ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Yaşar Yücel

Anahtar Kelimeler: II. Osman, Zafername, Kitâb-ı Müstetâb, Zafernâme-i Belâgat- unvân der Beyân-ı Gazavât-ı Sultan Osman Hân-ı Gâzi

Kitâb-ı Müstetâb üzerinde çalışmaya başlıyarak eseri yayımladıktan sonra*, tüm çalışma ve çabalarımızı, II. Osman dönemi üzerinde yoğunlaştırmıştık. Çünkü, Osmanlı devletinin çöküş döneminin başında bir reformcu hükümdar olarak karşımıza çıkan II. Osman’ın, Kitâb-ı Müstetâb’la kendisine sunulan reformcu önerilerden esinlendiğine kuvvetle inanmaktaydık. Bu düşünce ile birinci elden bir kaynağa ulaşma isteğini duymuştuk ve II. Osman dönemi olaylarını içeren, görgü tanığı birinin kaleminden çıkmış bir tarih eserinin mevcut olup olmadığını araştırmaya koyulduk. Böyle bir araştırmanın nedeni vardı. Daha geç dönemin yazarlarının beyanlarına kaynaklık etmiş, Osman’ın çağdaşı bir eserin olabileceğini tahmin etmekte idik. İstanbul ve diğer illerdeki kütüphanelerde uzun araştırmalar yaptık. Bu arada yakın meslektaşlarımız tarafından haberdar edildiğimiz özel kitaplıkları da bir bir taradık. Uzun ve yorucu çalışmalarımız sırasında, iyi bir rastlantı sonucu elimize geçen bir yazma’yı okuyunca, tahminlerimizin doğru çıktığını sevinçle gördük.

İşte, bu makalemizde sözünü edeceğimiz ”Zafernâme-i Belâgat- unvân der Beyân-ı Gazavât-ı Sultan Osman Hân-ı Gâzi” adlı yazma eser, tarafımızdan, Ankara’da özel bir kitaplıkta bulunmuştur. Özel bir kitaplıkta muhafaza edilmesi, bugüne değin bilim dünyasınca bilinmemesinin tek nedeni olmuştur.

“Zafer-nâme” yi bulduktan sonra yaptığımız bibliyografik araştırmalar, bizi bu yapıtın tek nüsha olduğu sonucuna götürmüştür. Halen 94 varak olan yazma’nın bazı varaklarının kopmuş olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, sevinerek belirtelim ki, bu eksiklik yayına hazırlamakta olduğumuz eserin bütünlüğünü bozmamaktadır. Bu yazı, ileride tenkidli basımını sunacağımız eserin etraflı bir tanıtımıdır.

Eser, 15,5x23 cm. boyutlarında, kahverenkli meşin, miklepli ve şemseli, cetvelli, orijinal cilde sahiptir. Baştarafı tezhiplidir. Her sayfa 13 satın ihtiva etmektedir. Sayfa kenarları çerçevelidir. Filigransız Avrupa kağıdı üzerine 9X17 cm. boyutlarındaki alana siyah mürekkeple, nesih hattıyla yazılan metin, harekeli olup, âyetler ve hadisler kırmızı mürekkeple yazılmıştır. Başka hiçbir nüshasına rastlamadığımız eserin elimizdeki yazması, müellif hattıdır.

Eserin kime sunulduğu, müellif adı ve telif tarihi meselesine gelince; yazar, eserini kısa süre (1618-1622) iktidarda kalan reformcu Osmanlı padişahı II. Osman adına yazmış ve ona sunmuştur. Bu husus yazma’daki şu ifadeden anlaşılmaktadır: “Bu hakirde ne iktidar ola ki risâlemüz TUHFE-Î ŞÂHÎ olmağa SEZÂ ve IRÂZA-İ PÂDİŞAHÎ arz olunmağa reva ola”[1]. En son yaprakta geçen;

“Cihâd-ı a’zamun vasfın iderken Hâlisi benden,
Zihî gazâ ola tarihî oldum gaybdan mülhem”

beyiti[2], bize hem müellifin adını, hem de eserini düzenleme tarihini vermektedir .“Zihî gazâ” kelimeleri cbced ile 1030 tarihini karşılamaktadır. Müellif ayrıca, bu kelimelerin altına rakamla 1030 yazmıştır. Eserde müellif adı olarak Hâlisi geçmektedir. Belki de bu mahlâstır. Şim-dilik bunu açıklamaktan yoksunuz. Kâtip Çelebi Keşfü’z-zünûn’da Kilârî Mehmed Efendi’nin Hotin seferine dair bir eser yazdığını kaydetmektedir. Bulduğumuz bu yazma, Kâtip Çelebi’nin sözünü ettiği yazma olabilir. Belki de Kilârî Mehmed Efendi, Hâlisi mahlâsını kullanmıştır. Ancak bu meseleler şimdilik daha bir süre soru olarak kalacak gibi görünmektedir.

Müellif ve Eserinin Değeri :

Kitabında ismini veya mahlâsını açıklayan müellifin hayatı hakkında yaptığımız biyografik araştırmalarda herhangi bir bilgiye rastlayamadık. Ancak eserin mukaddimesinde “hasbetenli’llâh” II. Osman’ın gazalarını yazmak istediğini beyan etmekte ve daha sonra yer yer âyet, hadis, hikmet ve darb-ı meselleri gayet ustalıkla kullanmaktadır. Türkçeleri yanında Farsça şiirlere de kitabında yer veren müellif, mensur kısımlarında başarılı bir dil kullanmaktadır.

Bu yazış tarzı, yapıtın yazarının Enderun tahsili görmüş biri olduğu izlenimini vermektedir. Ayrıca müellifin, “Dârü’s-sa’âde Ağası Süleyman Ağa” nın adının her geçişinde, uzun uzadıya dualar etmesi ve ünvanlar kullanması anlamlıdır[3]. Hâlisi, Sadr-ı a’zamın adını bile sade bir şekilde anarken, Dârü’s-sa’âde Ağasından bu şekilde bahsetmesi, ona yakınlığının ya da tâbiyetinin bir işareti olabileceğini akla getirmektedir. Acaba kendisi, Bîrûn’da yararlı biri miydi?

