Haçlı Seferleri Hıristiyan ve Müslüman dünyasını karşı karşıya getiren Ortaçağın en önemli olayları arasında ilk sıralardaki yerini her zaman korumuştur. İnançsız Müslümanların elinde tutsak bulunan kutsal şehir Kudüs’ün kurtarılması ve Doğulu Hıristiyanlara yardım sloganıyla harekete geçen Batı dünyasının XI. yy.’ın sonlarında başladığı bu yolculuk, Ortadoğu’da Haçlı devletlerinin kurulmasıyla neticelenmiştir. Müslümanların içinde bulunduğu karmaşa ortamı da bölgede Haçlı varlığının oluşumunda önemli rol oynamıştır. Bölgede kurulan siyasȋ teşekküller yaklaşık 200 sene sürecek bir mücadelenin de habercisidir. Haçlıların üstünlüğü ile geçen bu mücadelelerin ilk safhasının ardından Zengilerin ortaya çıkışı ile birlikte Müslümanlar üstünlüğü ele almaya başlamışlardır. Öte yandan uzun süreli münasebetler sırasında gerçekleştirilen seferlerin ana hareket teması olan din unsurunun siyasî, ekonomik ve sosyal gereksinimlerin gölgesinde kaldığı görülmektedir.
Aslında Haçlı hareketinin başlangıç safhasında kendisini hissettiren bu durum onların Ortadoğu’ya yerleşmesinden sonra daha da belirginleşmiştir. Böylesine farklı düşüncelerin şekillendirdiği bir ortamda vuku bulan din değiştirme vakaları ise olaya çok farklı bir boyut katmaktadır. Çünkü ihtida vakalarının gerçekleşme şartları bir yerde Haçlı Seferlerinin asıl amaçlarına da ışık tutmaktadır. Çalışmamızda seferler süresince kaynaklar tarafından aktarılan din değiştirme vakaları, bunların hangi şartlarda meydana geldiği ve iki tarafın bakış açısı aktarılmaya çalışılacaktır.
Bir dinden diğerine geçmek suretiyle yaptığı tercihler insanın dinî yaşamını değiştirdiği gibi olumlu ya da olumsuz tepkiler dolayısıyla sosyal ve ekonomik hayatı üzerinde de son derece etkilidir. Din değiştirmek ile alakalı İslam fıkhında Müslüman olanlar ve dini terk edenleri ifade etmek üzere iki ayrı tabir bulunmaktadır. Buna göre; İslâm dininin tercih edilmesine ihtida (hidayete erme), ihtida edene mühtedi denilmekte iken, dinden çıkma irtidad, failine ise mürted denilmiştir. Din değiştirmek Hıristiyanlıkta ise aynı anlamı içeren iki ayrı kelime ile ifade edilmiştir. Latince renegatio (din değiştirmek), renegade (din değiştiren) Grekçe Aphistamai (din değiştirmek), Apostates (din değiştiren) kelimelerinden hareketle İngilizcede apostasy / apostate, renegade, Almanca’da Abtrünnig sein / Abtrünnigkeit Fransızca’da etre un apostat / apostasie olarak karşılık bulmuştur.
Din değiştirmek modern dönemde dahi psikolojik, sosyal ve ekonomik anlamda birçok menfi durumu da beraberinde getirebilmekte, kişiyi kendi içinde giriştiği psikolojik muhasebe kadar, toplum baskı ve dışlamasıyla karşı karşıya bırakmaktadır[1] . Dolayısıyla bu türden davranışların iki büyük dinin taraftarlarını askerî, siyasî anlamda sıkça karşı karşıya getiren Haçlı Seferleri sırasında gerçekleşmesinin, din değiştirenler açısından çok daha zorlu bir durum ortaya koyacağı açıktır. Her şeye rağmen bu vakalar azımsanamayacak kadar fazladır. Haçlı Seferleri döneminde din değiştirme isteğinin gerçekleşme nedenlerinin seferlerin asıl gaye ve amacıyla paralellikler arz ettiği görülmektedir. Bu sebepleri ölüm korkusu, zorlu yaşam şartları, ekonomik, sosyal ve siyasî gereksinimler dolayısıyla oluşan gelecek kaygısı, dinȋ ve duygusal nedenler olarak sıralayabiliriz. Ayrıca din değiştirdikten sonra yeniden eski inancına dönenlere de rastlanmaktadır.
Ölüm Korkusu Sebebiyle Gerçekleşen Dinden Dönme Vakaları
Papa II. Urbanus’un (1088-1099) Kasım 1095’te Clermont Konsili’ndeki çağrısına ilk karşılık verenler gezgin keşiş Pierre L’Hermitte’nin idaresindeki halk kitleleri olmuştu. Steven Runciman[2] çoğunluğunu köylüler, şövalye ailelerinin küçük erkek çocukları, eşkıyalar ve canilerin oluşturduğu bu topluluğu birbirine bağlayan yegâne unsurun dinî taassupları olduğunu belirtmektedir. Ancak ileride yaşanacak olaylar yapılan tespitin pek de yerinde olmadığını göstermektedir. Nitekim Pierre’nin ordusunun Fransa’dan başlayarak Almanya, Macaristan ve Bizans’ın Balkanlar’daki topraklarından İstanbul’a uzanan yolculuğuna önce Yahudilere ardından kendi dindaşları Hıristiyanlara karşı işledikleri cinayetler damgasını vurmuştur.
Bu nedenle Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos (1081-1118), gelenleri Yalova yakınlarındaki Kibotos’da kurulmuş olan karargâha nakletmekte acele etti. Ancak yağma ve cinayet alışkanlıklarını sürdürmekte kararlı görünen Pierre’nin adamları civardaki bölgeleri yağmalamayı sürdürdüler. Yolculuklarının başından itibaren din farkı gözetmeksizin insanları öldüren Halkın Seferi Haçlıları ilginç bir şekilde ele aldığımız konuyla ilgili ilk örneği teşkil etmektedir.
Kibotos’da ikamete başlayan Haçlılar kendi aralarında düzen sağlayamamışlar ve Pierre’nin otoritesinin dışında Fransızlar ve Alman-İtalyanlar olmak üzere iki gruba bölünmüşlerdi. Her iki grup da birbirlerine karşı besledikleri kıskançlık hisleriyle civar bölgelere yağmalar yaparak günlerini geçiriyorlardı. Reginald adlı bir liderin kumandasındaki Alman-İtalyan kuvvetleri İznik’e düzenledikleri yağmanın dönüşte Kserigordon adlı kaleyi ele geçirerek burada üstlenmişlerdi. Ancak kalenin su ihtiyacı bakımından dışarıya bağımlı olması Haçlıların hiç de dikkate almadıkları bir ayrıntıydı. Nitekim onların gelişini haber aldıktan sonra Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ın (1093-1107) emriyle harekete geçen Türk birlikleri tarafından kuşatıldıklarında, başlangıçta doğru bir şekilde değerlendiremedikleri bu tehlike açık şekilde kendisini gösterdi. Haçlılar çok geçmeden su sıkıntısı çekmeye başladılar. Binek hayvanlarını kesip kanlarını içmek, toprağı kazıp buradaki nemden faydalanmak gibi çabaları da sonuç vermeyince bir haftanın sonunda Reginald diğerlerine haber vermeden Türklerle müzakerelere başladı. Sonuçta emrindeki kuvvetlerle sözde bir saldırı yapmak üzere kaleden çıkması ve Türk kuvvetlerine katılması hususunda mutabakata varıldı. Reginald istenilen şekilde hareket ederek kaleden ayrıldı. Geride kalanlar Türk birliklerinin saldırısına direnemediler. İçlerinden bir kısmı öldürüldü, kalanlar esir edildi. Reginald ve yanındakiler ise Müslüman olmayı kabul ettiler (Eylül 1096)[3] .
