]” cenazesi ile ilgili filmin Kıbrıs’ta gösterilmesini bile yasaklamıştı.[193] Bu da ölümünden sonra bile Mustafa Kemal’in ve onun yarattığı Yeni Türkiye’nin etkisinden İngiltere’nin çekindiğini gösteriyordu. Buna rağmen, İngiltere İkinci Dünya Savaşı’na girerken Türkiye’yi karşısında değil yanında görmek istiyor ve bütün çekincelerini en azından bir süre için askıya alarak Türkiye ile yakınlaşmayı planlıyordu. Bu da Türkiye’nin saygınlığını ve uluslararası ağırlığını, ülkenin içinde bulunduğu zor şartlar ve uluslararası baskıya rağmen, sürekli kılmayı başarmasından kaynaklanmıştı. Böylece Türkİngiliz ilişkilerinde yaşanan siyasi normalleşme sürecinde, Türkiye’yi kontrol etmek isteyen İngiltere’ye karşı etkili bir denge unsuru yaratılmış ve İngiltere’nin uluslararası alanda Türkiye’nin varlığını gerçekten kabul etmesi sağlanmıştı.