Bulduğumuz bu Zafer - nâme’nin, XVII. yüzyıl Osmanlı tarihine ait çok önemli bir kaynak olduğunu iddia etmek yerinde olacaktır. Şöyle ki; eserin sunulduğu II. Osman ve devri, Osmanlı tarihinin çağdaş kaynak yönünden noksanlığı günümüze dek hissedilen bir dönemidir. Tarafımızdan ilk kez bilim dünyasına tanıtılmakta olan bu eser, sözüedilen dönemin Osmanlı siyâsi ve iç tarihi açısından önemli bir boşluğunu doldurmuş olacaktır. Bu eserin verdiği bilgilere, ortaya attığı meselelere değinmeden önce devrin olaylarını içeren kaynaklara kısa bir bakış yapmanın yararına inanıyoruz. Böylece yazmanın değeri daha açıklığa kavuşacaktır.

Bugüne dek araştırmacılar II. Osman ve devrinin siyasal ve iç tarih olaylarını incelerken[4] muahhar kaynaklar olan Peçevî[5], Kâtip Çelebi (Feleke’si)[6] ve Naîma’yı[7] tekrarlamaktan öteye gidememişlerdir. Tarafımızdan bilim dünyasının istifadesine sunulmuş olan “Kitâb-ı Müstetâb”[8] II. Osman devrinin tek çağdaş kaynağı durumundaydı. Böylece, yeni bulduğumuz ve yayına hazırlamakta olduğumuz Zafer - nâme, bu döneme ait ve devrin pâdişâhına sunulan ikinci çağdaş eser olmakta (ölümü meselesiyle ilgili Tuğî, Bostanzâde dışında)[9] ve içeriği itibariyle de Kitâb-ı Müstetâb’ı tamamlamaktır. Bu görüşümüzü desteklemek ve yeni bulunan eserin değerini daha iyi ortaya koyabilmek açısından, Kitâb-ı Müstetâb’ın 1620’ler Türkiye’sinin durumuna dair verdiği bilgileri özetlemek gerekmektedir:

II. Osman (1618-1622) Osmanlı tahtına çıktığı sırada devlet ve toplum düzenindeki görünüm şöyleydi: Osmanlı devlet düzeni ve eski kanunlar bozulmuştu. Bunun esas nedeni, pâdişâh’ın otoritesinin zayıflaması ve parçalanmasıdır. Devletin ruhu sayılan pâdişâh otoritesini icraya eskiden yalnız vezir-i âzam, mutlak vekâleti ile haizdi, araya kimse giremezdi. Fakat şimdi, pâdişâh adına doğrudan doğruya emirler verilmeye başlanmıştır. Sorumsuz kimseler bu otoriteyi kendi şahsi çıkarlarına alet etmişlerdir. Rüşvet alarak memuriyetleri ve devlet gelirlerini bağışlamaya başlamışlardır. Yalnız ehl-i örf değil, ulemâ sınıfı bile iyiden iyiye rüşvete alışmıştır. Otoritenin zayıflamasında pâdişâhların devlet işlerine kayıtsızlığı da rol oynamıştır. Bu zayıflık ise eyâletlerdeki kargaşalığın başlıca kökenidir. Buralarda artık pâdişâh fermanına eskisi gibi aldıran yoktur. Kapıkullarının tahakkümü yüzünden eyâletlerin yöneticileri görev yapamaz hale gelmişlerdir. Devşirme - kul sistemi bozulmuştur. Reâyâ’nın askerî sınıfa girmiş olması bozukluğun başlıca sebebi olmuştur. III. Murad devrinden itibaren, reâyâ’nın silah taşımasını yasak eden, onların kapu - kulu olmasını veya doğrudan doğruya sipahi timârı almasını meneden kanunlara riayet edilmemeğe başlanmıştır. Neticede askerin kalitesi düşmüş, disiplin bozulmuş, çiftçilerin topraklarını bırakmalarını, bu durum teşvik etmiştir. Levendler ve sekbanlar bunlar arasında türemiş, ekserisi celâli olmuşlardır. Öyle ki, olur olmaz reâyâ bir çift öküzünü satıp, akça kuvveti ile kimi sipahi, kimi yeniçeri olup istedikleri dirliğe ve mansıba geçmişlerdir. Tımârlı sipahi ordusu önemini kaybetmiştir. İmparatorluğun esas ordusunu eyâletlerde tımarlarında oturan sipahiler teşkil ederdi. Fakat şimdi saray halkı ve ekâbir, hükümet otoritesinin zayıflamasından istifade ederek timar ve zeametleri kendi tasarrufları altına geçirmişler ve böylece sipahi aileleri dirliksiz kalmışlardır. Bu durumda devlet, kapıkulunu çoğaltmak mecburiyetinde kalmış, bunlara ulûfe, maaş yetiştirmek zorlaşmış, merkezî hazînenin yükü fazlası ile artmış, mâli sıkıntı başgöstermiştir. Kapu - kulu devlete tahakküm eder olmuştur. Reâyâ asker olmaya özenince toprağını bırakmış, üretim düşmüştür.

Diğer taraftan bu torakların çoğu, ekâbir çiftlikleri haline gelmiştir. Reâyânın vergi yükü, merkezî hâzinenin çoğalan masrafları nedeniyle arttırılmıştır, iltizam usûlü genişlediğinden suistimaller sebebiyle bu yük çekilmez hale gelmiştir. Bu sebepten reâyâ dağılmaya, toprağını bırakıp kaçmağa, levend, sekban olmağa veya eşkiyalığa başlamışlardır. Kudretli olanlar Rumeli’ye, İran’a ve Kırım’a kaçıp sığınmışlardır. Üsküdar’dan Bağdad’a ve Sivas cânibinden Erzurum ve Van’a varınca “kurâ ve mezâri” den ancak dörtte biri ma’mûr kalmıştır[10].