Kserigordon’daki gelişmelerin değerlendirmesini yapmadan önce Müslümanlar için temel savaş kaidesi haline gelen şu uygulamanın altını çizmek gerekmektedir. Buna göre; savaş ya da kuşatma olsun mücadeleye başlamadan önce muhataplarını ilk olarak İslamiyet'e davet ederlerdi. Eğer karşı taraf din değiştirmek istemez ise vergisini vermek karşılığında zimmî statüsünde Müslüman topraklarında yaşayabilirdi[4] . Ayrıca kuşatmalarda her iki şartı da kabul etmeyen müdafiler savundukları yeri teslim şartıyla aldıkları aman sayesinde istedikleri yere gitmek hakkına sahiptiler. Bunların kabul edilmemesi ve kuşatılan yerin kılıç zoruyla alınması halinde ise galipler üç gün süreyle fethedilen yeri yağmalamayabilirdi. Ancak bu kuralın bile çoğu zaman mağluplar lehine esnetildiğini ve fatihlerin alınan yer hakkında her türlü tasarrufa sahip olmalarına karşın mağlupları din değiştirmeye zorlamaları gibi bir durum olmamıştır. Atabey İmadeddin Zengi’nin (1127-1146) çok sonraları 1144 senesinde gerçekleşecek olan Urfa’yı fethi sırasındaki hareket tarzı bunun en güzel örneğidir. Zengi aman teklifinin reddini müteakip Urfa’yı zorla ele geçirdikten sonra böylesine güzel bir şehrin yağmalarla tahribini engellemek üzere askerlerine yağmayı bırakmaları ve ele geçirilenlerin de sahiplerine iadesini emretmiştir[5] . İbn elEsîr’de[6] onun emrinin nasıl bir bağlılık ve kesinlikle uygulandığına dair güzel bir hikâye yer almaktadır.
Yine İslam fıkhına göre kişi esir olmadan önce Müslümanlığı kabul ederse malı ve canı korunurdu. Dolayısıyla da hürriyetini de garanti altına almış olurdu. Ancak kişi esaretten sonra Müslümanlığı kabul ederse köle edinme ya da fidye ile serbest bırakma şıklarından biri tercih edilirdi. Öldürülmeleri ya da düşmana iade edilmeleri ise söz konusu değildi[7] . Sonuçta Reginald ve yanındakilerin kalenin düşmesinden önce Türk ordusunun saflarına geçmek ve Müslüman olmak konusunda mutabık kaldıklarına göre onların esir kabul edilmesi düşünülemez.
Kserigordon’daki olayı anlatan Latin kronikleri muhtemelen Reginald’ın ihaneti ve İslâmiyeti kabul etmesinin getirdiği hayal kırıklığını – ki burada Haçlıları harekete geçiren unsurun dinî propaganda olduğu unutulmamalıdır – gizlemek üzere kalan esirlerin dinlerinden dönmedikleri için öldürüldüklerine dair İncil’den de alıntılar yapılan[8] böyle bir hikâyeyi ortaya atmış olmalıdır. Reginald ve maiyetinin Müslümanlığı tercihinde ise hayatlarının bağışlanması ve özgürlükleri karşılığında ihtida ettikleri düşüncesinin yanında psikolojik ve sosyal sebepleri de göz ardı etmemek gereklidir. Çünkü özellikle Halkın Seferi ordusunu meydana getiren unsurların sosyal yaşam standartlarının çok düşük olduğu bilinmekteydi. Doğu’da ise ekonomik anlamda bunun tersine bir durum hâkimdi. Dolayısıyla daha iyi şartlarda yaşamak isteğinin de bu ihtida olayında rolü olduğu bir gerçektir.
Diğer taraftan bazı araştırmacılar yanlış olarak Müslümanlığı kabul edenlerin esir olarak Horasan, Haleb ve Antakya’ya gönderildiklerini yazmışlardır[9] . Fakat kaynaklarda iki gruba ayrılan esirlerin bir kısmının öldürüldüğünün kalanların ise adı geçen yerlere gönderildikleri dışında herhangi bir kayıt yer almaz. Reginald ve yanındakilere dair en küçük bir atıf yoktur. Ayrıca yukarıda değindiğimiz uygulama bunların ihtida ettikten sonra esarete sürüklenmiş olabilecekleri düşüncesi temelsiz bir hale gelmektedir.
Kserigordon’daki ihtida olayı uzun sürecek olan Haçlı seferleri döneminde yaşanacak benzer vakalar için bir başlangıçtı. Buradaki ihtida olayında ölüm korkusu ve kişilerin içinde bulundukları hayat standartlarından daha yüksek bir pozisyonu hedeflemeleri yada hiç değilse mevcut olanı sürdürmek istemeleri en önemli motivasyon unsuru idi.
Albertus Aquensis’in eserinde, I. Haçlı ordusunun 1097’deki İznik kuşatması sırasında gerçekleşen benzer bir olay anlatılmaktadır. Buna göre; Sultan I. Kılıç Arslan, Haçlı ordusunun İznik’i kuşattığı haberini alınca onların durumunu öğrenmek gayesiyle iki casus görevlendirmişti. Ancak bunlar şehir civarında iken Haçlı devriyeleri tarafından fark edilmişler ve çıkan çatışma sırasında içlerinden biri öldürülmüş diğeri ise yakalanmıştı. Haçlı liderlerinin önüne getirilen casus işkence altında Sultan’ın ordusu ile ilgili her şeyi anlatmaya başlamıştı. Ardından büyük bir pişmanlık ve gözyaşları içinde Hıristiyan olmak isteğini bildirmişti. Nihayetinde Haçlı liderleri, içten ve acıklı yakarışlarına dayanamayarak casusun isteğini kabul etmişlerdi. Diğer taraftan casus her şeye rağmen anlattıklarının doğru olduğunun ispatına kadar hapse atılmasını da istemişti. I. Kılıç Arslan’ın ordusunun casusun bahsettiği bölgeden gelerek 16 Mayıs’ta şehir önlerindeki Haçlı ordusuna saldırması ve başarısızlığa uğraması ile onun söylediklerinin doğruluğu ispatlanmıştı. Bunun üzerine hapisten çıkartılarak ödüllendirilmişti [10]. Albertus’un tarafından aktarılan bu olay da casusun hayatta kalmak dürtüsü ile böyle bir seçim yaptığı açık şekilde görülmektedir. Haçlılar ise biraz da ilk seferin heyecanının getirdiği dinî yoğunluk, kendilerinin ve Hıristiyanlığın üstünlüğüne olan inançları dolayısıyla casusun isteğini kabul etmiş olmalıdır. Zira sonraki benzer olaylarda onların daha farklı davrandıklarına şahit olmaktayız.
Nitekim Haçlı seferlerinin ilerleyen safhalarında cereyan eden bir olay konuyla ilgili çok güzel bir örnek içermektedir. Fatimi vezirlerinden Abbas 1154 senesinde Halife el-Zafir'i (1149-1154) öldürmüş ve yerine küçük yaştaki oğlu el-Faiz'i geçirmişti. Ancak çok geçmeden saray kadınlarının yardım çağrısı üzerine harekete geçen Talai' b. Ruzzik tarafından makamını terk ederek kaçmaya zorlanmıştı. Oğlu Nasr ve ailesinin diğer fertleri ile Suriye'ye kaçmaya çalışırken Haçlıların eline esir düşmüştü. Kendisi öldürülürken oğlu Nasr, Templier şövalyeleri tarafından hapse atılmıştı. Uzun süren hapis hayatı sırasında Nasr, Latince öğrenmeye başladığı gibi Hıristiyan olmaya karar vermişti. Fakat Hıristiyanlığı kabul etmesine rağmen Templierler tarafından 60.000 altına öldürülen halifenin intikamını almak isteyen Mısırlılara iade edilmekten kurtulamadı. Bir devenin sırtında demir kafes içinde Mısır'a gönderilen Nasr, burada halk tarafından linç edilmek suretiyle öldürüldü[11]. Görüldüğü üzere yeni bir din tercihi bu gibi durumlarda kişinin kurtuluşu için yeterli gelmeyebiliyordu.