İşte iktidarının ikinci yılında II. Osman’a sunulan bir İslâhat kitabı, “Kitâb-ı Müstebâb” da yer alan devletin görünümü bu idi. Osmanlı Devletindeki “tegayyür ve fesâdın” ilk belirtilerini doğru bir teşhis ile Kanûnî devrinde bulan yazar, II. Osman’ı adeta devlet düzeninde bir sıra reform yapmaya teşvik etmiştir.

Kitâb-ı Müstetâb’da askerlik düzenindeki bozukluk ve çöküşe ağırlık verildiği gözden kaçmamaktadır. Nitekim de II. Osman devrinde, geleneklere aykırı sayılan ve endişeyle karşılanan yenilik girişimlerinin ilki, askerlik alanında başlatılmıştır. Tanıtmakta olduğumuz Zafer-nâme’de pâdişâhın diğer bozukluklara da eğilmiş olduğu açıklığa kavuşmaktadır. Muahhar kaynaklardaki bilgiler II. Osman'ın tahta geçtiği sırada İran sorunu ile karşılaştığını göstermektedir. XVI. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve Osmanlı devletinin mâli olanaklarını büyük ölçüde sarsan bu dış sorunu, İran hükümdarı Şah I. Abbas ile anlaşma yaparak çözümlemiştir[11]. Fakat, II. Osman devrinin esas dış sorunu olarak Lehistan ve Kazak meselesi ön plâna çıkmıştır. Uzun uğraşıdan sonra Osmanlı denetimine girmiş olan Karadeniz’de çok düzenli yürütülen ticarî faaliyetler Kazakların ufak fakat hareket yeteneği yüksek savaş gemileri yüzünden ağır darbeler yemekte idi.

Lehistan ise, Osmanlılara dost görünmesine rağmen Kazakları desteklemekte, Eflâk ve Boğdan’ın işlerine müdahale etmekte idi[12].

İşte Hâlisinin H. 1030 tarihini taşıyan “Zafer - nâme”si, II. Osman’ın Lehistan ve Kazak meselesini halletmek için yaptığı seferi tüm yönleri ile anlatan, bilinen tek eseridir. Verdiği malûmatın tahlili, müellifin bizzat Lehistan seferine katıldığını ve yakın bir görgü tanığı olarak, seferin olgularını yansıttığını göstermektedir.

“Zafer - nâme”yi bir bakıma Lehistan seferinin günlüğü olarak da değerlendirebiliriz. Sefer kararı alınmasının nedenleri, yapılan hazırlıklar, pâdişâhın bizzat ordunun başında olarak 7 Cemaziyelâhir 1030/29 Nisan 1621’de İstanbul’dan hareketinden başlıyarak[13] Lehistanla yapılan barıştan[14] sonra 23 Zi’l-kâ’de 1030/8 Ekim 1621’de Hotin önünden İstanbul’a doğru geriye dönüşüne değin geçen olaylar[15] menzil - menzil günlük olarak verilmektedir.

“Zafer - nâme”nin içeriğini ve bu arada önemini yansıtmış olmak için yazmadan bazı örnek pasajlar sunmak istiyoruz:

Hâlisi Lehistan seferinin nedenini naklettiği bölümünde: “Bundan akdem Leh Kralı olanlar, saadetlü pâdişâh-ı âlem - penâh hazretlerinin ecdâd-ı izâm ve abâ-ı kirâmlarınm zamân-ı saâdet- iktirânlarından berü, mün’akid ve müte’ahhid oldukları harâc ve virgülerin sâl-be sâl Südde-i seniyye-i siden-misâllerine irsâl ve isal idegelüb, bermûcib-i ahdü peymân, emnü amân-ı sâhib - kirânîlerinde âsûde - hâl ve şâdân ohgelmişlerikcn bundan akdem cennet - mekân, firdevs- âşiyân, garîk-i Rahman merhûm ve mağfûrunleh Sultan Ahmed Han - aleyhi’r-rahmet ve’r - rıdvân - zamanlarında, mahz-ı gurûr-ı delâlet ve ayn-ı şürûr-ı şeytânetleri hasebiyle, Kazak nâmında bir alay melâîn-i dûzeh-mekîni, nice şayka-i felâket - garka ile Karadeniz Boğazına gonderüb, memâlik-i mahrûse-i hüsrevânî muzâfâtmdan bazı mahallere zarar u kûzcnd irişdürüb, hilâf-ı ahd u âmân melâîn-i mezbûrînin nakz-ı ahd ü peymânları zuhûr eylemiş idi.

Merhûm ve mağfûrunlch hazretleri ceza vü sezaların virmek kasdında iken ömürleri vefâ itmeyüb, bu dâr-ı gururdan serây-ı sürura irtihâl eylemişlerdi. Bâdehu taht-ı ferrûh - baht-ı hilâfet ve evreng-i saadet, ferheng-i saltanat, Sultan Osman Hân-ı bünyân hazretlerine müyesser oldukda, Leh-i dûzch-mekîn tarafından, ilçileri gelüp, memâlik-i mahmiyc-i Osmânî ve mesâlik-i mahrûsa-i hâkânî’den min-bâd bir mahalle tarafımızdan zarar ü küzend irişdürülmeyüb, âdet-i kadime ve rüsûm-ı kadîmemiz üzre, sâl-be sâl harâc ve sâyir virgülerimiz, der-i devlete irsal ve isal eylemek şartıyle istimân eyledükl erinde, şürût-ı mezbûr üzre, müced- deden ahd ü peymân olmub, ellerine der-i devletten ahidnâme-i hümâyûn-ı meserret - makrûn verüldükten sonra habâset-i zâ- tiyeleri ve kabahat-ı cibillîleri izâle olmayub girû memâlik-i mahrû- se-i hüsrevânî muzâfâtmdan ba'zı mahallere teaddî ve teezzî üzre oldukları, Hüdâvcndigâru celili’l - iktidar hazretlerinin mesâmi’-i aliyye-i hüsrevânîlerine ilka olundukda gayret ü hamiyetleri mütehammil olmayub melâîn-i mezbûrînin güşmâli içün mukaddema Özi muhafazasında olan merhûm İskender Paşa’yı serdâr eyleyüb Rumeli ve Bosna eyâletlerinde vâki’ bazı asâkir-i nusret- mezâhir ile irsâl buyurmuşlar idi” diyerek olayları anlatmakta ve ve devamla: “5 Cemâziye’l - âhir 1030’da Kapudan Halil Paşa hazretleri nehr-i Tuna kenarından gelüb Pâdişâh-ı âlem - penâh hazretlerinün şeref-i dest - bûslarilc müşerref olub sâlifü’z - zikr olan on sekiz pâre Kazak şaykaların iki yüz mikdârı Kazak-ı bed- ahlâk esirlerü getürüb pây-ı taht-ı felek - mikdârlarında nigunsâ eylemek ile müstehakk-ı inâyet-i şehriyârî ve müstcvcib-i nüvâziş-i hazret-i kişver-küşâyî olmağın …. “ diyerek devam eden yazar, “Ve Leh-i lâîn-i bed - a’mâl içün her dem makâlleri bu idi ki Kral-ı Leh-i ber - geştehal, sâlis-i firavun-ı şeddâd ve sâlik-i mesâlik-i zulm u fesâd ve pir-ü Nemrûdû Ad’dür ……” diyerek “Leh-i lâîn-i düzehmekîn üzre sefer eylemek murad eylediler” demektedir[16].

“Zafer - nâme”de daha sonra günlük bir kronolojik düzen içinde pâdişâhın karardan sonraki meşvereti, ordunun sefer hazırlıkları, tüm ülkedeki idarecilere sefer çağrısı yapılması ve sonuçlan, ordunun pâdişâh yönetiminde İstanbul’dan hareketi, bu sırada İstanbul’daki hava [17], Hotin’e kadar izlenen menziller ve konaklama-lar, tâbi beğlerle olan ilişkiler ve Rumeli’deki yeni atamalar, sefer sırasında yapılan savaşlar, merkezî yönetimdeki yönetici değişiklikleri, askerî düzende yenileşme çabaları, Hotin’in muhasarası ve bu sırada cereyan eden olaylar ve nihayet Lehistanla anlaşarak İstanbul’a hareket gibi ana konular geniş bir şekilde yer almaktadır.

Bu kısa tanıtma yazısında, elimizdeki yazmayı ayrıntılı bir şekilde sunamıyacağımız tabiîdir. Ne var ki, bilim dünyası ve meslektaşlarımız, yakında üzerindeki çalışmalarımız sonuçlanınca basıma verilecek olan bu eser yayımlandığında, bütünüyle inceleme olanağına kavuşmuş olacaklardır. Burada şunu söylemek istiyoruz:

Kişiliği, düşünceleri, askerî ve siyasî faaliyetleri hakkında son derece az bilgiye sahip olduğumuz II. Osman’ın daha iyi ve sağlıklı değerlendirilmesi bu yazmanın bulunması ile imkân dahiline girmiştir. Örneğin genç yaşma rağmen sefer sırasında yönetimde gösterdiği etkenliği şu kayıttan açıkça öğreniyoruz:

“Saâdetlü pâdişâh-ı cem - câh hazretleri Tuna suyunun öte tarafı ki Boğdan yakasıdır, geçmek murâd-ı şerifleri olmağın, bir Belgrad şaykasına süvâr olub, bir kaç def’a öte yakaya gcçüb geldüklerinden sonra, otağ-ı gerdim - taklarından birini dahi, cisr-i mezbûr üzerine kurub, gündüzlerde anda arâm ü kıyanı ve gicelerde, ol bir çetr-i felek - fersahları ki cân-ı ten gibi kalb-i asker-î fevz- maserde vatan tutmuş idi, anda nevm ü niyâm iderlerdi. Ve zîkr olunan çetr-i hümâyûnun içinde ayyuka peyveste bir kûh-ı pür- şükûh vâki’ olmuş idi ki kûh-ı Kaf yanında hurdek-i hakir ve Cebel-i Elburuz katında ceviz-i sagîr idi. Ol kûh-ı vâlânm fevkinde bir kasr-ı bâlâ ve ol kasr-ı nâdiretü’l - asr İçinde bir taht-ı rânâ kurulmuş idi ki çeşm-i felek nazîrin ve dîdc-i melek adilin görmemiş idi, ol taht-ı rânâ üzre cülûs edüb, gün gibi her canibe nazar- endâz ve sevr gibi her tarafa gerden - efrâz olub, ictinâ - yı asâkir-i düşmen - peygâr ve itmâm-ı cisr-i gcrdun - tâk-ı üstüvâre nazır idi”[18].

Diğer taraftan metinde geçen “Ol hîn-i meymenet - karinde, saâdetlü pâdîşâh-ı âlempenâh hazretleri, vüzerâ - yı devlet-i aliyye ve vükelâ-yı saltanat-ı celilelerün, huzûr-ı müstevcibü’s sürûrlarına davet, idüb, emr-i seferi müşavere eylediler”[19] kaydı yine genç pâdişâhın kişiliğe ve iyi bir devlet adamında olması gereken bir özel-liğe sahip bulunduğunu göstermektedir.