Aslında yukarıda aktarılan iki olay arasında Haçlıların göstermiş olduğu davranış farkı mücadelenin taraflarının birbirlerini tanıması, Haçlıların zaman içinde tamamıyla siyasî, sosyal anlamda Ortadoğu’daki siyaset sahnesinin bir bireyi haline gelmesiyle açıklanabilir. Mücadelenin ilk safhasında çeşitli tezahürlerine şahit olunan dinî coşku, bağnazlık ve yekdiğerine karşı yabancılığın ardından taraflar giderek birbirlerini daha iyi tanımaya başlamışlardı. Bu sayede siyasî, sosyal ve ekonomik ihtiyaçların birbirinden çok da farklı olmadığı anlaşılmıştı. Ortaya çıkan yeni durum savaş ve mücadelenin dışında taraflar arasında yapılan siyasî ittifakları, ekonomik, siyasî çıkar ilişkilerini ve bilhassa Haçlılar safında sosyal anlamda keskin bir değişimi de beraberinde getirmişti.
Dinden Dönenlere Karşı Bakış Açısı
1119 yılı civarında kurulan Templierlerin[12] sonraki dönemlerde savaş meydanlarındaki mevcudiyetlerinin dışında özellikle para transferi ve bankacılık konularında ön plana çıktıkları bilinmektedir. Askerî hususiyetlerinin yanında doğrudan Roma’daki papaya bağlı idiler. Dolayısıyla dinî bir hüviyet de arz eden bu tarikatın Hıristiyanlığı tercih eden birini Müslümanların eline teslim etmeleri onların parasal konulara olan tamahından kaynaklandığı açıktır. Ayrıca gerek Müslüman ve gerekse Hıristiyan kanunlarında din değiştirenlere saflarına geçtiği tarafta dahi her zaman iyi gözle bakılmadığı da bilinmektedir. Haçlılar bunları zaten yabancı oldukları bir coğrafyada fırsatını elde ettikleri takdirde kendilerine ihanet edebilecek unsurlar olarak görmekteydiler[13]. Nitekim din değiştirenlerin, Haçlı Yüksek Mahkemesi tarafından şahitliği kabul görmediği gibi bunlar zina suçu işleyenler, yalancı şahitler, gayri meşru çocuklar ve hainler ile bir tutuluyordu[14] .
Bu tutumun en açık örneğini 1108’de Serûc’ta yaşanan olayda görebiliyoruz. 1104 senesinde Harran Savaşı’nda (Belih Çayı) Artukoğlu Sökmen’in[15](1091-1104) eline esir düşen Urfa Kontu II. Baudouin (1100-1118 "Urfa Kontu" – 1118-1131 "Kudüs Kralı") ve kuzeni Joscelin için uzun sürecek bir esaret hayatı başlamıştı. Daha sonra Joscelin (1118-1131 "Urfa Kontu"), Sökmen’in ölümünün ardından kardeşi İlgazi (1108-1122)[16] tarafından fidye ve dostluk anlaşması karşılığında serbest bırakılmıştı. Harran Savaşı’nın hemen akabinde o sıradaki Musul Emîri Çökürmüş tarafından Sökmen’in elinden alınan II. Baudouin de 1108 senesinde yeni Musul Valisi Çavlı Sakavu’dan aynı şartlarla özgürlüğünü elde etmeyi başarmıştı. Bir süre sonra Çavlı’nın adamları belirlenen fidyenin ilk taksitini almak üzere II. Baudouin’in yanına gelmişlerdi. Bunlar, kontun yanındaki ikametleri sırasında Urfa’ya bağlı Serûc şehrindeki fakir Müslümanların camilerini onarmalarına da yardımcı olmuşlardı. Serûc valisi, Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçmiş olan biri idi. Çavlı’nın adamları İslâmiyet aleyhine sözler sarf ettiğini öğrenince onu dövmüşler ve bu iki taraf arasında bir gerginliğe sebebiyet vermişti. Ancak durumu haber alan II. Baudouin’in böyle bir adamdan ne bize ne de Müslümanlara fayda gelir diyerek Serûc valisini öldürtmesiyle gerginlik sona ermişti[17] .
Aynı şekilde Müslümanlar tarafında da Hıristiyanlığı tercih edenlere iyi gözle bakılmazdı. İslâm fıkhında mürted olarak isimlendirilen böyle kişilerin tövbe etmediği takdirde öldürülmesi gerektiğine dair bir hüküm bulunmaktadır[18]. Bu ise mürtedin dinini terk etmesinin dışında sosyal ve siyasî düzen içinde bir tehdit olarak algılanmasından kaynaklanmaktadır. Benzer durum Haçlılar için de geçerlidir. Sapkınlık olarak da nitelendirilen dinden dönme fiili aynı zamanda siyasî gücün Tanrıdan aldığı yetkiyi de inkâr manasına gelmekteydi. Bunlar sadece Tanrının değil sosyal düzenin de düşmanı idiler. Dolayısıyla da kamu düşmanı olarak mühtediler yasalar karşısında meşru hedef durumundaydılar ve yeniden Hıristiyanlığa dönmedikleri takdirde öldürülmeleri gerekirdi[19]. Sicilya'da II. William'ın (1166-1189) sarayının ileri gelen memurlarından biri olan Arap asıllı Mehdiyeli Filip, Müslüman iken Hıristiyan olmuş biri idi. Sonrasında yeniden eski dinine dönünce 1153 yılında idam edilmişti. Yine bu dönem içerisinde yaşanan yoğun Hıristiyanlaştırma baskısına karşılık adadaki birçok Müslüman, İslam topraklarına göç etmişti[20] .
Haçlı Seferleri döneminin büyük kahramanlarından biri olan Selahaddin Eyyubi'nin (1174-1193) 1179 senesinde Beytü'l-Ahzan Kalesi’nin fethinden sonra ele geçirilen esirlerle ilgili tasarrufu konuyla ilgili güzel bir örnektir. Sultan, bunların içinden çarh ile ok atanların ve mürtedlerin derhal idamını emretmişti[21]. Beytü'l-Ahzan olayında öldürülmelerine hükmedilen mürtedler muhtemelen Haçlı ordusunda görev yapan Türkopollerdi. Haçlılar bölgede nüfus bakımından zafiyetleri dolayısıyla Ermeniler ağırlıkta olmak üzere yerli Hıristiyanları ve ihtida etmiş Turkopolleri (çoğunlukla hafif süvari olarak) ordularında istihdam etmişlerdi. Turkopoller, Haçlıların öncesinde Bizans ordusunda da kullanılan bir unsurdu[22]. Aynı şekilde doğudaki küçük Ermeni prenslikleri de bunları askerî amaçlarla kullanmışlardır. Nitekim Urfa kontu II. Baudouin ile Antakya Naibi Tankred arasındaki mücadelelerde Urfa kontunu destekleyen Ermeni Hâkimi Kogh Vasil mürtedlerden (turkopollerden) oluşan 1000 süvari ve 2000 piyadeyi Baudouin'in emrine vermişti[23] .