“Zafer - nâme”de II. Osman devrinin merkez ve taşra yöneticileri arasında: Vezîr-i âzam Hüseyin Paşa, Vezir Kapudan-ı Derya Halil Paşa (I. Ahmcd döneminde Vezir-i Âzam), Dârü’s-saâde Ağası Süleyman Ağa, Başdefterdar Abdülbâki Paşa, Yeniçeri Ağası Mustafa, Diyarbakır Beylerbeyi Dilâver Paşa (sefer sırasında vezîr-i âzamlığa atanıyor), Anadolu Beylerbeyi Hasan Paşa, Erzurum Beylerbeyi Yusuf Paşa, Dilâver Paşa’dan sonraki Diyarbakır Beylerbeyi olan Süleyman Paşa, Budin Beylerbeyi Karakaş Mehmed Paşa, Özi (Silistre) Beylerbeyi Kantemir Beğ, Özi Muhafızı İskender Paşa, bunun ölümünden sonraki Özi Muhafızı Hüseyin Paşa, Sclânik Beyi Abdülkerim Paşa, Doğancı Ali Paşa, Nogay Paşa, İlbasanî Hasan Paşa, Aydın Bey, Vezîr-i Âzam Hüseyin Paşa’nın Delibaşısı Durmuş, Boğdan Beyi Istefan, Boğdan Beyi Aleksandr, Tatar Ham ve veziri Timur Mirza, Erdel Hakimi Betlengabor adları geçmektedir[20]. Bostanzâde ve Tuğî ile muahhar kaynaklarda çoğunun ismi geçen bu tarihî şahsiyetler hakkında Zafer - nâme’de geçen kayıtlar çağdaş bir gözlemciye ait olduğu için son derece önemlidir.

Zafer - nâme’nin şimdiye değin değindiğimiz önemli taraflarının yanı sıra belki de en dikkate değer özelliği, Kitâb-ı Müstetâb'la. II. Osman’a sunulan reformcu önerilerin bu padişah tarafından uygulanmaya başlandığını ispatlamasıdır.

Bu görüşümüzü doğrulayan ve askerî düzende başlatılan reformlara dair bazı örnek pasajları aktarmak herhalde yararlı olacaktır:

“Ba’dehû sa’âdetlû Hüdâvendigâr-ı nigû - sâr hazretlerinün fermân-ı kadr - tüvânları şöyle vârid oldu ki tevâif-i yeniçeriyân bir meydâne nişan vaz’ olunub kavâid-i tüfeng - endâzî ve levâzım-ı düşmen - güdâzmda arz-ı hüner eyleyeler. Ferman-ı Hüdâvendigâr üzre Tunca nam nehr-i azîmün öte yakasında nişânlar dikilüb Yeniçeriler Ağası ve Turnacı - başı ve onbaşılar ile cemî’an yeniçeriyân cem’ olub, mesâf-ı kûh-ı Kaf gibi sâf ender sâf dizilüb ol merdân-ı rczm - perdâz ve dilîrân-ı adüv - güdâze tüfengler attırub nişânlar urdırmışlar idi”[21].

“….. Hüdâvendigâr-ı celilü’l - iktidâr hazretleri ummân-ı ihsânîyi cûş ve bihâr-ı atafı hurûş idüb tevâif-i yeniçeriyâna in’am ü ihsân eylemek murâd-ı şerifleri olmağın hızâne-i âmire önünde sâyebânlar kurulub vüzerâ-i izam ve vükelâ-i kirâm ve dcfterân ve kâtibân ve bi’l - cümle erbâb-ı Divân ve hüddâm-ı erkân yerli yerinde kıyâm gösterdiklerinden sonra mecmû’-ı yeniçeriyân ummân-ı bî - pâyân gibi mevc mevc gelüb avâtıf-ı aliyye-i hüsrevânî, in’am-ı celîle-i hidivâniye nâzır ve hâzır olub dört gün bölük bölük esâmileri okunub ihsân-ı pâdişâhı ile mesrûr ve eltâf-ı sultânî ile mecbûr olduktan sonra birer birer huzûr-ı hüdâvendigârî önünden güzâr itdirülüb devâm-ı devlet-i pâdişâhî ve kıyâm-ı haşmet-i şehinşâhî ediyyesine müdâvim olmuşlar idi”.

“…… yeniçeri tayfasına in’âmü ihsân bezi olundukta cenâb-ı saltanat - meâbları ol köşk üzerinde câlis olub, huzûr-ı hümâyûnlarından geçen yeniçeriyi birer birer şumâr iderdi. Üç gün temam olduktan sonra, yeniçeri tayfası dahi temâm olub ba'dehû sipâh-ı silâhdar ve muhassıl-ı kelâm altı bölük halkına dahi tenbih olundu ki, onlar dahi yeniçeri tayfasına her ne veçhile virildi ise onlar dahi ol veçhile gelüb inâyât-ı hurşid - nişâne mazhar olalar”[22].

Yine hükümdarın reâyâ’nın korunmsma dair aldığı önlemlerle ilgili şu pasaj da ilgi çekicidir:

“Mesken-i mesâkîn-i gurâbâ ve mükemmin-i emâkin-i fuka- râ ve ehl-i kurâdan, mürûr iden asker-i mensûr, cünûd-ı mevfûr, hilâf-ı şer ü kânûn ve mugâyir-i emr-i hümâyûn, ednâ vü a’lâ ve bây ü tüvânâya ale’l husûs zaif ve merd-i nahife zulmü teaddî ve cevrü teezzi etmeyüb herkes eyyâm-ı devlet-i ebed-makrûn ve hengâm-ı saâdet-i mâdilet - meşhûnunda âsûde - hâl ve müref- fehül - bâl olalar. Şöyle ki, zulmen ve gadren reâyâ ve berâyâdan fuzûlî bir şeyi alunmuş ola muhkem haklarundan gelünib cezâ ve sezâsun vereler, diyû fermân-ı şeriflerin sâdır olmağın bu husus içün etrâf-ü eknâfe âdemler gönderildikten sonra irtesi gün Yayla - çayırı nâm menzile nüzûl olunmuş idi. Vezîr-i âzam hazretleri, yüz mikdarı âdem ile hufyeten kalkub ilgâr edüb, girû konak ki, Uzun Ali Çayırı dimeklc ma’rûfdur, vurduklarında, fermân-ı kadr-i tuvân-ı hâ- kânî ve emr-i cereyân-ı sultânîye mugâyır vâz irtikâb eyleyen eşirrâya mûcib-i ibret, sebeb-i nasihat içün, birkaçına muhkem darbu let idüb, bir nicesinün dahi boyunlarun urub fermân-ı hüdâvendigârîyi icrâ eylediler”[23].

Yukarıda sunduğumuz örnek pasajlarda yer alan bilgiler II. Osman’ın reformist anlayışını anlamlı biçimde vurgulamaktadır, kanısındayız. Bunların daha geniş yorum ve değerlendirilmesi makalemizin dışında olduğundan, şimdilik bu kadarla yetiniyoruz.

“Zafer - nâme”de yer alan bir çok kayıt II. Osman’ın gençliğine ve tecrübesinin azlığına rağmen merkez ve taşra yönetiminde düzenlemeye gitmek istediğini vurgulamaktadır. Örneğin sefere çıkışını anlatan bölümden, onun devletin bütün kurumlarına hâkim olma isteğini kolayca anlayabiliyoruz. Ordunun İstanbul’dan ayrılışında pâdişâhın kimlerle birlikte olduğu şöyle anlatılıyor: …..şâir vüzerâ ve mîr-i mîrân ve eshâb-ı mcnâsıb-ı Divân-ı aliyyin - âşiyân, Hâssa-i ccnâb-ı sa’âdetlerinin hâce-i fazilet - şi’ârları ve Şeyhül’l - islâm-ı şer’îat - desârları ve altı bölük ağaları ve Yeniçeri Ağası ve şâir tevâif-i sipâh ve yeniçeriyân ve çaşnigîrân ve müteferrikân ve çavûşân ve topcuyân ve cebeciyân ve bi’l - cümle birden bine ve binden yüz bine varınca ulûfe ve timâr ve zcâmete mutasarrıf olan asker-i bî - şumâr ve cünûd-ı nusret - nümûd-ı yemin ü yesâr ile sene-i mezbûr Cemâziye’l - âhiresinin on altıncı gününde Dârü’s- saltanati’l - aliyye-i mahmiyye-i Kostantıniyye’den kalkub Davud Paşa nâm menzile nüzûl eylemişlerdi”[24].

Bu tasvir, Osmanlı ordusunun XVI. yüzyılın ortalarındaki bir seferinin azametini ve düzenini anımsatmaktadır. Genç Osman, bilindiği gibi devlet düzenini “ecdâd-ı izâmları asrında”ki durumuna getirmek isteyen bir Osmanlı pâdişâhıdır. Zafer - nâme'de bu istek ve hava yansıtılmak istenmektedir.

Ancak böylesine düzenle ve büyük bir ordu ile Lehistan seferini düzenleyen Osman’ın devamlı yeniçerileri kontrol etmeye çalıştığını, yukarıda verdiğimiz örnekler göstermektedir. Zafer - nâme’nin genel havası, Osman’ın büyük bir Zafer kazandığı şeklindedir. Diğer kaynaklardan da biliyoruz, genç pâdişâh İstanbul’a böyle bir görüntü yaratan büyük bir alayla girmiştir. Fakat gerçekte yeniçerilerin düzen-sizliğinin büyük bir Zaferi engellediğini, yine kaynaklar haber veriyor. Nitekim, açıkça olmasa bile bunu Zafer – nâme'nin satırları arasında da okumak mümkündür. Örneğin: “...ibtidâ Rum - ili kolu yürüyüş idüb birkaç tabiyesin aldıkları hinde cümlesi kabza-i fethe getürülürdü ve ol mahalde şîrân-ı kitâl mâl-i ganâime iştigâl idüb gubâr-ı ihmâli ayn-ı imhâllerinc iktİhâl itmiş bulundular:

Ne denlü cehd kılsan bir murâda
Nasîb olmaz mukadderden ziyâde

Yohsa ahz ü esir olan küffârdan ceng -i mezbûr ahvâli istifsâr olundukda eğer bir mikdâr dahî ceng ve peykâr ve ikdam-ı kârzâr olunub mâl-i ganâime mukayyed olunmasa cümlemüz taburu bırağub dağ ve kühsâra firar ve terk-i dâr ü diyar itmemüz mukarrer idi deyü ihbar eylemişlerdi” denilmektedir[25]. Büyük bir Zafer kazandığı iddiasında olan, ya da daha doğru bir deyişle böyle görünmek gereğini duyan, ama aslında “ecdâd - izamlarının asrı”nı özleyen bir pâdişâha sunulan bir eserde, elbetteki bazı şeyler açıklıkla değil, satırlar arasında anlatılmak istenecekti. Bu nedenle, II. Osman’ın Lehistan seferinden döndükten sonra İstanbul’da yeniçeriler tarafından öldürülmesi (1622) nedenleri de, dikkatli bir inceleme sonucu Zafer - nâme’den çıkarılabilir. İşte bütün bu anlattıklarımızdan dolayı, Zafer - nâme’nin bir an önce yayımı, kanımızca Osmanlı tarihine önemli bir kontribüsyon olacaktır.

Açıklanması gereken bir başka mesele de şudur: Acaba, genel hatları ile tanıtmaya çalıştığımız ve II. Osman dönemi olayları için şimdilik orijinal tek kaynak olan bu Zafer – nâme, daha sonraki tarihçiler tarafından görülmüş ve kullanılmış mıdır?

Bu konuda yaptığımız tahlili bir inceleme sonucu, araştırmacılar tarafından bugüne kadar bilinmeyen yeni bir gerçekle karşı karşıya geldik. Bu da XVII, yüzyılın bilim adamı ve tarihçisi olan Kâtip Çelebi’nin Fezleke'sini kaleme alırken Hâlisî’nin Zafer - nâme’sini görmüş olmasıdır. Kâtip Çelebi’nin Fezleke'de (I. cild, s. 403-412 ve II. cild, s. 1-5) II. Osman’ın Lehistan seferine ilişkin verdiği bilgiler, Zafer – nâme’nin çok kısa bir özeti niteliğindedir. Kâtip Çelebi’nin Hâlisî’yi görmüş ve olayları onun eserinden özetlemiş olduğu öylesine açıktır ki, ilgili bölümde verdiği bilgileri, “bu tarihe zîhî gaza denildi” diye bitirmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi “zîhî gaza” kelimeleri ebced hesabı ile 1030 tarihine tekabül etmektedir ve Hâlisi, eserini bu kelimeleri içeren bir manzume ile sonuçlandırmıştır. Böylece Kâtip Çelebi’nin Fezlekesine kaynaklık etmiş eserler arasına, şimdiye kadar bilinmeyen Hâlisî’nin Zafer- nâme’si de katılmış olmaktadır[26].