Din değiştirenler de zaman zaman bu olumsuz bakış açısını tetikleyecek şekilde yeni dindaşlarına karşı ihanet içinde olabilmiştir. Kudüs Kralı I. Baudouin'in (1110-1118), 1110 senesindeki Sayda kuşatması sırasında böyle bir olay yaşanmıştır. Haçlı kuvvetlerinin sıkıştırdığı Sayda şehrinin ileri gelenleri içinde bulundukları durumdan kurtulmak üzere Kralın oda hizmetçisi olan bir mürted ile temas kurmuşlardı. Ona, Kralı öldürdüğü takdirde çok büyük meblağlarda para, şehirde geniş arazi ve imkânlar sağlayacakları sözünü vermişlerdi. Mürted kendisine gelen teklifi kabul etmiş ve suikasti gerçekleştirmek için uygun zamanı kollamaya başlamıştı. Ancak durumu öğrenen Sayda Hıristiyanları derhal Haçlıları haberdar etmişlerdi. Sonuçta Kral, yakalanıp suçunu itiraf eden mürtedin asılmasına hükmetmişti[24] .
III. Haçlı Seferinin önde gelen simalarından Sur Hâkimi Konrad de Montferrad’ın Nisan 1192’de iki Haşişi daisi tarafından öldürülmesi olayı da bu konudaki bir diğer örneğimizi teşkil etmektedir. Dönemin tarihçileri tarafından Konrad’ın öldürülmesi olayının başlıca şüphelileri olarak Selahaddin Eyyubi ile İngiltere Kralı Arslan Yürekli Richard (1189-1199) gösterilmiştir. Fakat burada asıl önemli nokta cinayetin faillerinin olayın yaklaşık altı ay öncesinde Hıristiyanlığı kabul etmiş gibi görünerek Balian de İbelin ile Renauld de Sidon’un yanına yerleşmeleridir. Böylece Konrad’a yakın bu iki soylu sayesinde ona rahatça sokulup kendisini öldürmeyi başarmışlardır[25]. Haşişilerin mühtedi kimliği ile böyle bir fiili gerçekleştirmeleri Haçlılar arasında din değiştirenlere karşı olumsuz ön yargılar meydana getireceği aşikârdır.
Ölüm korkusu dolayısıyla din değiştirme vakalarıyla ilgili tespit edebildiğimiz son olay ise Bizans İmparatoru İoannes Komnenos'un (1118- 1138), 1138 yılındaki Kuzey Suriye Seferi sırasında gerçekleşmiştir. Bizans-Haçlı ordusu tarafından ele geçilen Buzaa şehrinde içlerinde kadın ve çocukların da bulunduğu pek çok insan öldürülmüş ya da yaralanmıştı. iehrin kadısıyla birlikte ileri gelenlerinden 400 kişi ise hayatlarını kurtarmanın yanında sahip olduklarını koruyabilmek gayesiyle Hıristiyan olmuşlardı[26] .
Sosyal ve Ekonomik Sebeplerle Gerçekleşen Dinden Dönme Vakaları
Taraflar arasında süregelen savaşlar dolayısıyla bazı din değiştirme vakalarının bilhassa kuşatmalar sırasında karşılaşılan güçlükler nedeniyle gerçekleştiği görülmektedir. Bununla ilgili kaynaklarda ilk aktarılan kayıt yine Antakya kuşatması münasebetiyle geçmektedir. Haçlıların, Haziran 1098’de Antakya’yı bir ihanet sayesinde ele geçirmesinin[27] hemen ardından Musul Emîri Kürboğa beraberindeki kuvvetlerle şehri kuşatmıştı. Bu dönemde Haçlılar erzak temini konusunda ciddi sıkıntılar yaşamaktaydılar. Zira şehir ellerine geçmeden önce de aynı problemle karşı karşıya kalmışlardı. Kuşatma devam ederken Haçlılar, Herluin adlı bir kişi ile Pierre L’Hermitte’i, Kürboğa’nın ordugâhına göndermişlerdi. Müslüman kaynaklarının da işaret ettiği üzere Kürboğa, niyetleri ve askerî güçleri konusunda yeterli bilgi sahibi olmadığı muhataplarını küçümsemekteydi. Latin kaynaklarından Robertus Monachus, Musul emîrinin rakiplerine karşı duyduğu küçümsemenin nedenini kuşatma sırasında şehirden kaçarak Kürboğa’ya sığınmış bir mühtedinin varlığına bağlamaktadır. Güney Fransa’nın Provence eyaletinden olan bu zat, Haçlıların açlık nedeniyle içinde bulundukları güç durum hakkında Kürboğa’yı bilgilendirmişti. Ancak müellife göre Kürboğa, Haçlılar silahlanmış şekilde karşısına çıktıklarında, mühtedinin kendisini aldattığını düşünerek boynunu vurdurmuştu[28] .
Müslüman ordusu tarafından Antakya'da kuşatılan Haçlıların çektikleri sıkıntılar tahammül sınırlarını aşmıştı. Öyle ki Bohemund’un eniştesi Grand-Mesnil Kontu Guillaume ve Etienne de Blois gibi ünlü Haçlı liderlerinin kuşatmasında sırasında açlık ve ölüm tehdidi dolayısıyla şehirden ayrılmışlardı. Daha Haçlılar şehri ele geçirmeden önce yine erzak açısından ortaya çıkan sıkıntılar dolayısıyla Halkın Seferi’nin lideri Pierre l’Hermitte’nin de aynı sebeplerden Haçlı Ordusundan kaçtığı unutulmamalıdır. Astlarına göre çok daha fazla imkânlara sahip ordu ileri gelenlerinin bu türden davranışlarının alt seviyede, sosyal ve ekonomik zorluklar karşısında daha kırılgan askerler arasında çok daha fazla cereyan etmiş olması yanlış bir tespit olmayacaktır. Nitekim yine Antakya kuşatmasındaki olayları aktaran Willermus Tyrensis[29] yakın tehlikenin neden olduğu panik, zorluk ve açlığa karşı zayıflıklarından ötürü Haçlı ordusunun içinden bazı askerlerin Müslümanlara sığındığını, ahlaksızca Hz. İsa'nın öğretilerini ve inancını inkâr ederek müdafilerin durumu hakkında karşı tarafa bilgi verdiklerini yazmaktadır. Dolayısıyla da Güney Fransa’nın Provençal eyaletinden olduğu belirtilen mühtedi ile Kürboğa arasında geçen hikâye pek de olağandışı görünmemektedir. Ayrıca bu olayda Haçlı ordusunun içinde Kuzey Fransızları ile Raymond St. Gilles’in emrindeki Güney Fransızları arasında yaşanan çekişmelerin de izini görmek mümkündür. Kuzey Fransızlarına mensup olan müellifin İncil’den de alıntılar yaparak ihtida olayını aktarması buna işaret etmektedir. Benzer vakalar sonraki dönemlerde de cereyan edecektir.
Açlık ve zorlu yaşam koşulları dolayısıyla gerçekleşen bir başka ihtida olayı ise Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’ın (1105-1118) emriyle Haçlılara karşı cihad yapmak amacıyla harekete geçen Emir Mevdud’un seferleri sırasında yaşanmıştır. 1110 senesinde emrindeki orduyla Urfa’yı kuşatan Mevdud üzerine gelen Haçlı ordusunu açık araziye çekmek için şehir önlerinden Harran’a doğru ricat etmeye başlamıştı. Fakat Haçlılar, onu bir süre takip ettikten sonra asıl maksadını anlayarak takipten vazgeçmişlerdi. Mevdud, Haçlıların dönüşünü, yanına kaçarak Müslümanlığı tercih eden iki Frank askeri sayesinde öğrendikten sonra derhal Haçlıları takibe başlamış ise de onları yakalayamamıştı[30]. Ona, Haçlıların ricat haberini getiren mühtedilerin tercihlerini hangi şartlar altında yaptıklarına dair herhangi bir bilgi yoktur. Ancak daha iyi yaşam şartları ve istikbal kaygısıyla böyle bir şey yapmaları muhtemeldir. Urfa ve Antakya arasında uzun zamandan beri süre gelen rekabet ve Urfa arazisinin sürekli yapılan yağmalar bir tarafa meydana gelen doğal afetler sonucunda giderek kötüleşen yaşam şartları burada ön plana çıkan etkenler olarak görünmektedir.