Zafer - nâme'de kullanılan yazı dili ve imlâ özellikleri hakkında da şunlar söylenebilir: Elimizdeki yazma metni, Orta Osmanlıca ile kaleme alınmıştır. Bilindiği gibi, Eski Osmanlıca üzerinde Türkolojide pek çok çalışma olmasına karşılık, Orta Osmanlıca üzerinde pek az durulmuştur. Son yıllarda (Örneğin Hazai gibi) bir takım araştırıcıların bu konuda yaptıkları çalışmalar henüz yeterli düzeye ulaşmamış görünüyor. Orta nesirle yazılmış olan elimizdeki yazma metni, manzum ve mensur bir örgü içerisindedir. Burada da ilgi çekici nokta, manzumelerin (beyit, kıt’a, manzume, rubai v. b.) metinden daha sade bir dille kaleme alınmış olmasıdır. Dîvân Edebiyatı örgüsü içerisinde yazılan bu sade dilli şiirler, edebî yönden genellikle zayıftır.

Yazarın mensur kısımdaki başarısını bu bölümlerde pek göremiyoruz. Konu ile ilgili Türkçe manzumeler, irticalen söylenmiş izlenimini uyandırmaktadır. Farsça yazılan şiirler ise, yukarıda da değindiğimiz gibi, yazarın belli bir eğitimden geçtiğini gösteriyor.

Yazma metninin dil özellikleri, Hâlisî’nin kişiliğine ışık tutacak niteliktedir. Bugün Anadolu ağızlarında gördüğümüz birtakım çekimli şekiller ve sözlerin kullanıldığı dikkat çekmektedir. “Ahşam irişmeğin evvel asâkir-i tarafeyn, misâl-i bahreyn hiçbiriyle ceng iderek ayrılub" örneğinde gördüğümüz “ahşam irişmeğin evvel” deyişi “akşam erişmeden önce” yerine kullanılmıştır ve bu Anadolu ağızlarının bir özelliğidir. Yine, TDK Tarama Sözlüğü’nde bulamadığımız ılgar sözcüğü, TDK Derleme Sözlüğü’nde özellikle Batı Anadolu’da kullanılan “hızlı, çabuk” anlamına gelen bir sözcüktür.

Gerek dil özellikleri, gerek Dîvân şiiri özelliklerini taşıyan ve irticalen söylenmiş izlenimini veren manzumelerin havası bize, Hâlisî’nin geçliğini Anadolu’da geçirmiş olabileceği izlenimini vermektedir.






































* Osmanlı Devlet Düzenine Ait Metinler - I : Kitâb-t Müstetâb, Ankara 1974 (Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Yayınları, No: 216).