Yine I. Haçlı Seferi sırasında Antakya’daki gibi uzun süreli bir mücadelenin yaşandığı, 1189'da başlayıp 1192'de sona eren Haçlıların Akka kuşatması sırasında da açlık dolayısıyla gerçekleşen ihtidalara şahit olmaktayız[31] .
Sosyal ve ekonomik anlamda sahip olduğu zenginliği muhafaza edebilmek arzusu, siyasî kariyer beklentisi de Haçlı Seferleri dönemindeki din değiştirme vakaları içinde failler adına önemli bir motivasyon kaynağı olmuştur. Bunlar arasında Haçlıların, Antakya’da kendilerini kuşatan Kürboğa’yı mağlup etmelerinin akabinde gerçekleşen olay oldukça ilginçtir.
Emir Kürboğa şehir önlerine gelip kuşatmayı başlattığı sırada Emîr Yağısıyan’ın oğlunun idaresindeki iç kale, Haçlılara karşı mukavemeti sürdürmekteydi. Kürboğa öncelikle Yağısıyan’ın oğlunun elindeki iç kaleyi teslim almış ve Ahmed b. Mervan adlı bir komutanını buranın idaresiyle görevlendirmişti. Ancak Kürboğa'nın mağlup olup şehir önlerinden ayrılmasından sonra iç kalenin muhafızı Ahmed b. Mervan daha fazla direnmenin bir fayda sağlamayacağını görerek Haçlılarla görüşmelere başlamıştı. Runciman[32], onun çok önceden Kürboğa’nın olası bir mağlubiyetine karşı Bohemund ile gizli bir anlaşma yaptığını belirtmektedir. Sonuçta Ahmed iç kaleyi Haçlılara teslim etmesinin yanı sıra maiyetindeki adamlarından bir bölümüyle birlikte Hıristiyan olmayı tercih etmiş ve geride kalan iç kale müdafileri ise Bohemund tarafından kendilerine verilen güvence ve refakat birliği ile birlikte Müslüman topraklarına dönmüşlerdi.
Müslüman müellifler bu ihtida olayı hakkında bilgi vermezken Latin kaynaklarında Ahmed b. Mervan’ın savaş sırasında Haçlı ordusuna yardım etmek üzere savaş meydanına inen Hıristiyan azizleri ve melekleri gördükten sonra beraberindekilerin bazılarıyla din değiştirmeyi tercih ettiği şeklinde doğaüstü bir hikâye yer almaktadır[33]. Latin kroniklerinin özellikle Haçlıların Antakya’yı ele geçirmelerinden Kürboğa’nın yenilgisine kadar ki zaman diliminde meydana gelen olaylara dinî bir görünüş kazandırma konusundaki gayretleri dikkate alındığında bu son derece doğal ve genele uygun bir durum olarak görünmektedir.
Öte yandan gökten inen aziz ve meleklerin Haçlı ordusuna yardım etmeleri teması sadece Latin kaynaklarına has bir durum değildir. Nitekim sonraki dönemlerde Artukoğlu İlgazi ile Antakya Haçlı Kontu Roger de Salerne arasında 1119 senesinde cereyan eden ve Müslüman ordusunun kesin zaferiyle sonuçlanan Tell-Afrin Savaşı ile ilgili olarak İbn elAdim’de[34]; gökten inen yeşilli meleklerin Müslüman ordusuna yardım ettiğine dair bir hikâye yer almaktadır.
Böylesine dinî ve doğaüstü objelerle yüklü anlatımlarda, bize kaynaklık eden müelliflerin aynı zamanda birer din adamı olmalarının etkisi açık şekilde hissedilmektedir. Dinî objeler bir kenara bırakıldığında Ahmed b. Mervan ile maiyetindeki adamlarından bazılarının Hıristiyan dinine girmesinde sosyal ve psikolojik etkenlerin ön plana çıktığı görülmektedir. Muhkem surlarla çevrili Antakya’nın zaptının ardından Kürboğa’nın güçlü ordusunu da mağlup etmeleri Müslümanlar arasında demir zırhlara bürünmüş Haçlıların yenilmezlik efsanesini ortaya çıkarmıştı. Bunun meydana getirdiği yılgınlık ise Haçlılara bir süre için bölgedeki hareket üstünlüğünü ellerinde bulundurma avantajını sağlayacaktı. Muhtemelen Ahmed b. Mervan da, Ortadoğu’daki siyaset ve hâkimiyet ibresinin tamamıyla Haçlıların tarafına döndüğü düşüncesinin getirdiği siyasî istikbal kaygısıyla böyle bir seçim yapmış olmalıdır.
Antakya'da din değiştirenlerden biri Bohemund adıyla 1099 senesinde Fatimîlerle Haçlılar arasında yapılan savaşta yeniden karşımıza çıkmaktadır. Bu zat Askalan şehrinin Haçlılar tarafından kuşatılması sırasında Raymond St. Gilles adına müdafilerle teslim görüşmelerini yürütmüştür. Ancak onun görüşmeler sırasındaki rolü ve faaliyetleri hakkında bize olayı aktaran Raimundus Aguilers’in eserini olayın hemen başında bitirmesi dolayısıyla fazla bir bilgi bulunmamaktadır.
Antakya’daki gelişmelerin ardından Kudüs’e doğru yollarına devam eden Haçlılar ile onların gücünden ve yaptıklarından ürkmüş olan Müslümanlar arasında herhangi ciddi bir mücadele yaşanmadı. Aksine bölgenin Müslüman hâkimleri, yolculukları sırasında Haçlıları iyi niyet gösterileri ile karşılayıp erzak yardımında bulundular. Onlara karşı duyulan dehşet ve yılgınlık giderek artmaktaydı. Haçlıların yol güzergâhı üzerinde bulunan Trablus şehrinin emîri Fahrülmülk b. Ammar’ın hareket tarzı konumuzla ilgili olmasının yanında ortaya çıkan korku ve yılgınlığın derecesini göstermesi açısından önemlidir. Fahrülmülk 1099 yılı başlarında Antakya’dan güneye doğru harekete geçen Haçlılara Arka’yı kuşattıkları sırada bir elçilik heyeti göndermişti. Onun muhataplarına sunduğu teklif erzak yardımı ve iyi niyet gösterisinden çok daha fazlasıydı. Taraflar arasında yapılan görüşmelerin sonrasında varılan mutabakata göre; Haçlılar kendilerine karşı hazırlıklarını haber aldıkları Fatimî ordusunu mağlup ettikleri ve Kudüs’ü aldıkları takdirde Fahrülmülk Hıristiyanlığı kabul edip elindeki toprakları Haçlılara bağlı olarak yöneteceğini taahhüt etmişti[35] .
Trablus emîrinin gerçekten Hıristiyanlığı kabul etmek gibi bir niyetinin olduğu şüphelidir. Muhtemelen hakimiyetindeki şehri ve buraya bağlı yerleri Haçlıların yağma ve saldırılarından koruyabilmek amacıyla böyle bir yol izlemiş olmalıdır. Hatta bu psikoloji ile Haçlılar bölgeden geçtiği sırada Trablus surlarına Haçlı liderlerinden Raymond St. Gilles'in sancağını astırmıştı[36]. Nitekim I. Haçlı Seferi’nin diğer görgü şahitleri[37], Fahrülmülk’ün topraklarını Haçlılara karşı korumak konusunda endişeli olduğunu ve onlarla anlaşmak üzere elçiler gönderdiğini yazdıktan sonra Haçlıların buna mukabil gerçek manada bir barışın şartı olarak ona Hıristiyan olmayı şart koştuklarını yazmışlardır. Ancak Fahrüddevle’nin hareketlerine yön veren böyle bir durum dahi Haçlıların, daha seferlerinin başında Müslümanlar karşısındaki askerî ve psikolojik üstünlüğünü açıkça gözler önüne sermektedir.
1168 senesinde Kilikya’nın Ermeni hâkimi Rupen hanedanından Thoros’un ölümü konumuz dâhilinde ilginç gelişmelere yol açacak olayların başlangıcı olmuştur. Zira Thoros’un yerine vasiyet ettiği küçük yaştaki oğluna ve onun vasisi Latin Thomas’a itiraz eden kardeşi Mileh, Atabek Nureddin Mahmud b. Zengi’nin yardımıyla Kilikya Ermenilerinin başına geçmek için harekete geçmişti. Thoros daha sağlığında Mileh’i idarî anlamdaki bütün görev ve yetkilerinden azlederek Kilikya’dan sürmüştü. Onun ölümü üzerine Mileh iktidar haklarını tekrar elde etmek için Atabek Nureddin’in yanına giderek Müslümanlığı kabul etmişti[38] .
Ancak Nureddin’den aldığı askerî destekle harekete geçmesine ve 15.000 kişiyi esir etmesine karşın istediğini elde edememişti. Yeni kuvvetlerle ikinci kez hazırlandığı sırada Ermeni ileri gelenleri, onun şahsında Nureddin’in gücüne karşı koyamayacaklarını anlayarak Mileh’i yüksek hâkimleri olarak tanımak zorunda kaldımışlardı. Böylece Kilikya Ermenilerinin başına geçen Mileh 1175’de öldürülmesine kadar gerek Bizans ve gerekse Haçlılar için bir tehdit unsuru olmuştu. Fakat Nureddin’in 1174’deki vefatının ardından onun müdahale tehdidinden kurtulan Ermeni ileri gelenleri, Mileh’i Sis şehrinde öldürmüşlerdir[39] .
Mileh’in ihtidası Haçlı seferlerinin hemen öncesinde Antakya’nın Ermeni Hâkimi Philateros’un Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın huzurunda Müslüman olması[40] gibi siyasî ihtiraslar çerçevesinde gerçekleşmiştir. Zira Mileh daha öncesinde de Templier iövalye Tarikatı’na girerek Latin inancını kabul etmişti. Ancak bu hareketinden istediği neticeyi elde edemediği için Nureddin’in huzurunda İslam dinine girmişti. Yaptığı son tercih ona siyasî istikbal kapılarını açtı ise de bunun Nureddin’in yaşamına bağlı olduğu açıktır. Nitekim Mileh de, atabeyin 1174’deki ölümünün sonrasında çok geçmeden öldürülmüştür.
Ermeni Mileh'in siyasî kaygılarla ihtida etmesi kadar ilginç bir diğer olay ise Suriye'deki Nizari İsmaililerin Reisi (ieyhü'l-Cebel) Reşideddin Sinan ve Kudüs Kralı Amaury (1162-1174) arasında yaşanmıştır. İsmaili reisi, krala elçiler göndererek Templier iövalyelerinin kendilerinden aldığı yıllık 2000 parça altın haracı affetmeleri halinde müritleri ile birlikte Hıristiyanlığı kabul edebileceklerini bildirmişti. Kral bu duruma çok sevinmiş ve Templierlerin aldıkları harac miktarını kendi hazinesinden hazırlatmıştı. Uzun bir süre şartları görüşmek üzere yanında alıkoyduğu elçilik heyetini daha sonra geri göndermişti. Fakat elçilik heyeti Trablus topraklarında Templier iövalyelerinin taarruzuna uğrayarak öldürülmüşlerdi. Duruma çok içerleyen Kral Amaury bütün ikazlarına karşın kendisine teslim edilmeyen suçluları zor kullanarak yakalayıp hapsetmişti[41]. Haşişi elçilerinin öldürülmesi dolayısıyla Reşideddin Sinan'ın teklifinin sonuçlarının ilerideki seyrinin nasıl olacağı bir soru işareti olarak kalmıştır. Haşişilerin düşmanlarına ve muhaliflerine karşı hareket tarzları dikkate alındığında elçilerinin öldürülmesi konusunda sessiz kalması da ilginç bir ayrıntıdır. Diğer taraftan Reşideddin'in teklifinin İsmaili inancını terk etmekten çok Templierlere karşı harac boyunduruğundan kurtulmak için atılmış bir adım olarak görmek daha doğru olacaktır. Bu nedenle de karşısındakilerin kolaylıkla ikna olabilecekleri böylesine bir teklifte bulunmuştur. Sonraki faaliyetleri de onun teklifinde çok fazla samimi olmadığını göstermektedir[42] .
Ekonomik nedenlere dayanan bir başka din değiştirme vakası da VII. Haçlı Seferi sırasında yaşanmıştır. Fransa Kralı IX. Louis (Saint) (1126- 1270) tarafından 1248-1250 yılları arasında gerçekleştirilen sefere katılan Jean de Joinville hatıratında Mısır sultanından, krala gönderilen bir elçiden bahsetmektedir. Elçinin akıcı bir şekilde Fransızca konuşması üzerine bunu nerede öğrendiği sorulmuştu, O da daha önce Hıristiyan olduğunu söyleyince Kral tarafından kovulmuştu. Sonrasında Joinville bu adamı bir kenara çekerek hikâyesini anlatmasını istemişti. Elçi, Provence eyaletinde doğduğunu ve sonradan geldiği Mısır'da bir Müslüman kadınla evlenip bu dini kabul ettiğini söyledi. Joinville'nin Müslüman olarak öldüğü takdirde cehenneme gideceğini söylemesi üzerine adam Hıristiyanlıktan daha iyi bir din olmadığını bildiğini ama Müslümanlar arasında elde ettiği zenginliği kaybetmekten korktuğu cevabını verdi. Yeniden Hıristiyan olabileceğini ancak bunu yaptığı takdirde insanların dininden dönen adam şeklindeki aşağılamalardan kaçındığını, böyle bir durumla karşılaşmaktansa şimdiki haliyle kalmayı tercih ettiğini söyledi. Joinville, ona kıyamet gününde utancının bundan daha fazla olacağını söylemesine karşın adam, Müslüman kalmayı tercih ederek oradan ayrıldı[43]. Burada aktarılan olay aslında her iki dinin mensuplarının dinden dönenlere aynı gözle baktıklarını açıkça göstermektedir. Fransa Kralı'nın ve Joinville'nin, Mısır eliçisine karşı takındıkları tutum ve sözleri bunun en güzel örneğidir. Diğer taraftan mühtedi'nin sözleri ise onun ihtida gerekçesi açık şekilde dile getirmesinin yanında, kendisine yöneltilebilecek aşağılamalardan kaçınması da içinde bulunduğu psikolojiyi gözler önüne sermektedir.