Dipnotlar

  1. Bk. Zafer - nâme, vrk. 6b.
  2. Bk. Zafer - nâme, vrk. 94b.
  3. Örneğin Zafer - nâme, vrk. 72 a: “. ...yevm-î mezbûrda Asumân-ı hünerin neyyir-i a’zamı Dârü’s-sa’âde Ağası Süleyman Ağa Hazretleri ve şecâ’at-pîşe ve salâ- betendîşe Sadr-ı a’zam Hüseyin Paşa……….” denilmektedir. Yine 88b-89a’da Süleyman Ağa’dan şöyle sözedilmektedir: “. . . .kıdvetü’l-havâs ve’l-mukarrıbîn, umdetü eshâbi’l-izz ve’t-temkîn, mu’temedü’l-mulûk ve’s-selâtîn, enîsü’l-hazreti’l-aliyyeti’s-sultâniyye, celîsü’d-devleti’s-sıyyeti’l-hakâniye, sâhibü’t-tedbîr ve’l-firâse, mâlikü’l-akl ve’l-kıyâse Dârü’s-sa’âde Ağası Süleyman Ağa. .”.
  4. Örneğin bk. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/ı, Ankara 1951, 132-151; Şinasi Altundağ, II. Osman maddesi. İslâm Ansiklopedisi·, Shaw, Stanford J. History of the Ottoman Empire and Modern Turkey I. Cambridge 1976, s. 192-193.
  5. İbrahim Peçevî, Tarih-i Peçevî II., Istanbul 1283, s. 376-380.
  6. Kâtip Çelebi, Fezleke I, II., Istanbul 1286/87, s. 403-412; 1-5.
  7. Mustafa Naîma, Tarih II., İstanbul 1280, s. 186.
  8. Yaşar Yücel, Osmanlı Devlet Düzenine Ait Metinler I: Kitâb-ı Müstetâb, Ankara 1974.
  9. Yahya bin Mehmed Bostanzâde. Vak’a-i Sultan Osman Han. Süleymaniye Halet Ef. Ktp. 611; bu eserin neşri için bk. Orhan Şaik Gökyay, II. Sultan Osman’ın Şahadeti. Atsız Armağanı, İst. 1976,5. 187-256; Mithat Sertoğlu, Tuğî Tarihi. İbretnümâ, II. Osman’ın Şahadetinden bahseder, TTK Belleten XI/43 (1947) s. 489-514; Hüseyin Tuğî. Vak’a-i Sultan Osman Han. Fahir İz neşr. TDAYB 1967 (1968) s. 119-164.
  10. Bk. Kitâb-ı Müstetâb, XXI-XXVI.
  11. Bk. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/ı, s. 133; Halil Paşa maddesi. İslâm Ansiklopedisi.
  12. Bk. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/ı, s. 133-134.
  13. Bk. Zafer - nâme, vrk. 70a.
  14. Bk. Zafer - nâme, vrk. 91a, b.
  15. Bk. Zafer - nâme, vrk. 92b.
  16. Bk. Zafer – nâme, vrk. 60a vd.
  17. Bk. Zafer - nâme, vrk. 67b-68b: “….fermânu vâcibi’l-iz’ânları hemân sa’ât etrâf-ı memâlik-i Osmanî’de olan mîr-i mîrân-ı âlî - şân ve eknâf-ı kalem- rev-i hakanide olan ümerâ ve hükkâm-ı kaviyyü’l - erkâna çavûşân-ı divân-ı aliyyin ile ahkâm-ı vâcibetü’l - ihtirâm gönderilmiş idi ki hâzır ve müheyyâ olub Nevrüz-ı Sultanîde Orduy-ı hümâyûn-ı nusret - makrûn ve cünûd-ı zafer - nemûd-ı sa’âdet- merhûnlarına mülâkî olalar. Şol dem ki, sultân-ı bahâr ve hakan-ı mürg-i zâr vilâyet- i sebze - zâre vali ve şehriyâr oldu, asâkir-i ezhâr ve nîze - dârân-ı eşcar âlem-i servin yeşil sancakların sahn-ı sebze - zâre ve kd’a-i gûhsârc diktiler, bahâdırân-ı nihâl-i gülün bazulannda rengin siper ve nergislerin serlerinde miğfer-i zer ve be- nefşelerin omuzunda gürz-i girizân ve sahn-ı goncanın elinde nîze-i hûn - fişân ve sebzeler dahî harb ü kıtal içün sittân-ı cân - sitân götürüb cünd-i giyâhun sipâh-ı bî - şümârı, asâkİr-i nusret - şiârı ile sultân-ı bahârın taht-ı livây-ı adalet ihtivasına sâflar âreste eylediler. Şahların ordusuna döndi serâser-i sahn-ı bag kim ağaçlar anda yer yer kurdular simin - otağ ânî ol bahâr-ı hüceste - âsârda sultân-ı ferîdûn- savlet, Keyhüsrev-i kavuş - şevket, muzaffer-i âyin-i sâhib - kırân-i rûy-i zemin ve zı’l-luhhi rabbü’l-âlemîn hazretleri bir dûz-ı pırûz u sad-sa’âdetde, sa’âdetle pây-ı âsumân - fer - sâyin rikâb-ı zemin · temkine basub ve himmet-ı bülend - cenâbî mânendi bir semend-i zaman - sür’ate süvâr olduğu hinde kös-i rihlet urılub ve sûrnây-ı azimet unlub tâk-i çarh-ı enbusî sadâ île dolub afâk-ı cihanı tutdı…..Âfitâb-ı âlem - tâb gibi zerrin ser - alemlerin ve kamer - peyker râyetlerin ucu evc-i âsumân - berrîne urüc idüb sipâh-ı kevâkib - aded ve asâkir-i gerdun- meâsır-i melâik - meded sokaklara dolub çarşuy-ı şehr-i İstanbul çûş u hurüş ile pür olub önce giden çavuş ve yasavulların avâzesi dervâze-i felekü’l-eflâke peyveste oldu...”.
  18. Bk. Zafer – nâme, vrk. 78a, b.
  19. Bk. Zafer – nâme, vrk. 66a, b.
  20. Örneğin Zafer-nâme, vrk. 9a, b, 64b, 80a’da Kapudan Halil Paşa; vrk. 12 b’de Diyarbakır Beylerbeyisi Dilâver Paşa; vrk. 13 b’de Erdel hâkimi Betlengabor; vrk. 14 b, 81 a, 88 b’de Sadr-ı a’zam Hüseyin Paşa; 19 a’da Çerkeş Hüseyin Paşa; 27 a’da Anadolu Beylerbeyisi Hasan Paşa; 33 b, 46 a’da Diyarbekir Beylerbeyisi Dilâver Paşa; 45 a, 88 b’de Kantemir; 46 b’de Özi muhafazasında olan merhum İskender Paşa; 72 a’da Süleyman Ağa; 64 a’da Mustafa Paşa; 75 b’de Selânik Beyi Abdülkerim Paşa; 76 a’da Vezir-i a’zam Hüseyin Paşa’nın Deli - başısı Durmuş; 88 b’de Süleyman Ağa adları geçmekte ve bu kişilerin faaliyetlerinden sözedilmektedir. / Bir örnek olmak üzere Erdel hâkimi hakkında anlatılanlar aynen aşağıya alınmıştır: “...Erdel hâkimi olan Betlengabor’dan mektuplar gelüb mazmûn-ı nusret - makrûnunda Nemçe Kralı dahî hufyeten Leh-î lâîn-i düzeh - mekîne yardım için bir mikdâr küffâr göndermiş, haber alduğumda ardlarınca irişüb cümlesin kılıçdan geçirdim, hâliyâ alınan sancakları ve kesilen başları sa’âdetlû Pâdişâhımın huzûr-ı sa’âdetlerine gönderdim deyü arz-ı hidmet ve inhây-ı ubudiyyet eylemiş, fî’l-vâki’ rûz-ı mezbûrda zikr olan sancaklar ve başlar getürülüb pây-i taht-ı felek - mikdârlarında nigunsâr oldu.. ”.
  21. Bk. Zafer - nâme, vrk. 73b-74a.
  22. Bk. Zafer - nâme, vrk. 80a,b-81a,b.
  23. Bk. Zafer - nâme, vrk. 77a-b.
  24. Bk. Zafer - nâme, vrk. 70b-71 a.
  25. Bk. Zafer - nâme, vrk. 40a-b.
  26. Diğer kaynaklar için bk. Bekir Kütükoğlu, Kâtip Çelebi’nin Fezleke’sinin Kaynakları. İstanbul 1974.

Figure and Tables