Değişen Sosyal Çevre İçerisinde Gerçekleşen Dinden Dönme Vakaları
Haçlıların Ortadoğu’ya yerleşmesini takip eden dönemde iki taraf arasında gelişen sosyal ilişkiler çerçevesinde ihtida olaylarında da farklılıklar görülmeye başlamıştı. Daha önceki örnekler için saha genelde savaş alanlarıydı. iimdi ise taraflar sosyal anlamda da yakın ilişkiye girmişler ve inanç, gelenek-görenek bakımından birbirinden tamamıyla farklı iki toplum arasında evlilikler gerçekleşmeye başlamıştı. Yapılan evlilikler de doğal olarak din değiştirme vakalarını beraberinde getirmekteydi. I. Haçlı seferinin görgü tanıklarından Fulcherius Carnotensis eserinin sonlarında yerleştikleri bölgenin yaşayış, gelenek-göreneklerine intibak sağlayan Haçlıların artık gerçek manada Doğulular olmaya başladıklarından bahsetmektedir. Yine yerel halkla başlayan sosyal yakınlaşmanın sonucunda bunlarla yapılan evliliklerin sayısı da artmıştır[44]. Müellif gerçekleşen evliliklerin sadece yerli Hıristiyanlarla değil vaftiz edilen Müslümanlarla olduğunu da eklemektedir[45].
Her iki topluma mensup bireylerin aynı coğrafya ve sosyal sahayı paylaşmalarına paralel olarak yekdiğerinin yaşam şekil ve düzenine karşı bir kanıksama, alışkanlık meydana gelmişti. İnsanların kimi zaman bu birlikteliğin getirdiği alışkanlık dolayısıyla din değiştirdiklerine şahit olmaktayız. Nitekim Ortaçağ İslâm dünyasının ünlü seyyahlarından İbn Cübeyr anılarında, daha önce Haçlıların eline esir düşmüş bir Mağriblinin kurtarıldıktan sonra Hıristiyan olduğundan bahsetmektedir. Bu adam özgürlüğünü kazandıktan sonra ticaret yapmaya başlamış ve Akka'ya gelmişti. Uzun süreden beri Hıristiyanların içinde yaşamış olmasından ötürü onların adetlerine iyice aşina olduğu için nihayetinde Hıristiyanlığı tercih etmişti. Sur şehrinde vaftiz edildiğini söylediği bu şahısla ilgili olarak İbn Cübeyr, Joinville'in yaptığı gibi ahirette cehennem azabına maruz kalacağını söyleyerek tepkisini belirtmiştir[46] .
II. Haçlı Seferi ordularının Bizans’ın Anadolu toprakları üzerinden Suriye uzanan yolculukları sırasında yaşanan toplu ihtidalar bütün Haçlı seferleri boyunca gerçekleşen bu türden vakalar içinde duygusal-psikolojik nedenlerin en ağır bastığı olaydır. Alman ve Fransız kuvvetleri Anadolu’dan geçişleri sırasında Türk birliklerinin yoğun saldırılarına maruz kaldıkları gibi daha önceleri yaşanan kötü tecrübeler dolayısıyla Bizans ahalisi de kendilerini düşmanca bir tavır içinde karşılamıştı[47]. Bütün bu olumsuzluklar karşısında bunalan Haçlı liderleri de Antalya’ya ulaşmalarının ardından Suriye’ye yolculuklarının geri kalan kısmını denizden sürdürmeyi tercih etmişlerdi. Onların geride bıraktığı yaya ve fakir askerler ise karadan yollarına devam etmek zorunda kalmışlardı. Türklerin saldırılarıyla telef olanlar dışında yiyecek temininde yaşanan güçlükler dolayısıyla açlıktan ölüm vakalarına rastlanmaya başlanmıştı. İşte bu noktada Türkler, düşmanları da olsa muhataplarının çektikleri sıkıntılar karşısında saldırılarını durdurarak Haçlılara yemek ve para yardımı yaptıkları gibi hasta olanlarını da tedavi ettirmişlerdi. Kendilerine karşı gösterilen bu davranıştan etkilenen Haçlılardan 3000 den fazla insan Müslüman olmayı seçmişti[48]. Olayı aktaran Haçlı kaynağı gelişmelerden duyduğu şaşkınlık ve üzüntüyü Ey ihanetten daha zalim olan merhamet, Türkler Hıristiyanlara ekmek vererek onların dinlerini değiştiriyorlardı sözleriyle dile getirmişti[49]. Yolculukları boyunca kendi dindaşlarından gördükleri kötü muameleye karşın Türklerin davranışının Haçlılar üzerinde çok büyük bir etkisi olduğu açıktır. Bu nedenle de hiçbir baskı ve zorlama altında kalmadan[50] gönüllü olarak İslamiyeti kabul etmişlerdi.
Ancak bu ihtidalar her zaman gönüllü olarak gerçekleşmezdi. Din değiştirenler kimi zaman şartların gerektirdiği şekilde hareket ederek ihtida ettikten sonra uygun fırsatını bulduklarında yeniden eski dinlerine dönmekte tereddüt etmezlerdi. Eldeki örneklerde yer alan bu türden vakaların kahramanlarının harp esirlerinden olması durumun nedenlerini gözler önüne sermektedir.
Tarafların birbirlerine karşı yaptıkları akınlardan birinde ele geçirilen esirlerin arasında yer alan bir grup kadın ieyzer Hâkimi Munkizî ailesinin mensuplarından Üsame’nin babasına verilmişti. O da esirelerin içinden seçtiği birini yakın arkadaşı Caber Hâkimi iihabeddin Malik b. Salim’e hediye etmişti. Salim’in beğenip haremine aldığı bu kızdan Bedran adı verilen bir oğlu dünyaya gelmiş ve veliaht tayin ettiği bu çocuk ölümünden sonra da onun yerini almıştı. Ancak kadın oğlunun idareyi üstlenmesinin sonrasında eski kimliğine dönmek arzusuyla Caber’den kaçmak üzere hazırlıklara başlamıştı. Neticede bir grup adamla anlaşarak onların yardımıyla Haçlıların elindeki Serûc’a kaçmayı başarmış ve hayatının geri kalan kısmını burada evlendiği bir ayakkabı tamircisiyle geçirmişti[51] .
Yine Üsâme’nin Kitab el-İtibar’ın da aktarılan bir başka olayda da benzer bir gidişat söz konusudur. Biri erkek diğeri kız iki kardeş ile annelerinden oluşan esir bir Hıristiyan ailesi ieyzer’e Munkizîlerin sarayına getirilmiş ve bunlardan erkek çocuk İslamiyeti kabul etmişti. İslâm dinini kurallarını öğrenen ve uygulamaya başlayan bu genç Munkizîlerin dikkatini çekmişti. Sonrasında bir taş ustasının yanına verilerek meslek edinmesi sağlandığı gibi Müslüman bir kızla evlendirilmiş ve düğün masrafları da Munkizîler tarafından karşılanmıştı. Mühtedi gencin bu evlilikten iki oğlu dünyaya gelmişti. Çocuklar beş altı yaşlarına geldiklerinde muhtedi genç oğullarını ve eşini yanına alarak Efamiye’ye kaçmış ve yeniden Hıristiyanlığa geçtiği gibi oğullarını da bu dine sokmuştu[52] .
Burada babalarıyla birlikte din değiştirdiklerini gördüğümüz çocukların çok da fazla seçme haklarının olmadığı görülmektedir. Nitekim V. Haçlı Seferi (1213-1221) sırasında da esir edilen çocukların da dinleri değiştirilmiştir. Macar Kralı, Avusturya Arşidükü ve Kudüs Kralı Jean de Brienne (1210-1223) idaresindeki Haçlı ordusunun Suriye'deki Müslüman topraklarına yaptığı yağma akınlarında alınan esirler arasında çocuklar da bulunuyordu. Bunlardan biri Akka Piskoposu tarafından bizzat vaftiz edilmişti[53]. Yine aynı seferin ikinci safhasında Haçlılar, Kasım 1219'da uzun bir kuşatmanın ardından Dimyat'a girdiklerinde burada esir edilen küçük çocukların tamamı aynı zamanda tarihçi olan Jacques de Vitry tarafından vaftiz edildikten sonra kilise hizmetinde kullanılmak üzere ruhanilere verilmişti[54] .
Genel değerlendirmenin öncesinde olayların gidişatının Haçlıların zihninde seferin dinȋ misyonu ile alakalı nasıl bir değişim meydana getirdiğinin altını çizmek gereklidir. Papa II. Urbanus'un Haçlı hareketini başlattığı Kasım 1095'te Clermont'ta yaptığı konuşmada çıkılacak yolculuğun amacı kesin bir dille ortaya konuşmuştu. Sefer; inançsızların ayakları altında ezilen Kudüs'ün kurtarılması ve doğulu Hıristiyan kardeşlere yardım edilmesine yönelik olacaktı[55]. Karşı tarafı kendi dinine çekmek gibi bir niyet asla bu düşüncelerin içerisinde yer almıyordu. I. Haçlı Seferi sırasında Antakya'da yapılan katliam kutsal intikam olarak isimlendirilmesi[56] bunun açık bir dışa vurumu idi. İlerleyen dönemlerde de düşüncelerde fazla bir değişiklik yaşanmadı. Yukarıda aktarılan vakalar Haçlıların çabası ile değil din değiştirenlerin kişisel istekleri doğrultusunda gerçekleşmişti. Ancak Haçlı çağının sonlarına doğru durumun biraz değiştiği gözlemlenmektedir. Bu değişim ise muhtemelen Eyyubiler ve halefleri Memlukların gücü karşında tamamen köşeye sıkışan Haçlıların çaresizliğinden ileri gelmiş olmalıdır. Ortadoğu'daki sıkışık durumlarına çözüm bulmak gayesiyle Papa ve Fransız Kralı IX. Louis başta olmak üzere batı dünyasının Moğollar ile temasa geçmişlerdi. Bu temaslar ortak düşmana karşı bir güç birliği amacı üzerine şekillenmişti. Ancak Moğollar muhataplarıyla aynı amaç ve duyguları paylaşmadıkları için bir sonuç elde edilemedi. Avrupa'nın beyhude yere üzerinde durduğu Müslümanlara karşı Moğollarla birleşme çabasının bir uzantısı olarak özellikle Fransisken rahipleri doğuya yolculuklar yaparak Moğolları Hıristiyanlaştırma çabası içine girmişlerdi. Bunun teorik temelleri ise aynı zamanda bir hukukçu olan Papa IV. İnnocentus (1243-1254) tarafından atılmıştı[57]. Gösterilen çabanın gerekçeleri arasında Papalığın Doğu Avrupa'da Slavlar üzerinde sürdürdüğü misyonerlik faaliyetlerinin daha doğuya doğru geliştirilmesi olduğu yadsınamaz. Ancak Ortadoğu'da siyasȋ ve askerȋ anlamda karşı karşıya kaldıkları çaresizliği Moğolların Hıristiyanlığı tercihi ve bunların yeni bir dine girmenin motivasyonu ile Müslümanlara karşı yapacakları taarruzun yüksek başarı olasılığı sayesinde atlatmayı da umuyorlardı.
Diğer taraftan Fransisken tarikatının[58] kurucusu St. Francis de Assisi, V. Haçlı seferi sırasında Dimyat'ı kuşatan Haçlı ordusunda yer alıyordu. St. Francis alışılmadık bir hareketle Eyyubi Sultanı el-Melik el-Kamil'in (1218- 1238) karargâhına giderek onu Hıristiyanlığa davet etmişti[59]. Yaptığı teklif Sultan tarafından kabul edilmemesi bir yana bu amaçla yapılmış ilk harekat, St. Francis'in din gayretinin dışında muhtemelen yukarıda belirttiğimiz üzere Haçlıların, Ortadoğu'da Müslümanlar karşısındaki çaresizliklerinin bir göstergesidir. Ancak buradaki bir başka önemli gösterge ise Avrupalılar için muhataplarının yok edilmesi ya da cezalandırılması gereken kâfirlerden Hıristiyanlığa kazandırılabilecek kişilere dönüşmeye başlamalarıdır. Hatta bu iş için düşünülen ilk plânlar biraz ütopik ve gerçeklerden uzak olmakla birlikte bir hayli ilginçtir. Yazar Pierre Dubois (1255-1321) Akka'nın Memluklar tarafından fethinden (1291) sonra eğitimli genç kadınların Kutsal toprakların yeniden kurtarılmasında iyi bir araç olacağını vurgulamaktadır. İlahiyat ve mantık konularında eğitimlerinin ardından Müslümanlarla ve Doğulu Hıristiyanlarla evlendirilecek bu kızların onları Hıristiyanlığa kazandırabileceğini savunuyordu. Plânın etkili olacağı konusundaki desteğini ise İncil'deki bir kıssadan almaktaydı. Dubois'e göre eğitim buradaki anahtar faktör idi. Kızlar okullarda dil eğitiminin yanında Latin Hıristiyanlığının tebliğ yöntemlerini öğreneceklerdi. Ayrıca sadece erkekler üzerinde yoğunlaşmayıp kadınların arasındaki müstakbel yeni dindaşlarının güvenini kazanmak üzere kadın hastalıkları tedavi metotlarını da bilmeleri gerekiyordu[60]. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bu düşünce uygulanabilir olmaktan çok öte olmasına karşın zihinlerdeki dönüşümün başlangıcını temsil ediyordu.
Sonuç olarak bakıldığında; Haçlı seferlerinin başında harekete geçen Avrupalıların zihninde Müslümanları, Hıristiyanlığa kazandırmak gibi bir düşünce yoktu. Dolayısıyla da her iki tarafın başlangıçtaki münasebetleri çoğu yerde katliam boyutlarına varacak kadar kanlı ve ön yargılarla dolu olarak geçmişti. Müslümanlar ise bir anda ortaya çıkan ve haklarında çok da fazla bir şey bilmedikleri Haçlılarla ellerinden geldiği kadar mücadele etmeye çalıştılar. İşte buradaki en dikkat çekici husus yoğun bir taassup içinde geçen Haçlı seferlerinin ilk devresinde her şeye karşın önemli sayıda dinden dönme olayı karşımıza çıkmasıdır. Gerçekleşen vakaların neden ve niçinleri ise sosyal bir varlık olan insanın yaşam ile ilgili istek, hırs ve arzularında yatmaktadır. Savaş ortamında hayatta kalabilmek, açlık, ekonomik anlamda daha müreffeh bir yaşam isteği, siyasȋ gelecek beklentisi ağırlıklı olarak Haçlı Seferleri döneminin dinden dönme vakalarının temel sebeplerini meydana getirmiştir. İlk taassup devresinin sonrasında toplumların birbirlerini daha iyi tanımaları ve sosyal paylaşımların artması da bunu değiştirmemiştir. Ancak yeni dönemle birlikte ihtida vakalarındaki sebeplere duygusallık da eklenmiştir. Çalışmamız dâhilinde ulaşabildiğimiz örnekleriyle aktarmaya gayret ettiğimiz bu nedenler, Haçlı seferlerinin gerçek amaçlarıyla ciddi paralellikler taşımaktadır. Böyle bir benzeşme ise seferlerin birbiri içine geçmiş siyasȋ, ekonomik ve sosyal çıkarlar silsilesi olduğunu bir kere daha gözler önüne sermektedir.